Ana Sayfa 5. Sayı 11 Eylül’den Guantanamo ve Ebu Gureyb’e: İstisna durumu ve kamp

11 Eylül’den Guantanamo ve Ebu Gureyb’e: İstisna durumu ve kamp

699
Guantanamo üssünü gösteren bir görüntü. Hukukun askıya alındığı ve bu nedenle de her şeyin mümkün olduğu bir mekân.

11 Eylül sonrasını, istisnai olanın kural haline gelişinin küresel ölçekteki vuku buluşu olarak göz önünde tuttuğumuzda ve kampı da “istisna durumunun kural haline gelmeye başladığı zaman açılan mekan” olarak tanımladığımızda, Guantanamo üssünde, Ebu-Gureyb cezaevinde, Filistin’de ve dünyanın başka bölgelerinde yaşananların münferit vakalar olduğunu söylememizin de artık imkansız hale geldiğini biliyoruz demektir. Kamp, yaklaşık 50 yıl süren uykusundan uyanmış ve geri dönmüş durumdadır.

Fatih Yaşlı
Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü

“Ben Nur, size Abu Gharip hapishanesinden yazıyorum. Nereden başlayacağımı bilemiyorum… Burada neler yaşadığımı size anlatabilir miyim? Siz uyurken uykusuzluğun ne demek olduğunu, siz giyinikken çıplaklığı anlatabilir miyim? Sadece onurumuzu korumak  için işkence ve şiddete maruz kalıyoruz… İçki içip bize hayvanlar gibi tecavüz ederken büyük ıstırap çekiyoruz. Her gün yeniden ölüyoruz. Tecavüze uğruyor, işkence görüyoruz. Giysilerimiz paramparça, karnımız aç. Bizi kim kurtarmaya gelecek?… Onurlu insanlar! Eğer silahınız varsa, bizi hapishanedekilerle birlikte öldürün, lütfen bunu yapın. Lütfen…”
(Ebu Gureyb Cezaevi’nde tutulan bir kadın esirin yazdığı mektuptan)

Egemenliğin istisnada kuruluşu
“İstisna kendisini olduğu kadar geneli de açıklar. Kişi, geneli gerçekten incelemek istiyorsa, tek yapması gereken, gerçek bir istisna bulmaya çalışmaktır.” der Kierkegaard. Alman hukukçusu ve siyaset felsefecisi Carl Schmitt’in, Kierkegaard’ın bu çağrısını ciddiye alarak egemenlik teorisini tam da “istisna durumu” (ya da aynı anlama gelmek üzere “olağanüstü hal”) kavramı üzerine kurduğu söylenebilir. Schmitt’in Siyasi İlahiyat, Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm isimli eserinin daha ilk cümlesinde temel iddia şöyle konulur ortaya: “egemen, olağanüstü hale karar verendir.” (2002: 13)

Peki ama nedir “olağanüstü hal” ve neden egemenlik olağanüstü hale “karar verme” ile ilgilidir? Schmitt’e göre; “olağanüstü hal, yani mevzu hukukta öngörülmeyen hal, ancak son derece tehlikeli, devletin varlığını tehdit edebilecek bir durum vb. olarak tanımlanabilir (…) O [egemen-F.Y], hem son derece acil bir durumun söz konusu olup olmadığına, hem de bunu bertaraf etmek için ne yapılması gerektiğine karar verendir.” (2002: 14-15) Dolayısıyla söz konusu olan, herhangi bir doğal afetten ya da basitçe bir asayiş meselesinden kaynaklanan bir acil durum değildir; olağanüstü halden söz edebilmek, ancak devletin bekasına yönelik çok ciddi bir tehdit ile karşı karşıya kalındığında ve bu tehdidi bertaraf edebilmek için mevcut hukuk düzeni egemen güç tarafından askıya alındığında mümkün olabilmektedir. “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır” diyen Schmitt’e göre “olağanüstü halin hukuk için taşıdığı anlam, mucizenin ilahiyat için taşıdığı anlama” benzemektedir (2002: 41).

Egemenliğin “karar verme” ile olan ilişkisi ise, Schmitt’in siyaset felsefesi geleneği içerisinde önemli bir yeri olduğunu iddia ettiği ve desizyonizm olarak adlandırdığı -ki Schmitt kendisini de bu geleneğe dahil etmektedir- düşünce ile yakından ilgilidir. Desizyonizm, Hobbes’un, “yasayı yapan otoritedir, hakikat değil” ya da Bodin’in, “egemenliğin ve mutlak erkin temel noktası, genel olarak bütün uyruklara onaylarını almaksızın yasa vermekte yatar” sözlerinde net bir şekilde ortaya konulduğu gibi, egemene toplumsal düzenin tesis edilmesinde, yasaların üzerinde bir güç, bir aşkınlık vehmeder. Desizyonist düşüncenin kökenleri, Yasalar (1998) isimli eserinde yasaların dışında ve üzerinde bulunarak “devleti doğru yolda tutan ve polisin ruhu olan” bir konseyden; Gece Konseyi’nden bahseden Platon’a kadar götürülebilir. Modernliğin hemen öncesinde Hobbes ve Bodin’in, modern zamanlarda ise “karşı-devrimci devlet felsefesi”nin temsilcileri olan Maistre, Bonald ve Donoso Cortes gibi Alman romantiklerinin ve elbette ki daha sonra Schmitt’in bizzat kendisinin, desizyonist geleneğin önemli temsilcileri oldukları söylenebilir. İsmi anılan tüm bu düşünürlerin, kendi yaşadıkları dönemlerin en çalkantılı günlerine tanıklık ettikleri ve toplumsal kaostan çıkış için gerekli olanın aşkın bir güç olduğunu söyledikleri göz önünde bulundurulduğunda, -örneğin Platon için bu aşkın güç Gece Konseyi, Hobbes için Leviathan, Cortes için ise Diktatör’dü- desizyonizmin hem siyaset felsefesi içerisindeki konumu hem de tarihsel bağlamı daha anlaşılır olacaktır.

Kural haline gelen istisna
Günümüzün en önemli siyaset felsefecilerinden biri olan Giorgio Agamben’e göre; Schmitt’in, yalnızca devlete yönelik bir ciddi tehdit durumunda ortaya çıktığını söylediği istisna durumu/olağanüstü hal, bugün normal olanla gittikçe daha iç içe bir görünüm arz etmekte; ya da aynı anlama gelmek üzere, istisna kural haline gelmektedir. Şöyle der Agamben: “Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ve de hâlâ gözlerimizin önünde cereyan eden şey şudur: İstisnai durumun ‘hukuksal olarak boş’ alanı, kendi zamansal-mekansal sınırlarının dışına çıkıyor ve bugün, bu sınır ihlalinin büyük boyutlara varmasının sonucu olarak, normal düzen ile çakışmaya, yani yeniden her şeyin mümkün olduğu bir durum yaratmaya başlıyor.” (2001: 54)

Bize göre, 11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi kulelerine yapılan saldırıların ardından yaşanan süreç, tam da Agamben’in işaret ettiği şeye; yani istisnai olanın kural haline gelişine ve normal olanla olağanüstü olanın birbirinden ayırt edilemez olduğu bir belirsizlik mıntıkasının kesin olarak ortaya çıkışına tekabül ediyor. Bu tekabül edişe daha ayrıntılı bir şekilde değineceğiz; ancak önce “egemenliğin iki paradoksu”ndan söz etmemiz gerekiyor. Agamben’in Schmitt’e atıfla belirttiği üzere, egemenliğin temel paradoksu şuna dayanıyor: “Egemen [kişi] hukuk düzeninin aynı anda hem dışında hem içindedir. Eğer egemen, gerçekten, hukuk düzeninin geçerliliğini askıya alma yetkisi verdiği kişi ise, o zaman ‘egemen hukuk düzeninin dışında bulunmasına rağmen bu düzene aittir; çünkü bu durumda anayasanın in toto [tamamen] askıya alınıp alınmayacağına karar vermek bu kişiye düşer.’” (Agamben, 2001: 25) Biz, Agamben’in işaret ettiği bu paradoksa 11 Eylül’den sonra, bir yenisinin daha eklendiğini düşünüyoruz. Bu, egemen gücün istisnai olanı kural haline getirmeyi, yani normalliğin sonsuza doğru tahkim edilmesini bir varoluş stratejisi olarak ortaya koyuşu ile ilgilidir ve paradoks tam da burada ortaya çıkmaktadır. Egemen güç, bir yandan kendisinin varoluş nedenini düzenin tesisi ile, yani normalliğin sağlanması ile ilişkilendirmekte; öte yandan ise paradoksal bir şekilde, sürekli bir istisna durumu giderek kendi varlığının olmazsa olmaz koşulu haline gelmektedir. Bu paradoksu, Zizek’in Derrida’ya atıfla, ancak başka bir bağlamda dile getirdiği şu sözlerle daha iyi anlayabiliriz: “Amacı gerçekleştirmeyi olanaksız kılan koşul aynı zamanda onu olanaklı da kılar.” (Zizek, 2002: 162) Eğer istisnai durum, egemenin amacını, yani düzenin tesisinin gerçekleştirilmesini olanaksız kılan koşul olarak kabul edilirse; bu durumun, normalliğin sonsuzluğa doğru tahkimi olarak, egemenin varoluşunu olanaklı kılan biricik koşul haline geldiğini de söyleyebiliriz.

Şimdi, kavramlar düzeyinden olgular düzeyine sıçrayarak 11 Eylül sonrası ile ilgili düşüncelerimizi daha anlaşılır kılabiliriz. 11 Eylül saldırılarını, varlığına yönelik ciddi bir tehdit olarak gören egemen güç; yani Amerika Birleşik Devletleri, hem kendi sınırları içerisinde hem de uluslararası ölçekte mevcut hukuku çeşitli düzeylerde askıya alarak bir istisnai durumun söz konusu olduğuna karar vermiş durumdadır. Ülke içerisinde anayasa ile koruma altına alınmış temel hak ve özgürlüklerin (gözaltında tutulma süresinin sınırsız hale getirilişi ya da sivillerin askeri mahkemelerde yargılanabilmelerine cevaz vermek gibi örneklerden de anlaşılacağı üzere) askıya alınması ve hem Afganistan hem de Irak işgallerinde uluslararası hukukun devre dışı bırakılması, küresel bir istisna durumunun varlığına işaret etmektedir. Üstelik, bu durumun sonsuzluğa doğru tahkimi ABD’nin dünya polisliği görevinin olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir. Askeri gücünü küresel ölçekte düzenin tesisi ile meşrulaştıran ABD, gelinen noktada, düzeni tehdit edecek güçlerin daimi mevcudiyetine ve dolayısıyla da daimi bir istisna durumuna gereksinim duymaktadır.

Kampın geri dönüşü
Agamben’e göre, istisnanın kural haline gelmeye başladığı çağımıza tekabül eden mekan, Foucault’nun iddia ettiği gibi cezaevi değil, kamptır. Çünkü; “cezaevleri yasaları sadece ceza hukukunun belli bir bölümünü oluştururken ve normal düzenin dışında bir şey değilken, kampları yöneten yasalar (…) sıkıyönetim yasaları ve kuşatma altındaki bir toprağın yasalarıdır.” (Agamben, 2001: 31) Kamp, tıpkı egemenin statüsünde olduğu gibi, paradoksal bir görünüm arz etmektedir; çünkü, bir yandan normal hukuk düzeninin dışındaki bir toprak parçasına yerleştirilmiştir, yani burada her şey mümkündür, bir yandan ise öyle “dışarıda bir yer de değildir”, çünkü kampta dışlanan şey “tam da dışlanmak suretiyle içlenmektedir.” Yani mevcut sisteme dahil edilemeyenler, kamp aracılığıyla dışlanmakta ve ancak böyle içlenebilmektedirler. Örneğin, 2. Dünya Savaşı sırasında kamplara doldurulan Yahudiler, ulusun dışına atılmış olmakta ve Nazi devleti tarafından ancak böyle içlenebilmekteydiler; tıpkı bugün üçüncü dünyanın çeşitli bölgelerinden Avrupa’ya göçen binlerce insanın ancak mülteci kampları sayesinde dışlanarak içlenebilmeleri gibi.

O halde; 11 Eylül sonrasını istisnai olanın kural haline gelişinin küresel ölçekteki vuku buluşu olarak göz önünde tuttuğumuzda ve kampı da “istisna durumunun kural haline gelmeye başladığı zaman açılan mekan” (Agamben, 2001: 219) olarak tanımladığımızda, Guantanamo üssünde, Ebu-Gureyb cezaevinde, Filistin’de ve dünyanın başka bölgelerinde yaşananların münferit vakalar olduğunu söylememizin de artık imkansız hale geldiğini biliyoruz demektir; kamp, yaklaşık 50 yıl süren uykusundan uyanmış ve geri dönmüş durumdadır. İnsan hakları izleme örgütlerinin raporlarına göre, bugün ABD ordusu 21 farklı ülkeden yaklaşık 10.000 kişiyi terör suçlusu oldukları gerekçesiyle kamplarda tutmaktadır. Kamp, yaşamakta olduğumuz küresel daimi istisna durumunun dolayımsız biçimde gözlemlenebileceği yegane alandır.

11 Eylül saldırılarının ardından “teröre karşı savaş” bağlamında El-Kaide mensubu oldukları iddiasıyla yakalanarak Guantanamo üssüne götürülen kimselerin durumu ile Ebu-Gureyb’de yaşananlar, kampın hukukun askıya alındığı ve bu nedenle de her şeyin mümkün olduğu bir mekan oluşu akılda tutulduğunda anlam kazanıyor aslında. ABD’ye göre, Guantanamo üssündeki tutsaklar savaş esiri statüsünde değiller; dolayısıyla, Cenevre Sözleşmesi kuralları Guantanamo bağlamında bir anlam ifade etmiyor. Tutsaklar, herhangi bir mahkemeye çıkarılmıyor, avukatlarla ya da aileleriyle görüştürülmüyorlar, ayrıca sızan haberlere göre her türlü maddi ve manevi işkenceye maruz kalıyorlar. ABD bu kampta özellikle özel güvenlik şirketleri mensuplarını çalıştırarak kendisine yöneltilebilecek herhangi bir suçlamadan en azından hukuki düzlemde sıyrılmayı amaçlıyor. Aynı şekilde, ABD ordusunun akla hayale sığmayacak işkence yöntemleri uyguladığı Ebu-Gureyb’deki tutsakların da statüleri belirli değil. Ama bir gerçek var ki; onlar mahkum değil ve Ebu-Gureyb de bir cezaevi değil; çünkü hem mahkumluk statüsü hem de cezaevi kurumu, her ne kadar bir cezalandırma pratiği olsa da, eninde sonunda bir yasal prosedürle ve bir hukuki süreçle ilgili. Normal şartlarda, bu süreç bir yargılama ve savunma aşamasını içinde barındırıyor ve ceza ile son buluyor. Halbuki Irak özgülünde böyle bir süreçten söz etmek kati surette mümkün değil. Çünkü Ebu Gureyb’de ve Irak’ın başka cezaevlerindeki tutsaklar, işgal güçlerine mukavemet ettikleri için yakalanıyorlar ve esir alınıyorlar. O halde, Ebu Gureyb’den bir toplama kampı, orada tutulanlardan ise savaş esiri olarak söz etmek gerekiyor.

“Müslüman”ın hayaleti
Yazıyı bitirirken, hem kampın geri dönüşü, hem de tarihin sahip olduğu kanlı ve zalimane mizah anlayışını tüm çıplaklığıyla gözleri önüne sermesi bakımından hayli manidar bir kavramdan söz etmemiz uygun olacaktır: der muselmann, yani “Müslüman” kavramından. Muselmann, Nazi toplama kamplarındaki, özellikle Auschwitz’deki Yahudi tutsakların yine kendileri gibi tutsak ve Yahudi olan bazı kimseler için kullandıkları bir terimdi. Auschwitz’de yaşananlara tanıklık etmiş bir yazar olan Amery, Müslüman’ı şöyle tanımlıyor: “kendi umutları tükenen, arkadaşlarının da umudu kestiği, kamp dilinde adına Muselmann dediğimiz tutsağın bilincinde artık iyi ve kötü, onurlu ve alçak, mantıklı ve mantıksız ayrımına yer yoktu. O artık son çırpınışlarını sürdüren bir fiziksel işlevler yığını, güçbela yürüyen bir canlı cesetti.” (Amery, 1980: 9’dan akt. Agamben, 2004: 41)

Yaşam ve ölüm arasındaki belirsizlik mıntıkasında yer alan ve İtalyan yazar Levi’ye; -ki kendisi de Auschwitz’de bulunmuştu- “Çağımızın bütün kötülüklerini tek bir imgede toplayacak olsam, çok iyi bildiğim o imgeyi seçerdim: başı eğik, omuzları çökük, yüzünde ve gözlerinde düşüncenin izine rastlanmayan bir deri bir kemik bir insan” dedirten bu insanlara kamp jargonunda neden Müslüman adı verildiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, Agamben’e göre en uygun açıklamayı sözcüğün sözlük anlamından çıkarsamak mümkündür. Müslüman, “Allah’ın iradesine boyun eğen kişi” demektir ve Agamben’e göre; “Müslüman’ın tevekkülü, Allah’ın iradesinin her an için, en küçük olayda bile geçerli olduğu inancına bağlıyken, Auschwitz’in Muselmann’ı bunun yerine her türlü irade ve bilincin toptan kaybıyla tanımlanabilir.” (Agamben, 2004: 44)

İşte bize tarihin kanlı mizah anlayışından söz ettiren tam da budur. Bugünün toplama kampı sakinlerinin birileri tarafından Müslüman olarak adlandırılmaya ve bu adlandırmayı hak edecek raddeye ulaşmalarına; birer yaşayan ölü haline gelmelerine gerek yoktur. Çünkü onlar kelimenin gerçek anlamıyla zaten Müslüman’dırlar.

KAYNAKÇA
1) Giorgio Agamben (2001), Kutsal İnsan Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, (çev. İsmail Türkmen) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
2) Giorgio Agamben (2004), Auschwitz’den Artakalanlar Tanık ve Arşiv, (çev. Ali İhsan Başgül) Ankara: Bağımsız Kitaplar.
3) Platon (1998), Yasalar, (çev. Candan Şentuna, Saffet Babür) İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
4) Carl Schmitt (2002), Siyasal İlahiyat Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, (çev. Emre Zeybek) Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
5) Slovaj Zizek (2002), Kırılgan Temas, (çev. Tuncay Birkan) İstanbul: Metis Yayınları.

Önceki İçerikDergi sayfalarını özgür yazılımla ilgili tartışmalara açıyoruz
Sonraki İçerikDoğu’nun ütopyası: bireyin ütopyası