İnsanoğlunun Renaissance’ı, ben merkezci Avrupalının sandığı gibi 15. ve 16. yüzyıllarda değil, 13. yüzyıl Anadolu’sunda başlamıştır. 1265’te kurulup 1350’li yıllara değin yaşayacak olan Ankara Ahi Devleti, dünyanın aristokrat olmayan ilk yönetimidir. Yöneticileri ne tanrı ne peygamber ne de onların ya da vekillerinin görevlendirdikleridir. Ankara Devleti ile birleşen Osmanlı da, kuruluşunda bir “Anadolu Dayanışma Devleti”dir.
İnsanlığın bildiğimiz en ütopik özlemi, kurulu yapıya ilk kültürel başkaldırısı, doğaya karşıdır.
– MÖ 2500’lerden kalmış olan dünyanın en eski yazınsal metninde, Gılgamış, sonrasını bilemediği ölümünü durdurmak için yaşam suyunu bulmak üzere yollara düşer.
– İnsanoğlu’nun kendi eksiklerini tamamlayarak yarattığı “yetkin tanrı”, dünyanın ve tarihin hangi noktasında olursa olsun, hep “ölümsüz”dür.
– Kimi peygamberler ölümsüz değildir ama 1000 yıla yakın ya da daha uzun yaşam sürelerine sahiptir.
– Tek tanrılı dinler de çok tanrılılardan aldıkları potansiyelle, en “günahkâr” ruhların elinden bile ölümsüzlüğü almaz: ruh her zaman ölümsüz olmuştur.
– Sonra yaşam ağaçları çıkar ortaya… Kimi uygarlık keçilere yedirtip yok eder, kimileri ulaşılmaz uzaklıklara koyar.
– Us gelişmektedir. Elindeki şişede yaşam suyunu tutan hekim Asklepios’u Zeus’un bir yıldırımda öldürmesinden, Lokman Hekim’in elindeki Kara Kaplı’yı Cebrail’in bir vuruşta dağıtmasından sonra yerlere saçılan yaşam suyu, bira yapılan arpayı ya da her derde deva sarımsağı sular. Ölümü önleyemez ama, sağlık etkisini insanlar üzerinde göstermesine neden olur.
– Ardından Platon’un Kritias’ında “Atlantis Adası” sözü geçer. Nerede olduğu bir türlü bilinemeyen bu düşsel ülke Herakles Sütunları’nın (Cebelitarık Boğazı) ötesinde midir, yoksa Girit midir, -son günlerde bir de Kıbrıs çıktı- hâlâ tartışılıyor, Orta Asya’dır diyen Türkçüler bile var. İnsanlığı öyle etkilemiş ki, koca bir okyanusa, Atlantik Okyanusu’na adını vermiştir… Francis Bacon’ın Renaissance ütopyası “Yeni Atlantis” adını bu düş ülkesinden almıştır.
– Sonra, Atlantis’ten ne denli etkilendi bilinmez, Platon, 10 ciltlik, o günlerin ölçülerine göre “koca” kitabıyla, düşünce tarihinin en “yasal”, en felsefî ütopyasını oluşturur: “Devlet”!..
Avrupalının ben merkezciliği
İşte bugüne değin, kültür tarihinde “ütopyalar” çizgisinin bu noktadan sonra büyük bir sıçramayla ta Renaissance’a değin 2000 yıla yakın, bir durgunluk dönemine girdiği, ancak Hellen uygarlığının yeniden doğmasıyla (Renaissance) canlandığı var sayılır. Ben merkezci Avrupa’lının düşüncesine göre, bu çizgi dışında bir “uygarlık” da olanaklı değildir zaten!.. E, “ütopya” dediğin yalnızca uygar düşünce (!) tarafından oluşturulabilir ya!..
Oysa ütopyaların gelişim çizgisi, bu bakışı hiç de doğrulamıyor. Burjuva Renaissance kültürünün yozlaşmasından sonra oluşmuş “ben merkezci” ön yargı, varlığını görmezden de gelse, coğrafi dünyanın Avrupa dışındaki bölgelerinde inanılmaz ütopyalar, Avrupa Ortaçağının kopartmaya çalıştığı bağlantıyı kurar, dahası sonucu umutlu olmasa da, yarattığı yetkin toplum ütopyalarını uygulamaya koymayı bile başarır.
Anadolu’dan söz etmeye çalışıyorum… Avrupalı ben merkezciliğin dümen suyundan bir türlü paçamızı kurtaramadığımız, bu nedenle de kültür dünyamızın bir türlü görmek istemediği Anadolu’dan!..
Bu nedenle değil midir ki, Kemalist Devrim’in Güneş Dil Kuramı gibi, bilimsel araştırmaları uyarmaya çalışan ilk örneklerine karşın, ben merkezci burgaca kapılmış şaşkın Anadolu aydını evrene Avrupa merkezci at gözlükleriyle bakmaya başlamıştır.
Oysa özellikle Hallaç-ı Mansur’la yeniden yeryüzüne çıkıp, İbn Sina, İbn Rüşt, İbn Tufeyl, Farabi ve Ömer Hayyam gibi temel tutamaklar üzerine oturan insan düşüncesi, kendisine Ahmed Yesevi ve Hasan Sabbah gibi yeni dayanaklar da bularak 13. yüzyıl Anadolu’sunda ilk kez sistematize, yeni bir düşünsel yapı kuruyordu.
İnsanoğlu, gereksemelerden doğan bu düşüncenin oluşturduğu toplumsal yapıyı ise, çok gecikmeden, premature de olsa doğuruyor, Anadolu’da aynı yüzyıl içinde iki kez yaşama geçiriyordu.
Avrupa ufuklarında daha Renaissance’ın ilk ışıkları bile belirmemişti. Onun duragan düşüncesindeki ana özlem, Kudüs’ün tanrıtanımazlardan kurtarılmasıydı.
13. yüzyılda Anadolu’da neler oluyor?
Bütün ilk devrimler biraz da erken doğumdur. Bunu, Büyük Fransız Devrimi’nde bile, devrimlerin önünün kesilmesinden anlamıyor muyuz?
13. yüzyıl Anadolu’sunda da böyle oldu.
Avrupalı “resmi tarih”in 13.yüzyıl boyunca Anadolu’ya ilişkin değerli bulduğu, dolayısıyla “bildiği” tek şey, Haçlı Seferleri sırasında, 1204 yılında Latinlerin İstanbul’a el koymuş ve yaklaşık 57 yıl elinde tutmuş olduğudur. Bu arada İstanbul’da yapılan üç gün üç gece süren o ünlü yağmalama, o müthiş kültür kırımı bilinir (dahası anlayışla bakılır) de bu sırada Anadolu’da neler olduğu bilinmez!..
Oysa aynı yıl, yani 1204’te, Batı’ya doğru ilerleyen Moğolların önünden Müslüman aydınlar Horasan, Bağdat, Hoy gibi kültür kentleri üzerinden Anadolu’ya akmaktadır. Bu geliş 1230’lara değin 25-30 yıl sürecektir.
Bağdat’tan Şeyh Evhadü’d Din-i Kirmanî, kızı Fatma (Kadıncık Ana) ve müridi genç Nasiru’d Din Mahmud’la (Ahî Evren/Nasreddin Hoca) birlikte gelir, Kayseri’ye yerleşir. Hace Bektaş Horasan’dan gelip Baba İlyas’a mürid olur. Mevlânâ, Belh’den kalkıp Bağdat yoluyla Anadolu’ya aynı dönemde girer, Konya’ya yerleşir.
Anadolu’da da aydınlar yetişir. Bunlar, Baba İlyas, Baba İshak; Taptuk, Yunus ve Said Emre’ler, Aşık Paşa gibi sûfîlerdir.
Dünyanın ilk “vatan savunması”
Selçuklular, Türkmenlerin güçlendirdiği budun hareketini önlemek için önderleri Baba İlyas’ı 1240’ta idam edince Anadolu’nun her yanında Türkmenler çoluk çocuk ayaklanır, Konya üzerine yürürken Hıristiyan askeri takviyeli Selçuklu ordusu tarafından inanılmaz bir kırımla Kırşehir’de, Malya Ovası’nda durdurulur.
Devleti ele geçirmek üzere yürürken can veren bu insan selinin Konya’daki gibi olmayan ütopik bir “doğru devlet” düşü olmalı değil midir?
Yine İstanbul Latinlerin elinde iken,1241’de Moğollar Anadolu’ya da gelir. Kayseri’de Ahi Evren ile eşi Fatma Ana, Anadolu ahîleri ile birlikte dünyanın ilk “vatan savunması”nı yapar. Moğolları 15 gün Kayseri önlerinde zorlar. Bu savunmanın en önemli özelliği, ilk kez sahip Allah’ın mülkü için değil, insanın kendi öz vatanı için yapılmış olmasıdır. Ardından kendilerini sahip Allah’ın vekili sayan Selçuklu Sultanları, Konya ve Anadolu kapılarını direnmeden açarlar. Selçuklu sultanları Moğol valisi konumuna düşer.
1244’te Tebriz’li Şems de gelir, Mevlana’ya şeyh olur. Mevlana, Selçuklulardan, dolayısıyla Moğollardan yana tavır içine girer!.. Buna karşı, Ahiler, Kayseri savunmasında gösterdikleri “vatan savunması” anlayışını bütün Anadolu için de gösterir, Moğollara, Selçuklulara ve onları destekleyen Mevlevilere karşı örgütlenirler. Gâziyan-ı Rûm, Anadolu Gazileri böyle oluşur.
Ahi Evren, Şeyh Nasirud Din Mahmud, Mevlânâ’nın oğlu Alaü’d Din Çelebi ile birlikte Şems’in gelmesinden yalnızca üç yıl sonra 1247’de onu öldürür, ya da öldürülmesine katılır.
Ahî Evren ve Alaü’d Din Çelebi, Selçuklu başkenti Konya’da da artık tutunamaz, Kırşehir’e çekilirler. On yılı aşkın, Anadolu Ahîlerini örgütlerler.
Sonunda Mevlânâ’nın da onayıyla, Selçuklu emiri Nuru’d Din Caca, bir ay tutulması gecesi, gece baskınıyla Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’u da Alaü’d Din Çelebi’yi de öldürür.
Yıl 1261’dir. Ve İstanbul hâlâ Latinlerin elindedir. Aynı yıl İstanbul’dan çıkacaklar, Bizans imparatoru İznik’ten yeniden İstanbul’a dönecektir.
Anadolu’da oluşan yeni kavramlar
Kültür tarihi, Latinlerin İstanbul’u elinde tuttuğu bu elliyedi yılda Anadolu’da yeni kavramlar kazanmış, ya da yeni kavramları yaratacak olan hareketlenmeleri başlatmıştır:
– Baba İlyas’ın idam edilmesi, ileride ulus hareketlerine dönüşecek olan bir budun bilincini, Türkmenlik/Türkmencilik bilincini ortaya çıkarmıştır.
– Bu bilinç, Hace Bektaş, Yunus Emre ve Aşık Paşa aracılığıyla dil bilincini oluşturmuş, o güne değin Farsça ve Arapça konuşan kültür dili Türkçe’ye dönüşmüştür.
– Kendini “kul” gören, yarattığı en özgün yapıtları bile Tanrı’nın kulu olarak, onun adına ve isteğiyle yarattığını düşünen, bu nedenle de o güne değin yapıtlarına imza koymayan insanoğlu, Yunus’la her şiirine, her yapıtına kendi öz işaretini, imzasını koymaya başlar.
– Tanrı’nın sahibi olduğu “mülk”ün, Ahi Evren, Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un vasiyetnamesi “Âğâz ü Encâm”da bireyin miras hakkı savunularak artık insanlara geçmesi yolunda kültür tarihinde son derece önemli bir adım atılır.
– Anadolu’da, tanrı vekili sultan denetimi dışında, şimdiye değin hiç bilinmeyen bir “yönetilen (halk)” örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Bu, önderliğini üretici esnafın yaptığı, Ahîyan-ı Rûm (Anadolu Ahileri) ile yönetilenlerin birbirine eşit görevlerle anlaşılmasını sağlayan Bacıyan-ı Rûm (Anadolu Bacıları), Abdalan-ı Rûm (Anadolu Abdalları / din adamları) ve Gâziyan-ı Rûm (Anadolu Gazileri / askerleri) örgütlenmesidir. Bu görev kesimleri arasında hiyerarşik bir yapı yoktur. Hiçbiri birbirine üstün değildir, birbirinin yönetiminde değildir. Yapının temeli, aristokrat toplumsal yapının tam tersidir. Tanrısal bir hiyerarşi anlayışıyla değil, dayanışmacı ve eşitlikçi bir birlikte yönetim anlayışıyla oluşmuştur. Koca koca kuramların ardından tepeden inmemiş, gereksemelerin yönlendirmesiyle tabandan oluşmuştur.
Aristokrat olmayan ilk devlet: Ankara Ahî Devleti
Böylece, ütopik bir toplum düşüncesinin oluşması ve ideal bir devlet örgütlenmesine dönüşmesi için bütün koşullar ortaya çıkar. Belki de Anadolu Ahîleri, önlerinde hemen bir devlet bulmasalar yazılı ütopyalar da ortaya çıkabilecekti. Ama öyle olmadı. Ahi Evren şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un öldürülmesinden yalnızca dört yıl sonra, 1265’te, Anadolu Ahîleri koca bir kentin yönetimini avuçlarının içinde buldular. Nasıl oldu bilinmiyor, Ankara’yı yönetecek kimse kalmamıştı. Kente sahip çıkabilecek bir tek Ahi örgütü vardı.
Olası ki Ankara’yı dünyada ilk kez yönetilenlerin yönetimi için bir laboratuar olarak kullandılar. 1265’te kurulup 1350’li yıllara değin yaşayacak olan Ankara Ahi Devleti, dünyanın aristokrat olmayan ilk yönetimidir. Yöneticileri ne tanrı ne peygamber ne de onların ya da vekillerinin görevlendirdikleridir.
Aristokrat Selçuklu kültüründe Ahîler, üretici esnaf olduklarından ikinci sınıf sayılır, böyle görevlere getirilme şansları olmazdı.
Anadolu’nun Ahi Evren’in öldürüldüğü 1261’den sonraki yaklaşık kırk yılı oldukça karanlıktır. Bilgilerimiz, ve çıkarsayabildiklerimiz şunlardır:
– 1265 Ankara Ahi Devleti kurulur ve hiç hareket etmez.
– Yunus ve Said Emreler ile Aşık Paşa dönem boyunca ürün vermektedir.
– 1271 Hace Bektaş ölür.
– 1273’te Mevlânâ ölür.
– Ahi Evren’in eşi ve Bacıyan-ı Rûm üyesi (belki de başkanı) Fatma Ana 1275 sıralarındaki ölümüne değin Hace Bektaş tekkesinde yaşar, iç işlerine bakar.
– Ahi örgütünün başında kimin olduğu bilinmiyor. Tek bir insanın egemenliği değil, ortak yönetilmiş olma olasılığı çok daha yüksektir. Sonraları, Osmanlı’nın kuruluşunda Şeyh Edebali adının ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Osmanlı’nın kuruluşuna Ahi, Bacı, Abdal ve Gazi örgütünün katkıları, Osman Bey’in Edebali’nin kızı Mal Hatun’la evlenmesi, Edebali’nin ahî olarak (tek kaynaklı olduğu için kuşkulu bir bilgidir) anılması, onun Ahîlerin başında olabileceği izlenimini vermektedir.
– Osman ve Orhan Beylerin bir Moğol baskınından Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapmadan kurtardığı esnaf malları, Ankara deneyiminden sonra Anadolu Ahîlerinin beysoylu bir aileyi kendilerine katarak devlet yönetimi denemeye yöneldiklerini sezdirmektedir.
Osmanlı Devleti kurulurken…
Osmanlı devletinin kuruluşuna ve ilk zamanlarına ilişkin bilgilerimiz daha kesindir:
– Osman ve Orhan Bey’lerin aristokrasiden gelen “bey” sanlarını terk ettiğini ve Anadolu yönetilenlerinin örgütlenmesi olan Gaziyan-ı Rûm üyesi olarak her asker gibi yalnızca “Gazi” sanı aldıklarını ve böylece tanrısal hiyerarşiden sıyrılarak, kendilerini bütün öteki yönetilenlerle eşit gördüklerini biliyoruz.
– Aristokrat karşı devrim sürecinin I. Murad’tan II. Mehmed’e değin geçen hazırlık döneminde fiilen ortadan kaldırılmış olan bu eşitlik, karşı devrimin darbesini yaparak aristokrat kültür adına iktidarı ele geçiren ve yeni yasalarını koyan Fatih Mehmed kanunnamesiyle yasaya da girmiştir: “Ve canab-ı şerifim ile kimesne taam yemek Kanunum değildir, meğer ehl’i iyalden ola. Ecdad’ı izamın iyle yirler imiş, ben ref’eylemişimdir (Şerefli kişiliğimin, en yakınlarım dışında, kimse ile birlikte yemek yememeyi kanun eyliyorum. Yüce atalarım öyle yerlermiş, ben kaldırdım!.)”
– Elde bulunan ve yeni ele geçirilen devlet topraklarının (Miri topraklar) dünyada ilk kez, toprak beylerine değil, doğrudan o toprakta çalışacak halka verilmesini sağlayacak, “dirlik düzeni” adı verilen bir toprak düzeni oluşturulur. Bu düzene göre her çiftçiye bir çift öküzün bir yılda sürebileceği kadar toprak verme esası getirilir. Toprak yine ilk kez tanrının (dolayısıyla, vekili olan sultanın) mülkü olmaktan çıkmış, doğrudan yönetilenlerin ortak mülkü sayılmıştır.
– Bu nedenle de Osman ve Orhan Gazi’ler zamanında Osmanlı, Hıristiyan Bizanslılar için de kendi aristokrat devletlerine göre çok daha çekici bir özelliğe sahiptir. Osmanlı’nın kuruluşunda kimi Müslüman olarak, kimi kendi dininden ayrılmadan Bizanslı Hıristiyanlar da fiilen var olmuştur.
– Osmanlı, kuruluşunda bir “Anadolu Dayanışma Devleti”dir.
Aristokrat karşı-devrim
O güne değin denenmemiş böyle yepyeni bir sosyal yapıyı var eden insan aklının hem kuramcı, yani ütopyacı, hem de uygulamacı olmadığını söyleme olanağı yoktur
Önce ütopyayı, sonra da uygulamayı, “Müslüman Türkmen”, “Hıristiyan Haçlı” ve “Bizans Ortodoks”; ama ortak özellikleri “yönetilen” olan “halk”ın hep birlikte, ahî imecesiyle oluşturdukları görülmektedir. Bu sosyal yapı, Osman ve Orhan Gaziler zamanında, yani altmış yıla yakın, aksamasız yürümüştür.
Bu nedenle Ankara Ahi Devleti, sınırlarına yaklaşmasıyla, kendi devletleri olarak gördükleri Osmanlı’yla Ankara’yı birleştirir. Böylece dünyanın aristokrat olmayan ilk iki devleti tek devlete dönüşür.
1. Murad’ın “efendi” anlamındaki “Hüdavendigâr” sanını alması, insanlar arasındaki eşitliğin, yeniden tanrısal hiyerarşiye doğru yönelmekte olduğunun bildiğimiz ilk işaretidir. Böylelikle Osmanlı’da Aristokrat Karşı-Devrim, ilk adımlarını atmaya başlar. Bu süreç, Anadolu’nun çeşitli direnişleri ile başlayacak, Sultan Selim (Yavuz)’in Çaldıran’da Şah İsmail’in son direnişini de kırmasına değin sürecektir.
Anadolu’da ütopik bir direniş: Bedreddin hareketi
Aristokrat karşı-devrimi durdurmaya yönelik direnişler sürecinde Anadolu’nun en ütopik direnişini Şeyh Bedreddin ve müridleri, Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal verir
Şeyh Bedreddin’in oluşmasını istediği toplumsal yapı, “Varidat” dışında bize ulaşan ama henüz çevrilmemiş ve incelenmemiş kitaplarında ne denli vardır, bilemiyoruz. Onu suçlayanların aktardığı bilgiler ise, yalnızca kötülemek amacını taşımaktadır.
Özetlemek gerekirse:
Mizancı Murad Bey, Şeyh’in Börklüce Mustafa aracılığıyla şu görüşleri yaydığını belirtiyor: “Allah dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmiştir. Servet ve tarım ürünleri cümlenin müşterek hakkıdır. İnsanlar müsavidir. Birinin servet toplamalarıyla diğerlerinin ekmeğe bile muhtaç kalmaları ilahi maksada aykırıdır. Yalnız, nikahlı kadınlardan başka dünyada her şey müşterek olmalı. Tanrı, kanunlar vaz’etmiş. Anlardan istifade için de akıl ve iz’an vermiştir. Kendi aklının muhiti dairesinde herkes ilahi emirleri kabul eder. Birinin muhiti, i’tikadı diğerininkine benzememek iddiasıyle üzerinde cebir kullanılması, ilahi emirlere ve maksadlarına aykırıdır. Çünkü, fikir ve vicdan bir ahenk-i tabiat mühsulüdür. Cebrin tesirinden masündur. Bunun için İslam, Hıristiyan, Musevi, Mecusi hep Tanrı kuludur, birdir, kardaştır. Aralarında muhabbet ve uhuvvet şarttır. İhtilat ve muhabbetleri sayesinde hak, batıla galebe eder. Hükümet ise zülm ve tagallüb mahsulüdür. Anın tecavüzlerini hoş görmek, Tanrının maksadına uygun olmayan emirlerine itaat etmek caiz değildir. İdari hey’et, zaman-ı saadet’te olduğu gibi millet tarafından seçilmelidir. Saray, saltanat, muharebe, asker hep zulmdür. Tekkeler, dervişler, ulema O’nlar da zulm ve tagallüb eserleridir. Herkes hürriyet-i tamme üzre fikir ve meslek-i zatide bulunmalı. Komşusunun meslek ve mezhebine hürmet etmeli…”
Şeyh Bedreddin’e göre cennet ve cehennem bu dünyadaki iyi ve kötü hareketlerin ruhlardaki acı veya tatlı görünümleri idi. İnsanı hakka doğru götüren her şey melek ve rahmandır ve aksine sürükleyen ve insanın damarlarında dolaşan şehvani güçler ise şeytandır. Bedreddin, ruh ve maddeyi aynı görmekle diğer mutasavvıflardan ayrılır. Mülkiyette ortaklığı savunmuştur ki, en çok tartışmalı ve üzerinde farklı spekülasyonların yapıldığı yönü budur.
Bizans Tarihçisi Dukas bu konuda şu bilgileri sunuyor. “O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kain ve avam lisanında Stilaryon (Karaburun) tesmiye edilen dağlık bir memlekette adi bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryon, Sakız Adası karşısında bulunmaktadır. Mezkur köylü Türklere vaiz ve nasihatlerde bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, elbise, hayvanat ve arazi gibi şeylerin kuffesinin umumun müşterek malı addedilmesini tavsiye ediyordu… (Ali Yaman’ın “Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin” İstanbul 1977 adlı çalışmasından alınmıştır.)
Renaissance, 13. yüzyıl Anadolu’sunda başlamıştır
Ve… Bütün ütopyacıların başına geldiği gibi onlar da yenildiler. Çoluk çocuk akan kanın haddi hesabı yoktur.
Sultan II. Mehmed (Fatih) ile Bizans aristokrat kültürü ve Selçuklu aristokrat kültürü birleşti, karşı devrimin darbesini oluşturdu, iktidara bütün ağırlığıyla oturdu. Anadolu Devrimini yapan Alevi Türkmenler direnmeyi sürdürdüler. Celalî İsyanları kanla bastırıldı, Köroğlu, yönetilenlerin yüreğindeki yiğit yerini aldı. Pir Sultan Abdal, eski müridi Hızır Paşa elinde dara çekildi. Son çabalama, Safevilerden geldi, kurucusu Şah İsmail, Sultan Selim (Yavuz) tarafından Çaldıran’da yok edildi. Anadolu Devrimi böylece Aristokrasinin yeniden egemenliğiyle son buldu.
Ancak açıkça saptamak gerekir ki, insanoğlunun Renaissance’ı, ben merkezci Avrupalının sandığı gibi 15. ve 16. yüzyıllarda değil, 13. yüzyıl Anadolu’sunda başlamıştır.
Bundan sonra kültür tarihinin önüne çıkacak olan, üç Renaissance ütopyası, Thomas Morus’un “Ütopia”sı, Campanella’nın “Güneş Ülkesi” ve Francis Bacon’un “Yeni Atlantis”idir. Ancak Renaissance’ın da Renaissance ütopyalarının da kökenine Anadolu Devrimi deneyiminin yerleştirilmesiyle eksik tamamlanabilir, insanoğlunun düşünce çizgisi, aradaki boşluğu doldurarak yerli yerine oturabilir.
Şimdiye değin 13. yüzyıl Anadolu’sunda Haçlı şövalyelerin kültürel varlığı üzerine doğru dürüst araştırma ve inceleme yapılmadığı gibi, 13. yüzyıl Anadolu kültürünün Avrupalı şövalyeleri nasıl etkilediği, geri dönüşlerinde hangi kültürel değerleri götürdükleri de bilinmemektedir.
Anadolu dönüşü, Engizisyonun sapkın düşüncelere sahip sayarak yargıladığı ve toplu halde engizisyon ateşlerine çıra ettiği şövalyelerin sayısının az olmadığını biliyoruz. Bu bilginin çağrıştırdıkları bile araştırmaya değer olduğunu göstermeye yetecektir.
Kültür tarihinde durağan ve devingen akıl
Bugüne değin insan aklı, duragan bir evren kavrayışına göre çalıştı. Bütün ortaçağ ve Aristokrat kültür doruk noktasıdır. Buna göre insandan bağımsız ve onun dışında bir gerçek vardır. O gerçek sakin, dingin ve hareketsizdir (zamandan ve mekândan münezzeh!). İşte her zaman insanoğlu, usunu bu dingin gerçeği bulmak için kullanmıştır. İnanç dizgeleri de bilim de bu durgun “gerçek”i bulmaya çabalamıştır.
Kültür tarihinde “devingen akıl”ı ilk sezen, “durgun akıl”a ilişkin kuşkuyu ilk duyan, MÖ 5. yüzyılda Ephesos’lu yurttaşımız Herakleitos olmuştur. Ona göre, evrende bir logos vardır, insanoğlu bu logosa uygun olarak her gün kendi yeni güncel doğrusunu bulmaya çalışmalıdır: “Herşey akar”!.. Duragan bir gerçek bulmaya çalışmak boşunadır.
Herakleitos’dan sonra duragan akla karşı duran ilk insanlar Anadolu Devriminin düşünsel alt yapısını da oluşturmuş olan Anadolu sûfîleridir. Onlara göre insan yaşamı, tek bir doğruyu bulmak için geçmez. Yaşam boyu verdikleri ürünlerde çelişki varmış gibi görünen şey, yaşamın çeşitli aşamalarındaki değişik, ama her biri gününe göre doğru olan yargılardır.
Bundan sonra devingen akıl, her ne denli değişmez doğruya ulaşma çabası içinde olsa da Renaissance sanatçıları, bilim insanları ve filozofları üzerine etkili olmuştur. Tek gerçek sayılan duragan tanrı ve onun duragan evreni, yerini başka başka bireylere, filozoflara, sanatçılara, bilim insanlarına ve onların zamana ve bireye göre değişik olan evrenlerine bırakmıştır.
İşte Avrupa’nın Renaissance’a katılmasından tam üç yüzyıl önce
tanrısal “ben”in artık kendi “ben”i olduğunu söyleyen Yunus:
“Ben kimseden korkımazam ya bir zerre kayırmazam
Ben şimdi kimden korkayım korktuğum ile bir oldum.
“Azrail gelmez yanıma Sorucu gelmez sinime
Bunlar benden ne sorarlar onu sorduran ben oldum.”
Sonunda Hegel’in duragan aklından devingen aklı yeniden kültür tarihine çıkaran Marx-Engels olmuştur. (Devingen akla sahip olma konusunda Friedrich Nietzsche’de ve Mustafa Kemal’de güçlü belirtiler vardır. Bu konu ayrı bir araştırma ve yazı konusudur.)
Kültür Tarihi’nin hangi aşamasında olursa olsun, bütün ütopyalar, duragan aklın ürünüdür. İster doğaya ister toplumsal yapıya karşı kurulmuş olsun, ütopik harlayış ve fırlayış “en yetkin”i aramaktadır. Yani tek tek insanların ama hepsinin huzura varacağı, bütün gereksemelerinin karşılanacağı, birbirleri ile hiçbir çelişki yaşamayacakları doğal ve toplumsal bir yapı özlenmektedir. Özlenenin bir tür “cennet” olduğu doğrudur.
Ama Cennet ütopya değildir yasaklamalara karşı bir armağan olarak sunulmaktadır. Yani bu dünyada elden alınanların yeniden geri verilmesidir.
Özetle, ütopyalar duragan aklın duragan yapılanmalarıdır. Oysa bilimsel düşünce insan aklını duraganlıktan kurtarıp devingen bir yapıya kavuşturmayı amaçlamaktadır. Bu devingenlik, olası ki geleceğin ütopyalarını da etkileyecek, duragan, büyük, değişmeyecek göllenmeler olmaktan çıkaracak, Herakleitos’un akan ve durmadan değiştiren ırmağı, insanlığı geleceğe doğru dört nala taşıyacaktır.
Kültür tarihinde insanoğlunun bir dönemeci daha geride bıraktığına tanık olmak üzereyiz. Geleceğe ilişkin özlemlerimiz artık duragan yapılanmalar olamayacak. Bunun yerini delicesine akar ırmaklar üzerinde ayakta durmanın çabası ve başarısı alacak gibi görünüyor.
İnsanoğlu bunu başarabildiği oranda insanlaşmayı sürdürebilecektir.