Eski Doğu toplumlarının tarihi, hem köklü uygarlıkların hem de sayısız devrimci atılımların tarihidir. Ve bu dinamik tarih, son derece zengin bir düşünsel dünya yaratmıştır. Hem yöneten aristokrat sınıfların hem de ezilen kitlelerin binlerce yılda birikmiş zengin bir edebiyat, sanat, siyaset, felsefe ve bilim külliyatı oluşmuştur. Bu külliyat, Batı-merkezli bir gözle değil, bir “dünyalı” gözüyle incelendiğinde, felsefenin ve siyaset biliminin olduğu kadar, ütopya listelerimizin de kabaracağını düşünüyoruz.
Bu dosyada ortaya bir tez değil, soru atıyoruz: Eski Doğu toplumlarında ütopya var mıydı? Amacımız öncelikle bu soruyu formüle edebilmek, sınırlarını çizebilmek. Çünkü soru doğru sorulmadığı zaman, yanıt çabaları bir kargaşaya neden olur. Bir sonraki adımımız ise, yanıta doğru yol alacaklar için bazı temel bakış açıları önermek ve son olarak bazı verileri sunmak. Kısacası bu dosyanın amacı, kapıyı aralamak. Bilim ve Gelecek’in sonraki sayılarında bu kapıdan gireceğiz ve gördüklerimizi tartışmaya-yorumlamaya çalışacağız.
“Doğu” ve “ütopya” kavramları üzerine

Ortaya attığımız soruda iki zorlu kavram var: “Doğu” ve “ütopya”. Daha yolun başında tökezlememek için bu kavramların içeriği hakkında anlaşmak gerekiyor.
“Doğu”yu tabii ki bir coğrafi kavram olarak kullanmıyoruz. Kaldı ki, Sayın Kücükaydın’ın da vurguladığı gibi, dünya yuvarlak olduğuna göre aslında her yer Doğu’dur ve aynı zamanda Batı’dır; bu tamamen referans sisteminize bağlıdır.
“Doğu” sözcüğünü kullanırken bir kabalaştırma yaptığımızın, üretim ilişkilerini içermeyen bir kavram kullandığımızın farkındayız. Ama bu, yazıyı kolaylaştırmayı amaçlayan zorunlu bir kabalaştırmadır. Yoksa her cümlemizde “kapitalizm öncesi toplumlar”, “feodal uygarlıklar” diye yazmak; bu da yetmez, kastettiğimiz uygarlıkları sürekli sıralamak zorunda kalırız. Doğu-Batı, Kuzey-Güney gibi kabalaştırılmış kavramlar sürekli kullanılıyor ve herkes de ne kastedildiğini anlıyor. Tıpkı “Kahrolsun Amerika” dendiği zaman, Brezilya’nın, Kanada’nın, Küba’nın veya ABD’li emekçilerin kastedilmediğinin hemen anlaşıldığı gibi.
İkincisi, “Doğu”nun Avrupamerkezci bir kavram olduğunu da biliyoruz. Neye göre Doğu? Tabii ki, kapitalist merkezlerin referans sistemlerine göre. Ama bu çarpıklığın düzelmesi tarihin işidir. Nasıl 500 sene önce bu kavramlar yok idiyse, 500 sene sonra da olmayacaktır belki. Ama bugün için bu tanımları kullanmamaya kalkarsak, bırakalım yazı yazmayı, takvime ve saate bile bakamaz duruma geliriz.
Üçüncü bir sakınca, örneğin Japonya’nın neredeyse en doğuda olmasına karşın Batı içinde, veya Fas’ın oldukça batıda olmasına karşın Doğu içinde değerlendirilmesinin getirdiği karışıklıktır. Ama bu karmaşaya da, kavramı coğrafi anlamda kullanmadığımızı vurgulayarak çalım atmaya çalışıyoruz ki, okurumuz bizi anlayacaktır.
Son olarak, “Doğu” kavramı bir zaman boyutu içermeme sakıncasını da taşıyor. Tabii ki günümüz Doğu’sunu kastetmiyoruz. Ele aldığımız dönem esas olarak Ortaçağ’dır, kapitalist çağın öncesidir.
Kısacası “Doğu” derken kastettiğimiz, kapitalizm öncesi toplumların ve uygarlıkların bir bölümüdür. Somutlarsak, 16-17. yüzyıl öncesi Arap, Fars, Türk, Hint ve Çin uygarlıklarıdır. Kapitalizm öncesi merkezi feodal uygarlıklar da diyebiliriz. Samir Amin Avrupamerkezcilik adlı eserinde, kapitalizm öncesi için “haraçlı toplumlar” genel tanımını öneriyor. Belki bu daha tutarlı bir kavram ama henüz genel kabul görmüş değil, dolayısıyla konumuzla ilgisi olmayan ek tartışmalara yol açmamak için bu kavramı kullanmıyoruz. Zaaflı ama, zaafları herkes tarafından bilindiği için ne kastedildiği kolayca anlaşılan bir kavramı kullanmak şimdilik en iyisi.
İkinci tartışmalı kavram ise “ütopya”. Bu dosyada “Ütopya”yı bir edebiyat türü bağlamında ele almadığımızı hemen belirtelim; bir bilim dergisi olarak harcımız da değil. Aslında en iyi tanım sözcüğün kökeninde, yani Grekçe’sinde yatıyor: “olmayan yer”. Fakat bu “hiç olmayacak yer” olarak anlaşılmamalı. Çoğu ütopya yazarı ve kurucusu, eserlerini, hiçbir zaman olamayacak bir şey olarak kurgulamadılar. Dolayısıyla her tasarım gibi ütopyaların da bugünle ve geçmişle bir bağlantısı vardır ve tarihseldirler. Ütopya yazarları, yaşadıkları dönemin kendilerine rahatsızlık veren olgularından hareketle, bu rahatsızlıkların yok olduğu bir toplum ve coğrafya tasarladılar.
Fakat bu noktada tersten bir savrulmaya kapılmamak, varolan olumsuz durumun nasıl düzeltilebileceğine ilişkin her türlü siyasi analizi ve alternatif toplum önerilerini de ütopya saymamak gerekir. Yoksa siyaset bilimi ve fütüroloji (gelecek bilimi) ile ütopya arasındaki sınırı bulandırmış oluruz. Ütopya, bir gelecek tasarımı yapar, çoğu zaman ideal bir toplum projesi koyar; ama o projeye nasıl ulaşılacağının üzerinde durmaz. Tasarladığı yapıya atlayıverir. Siyaset bilimi ve gelecek bilimi, olası süreçleri tartışır ve modeller kurgular. Ütopyada ise süreç yoktur; ütopya, işte tüm özellikleriyle oradadır.
Kısacası, ütopya kavramını, geleceğe ilişkin ideal birey ve toplum projeleri (düşleri demek belki daha doğru) kurgulamak anlamında kullanıyoruz. Görüldüğü gibi çerçeveyi oldukça geniş çiziyoruz; bugün anladığımız biçimde bir ütopyaya rastlamasak bile, ütopik unsurlar taşıyan metinleri kaçırmamak için.
Doğu toplumlarına ütopyayı yasaklamak
Şu ana kadar yazılmış ütopyaları listeleyen çoğu çalışmaya göz attığımızda, ilk sırayı ütopyaya isim babalığı da yapan Thomas Morus’un Utopia’sının (1516) aldığını görürüz. Liste, Campanella (Güneş Ülkesi), Francis Bacon (Yeni Atlantis) diye devam eder. Bazı listelerde, ünlü Antik Yunan filozofu Platon’un Devlet’ine özel bir yer biçilir ve ilk ütopya olarak değerlendirilir. Yani MÖ 500 civarında ilk ütopya yazılmış ve 2000 yıl sonra (Rönesans-Yeniden Doğuş ile birlikte) ütopya yeniden ortaya çıkmıştır. Bu listeler, uygarlık damarını Antik Yunan-Batı çizgisiyle sınırlayan Avrupamerkezci bakış açısının tipik bir yansımasıdır. Onlara göre ütopyayı ancak dinamik Batı toplumları üretebilir, arada kalan toplumların böyle bir yeteneği yoktur; ancak kapitalist Batı Uygarlığının kozası sayılabilecek Antik Yunan’da ütopik unsurlara rastlanabilir. Böylece ütopya Doğu toplumlarına yasaklanmıştır.
Örneğin, Doğu düşüncesinde ütopya olamayacağını savlayan Ünsal Özkay, bunun, Doğu toplumlarının monistik, istikrarı fazilet sayan, değişmezliği esas alan yapısından kaynaklandığını söyler. Ona göre, “Toprağın kullanımı devlet bürokrasisinin kriterlerine, amaçlarına göre belirlendiği için devlet bürokrasisinin egemen olduğu ve yönetici ile tapınağın monistik bir yapı oluşturduğu Doğu toplumlarında, verili toplumsal sistemi değiştirmek olanaksızdır, olanaksızlaştırılmıştır. Değişiklikler, verili toplumsal sistemin etkileşimde bulunmak zorunda kaldığı dış/yabancı toplumsal sistemlerin etkisiyle olmaktadır. Bu nedenle, değişiklikler/yenilikler, peşinen, içinde yaşanan kendi dünyalarına dış/yabancı olan bir dünyaya ait sayılmakta; meşru sayılabilme şansını yitirmiş olmaktadır. Böyle bir ekonomik ve politik ortamda ütopik düşüncenin maddi ortamı, maddi temelleri oluşamamaktadır. Yaşanmakta olan tarih dönemini eleştirebilmek için yapılabilen tek uslamlama da, hali hazır bozuk durumu, bozulma öncesindeki sağlıklı durumla karşılaştırmaktır.” (1)
Yine Özkay’a göre, ütopya, “Doğu toplumlarında, bu toplumların değişmezliği esas alan yapılarından kaynaklanan kültürleri gereği, görülmemektedir”. Ancak “regressive (sonuçtan ilkeye giden, geriye yönsemeci) ve moralist esaslı kitaplar görülebilmektedir. Moralist oluşunun nedeni ise, ‘Şarktaki tek özne olan hükümdarın’ siyasal iradesinin ancak bu iradenin sahibi olan öznenin kendi moral anlayışındaki düzelme ile sınırlandırılabilecek oluşudur. Bu iradeyi sınırlandıracak bir dışsal iradenin dinde ve siyasal kültürde meşru sayılmamasıdır. Çoğulcu (monistik olmayan) bir siyasal yaşamın ve böyle bir toplumun hukukunun bulunmayışıdır.” (2)
Doğu’da da yaşanan toplumsal dönemi eleştirenlerin görüldüğünü söyleyen Özkay şöyle devam eder: “Fakat özellikle Doğu kültürlerinde bu tür eleştiriler, eleştirilmesi gereken hayatın yeniden düzeltilmesi için geçmiş iyi zamanlara dönülmesini düşler, savunur. Tıpkı, İmparatorluk Çini’nin yüksek devlet memurlarının Konfüçyüsçü metinleri, bu metinler üzerinde yapılmış eski şerh ve tefsirleri, bu şerh ve tefsirler üzerine yazılmış daha sonraki şerh ve tefsirleri okuyarak bilgilenip hali hazır durumun düzeltilmesi için yapılması gereken ıslahatın esaslarını gün ışığına çıkarma çabalarında, geleneğinde olduğu gibi…” (3)
Sayın Özkay, tam da ele aldığımız konuyu tartıştığı ve tipik savlar ileri sürdüğü için uzun aktarmalar yaptık. Tartışmaya geçmeden önce, Konfüçyüsçü rituelleri anlatan Ritueller Üzerine Notlar adlı bir kitaptan alınan 2000 yıllık bir metni, Özkay’ın ve okurların değerlendirmesine sunuyoruz:
“Büyük yol izlendiğinde, tüm dünya ortak mülk olur. En kudretli ve en faal olan lider seçilir; hakikat söylenir ve dirlik düzenlik sağlanır. Böylece insanlar yalnız kendi ailelerine, aileleri ve yalnız kendi çocuklarına çocukları olarak muamele etmekle kalmazlar. Yaşlılara yaşamlarının sonuna kadar sükunetle yaşayacakları, gücü kuvveti yerinde olan adamlara çalışacakları ve gençlere kendilerini daha fazla geliştirecekleri bir yer bulmaya özen ve gayret gösterirler. Dul erkekler ve dul kadınların, yetimler, öksüzler ve çocuksuzların ve hatta hastaların, bunların hepsinin iaşeleri toplum tarafından sağlanır. Erkekler işinde gücünde, kadınlar evlerindedir. Eşyalar yararlı şekilde kullanılmadan battal hale gelsin istenmez; fakat onların her durum ve koşulda bizzat kendileri için, yani süs olsun diye bir kenarda kullanılmadan tutulmaları da istenmez. Kişinin güçlerinin işlevsiz kalması istenmez; fakat onların kişisel yarar için kullanılması da istenmez. Tüm hile ve entrikalar sona erer; onlara gereksinim duyulmaz. Haydutluk ve tahrip edicilik artık sökmez. Hatta öyle ki; dışarıda hâlâ deliler dolaşsa da, onları bir yere tıkmaya gereksinim kalmaz. Bu büyük toplum (da tong) çağıdır.” (4)

İşte Doğu’nun da Doğu’su olan İmparatorluk Çini’nde, tam 2000 yıl önce yazılmış Konfüçyüsçü metinlerden bir örnek. Bu metinde oldukça sağlam bir ütopya kurulmuş. Her şey ortak, özel mülkiyet yok. Yönetici, o mevkiye soyuyla değil yeteneğiyle ve seçimle geliyor. Çocukların bakımı, hastaların ve özürlülerin yaşamı toplum tarafından garanti altına alınmış. İhtiyaç fazlası tüketim kalmamış. Sömürü yok (“kişilerin güçleri kişisel yarar için kullanılamaz”). Hile, entrika, haydutluk yok. Tımarhane bile yok. Konumuz açısından en önemlisi, bu metin geçmişteki bir “altın çağ”a gönderme yapmıyor, “Büyük yol” ile varılacak gelecekteki bir “büyük toplum”dan, “da tong”dan söz ediyor. Kısacası, Özkay’ın “Doğu toplumlarında olamaz” dediği her şey vardır bu metinde. Eski Çin ve Hint metinleri bu gözle incelendiğinde, daha pek çok ütopik metnin bulunabilme olasılığı vardır.
Teori ile olgu çeliştiği zaman, teori değiştirilir
Görüldüğü gibi, Doğu’da ütopya olamayacağını söyleyenler, eski Doğu toplumlarını Batılı toplumlardan çok farklı bir yere koyuyorlar. Neredeyse buralarda, toplum bilimlerinin yasaları geçerli değildir. Esas olarak Avrupalı toplumların gelişim çizgisini inceliyorlar, buradan bir toplum bilimi ve onun kavramlarını üretiyorlar, daha sonra bu gözlük ile eski Doğu toplumlarına bakıp aynı olgu ve süreçleri göremediklerinde bu toplumları tarihin ve sosyolojinin dışına itiyorlar. Avrupalı toplumlar ve aynı çizgiye bir şekilde girenler, tarihsel süreçleri içinde kölecidirler, feodaldirler, kapitalisttirler ve sosyalisttirler. Bu çizginin dışında kalan toplumlar ise bu tür temel sosyolojik kavramlarla açıklanamazlar; onların sistemi Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT)’dır, onlar Doğu toplumlarıdır. Oysa bu noktada, geliştirilen burjuva toplum biliminin yetersizliği söz konusu değil midir? Öyle bir toplum bilimi düşünün ki, dünya toplumlarının dörtte üçünü açıklayamıyor; açıklayamadığı için de ATÜT ve “Doğu Toplumları” gibi aslında hiçbir şey anlatmayan kavramlar geliştiriyor. Eski Doğu toplumlarında değişimin, sınıf mücadelesinin, ezen-ezilen ve yöneten-yönetilen çelişkisinin, gelecek tasarımının, giderek ütopyanın, bilimin, felsefenin olamayacağı savları, hep bu çarpık, yetersiz ve Avrupamerkezci bakış açısının ürünleridir.
Teori olguyu açıklayamadığı zaman, olguyu değiştiremeyeceğinize göre, teoriyi değiştirirsiniz. Sosyalist teorinin kurucuları Marx ve Engels’in giriştikleri iş de buydu. Tarihsel Materyalizm adını verdikleri kuramla dünyanın bütün toplumları için geçerli evrensel yasaları geliştirmeye çalıştılar, daha doğrusu bu çabayı başlattılar. Bu nedenle sosyalizm, 20. yüzyılda, yeşerdiği coğrafyanın çok dışındaki ve farklı bölgelerde, Rusya’da, Çin’de, Hindi Çini’nde, Küba’da dönüşüm isteyenlerin bayrağı olabildi. Ama bugün hâlâ, gerçekten evrensel bir toplum bilim oluşturmanın henüz ilk adımlarını atabilmiştir insanlık.
O halde, tamamen Avrupalı toplumların tarihsel deneyiminden üretilmiş yöntem ve kavramlarla diğer toplumlara bakıp o kavramlar bulunulamadığında “yokmuş” demek yerine; o toplumların kendi özgüllüklerinden yola çıkarak daha evrensel bir senteze ve daha gelişmiş ve kapsayıcı kavramlara ulaşmaya çalışmak gerekir. Elimizde başarıyla denenmiş bir de yöntem var: Tarihsel Materyalizm.
Eski Doğu’nun tarihini, devrimler tarihi olarak okumak
Örneğin Doğu toplumlarının tarihine çok kaba bir göz atış bile, bu tarihin hiç de durağan, istikrar abidesi ve imparatorların tek özne olduğu, sınıf çelişmelerinin bulunmadığı bir tarih olmadığını görmek için yeterlidir. Doğu toplumlarının geçmişi, büyük alt üst oluşlarla, savaşlarla, koca koca hanedanlıkların devrilip yerine yenilerinin oluşmasıyla, başarılı-başarısız sayısız halk ayaklanmalarıyla, köklü devrimlerle, büyük göçlerle doludur; son derece dinamik ve değişken bir tarihtir eski Doğu toplumlarının tarihi.
Bir kere Antik dönemin ve Ortaçağ’ın en gelişmiş uygarlıkları bu coğrafyada kurulmuştur. Bunların her birinin kuruluşu bir büyük devrimdir ve dinamizmi, gelişmişliği gösterir. Bu nüfusu kalabalık dünya parçasının her bir topluluğu, ya miadını doldurmuş ve çürümüş hanedanlıkları devire devire ya da varolan uygarlıklara gençlik aşıları yaparak yukarı barbarlıktan uygarlığa geçmişler, tarih sahnesine adım atmışlardır. Bütün bu uygarlık atılımları birer devrimdir. Ortadoğu’da çıkan sayısız peygamber, aslında bu atılımların önderleridir. En başarılı olanlarını hâlâ anıyoruz. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu devrimlere “tarihsel devrimler” adını verir. Avrupalı halkların tarihinde de bu tür devrimler vardır. Örneğin Batı Roma’nın barbar halkların akınlarıyla yıkılışı böyle bir devrimdir. Daha sonraları kapitalizmi kuracak olan bu barbar halkların uygarlığa geçişleri ve Avrupa feodalizminin kuruluşu bu devrimci atılımla gerçekleşmiştir. Antik Doğu’da bu tür devrimlerin sayısız örneklerini görebiliriz. Ama “devrim” kavramını son üç yüz yılın Avrupa’sına bakarak oluşturanlar, bu büyük tarihsel sıçramaları toplulukların savaşı sanırlar, tarihi ilerletici ve üretici güçleri özgürleştirici yönünü kavrayamazlar.
Eski Doğu toplumlarının tarihi, sadece “tarihsel devrimler” açısından değil “sosyal devrimler” açısından da son derece zengindir. Eğer lise tarih kitaplarının ilkel bakış açısından kurtulabilirsek, Çin tarihini, Hint tarihini, Arap ve Fars imparatorluklarının tarihini, Selçuklu ve Osmanlı tarihini birer halk ayaklanmaları tarihi olarak da okuyabiliriz. Bu ayaklanmaların bir kısmı başarısız olmuş, ama Bedreddin örneğinde görüldüğü gibi toplumun genlerine işlemiş ve esintileri türkülerle, öykülerle bugüne kadar gelmiştir. Bazıları ise başarılı olmuş ve yeni-genç devletlerin doğuşuna yol açmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş süreci, Anadolu halkının çürümüş Bizans’a karşı -İstanbul’un fethi ile noktalanan- bir devrim hareketidir. 13. yüzyıl, Anadolu için her açıdan ilginç bir tarih kesitidir, hatta “ütopik pratikler”le doludur. Çin tarihinin en büyük hanedanlarından Han ve Ming hanedanları ile “Beş Sülale”nin ilki, aristokrat sınıflara karşı büyük köylü ayaklanmaları ile kurulmuştur. Han Hanedanı’nın (MÖ 206-MS 220) kurucusu Liu Pang ile Ming Hanedanı’nın (1368-1644) kurucusu Chu Yüanchang birer köylü önderidir ve başarılı birer ayaklanma örgütleyip çürümüş aristokrat yapıyı yıkarak kendi devletlerini kurmuşlardır (5). Yani Liu ile Chu, başarılı olmuş Spartaküs’lerdir. Spartaküs de başarılı olsaydı, en iyi olasılıkla yeni Roma İmparatoru olabilirdi. Arap ve Fars tarihi de, birbiri ardına gelen sultanların ve sülalelerin değil, halk ayaklanmalarının tarihidir aslında. Bütün bunları dergimizde tek tek ele alacağız. Doğu toplumlarının tarihi, Avrupamerkezcilikten sıyrılarak yeniden yazılmalıdır.
Doğu toplumlarının iç dinamiklerle değil, ancak dış etkilerle değişebilecekleri tezi de o dönemi kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Yine burjuva toplum biliminin yetersizliği. Yukarda da söylediğimiz gibi “dış etki” denenler uygarlığa geçiş devrimleridir ve çürümüş aristokrat yönetimin zulmünden bıkan içteki halk tarafından desteklenmiştir. Kaldı ki çoğu zaman çürümüş yönetimler köylü ayaklanmaları ile yıkılmış, ama tarihi sınırlılıklardan dolayı yeni bir feodal yönetimle sonuçlanmıştır. Aslında çağdaş Batı devrimleri de (burjuva demokratik devrimler) bu açıdan farklı değildir. Fransız Devrimi’nin sonucunda, iktidarı baldırıçıplaklar değil, Fransız burjuvazisi almıştır. İlginçtir, baldırıçıplakların, yani ezilen sınıfların, ancak 20 yüzyılda gerçekleşen, iktidarı kendi adlarına aldıkları atılımlar, gelişmiş Batı toplumlarında değil, yine Doğu toplumlarında oluşmuştur: Sovyet Devrimi ve Çin Devrimi.
Kaldı ki Doğu toplumlarının durağan ve geleceğe değil geçmişe dönük olduğu tezi, bir 19. yüzyıl mitidir. Kapitalizmin Avrupa’da hakim sistem olarak kendini kabul ettirdiği, dünyanın kapitalist merkezler tarafından sömürgeleştirildiği dönemde, bu yapının bir ihtiyacı olarak üretilen Avrupamerkezci tarih anlayışının türevidir. “Doğu toplumlarında, verili toplumsal sistemi iç dinamiklerle değiştirmenin olanaksızlığı; değişikliklerin ancak, verili toplumsal sistemin etkileşimde bulunmak zorunda kaldığı dış/yabancı toplumsal sistemlerin etkisiyle olabileceği” anlayışı, bize bu tezin kaynağı için bir ip ucu da sağlıyor. Bu dış/yabancı etken kapitalist sömürgecilerdir, onlar bu durağan toplumları uygar dünyaya bağlamaktadırlar. Bu tez sömürgeciliği ve emperyalizmi olumlamak, kabul ettirmek için üretilmiştir ve değişik biçimlerde günümüzde de etkisini sürdürüyor.
Madalyonun diğer tarafına baktığımızda da, son yüzyıllarda, bu teze destek sağlayacak bir yapı görülüyor. Osmanlı tarihinden de çok iyi bildiğimiz gibi, özellikle 17-18. yüzyıllardan sonra, kapitalist sisteme geçen Batı toplumları uygarlığın ve gelişmenin öncülüğü rolünü üstlenirken, Doğu toplumları bir durağanlık ve giderek çürüme dönemine girmişlerdir. Samir Amin Avrupamerkezcilik adlı eserinde bu gelişmenin nedenlerini uzun uzun inceliyor ve şu sonuca varıyor:
“Sistemin (haraçlı tarzın-EH) merkezinde, yani üretim ilişkilerinin daha yerleşik olduğu yerde, bu ilişkilerce yönlendirilen üretici güçlerin yükselişi sistemin bütününde tutarlılığı artırırken, sistemin çevresinde, üretici güçlerin yeterince gelişmemiş olması ona daha büyük bir esneklik kazandırmakta, bu da erken bir devrimin gündeme gelmesini açıklamaktadır.” (6)
Yani Avrupa’nın avantajı, geriliğindedir. Avrupa feodalizmi, Doğu feodalizmine göre daha ilkel, tamamlanmamış ve çevreseldir. Fakat bu dezavantajlar, ileride avantaja dönüşmüştür. Doğu’nun ileriliği, yani avantajı ise süreç içinde bir dezavantaja dönüşmüştür. Tarihe eşitsiz gelişim yasasının mantığı içinde baktığımızda Avrupamerkezcilerin “Batı’nın ebedi ileriliği, Doğu’nun ebedi geriliği ve durağanlığı” iddiası dayanaksız kalmaktadır.
Batılı ideologlar 3-4 yüzyıllık bir durumu bütün bir tarihe yayıyorlar. Oysa bütün bir Ortaçağ boyunca (Antik çağı da katabiliriz) uygarlığın, ileriliğin, felsefenin, bilimin, sanatın öncülüğünü şimdi Doğu denilen toplumlar tarafından yapılıyordu ve bu bir tartışma konusu değildi.
Bu bölümü toparlarsak: eski Doğu toplumlarının tarihi, hem köklü uygarlıkların hem de sayısız devrimci atılımların tarihidir. Ve bu dinamik tarih, son derece zengin bir düşünsel dünya yaratmıştır. Hem yöneten aristokrat sınıfların hem de ezilen kitlelerin binlerce yılda birikmiş zengin bir edebiyat, sanat, siyaset, felsefe ve bilim külliyatı oluşmuştur. Bu külliyat, Batı-merkezli bir gözle değil, bir “dünyalı” gözüyle incelendiğinde, felsefenin ve siyaset biliminin olduğu kadar, ütopya listelerimizin de kabaracağını düşünüyoruz. Bazı ip uçlarına dikkat çekerek yazımızı sonlandıralım.
Eski Doğu’da siyasal düşünce geleneği
Eski Doğu toplumlarında ütopyanın olup olmadığı sorusuna hazırlık için, bu toplumlardaki siyasal düşünce külliyatına göz atmak gerekir. Çünkü siyasal düşünce ve siyaset bilimi, ütopyanın kozasıdır. İkincisi aynı gerekçelerle Doğu’da siyasal düşüncenin de olmadığı iddia edilebilir. Durağanlığın, değişmezliğin, sürekli istikrarın hakim olduğu, tek özne olarak hükümdarın bulunduğu, sınıf mücadelesinin olmadığı toplumlarda siyaset bilimi de ne arasın ki. Oysa eski Doğu toplumlarının düşünce tarihine göz attığımızda, son derece zengin ve hacimli bir siyasal düşünce külliyatı görüyoruz. Bu külliyat, hem hakim sınıfların ideologluğunu yapan düşünürlerin hem de bu sınıflara karşı mücadele eden kesimlerin temsilcilerinin yazdıklarını kapsar.
İki yıl önce Bilim ve Ütopya dergisini çıkarırken “Makyavel’in Ustaları” başlıklı bir kapak dosyası hazırlamıştık (7). Üç büyük örneği dikkat çekmiştik: Çinli komutan Sun Tzu’nun Savaş Sanatı (MÖ 400 civarı), Hintli vezir Kautilya’nın Arthaşastra (MÖ 300 civarı), Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün Siyasetname (11. yüzyıl) adlı eserleri. Bunlar ünleri günümüze dek ulaşan doruk eserlerdir. Hem geçmiş birikimleri toparladıkları hem de gelecekte birçok eserle devam eden bir gelenek yarattıkları biliniyor. Yine Antik Çin’de, bugün “diktatörlük ve militarizmin ilk eleştirmenlerinden biri” olarak anılan Konfüçyüs’ün (MÖ 500 civarı) çoğu öğrencileri tarafından derlenen eserleri; onun yarattığı geleneği izleyen birçok düşünürün ürettiği eserler, içerdikleri siyasal düşünceler açısından incelenmesi gereken son derece zengin kaynaklardır. Alman araştırmacı Harro von Senger’in iki ciltlik Savaş Hileleri-Strategemler adlı eseri (8) Çin geleneğindeki 36 savaş hilesini (strategemler) tarihsel ve güncel öyküleriyle birlikte anlatır. Bu eser de Çin’in siyasal düşünce geleneğine ulaşmak için çok zengin bir başvuru kaynağıdır. Yine büyük ve köklü bir uygarlık kaynağı olan Antik Hint’de siyaset bilimi açısından incelenecek sayısız eser üretilmiştir.
İslamiyet dönemine gelirsek, en başta hareketin ilk önderi Hz. Muhammed’in Kuran’ını siyasal düşünce tarihinin başyapıtlarından biri olarak değerlendirmek gerekir. Kuran, on yıllara yayılan yazılış süreci göz önüne alındığında, devrimci önder Hz. Muhammed’in ve ilk Müslümanların “ideolojik mücadele organı” olarak da nitelenebilir. İslam’ın sonraki dönemlerine gelirsek: W. Montgomary Watt İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu adlı eserinde (9) İslam tarihindeki siyaset teorisyenleri için bize bir anahtar liste sunar. İçlerinde Farabi, İbn Sina, Ebu Yusuf, el-Maturidi, el-Bağdadi, Gazzali, Tusi ve İbn Haldun’un ünlü eserlerinin de bulunduğu bir ön listedir bu. Watt, bu listenin sadece Arap ve Türk kökenlileri kapsadığını ve çok eksik olduğunu söyler. Watt eserinde, İran siyasal düşünce geleneğini ayrı olarak inceler ve birçok düşünür ile eserlerine vurgu yapar. Erwin Rosenthal ise Ortaçağ’da İslam Siyaset Düşüncesi adlı eserinde, yukardakilerin yanı sıra Maverdi, İbn Cema’a, İbn Temiyye, İbn Bacce, İbn Rüşd ve Devvani adlarına vurgu yapar. Rosenthal, Osmanlı’nın olgun dönemine ait üç eserin öne çıktığını belirtir: “Osmanlı Devleti’nin gerilemesi konusunda Koçi Bey’in 1630’da yazdığı eser; sultanın devlet işleri hususunda bilgi istemesi dolayısıyla 1640’ta adı bilinmeyen bir yazarca yazılan Nasihatname; ve meşhur tarihçi ve yaşam öykücüsü Hacı Halife’nin önemli eseri Dusturu’l Amel.” (10)
Tabii, hakim sistem ile sürekli çelişmiş ve mücadele etmiş Alevi geleneğinin ürettiklerini daha da önem vererek incelemek gerekir. Son olarak, biraz da duygusal biçimde ayrı olarak vurgulanmasını istediğimiz Şeyh Bedreddin’in Varidat’ını da belirtelim.
Burada sadece, muazzam bir külliyatın öne çıkmış çok küçük bir bölümüne dikkat çektik. 5 bin yıllık dinamik bir uygarlık damarı, doğal olarak müthiş bir birikime sahiptir. Siyasal düşünceye ilişkin bu eserlerin ütopik unsurlar taşıması kuvvetle olasıdır; şimdiye kadar pek yapılmayan bu açıdan incelenmeleri ve değerlendirilmeleri gerekir. Çünkü o dönemlerde, felsefe ve bilim, siyaset ve ütopya günümüzdeki gibi ayrışmamıştı; dolayısıyla bu inceleme, büyük bir hazine içindeki konumuz açısından değerli mücevherleri ayrıştırmak anlamına gelecektir.
Farabi’nin “Erdemli Kent”i

Platon (Eflatun) üzerine yorumlarıyla da tanınan ünlü filozof Farabi (870-950) siyaset üzerine iki eser yazmıştır: Kitâb Ârâ’ Ehl el-Medînet el-Fâzıla (Erdemli Şehir Halkının Sanıları) ve Kitâb es-Siyâset el-Medenniye (Medeni Siyaset). Geniş çevrelerce ilk ütopya olarak da değerlendirilen Platon’un Devlet adlı eseri, Farabi için esin kaynağı olmuştur. Düşündüğü “Erdemli Kent”i uzun uzun anlatan Farabi’nin bu eserleri konumuz açısından incelenmeye değer. Hilmi Ziya Ülken İslam Felsefesi adlı eserinde Farabi’nin düşüncelerine ilişkin şu değerlendirmede bulunur:
“Siyasette Farabî Eflâtun’un yolunu tutar. Eflâtun’un ‘Devlet’ diyalogunu başka diyaloglariyle tamamlar ve İslâm inancı ile uzlaştırır. Farabî siyasette bir nevi utopiste’dir. Fakat onun utopie’sini Thomas Morus’e ve Campanella’ya benzetmemelidir. Çünkü utopique toplumun yanında filozof gerçek toplumu da kabul eder. Ayrıca o humaniste’dir. Onun yetkin devleti bütün insanlığı kuşatan bir dünya devletidir. Metafizik ve psikolojik insanlık görüşü ayni zamanda siyasette prensip vazifesini görür. Farabî buradan dayandığı Yunan filozoflarını aşar (Şu kadar ki, Zenon’da da dünya hemşehriliği=cosmopolitisme fikri vardır). Bu ilerlemenin sebebini eskilerin site toplumu yerine İslâmın üniversel toplumunda aramalıdır.” (11)
Selahattin Hilav da Platon’un Devlet adlı eserine yazdığı Önsöz’de Farabi’nin söz konusu eserlerine değinerek benzer bir değerlendirme yapıyor:
“Fârâbi, Aristoteles’in de etkisinde kalmakla birlikte, devlet felsefesinde, genellikle, Platon’u izler. İslam filozofunun amacı, Devlet’teki görüşleri, Müslümanlık’ın temel ilkeleriyle uzlaştırmaktır. Toplumun kurulması, sınıfların ve zümrelerin özel görevleri, ideal devletin görevi, uyum ve yardımlaşma, toplum içinde insanın mutlu hayatı, belli bir düzene uyma ve buyruk altında bulunma, yöneticinin (kralın) özellikleri ve yetişme tarzı, kötü devlet ve erdemli devlet arasındaki farklar konusunda, Platon’un Fârâbi üzerinde kesin bir etki yaptığını görüyoruz. Fârâbi’nin, gerçek toplumu gözönünde tutan bir ütopya kurduğunu ve üstelik şehir-devlet sınırlarını aşan geniş kapsamlı insancıl bir ideal devlet tasarladığını görüyoruz.” (12)
Görüldüğü gibi önde gelen iki felsefecimiz de Farabi’nin söz konusu fikirlerinin bir ütopya sayılabileceğini ve Platon’un Devlet’ini aşan bir kapsayıcılığa sahip olduğunu vurguluyorlar. Parşömen dergisinin Güz 2001 tarihli sayısında Doğu ütopyaları konusunu tartışan Bülent Somay ve Ahmet Saik Akçay da Farabi’nin eserinin “ütopya” olarak değerlendirilebileceği üzerinde hemfikirdirler. Bülent Somay, ütopyacılık açısından Ortaçağ Hıristiyanlığı ile Müslümanlığı karşılaştırarak, Müslümanlığın ütopyaya daha açık olduğunu iddia eder:
“Ütopya tasarlıyorsan, kilise örgütlenmesine alternatif bir örgütlenme tasarlıyor olmalısın. Buna izin verilemezdi bir. İkincisi ütopyanın bir diğer anlamı yeryüzü cennetidir. Halbuki Hıristiyanlıkta çok net bir cennet tanımı var. Buna alternatif bir yeryüzü cenneti tasarlaman mümkün değil. Dolayısıyla Ortodoks Hıristiyanlık dönemi, yani Ortaçağ, ütopyaya izin vermez. Oysa Müslümanlık ütopyaya izin verebilir. Müslümanlıkta ütopya çok büyük yer tutmayacak tarih içinde. Ama Müslümanlık bunun önüne geçmez, çünkü Müslümanlığın çok detaylı bir cennet tasarımı yoktur. Müslümanlığın çok detaylı cehennem tasarımı da yoktur. Müslümanlık daha ziyade bu dünyayla ilgili, bu dünyadaki kurallarla ilgili bir din olduğu için bize tasarladığımız ütopyanın din dışı, seküler olması zorunluluğunu getirmez. (…) Dolayısıyla son derece dünyevî bir yanı var. Dünyevî olduğu için de ütopyaya karşı değil. Tabii kalkıp Kuran’daki yaşam tarzına karşı alternatif bir yaşam tarzı çizmeye kalkarsan o zaman sana ‘dinsiz’ der, engel olmaya kalkar, ama önden yolunu kesmez. Halbuki Hıristiyanlık daha baştan yolunu kesiyor.” (13)
Doğu’nun kendine has bir ütopyası olduğunu, daha çok bireyin ütopyası olarak yazıldığını savlayan Ahmet Sait Akçay da, Farabi’nin adı geçen eserleri ile İbn Bacce’nin Tedbir’ül Mutevahhid (Tek Kalanın Yönetimi) adlı eserini farklı bir yere koyar. (14)
Sembolik öyküler
Konumuz açısından bir diğer önemli külliyat da eski Doğu ve özellikle İslam felsefesindeki sembolik öykülerdir. En ünlüleri İbni Sina’nın Risâle-i Hayy ibn Yakzân’ı, yine İbni Sina’nın Risâletu’t-Tayr’ı (Kuşların Öyküsü), Sühreverdi’nin Kıssatu’l Gurbetu’l Garbiyye’si (Ruhun Yolculuğu), İbn Tufeyl’in Hayy ibn Yakzân’ı, Gazzalî’nin Risâletu’t-Tuyûr’u ve Necm-i Râzî’nin Risâletu’t-Tuyûr’u, İbn Bacce’nin Tedbir’ul Mutevahhid’i ve İbnü’n-Nefis’in er-Risaletü’l Kâmiliye’sidir. Ayrıca bu eserlerin başka düşünürler tarafından yazılmış birçok yorumu bulunmaktadır.
Özellikle İbn Tufeyl’in (1106-1186) adasal roman türünün ilk örneği olarak nitelenen Hayy ibn Yakzân adlı eserinin Batı yazınını büyük ölçüde etkilediği söylenir. Hilmi Ziya Ülken İslam Felsefesi adlı kitabında, İbn Tufeyl’in Batı’daki etkisine ilişkin şöyle yazar: “Batıda tesiri çok büyük oldu. Onun birçok taklitleri yazıldı. En tanınmışları arasında çağdaş felsefeyi açanlardan Francis Bacon’un Atlantis adlı felsefi romanını zikretmelidir.” (15) Bilindiği gibi Bacon’ın Yeni Atlantis adlı eseri, Thomas Morus’un Utopia’sı ve Campanella’nın Güneş Ülkesi ile birlikte klasik Batı ütopyaların en ünlülerindendir. İbn Tufeyl’in eserinin, Rousseau’nun Emil’ine, Thomas Morus’un Utopia’sına ve Daniel Dafoe’nun Robinson Crusoe’suna esin kaynağı olduğunu söyleyen kişi çoktur (16). Ahmet Sait Akçay da, bu sembolik öykülerin hepsinin Doğu ütopyaları örnekleri olduğunu belirtir.
Bu eserlerin (17) ve tabii Binbir Gece Masalları ile diğer anonim Doğu öykülerinin, Hint masallarının ve sayısız efsane ve destanın konumuz açısından incelenmesi gerekir.
Ve diğerleri…
Daha pek çok ip ucu sayılabilir. Üç büyük din Ortadoğu’dan çıkmıştır. Bu dinlerin kitaplarındaki cennet tasvirleri konumuz açısından incelenebilir. Hasan Aydın bu sayımızda Kuran’ın cennet tasvirini irdeliyor. Öte yandan Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi Işığında Allah, Peygamber ve Kitap adlı eseri (18), Hz. Muhammed’e ve eseri Kuran’a ilişkin çok ilginç ve farklı yorumlar getiriyor. Bu yorumlardan yola çıkarak yapılacak bir inceleme konumuz açısından oldukça verimli olabilir. 13. yüzyıl Anadolusu ve bu dönemde yaşayan düşünürler ortaya ütopik fikirler atmışlar, bazı pratikler de geliştirmişlerdir. Yine elinizdeki sayıda Ömer Tuncer, bu ilginç ve verimli dönemin araştırılmasına bir giriş yapıyor. Halk Edebiyatımız ütopik unsurlarla doludur. Hemen aklımıza “Yarin yanağından gayrı her şey ortak olmalı” ve “gülü gül ile tartmak” dizeleri geliyor. Marx bu dizelerden haberdar olsaydı, sanırım Manifesto’nun başına koyardı. Doğu tarihindeki büyük halk ayaklanmaları ve onların aynı zamanda birer düşünür olan liderlerinin yazdıkları ütopik düşüncenin unsurları olarak değerlendirilebilir. Dosyamızda yer alan, Nedim Gürsel’in, Alman köylü ayaklanmasının lideri Thomas Münzer ile Şeyh Bedreddin’i karşılaştıran makalesi bu konuya bir giriş niteliği taşımaktadır. Eski Çin ve Hint metinleri de bu açıdan gözden geçirilmelidir.
Kısacası eski Doğu’nun tarihi ütopik düşünce araştırmaları açısından son derece zengin unsurlar taşımaktadır. Yeter ki bu gözle bakmayı becerebilelim. Doğu’da ütopya bulamayanlar, ütopya kavramlarını değiştirmelidirler. Bizce eski Doğu metinleri ütopya kaynamaktadır. Bilim ve Gelecek’in önümüzdeki sayılarında bu metinleri tek tek ele alıp incelemeyi düşünüyoruz. Elinizdeki dosya bir kapıyı aralamakta ve konunun uzmanlarına bir davet yapmaktadır.
Dünyalı olmak…
İnsanlık günümüzde “dünyalı” olabilmenin eşiğine geldi. Tabii ki emperyalist küreselleşmeyi kastetmiyoruz; tam tersine, dünyalı olabilmenin önündeki en büyük engeldir kapitalistlerin küreselleşmesi. Bizim kastettiğimiz emeğin dünyasıdır. Ancak sömürüyü ve her türden eşitsizliği aşan bir bakış açısı ve onun pratiği, insanlığın farklı coğrafyalarda ve farklı dönemlerde oluşturduğu birikimleri bir potada eritebilir, damıtabilir, sentezini oluşturabilir ve gerçek bir dünya uygarlığına ulaşabilir. Bu pratik içinde oluşacak bilim, sanat, felsefe, siyaset ve ütopya kavramları çok çeşitli renklerin bir cümbüşü olacaktır. Bu cümbüş toplumuna, “da tong”a, gerçek yeryüzü “cennet”ine, “Erdemli Kent”e, “gülün gül ile tartıldığı toplum”a, “yarin yanağından gayrı her şeyin ortak olduğu toplum”a, “Utopia”ya, “Güneş Ülkesi”ne, “Yarın”a, “Ekotopya”ya, “komünizm”e ulaşacaktır insanlık. Bu bir ütopya değil; insanlığın geleceği…
Dipnotlar
1) Ünsal Özkay, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım, YKY, 4. baskı, Nisan 2001, s.234.
2) A.g.e., s.233.
3) A.g.e., s.231.
4) Aktaran Harro von Senger, Savaş Hileleri-Strategemler II, Çev.: Mekin Özbalta, Anahtar Kitaplar, Kasım 2003, s.17.
5) Dr. Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, TTK Yayınları, 3. baskı, İstanbul 1995.
6) Samir Amin, Avrupamerkezcilik, Çev.: Mehmet Sert, Ayrıntı Yayınları, Temmuz 1993, s.180.
7) Bilim ve Ütopya, Nisan 2002, Sayı: 94.
8) Harro von Senger’in “Savaş Hileleri-Strategemler” adlı eserinde geçen 36 strategemin ilk 27’si Anahtar Kitaplar tarafından iki cilt halinde basıldı. Son 9 strategemi içeren üçüncü cilt yakında aynı yayınevinden basılacak.
9) W. Montgomary Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, Çev.: Ulvi Murat Kılavuz, Birey Yayıncılık, Kasım 2001, s.159.
10) Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslam Siyaset Düşüncesi, Çev.: Ali Çaksu, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, s.326.
11) Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Ülken Yayınları, Aralık 1983, s.63.
12) Platon, Devlet, Selahattin Hilav’ın önsözü, Çev.: Hüseyin Demirhan, Sosyal Yayınlar, 2002, s.13.
13) Parşömen dergisi, Bülent Somay ile Edebiyat ve Ütopya Üzerine, Güz 2001, Cilt: 2, Sayı: 3, s.5.
14) A.g.e., s.39.
15) Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Ülken Yayınları, Aralık 1983, s.216.
16) İbn Tufeyl, Ruhun Uyanışı, N. Ahmet Özalp’ın önsözü, İnsan Yayınları, İstanbul 1985, s.18.
17) Araştırmak isteyenler için şu kitapları önerebiliriz: “İslam Felsefesinde Sembolik Hikayeler, İnsan Yayınları, Ocak 2003. “Ruhun Uyanışı-Hayy İbn Yakzan”, İbn Tufeyl-İbn Sina, İnsan Yayınları, İstanbul 2002. “Hay bin yakzan”, YKY.
18) Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Allah-Peygamber-Kitap, Bumerang Yayınevi.