Ana Sayfa 24. Sayı Hitit araştırmalarının kalbi Hattuşa’da atıyor

Hitit araştırmalarının kalbi Hattuşa’da atıyor

1675
Yazılıkaya’daki 12 Yeraltı Tanrısı kabartması.
Yazılıkaya’daki 12 Yeraltı Tanrısı kabartması.

Hattuşa, daha 19. yüzyılda kendisini ziyaret edenlere bir başkent olduğunu düşündürüyor. Ama kimin başkenti? Tevrat’tan, Asur ve Mısır belgelerinden bilinen Hititler, Filistin ve Suriye’de aranıyor hep; Anadolu’da olabilecekleri geçmiyor kimsenin aklından. Anadolu’nun güneydoğusunda Hitit hiyeroglifleri bulunmaya başlanıyor o sıralarda. İzler Anadolu’ya doğru sürülüyor, yavaş yavaş. Hattuşa’da ilk çiviyazılı tabletler gün ışığına çıkarıldığında, merak doruğa çıkıyor. “Anadolu’nun ortasında, çiviyazısı kullanan halk kim olabilir?” Bilgiler birbirini tamamlıyor ve Anadolu içlerine ilerleyen iz sürüş, Boğazköy’de meramına varıyor: Hititler’in kalbine ulaşılmıştır…

Dr. Jürgen Seeher – Dr. Ayşe Baykal Seeher ile söyleşi

Hattuşa (Boğazköy) Kazısı Başkanı – Kazı Ekibi Üyesi; Alman Arkeoloji Enstitüsü Araştırmacıları

Anadolu arkeolojisine hizmet yolunda, hayallerini, uzmanlıklarını ve enerjilerini kolektif çalışmada birleştirmiş pek çok çift var. Hemen akla gelenleri sayarsak, Halet Çambel-Nail Çakırhan, Tahsin Özgüç-Nimet Özgüç, Ekrem Akurgal-Meral Akurgal, Hayat Erkanal-Armağan Erkanal, Fahri Işık-Havva İşkan Işık, Aygül Süel-Mustafa Süel diyebiliriz. Bir çırpıda hatırlayamadıklarımız (aflarına sığınarak) ve özellikle genç kuşakla birlikte, listenin birkaça katlanabileceğini de imleyerek… Kolektif çalışmada, 1+1’in üç ettiği, beş ettiği hatta toplamın sınırlarını epey büyüğe doğru zorladığı bu birlikteliklerden birine daha tanık olma şansına, bir kez daha eriştim: Jürgen Seeher ve Ayşe Baykal Seeher öylesine bir olmuşlar ki, söyleşimiz sırasında yanıtları da kaynaştı. Kime sormuştum, yanıta kim başlamıştı, kim tamamlamıştı; belli olmadı. Bu nedenle yanıtlar ayrılmış değil; Jürgen Seeher ve Ayşe Baykal Seeher “çekirdeği” ile yapılmış bir söyleşi olarak okuyabilirsiniz. Ellerinde, 12 yıldır, Hitit araştırmalarının kalbinin attığı çekirdekle…

Jürgen Seeher ve Ayşe Baykal Seeher
Hitit kazılarının kalbi 12 yıldır, Jürgen Seeher ve Ayşe Baykal Seeher çekirdeğinin ellerinde atıyor…

Hitit başkenti Hattuşa kentinin keşfi ve kazı tarihçesi, Hititoloji’nin doğumu ve Hititçe’nin çözülmesi gibi iki önemli bilimsel süreçle paralel ilerlemiş. 19. yüzyılın başına dek Hititler, kendilerinden farklı vesilelerle söz eden Tevrat’tan biliniyorlar, yalnızca. Ancak bu tarihten sonra, Asurca, Akadça ve Mısır hiyeroglif yazısı çözülüp belgeler okunmaya başlayınca, varlıklarından emin olunuyor. Ama bu belgelerin işaretleriyle, Filistin ve Suriye’de aranıyorlar hep. Daha kuzeyde, Anadolu’da var olabilecekleri akılların ucundan geçmiyor. Derken Anadolu’nun güneydoğusunda da Hitit hiyerogliflerine rastlanmaya başlanıyor. Böylelikle, 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren, Hitit izleri Anadolu’ya doğru sürülmeye başlanıyor, yavaş yavaş.

Boğazköy (Hattuşa) 19. yüzyıl ortalarından sonra, Batılı arkeologların dikkatini çeken arkeolojik yerleşmelerden. İlk bakışta görülebilen kalıntılarından bile, bir başkent olduğunu düşündürüyor ziyaretçilerine. Ama kimin başkenti? Ya Medler’in, ya Romalılar’ın. Hititler’in Anadolu’daki varlıkları bilinmediği için, onlarla ilişkilendirmiyor kimse. İyi kötü kazılar yapılmaya başlanıp, ilk çiviyazılı tabletler gün ışığına çıkarıldığında, merak da doruğa çıkıyor. “Anadolu’nun ortasında, çiviyazısı kullanan halk kim olabilir?” Çeşitli araştırmaların, araştırmacıların bilgileri birbirini tamamlıyor ve Anadolu içlerine ilerleyen iz sürüş, Boğazköy’de meramına varıyor: Hititler’in kalbine ulaşılmıştır…

Bilimsel kazıların yaklaşık yüz yıl önce başladığı, 63 yıldır da sistemli olarak kazılan Hattuşa, hem başkentliği nedeniyle taşıdığı önem, hem de uzun yıllar Anadolu’da çalışılan az sayıda Hitit yerleşmesinden biri oluşuyla, ilginin odağında kalmayı sürdürdü. Umudu boşa çıkarmadı, Hititoloji’ye çok önemli bilgiler kazandırdı, kazandırmaya devam ediyor. Ne mutlu ki, artık bu çabasında yalnız değil, bir süredir diğer Hitit yerleşmelerindeki kazıların da desteğini alıyor.

Hattuşa’nın keşfi: Burada yaşayanlar kim olabilir?

Hattuşa hakkında ilk yazılı bilgiyi veren Charles Texier arkeolog mu; yoksa sadece bir gezgin mi? 1834’de Hattuşa’ya geldiğinde, toprak üstünde neler görmüş, biliyor muyuz?

Arkeolog ve mimar, ama burada gezgin kişiliği önde. O geldiğinde, yerüstünde pek bir şey yoktu. Aşağı Şehir’de Büyük Tapınağın kalıntıları gözüküyordu. Köylüler bu kalıntılara bedesten adını vermiş, yani onlar da anlamış eski bir yapıya ait olduklarını. Sur kalıntıları bir hat şeklinde gözüküyor olmalı. Texier surların bir bölümünün oldukça doğru bir krokisini çizmiş. Aslanlı Kapıyı ve Yazılıkaya’yı da çizmiş. Buranın büyük bir merkez, hatta bir başkent olduğunu anlamış Texier; ama Med şehri Pteria’yı bulduğunu sanmış. Hititler’den haberi yok, tabii. O zamanlar, Hititler’den kimsenin haberi yok daha.

Anadolu’yu programlı bir şekilde mi gezmiş Texier, yoksa Boğazköy tesadüfen mi ilgisini çekmiş?

Aslında programlı gezmiş. Hatta Fransız Devleti’nin görevlisi olarak gelmiş, kültür varlıklarını belgelemiş. O dönemdeki gezginlerin birçoğu kendi inisiyatifleriyle yapmıyor gezilerini, devletleri tarafından gönderiliyorlar. Afrika’ya, Asya’ya, her tarafa…

Kültür varlıkları için mi?

Hem öyle, hem de madenlerini, toprakaltı, topraküstü zenginliklerini, ticaret yollarını öğrenmek istiyorlar. Bunlar bizim için faydalı olabilir mi diye bakıyorlar.

Gezdikleri yerlerin bitkilerini, hayvanlarını da kaydediyorlar…

O dönem bir Aydınlanma Dönemi adeta. Her şeyi kaydediyorlar, büyük bir merakla. Örneğin Napolyon’un Mısır seferinde yanında zoolog, botanikçi, jeolog vs. adeta bir bilim insanı ordusu var. İnanılmaz bir belgeleme yapmışlar. Çizimleriyle, anlatımlarıyla, tanımlamalarıyla olağanüstü kayıtlar.

Texier çizimler dışında, yazılı anlatım da bırakmış mı?

Anadolu gezilerini anlattığı bir kitabı var, birkaç ciltlik. Geniş bir alanı gezmiş, bilgiler toplamış, harika çizimler yapmış.

Hattuşa’daki bilimsel ve arkeolojik çalışma niteliğindeki ilk çalışma hangisi?

Yine bir Fransız, Ernest Chantre, 1893-1894’de sondajlar yapıyor. Chantre, arkeolog ve Fransız Kültür Bakanlığı tarafından görevlendirilmiş. Boğazköy’de birçok yerde doğru düzgün açmalar açıyor ve ciddi olarak bir şey anlamaya çalışıyor; bugünkü kazılar gibi değil tabii. Sanırım maddi kaynak olmadığı için daha fazla çalışamadı. İlk tabletleri bulan o. Tabletlerden bu yerleşimin, tarihöncesi, yani onlara göre Roma, Yunan öncesi olduğu anlaşılıyor. “Çiviyazısı kullanan bir halk Anadolu’da, kim olabilir?” diye yeni bir merak oluşuyor. Tabletlerin Akadca olanları okunuyor, anlaşılıyor; diğer kısmı okunuyor, ama anlaşılamıyor. Yazı aynı, dil farklı. Şimdi biz Türkçe okuyor, anlıyoruz; ama aynı alfabeyi kullanan Norveççeyi okuyor, fakat anlayamıyoruz; bu tabletlerde de böyle. 1906’da Hugo Winckler ve Theodor Makridi geliyor, kazılara başlıyorlar. İlk yıl bir tablet arşivine rastlıyorlar, sonrası çorap söküğü gibi geliyor.

Sanırım 1952’ye kadar kazıların sürekliliği olmamış…

Önce Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı, peşinden Kurtuluş Savaşı yüzünden büyük aralıklar. 1931-1939 arasında Alman Arkeoloji Enstitüsü başarılı kazılar yürütüyor. Sonra 2. Dünya Savaşı yüzünden yine ara veriliyor kazılara. 1952’den sonra ise kazılar hiç aralıksız yürütülüyor.

Kabartmalardaki tahribat

Kentin ilk belgelendiği, 1834’den günümüze aşağı yukarı 170 yıl var. O dönemdeki kayıtlara bakarak, bu sürede kentte oluşan doğa tahribatlarını ve eğer varsa, yok olan kültür varlıklarını anlayabiliyor muyuz?

Hem Aslanlı Kapı’da, hem de Yazılıkaya’da bazı kabartmalar tahrip olmuş. Eski durumlarını anlatan bazı fotoğraflar ve çizimleri var. Ama bu doğal tahribat değil, insan tahribatı. Taşla, çekiçle vurarak, aslanın yüzünü kırmışlar, örneğin. Yazılıkaya’da da hep yüzleri tahrip etmişler.

Kaçırma, götürme gibi şeyler olmamış mı?

Her şey çok anıtsal olduğu için hiçbir şey gitmemiş.

En son hangi çizimlerde görülüyor bu kabartmaların tüm halleri?

Aslanlı Kapı’nın 1907’de çekilmiş fotoğrafı var; orijinal hali. 1930’da fotoğrafı var; tahrip olmuş. Aynı şekilde Yazılıkaya’daki kabartmalar, 1893’te kazılmış. Çizimleri var, sağlamlar; ama hemen sonra tahrip olmuşlar. Yazılıkaya’daki 12 Tanrı kabartmasının ilk fotoğrafı 1880’da çekilmiş, sonra 1930’lardan bir fotoğraf var elimizde. Öyle bir çalışma yaptık. 1930’lardaki fotoğraflarla aynı yerin aynı açıyla bugün çekilmiş fotoğraflarını yan yana koyup karşılaştırdık. Aynı kalmışlar, yosun yerleri bile aynı. Bu tarihten sonra bir tahribat olmamış.

Geniş bir ovanın kıyısındaki kayalık: Hattuşa

Hattuşa oldukça engebeli bir alana kurulmuş, neden böyle bir yeri seçmişler?

Engebeli olduğu için, korumak da kolay; düz arazide korunmak daha zor. O bir neden. İkincisi, böyle engebeli yerlerde, bol kaynak suyu vardır; böyle bir iklimde su önemli. Şehrin iki yanından akan iki de dere var, iyi su getiren. Üçüncüsü, tarım için uygun arazi mevcut. Dördüncüsü ticaret yolu. Bugün bunu tespit etmek zor ama, herhalde ticaret yolu üzerindeydi ki, büyük bir şehir gelişmiş.

Genelinde söyleyecek olursak, Hattuşa, geniş bir ovanın bitiminde yer alan kayalık yükselti üzerine oturmuş. En yüksek kısmıyla en alçak kısmı arasındaki yükseklik farkı 300 m. En yüksek yerinin denizden yüksekliği 1250 m. Dolayısıyla, iklimini tahmin edebilirsiniz, karasal iklim.

Asur ticaret kolonisi: Hattuş

Hattuşa, belleklerde Hititler’le özdeşleşmiş bir kent. Ama tarihi Hititler’le başlamıyor, bir Hitit öncesi var…

MÖ 6. binde Kalkolitik bir yerleşim olmuş. Ama sonra 3 bin senelik bir ara var. Dolayısıyla Kalkolitik’teki yerleşim başlangıç değil, asıl başlangıç İlk Tunç Çağı’nda. MÖ 3. binin sonlarındaki yerleşim, Hattuşa’nın kökü.

O yerleşim gelişti ve MÖ 2. binin başlarında, karum denen Asur Ticaret Kolonisi kentine dönüştü. Asurlu tüccarların Anadolu’da başka kolonileri de vardı. Bu da gösteriyor ki, Hattuşa’dan önemli bir ticaret yolu geçiyordu. Tabii tüccarların korunmaya ihtiyaçları olur. Böyle bir yerleşimi açık arazide kuramazsınız, gider bir şehrin kıyısına sığınırsınız. Asurlular da böyle yapmışlar, var olan bir Anadolu kentinin yanına, ayrı bir mahalle gibi yerleşmişler. Onlar kente refah getirmiş, karşılığında güvenlik istemişler. Aynı şey Hattuşa’da da olmuş, şehrin o dönemdeki adı Hattuş.

Hititler Dönemi’nde Asur kolonisinin üstüne mi yerleşilmiş?

Evet, Asur Ticaret Koloni Çağı’na ait yerleşmelerin üstünde, ilk Hitit yerleşmeleri var. Üst üste bir höyük yerleşmesi oluşmuş.

1.Hattuşili’nin başkenti: Hattuş’dan Hattuşa’ya

Şöyle bir metin var, Hitit çiviyazısıyla yazılmış. Kral Anitta konuşuyor, diyor ki, “Hattuş kentini bir gecede aldım. Yerine yabanotu ektim. Her kim ki bundan sonra şehre gelir de tekrar yerleşmek ister, Fırtına Tanrısı’nın laneti üzerine olsun”.

Anitta, şehri yerle bir  etmiş…
Sözde. Ama ne kadar etmiş, belli değil. Bütün Krallar gibi biraz abartıyor herhalde. Fazla geçmeden 1. Hattuşili dediğimiz Kral, Hattuş’da Hitit Devleti’nin başkentini kuruyor. Bugüne kadar, Kral Anitta’nın dediğine inanılıyor, şehrin 100 yıl kadar boş kaldığı sanılıyordu. Ama biz diyoruz ki, kimse var olmayan bir yere başkent kurmaz. Hattuş bir şekilde yaşamış olmalı. Yani 1. Hattuşuli, “Hitit Krallığı’nı kuruyorum, başkenti de buraya yapıyorum” dediğinde, burası boş olmamalı. Hattuşili adının anlamı, “Hattuşlu” demek zaten. Belki önemini yitirmişti Hattuş, ama terk edilmemişti.

Hattuş adı Hatti kültürü kaynaklı bir ad mı?

Evet, yerel, Hatti kaynaklı. Hattiler yaşıyordu Anadolu’da o dönemde. Hititler, Hattuşa yaptılar, adını.

Hattuşa şehrinin gelişiminden ana çizgileriyle söz eder misiniz?

Şehir kurulduğu zaman, hatta şehrin ilk zamanlarında sırf Aşağı Şehir’de yerleşim olmuş. Aşağı Şehir’in güneyinde bir yamaç ve hemen ardında kayalık bir yükselti üzerine kurulmuş, Büyükkale denilen Kral Sarayı var. Bu iki alanı çevreleyen bir sur var. Bu Hattuşa’nın başlangıcı, hatta Hattuş kentinin de yayılım alanı.

Bir müddet sonra, belki MÖ 14.-15. yüzyılda Yukarı Şehir de, şehre katıldı ve bir sur ile çevrildi. Aşağı Şehir 74 hektarlık bir alan kaplıyor. Genişletildikten sonra Yukarı Şehir ile birlikte tüm şehrin kapladığı alan 180 hektar. Yani 2 mislinden fazla büyümüş.

 “Tanrıları ve Ataları alıp, Tarhuntaşşa’ya gidiyorum”

Hattuşa Hititler Dönemi boyunca hep başkent mi? Yoksa Hititler’in hem iç mücadeleleri, hem dışarıyla büyüme savaşları kente yansımış mı?

Kayıtlı olarak bir dönem var, başkentin taşındığı. Belgelerden biliyoruz. II. Muvattalli konuşuyor: “Ben Tanrılar ve Ataları aldım ve Tarhuntaşşa kentine gittim”. Tanrılar ve Atalar neredeyse, başkent de oradadır. II. Muvattalli’den sonra gelen III. Murşili, bunun tersini yapıyor, Tanrıları ve Ataları tekrar Hattuşa’ya getiriyor. Yani kayıtlı olarak bu dönem dışında başkentin başka bir yere taşındığını bilmiyoruz, henüz.

Peki Şapinuva’nın ikinci başkent olması, Tuthaliya ve Taduhepa çifti döneminde… Şapinuva, Hattuşa’nın yanında ikinci önemli kent mi?

Şapinuva kuşkusuz çok önemli bir kentti. Burada yapılan kazılarda Büyük Kral’a hitaben yazılmış mektuplar da buldukları için hafirler orayı başkent olarak görüyor. Ancak yazılı kaynaklarda Hattuşa dışında ikinci bir başkentten söz edilmiyor. Tarhuntaşşa konusundan az önce söz etmiştik.

63 kazı yılı

Hattuşa, yaklaşık 63 yıldır sistemli kazılıyor. Son 12 sezon da siz kazdınız. 63 yılı tümden değerlendirerek, kazıların ne aşamada olduğunu söyleyebilir misiniz?

Böyle bir yerde kazı yapıldığı zaman, önce tabii ki toprak üstünde gözüken, büyük kalıntılarda çalışılıyor. Mümkünse birçok yerde kazı, hatta sondaj yapılıyor; şehrin kaba bir resmini çıkarmak için. Hattuşa’da ilkönce Kral Sarayı ve Aşağı Şehir’deki Büyük Tapınakta kazılar yapılmış. Sonra sistematik biçimde semt semt kazmaya başlamışlar. Biz başladığımızda, Aşağı Şehrin doğu kısımda Büyükkaya denilen yerde çalıştık, 4 yıl. Sonra Yukarı Şehrin o zamana kadar kazılmayan batı kısmını kazmaya başladık, 1999’da ve halen burada devam ediyoruz.
Şunu söyleyeyim, şehrin büyük bir bölümüne henüz dokunulmuş değil. Binlerce yılda erozyon gördüğünden, bazı kısımlarda bütün arkeolojik kalıntılar gitmiş. Arazi bayağı bir meyilli. Oralarda kazı yapmak zor gözüküyor, pek bir şey bulunmaz. Ama bazı kısımlarda kalıntılar olduğu gibi duruyor, buralarda daha uzun yıllar kazı yapılacaktır.

Kral hazinesinin bir parçası bulundu: Tonlarca Hitit tahılı

Sizin 12 sezondaki bulgulardan hareketle ulaştığınız yeni bilgiler var mı?

Yeni bir kazıya başlandığında her şey yeni, ilginç. Ama 40-50 yıl kazıldıktan sonra, ilerleme daha az gösterişli adımlarla oluyor. Bizim bulgularımız ilk bakışta belki “Aaa, neler bulmuşlar” tepkisi uyandırmıyor, ama şehrin ekonomisi ve yönetimi, hatta ülke ekonomisi için önemliler. Bulgularımız, şehirdeki ihtiyaç karşılama stratejilerine yönelik. Örneğin adam doyacak, suyunu içecek, kullanacak; bunlar nasıl organize edilmişti, onu anlamak istedik.

En önemli bulgumuz, depolama sistemi. Gıda maddelerinin depolanmasının belirli bir sisteme bağlı olduğunu saptadık. Şimdiye kadar tahıllar, büyük küpler içinde muhafaza ediliyor sanılıyordu. Çünkü çok yerde küp bulunuyordu. Biz tahılların yeraltı çukurlarında muhafaza edildiğini saptadık. 36-200 m2’lik çukurlar kazıyor ve tahılla dolduruyorlar. Üstünü toprakla kapatıyorlar, havayla teması kesiliyor. Bu şekilde tahılı onlarca yıl muhafaza edebiliyorlar.

Bu çukurlar yalıtılmış saklama mekânları mı? Yağmur sularından, nemden nasıl korunuyor tahıllar?
Yalıtım çukurun altına ve kenarlarına saman koyarak ve üstü toprak örtülerek yapılmış. Toprak zaten hava geçirmiyor. Çukurlar çok derin. Belki üstte ve yanlardaki bir kısım tahıl zayi oluyordur, ama ortadaki yüzlerce, hatta binlerce ton tahıl uzun süreler saklanabiliyor.

Bir yeraltı yapısı kazdık, uzunluğu 118 m. Bir futbol sahası 105 m uzunluğundadır, ondan uzun yani. Düşünebiliyor musunuz, büyüklüğünü. Bu binanın içindeki yan yana 32 dev oda ağzına kadar tahılla doldurulmuş, üzeri kapatılmış.

Tahıl buldunuz mu?
Bulduk. Yapının bir kısmı yanmış; oksijen giremediği için tahılların büyük bir kısmı için için yanmış, kömürleşmiş. Yüzlerce ton Hitit tahılı bu halde duruyor. Yer yer 1.5 m kalınlığında kömürleşmiş tahıla rastladık.

Bu miktarda tahıl 1 yılda tüketilebilir mi?

Büyük bir topluluk varsa, tüketilir. Bu yapı, aşağı yukarı 25-30 bin kişinin yıllık ihtiyacını muhafaza edebiliyor. Bu gerçekten büyük bir sayı; dolayısıyla bu 1 yıllık tüketim için değil, uzun vadeli saklama için. İyi ürün alınan yıllarda saklanıyor fazlası, kuraklık çekilecek dönemler için. Ya da kuraklık çeken başka bölgeler varsa, oraya gönderiliyor. Bu tahılın devlet hazinesinin bir kısmı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü tahıl dolu ambarlar, kralın gücünün devamlılığını sağlar. Kral kıtlık çeken bölgelere gönderir, hatta satabilir, gerekirse.

Kanalizasyon sistemleri var

Su depolama sistemlerini de bulduk.Yukarı Şehir’de şimdiye kadar 10 tane yapay su havuzu bulduk. Aşağı Şehre suyu kontrollü bir şekilde veriyor olmalılar. Hititler sadece kaynak suyuyla yetinmemişler, herhalde şehrin en kurak olduğu yaz aylarında kullanabilmek için büyük havuzlar yapmışlar.

Havuzlardaki su nasıl sağlanıyor?

Yakındaki ve belki uzaktaki doğal kaynaklardan geliyor. Kaynak 24 saat akıyor, kullanmadığınız zamanlarda bir yerde toplamak, korumak akıllıca.

Suyu kanallarla mı taşıyorlar Aşağı Şehre?

Bugün kullandığımız gibi kocaman künkler var, 1 metre boyunda, kilden. Bunları birbirine ekleyerek uzun hatlar döşemiş olmalılar, suyu bir yere götürmek için.

Kanalizasyon sistemi var yani.

Hem temiz su getirmek, hem de pis su götürmek için kanalları vardı.

Deneysel arkeolojiyle ayağa kaldırılan surlar

Hattuşa’da şu anda görülebilen yapılar hangileri?

Aşağı Şehir’de normal insanların, yani sivil halkın yaşadığı yapıların kalıntıları, daha doğrusu temelleri gözüküyor. Yine Aşağı Şehrin ortasında, büyük tapınağın kalıntıları var. Yukarı Şehrin sur ve şehir kapıları var: Aslanlı Kapı, Kral Kapı, Sfenksli Kapı. Sonra Yerkapı denen yapay bir set var. Setin altından 70 m uzunluğunda bir tünel geçiyor, Yerkapı adı oradan geliyor. Yukarı Şehrin ortasındaki tapınak mahallesinde, tapınakların kalıntıları var. Bir de iki semtin arasında, Kral Sarayı var. Ve onu çevreleyen surlar.

Ayağa kaldırılan Hitit surlarının rekonstrüksiyonu
Ayağa kaldırılan Hitit surlarının rekonstrüksiyonu

Son 3 yılda, surların bir bölümünün rekonstrüksiyonunu yaptık. Bu proje JTI firmasının desteği sayesinde gerçekleştirilebildi. Şehir surlarını kerpiçten yapmış, Hititler. Bütün mimarileri kerpiçten, evler ve tapınaklar da. Kerpiç hava koşullarıyla, yağmurla vs. zamanla yok olan bir malzeme. Dolayısıyla Hitit yapılarında kerpiçi değil, çoğu zaman yalnızca altındaki taştan temelleri buluyoruz. Ancak kerpiç yanıp tuğlaya dönüşmüşse, ya da izi kalmışsa, onları bulabiliyoruz.

Surun 65 m uzunluğunda bir kısmını ayağa kaldırdık, iki kule ile üç duvar parçası. Kulelerin yüksekliği 13 m, duvarlarınki 8-9 m. Bu Hattuşa ören yerinde şu an için görülebilecek en gösterişli şey. Kalıntılar çok önemli kuşkusuz ama, ayağa kaldırılan surlar, ziyaretçilere o dönem mimarisinin nasıl olduğunu canlı bir biçimde gösteriyor, üçüncü boyutu da katıyor.

Zaten bu projeyi geliştirmemizin bir nedeni de buydu. Ziyaretçilere o günü yaşatabilmek. İkinci nedeni de, deneysel arkeoloji yapmak. Yani bunu nasıl inşa ettiklerini, ne gibi malzemeler kullandıklarını, kaç kişi çalışarak, ne kadar sürede tamamlamış olabileceklerini, nasıl çalıştıklarını ve binanın ne kadar zamanda bakım istediğini deneyerek öğrenmek için.

Surun ve kulelerin formunu neye dayanarak yaptınız, örneği olmadığına göre?..

Hititler’den kalma kil maketler var. Büyük kapların kenarlarını kule maketleriyle süslemişler. Nasıl oldukları hakkında bu bir fikir veriyor, ama tabii detaylar gözükmüyor.

“Bin Tanrılı Ülke”nin “çok tapınaklı” başkenti

Hattuşa’da çok sayıda tapınak var, kaç tane?

Şimdiye kadar bulunan 31 tapınak var, daha da bulunabilir. Bazı metinlerde Hatti Ülkesi’nden “Bin Tanrılı Ülke” diye söz ediliyor. Tabii bu yuvarlak bir sayı, ama gösteriyor ki Hititler’de çoktanrılı bir din var. Hititler bir şehir ya da ülkeyi aldıklarında, o şehrin Tanrısının heykelini kendi başkentine götürüp, bir yere koyuyorlar; o dini kendi dinlerine katıyorlar böylece.

O zaman Hattuşa’da, Hitit Ülkesi sınırları içinde tapınım gören birçok Tanrıya adanmış tapınak olmalı… Bulduğunuz tapınakların her biri başka Tanrıya mı adanmış?
Öyle sanıyoruz.. Ama bazı tapınaklarda birden fazla Tanrının heykeli vardı. Aşağı Şehir’deki en büyük tapınağın iki tane kutsal odası var, bu nedenle diyoruz ki, en önemli iki Tanrıya adanmış olmalı: Fırtına Tanrısı ve Güneş Tanrıçası. Ne yazık ki elimizde, hangi tapınağın hangi Tanrı’ya adandığını gösteren belge yok.

Tapınakların kent yaşamındaki sosyal konumları ne? Aynı zamanda şehir ekonomisi içinde yer tutan bir işletme gibiler mi?

Evet. Bu durum özellikle Büyük Tapınak’ta iyi izlenebiliyor. Buradaki büyük depo odalarından anlaşılıyor ki, sadece bir tapınma yeri değil, aynı zamanda ekonomik bir merkez. Bu tapınağın depolarında yüzlerce büyük küp bulundu, her birinin kapasitesi neredeyse 2000 litre. Demek ki, büyük miktarda tahıl ya da baklagiller, şarap, yağ gibi malzemeler muhafaza ediliyordu. Ayrıca tabletlerden öğreniyoruz ki, tapınaklara ait araziler vardı. Hatta o arazide çalışanlar için de, Tanrıya ait deniyor. Yani tapınağa ait o işçiler.

Kral aynı zamanda başrahip, öyle değil mi? Tapınakla yönetimin ilişkisi nasıl?

Her tapınağın kendi rahipleri var. Ama başrahip her zaman kral.

Tapınaklarda depolananlar da, aslında devlet hazinesinin bir bölümü sayılabilir…

Bizim sorunumuz, ekonomi içinde yazılı belge olmaması. Dolayısıyla böyle şeyleri bilemiyoruz, ancak tahmin yürütebiliyoruz.

Tapınaklar: Diğer Hitit kentlerinin büyükelçilikleri

Yukarı Şehre, o kadar tapınağın yapılmış olması belki devletin büyümesiyle ilgili. Aldığı topraklardaki dinleri de kendi inancına katıyor ve bunun gereği, o inançlar için yeni tapınaklar inşa etmek…

Bu konuda birçok tez var. Tezlerden biri bana mantıklı geliyor: Kralın her sene bir dini yolculuk yapması gerekli, kurallar böyle. Ülkede şehirden şehre dolaşıyor ve o şehirdeki tapınaklarda ayin yapıyor, adak sunuyor. Bu politik bir iş tabii. Kral aslında o şehirde her şey yolunda mı diye kontrol ediyor. Metinlerde diyor ki örneğin, Kral Sarissa’ya gidiyor ve orada ayin yapıyor. 90 günlük bir gezi. Kral belki her sene bunu yapamaz ama, Sarissa’nın Tanrılarına her sene adak sunmak zorunda. Dolayısıyla belki Hattuşa’ya o Tanrıya ait bir tapınak koyuyorlar. Kral Hattuşa’daki o tapınağa giderek, Sarissa Tanrısına adak sunuyor. Böylece gezisini sembolik olarak tamamlamış oluyor. Aynı zamanda, o tapınak belki o şehrin büyükelçiliği oluyor. Çünkü Sarissa’nın rahipleri de orada. Bu bana mantıklı bir tez gibi geliyor.

Ünlü Yazılıkaya Tapınağı’ndan da söz edelim mi?

Yazılıkaya, şehrin 1,5 km kuzeydoğusunda, kayalar arasında, kabartmalarla bezenmiş kutsal bir alan. Bir düşünceye göre orası, yeni yıl kutlamalarının yapıldığı yerdi. Hititler’de yeniyıl ilkbaharın gelişiyle başlıyor. Bir metinde, yeniyıl kutlamalarında bütün Tanrı ve Tanrıçaların Fırtına Tanrısı’nın evinde buluştuğu yazılı. Yazılıkaya’daki duvar kabartmalarında ana sahne dediğimiz bir yer var; orada Fırtına Tanrısı ve Güneş Tanrıçası karşı karşıya geliyorlar. Fırtına Tanrısı’nın arkasında Tanrılar, Güneş Tanrıçası’nın arkasında Tanrıçalar sıralı. Tanrıların büyük kısmı orada resmedilmiş. Adeta bir resmi geçit, bir alay gibi.

Kral Sarayı, Topkapı Sarayı’na benziyor

Kral Sarayı denen yapının saray olduğu nasıl anlaşılmış?

Daha önce yapılan kazılarda, Kral Sarayında bir tane kabul salonu tespit edilmiş ve tablet muhafaza etmek için üç ayrı arşiv yeri bulunmuş. Bunların hepsi resmi amaçlı bina olduğunu gösteriyor.

Kral Sarayı, Yukarı Şehir ile Aşağı Şehir arasında, etrafı sarp, yüksek bir düzlükte yer alıyor. Etrafını surla çevirmişler, normal sur da dıştan geçiyor. Bu şehrin içinden de tehlike beklediklerini gösterir. Dünyadaki sarayların çoğunda aynı koruma yöntemi mevcut. Şehrin en eski döneminde, sadece Aşağı Şehir varken, Kral Sarayı, şehrin en yüksek yerindeydi. Kent genişleyince, yüksekte olma özelliğini yitirmiş; ortalarda bir yerde kalmış.

Sarayın yapısı, Topkapı Sarayı’nın yapısı gibi. Arka arkaya üç avlu etrafına dizilmiş yapılar şeklinde düzenlenmiş. Topkapı’dan biliyoruz, gelen diplomatlar, öneme göre farklı bir avluya alınırlar. Mesela 1. avluya alınır, bekletilir. Belki 2. avluya geçer, belki geçemez. Ama daha önemlileri, direkt 3. avluya alınır. Hititler’de de böyle olabilir.

Aslanlı Kapı, Kral Kapı, Sfenksli Kapı ve diğerleri

Kapılardan söz edelim mi?

Kentin uzunluğu 2,3 km, surların uzunluğuysa 6,5 km. Dolayısıyla çok yerde kapı olması gerek, yoksa saatlerce dolaşırsınız içeri girebilmek için. Şimdiye kadar bulunan kapılar, herhalde hepsi değil. Surun bir kısmının üstünde şimdi köy yer alıyor, o köyün altında ya da başka yerlerde de kapılar olmalı.

Kapılar çok gösterişli, büyük bloklardan yapılmış. Yukarı Şehir’deki 6 kapıdan 3’ü, kabartma tekniğiyle süslenmiş. Aslanlı Kapı’nın dışında iki büyük aslan gövdesi yer alıyor. Aslanlar dışarıya bakıyorlar, ağızları açık, tehditkârlar; aynı zamanda şehri koruyorlar. Kral Kapı da, kapının dışına değil, içeriye bakan kısmında bir kabartma var. Bir savaşçıyı gösteriyor. Bu kabartmadaki kişiyi eskiden kral sandıkları için, adı Kral Kapı olarak kalmış. Bu figürün kafasında bir miğfer ve miğferin üzerinde de boynuz var. Hititler’de boynuz, Tanrı demek. Dolayısıyla bu kabartma, bir Tanrıya ait olmalı. Savaşçı Tanrı deniyor, çünkü adı bilinmiyor. Şehrin en güneyinde de Sfenksli Kapı var. Bu kapıda da, hem içeriye hem dışarıya bakan sfenks figürleri var. Hititler’deki sfenksler aslan gövdeli, insan suratlı ve sırtları kanatlı.

Mısır’daki sfenkslerle bağlantısı var mı?

Mısır’daki sfenksler aslında firavunu gösteriyor, dolayısıyla erkek oluyor. Ama Sfenksli Kapı’daki sfenkslerin dişi olduğu sanılıyor. Diğer kapılar da aşağı yukarı aynı büyüklükte, ama bu saydıklarım dışında bezemeli kapı yok.

Aydınlanamayan soru: Ölülerini nereye gömdüler?

Bilinen kent planında eksik olan neler var; atölyeler ve mezarlık mı?..

Atölyeler eksik olabilir, Yukarı Şehrin batı kısmında, hem de Aşağı Şehir’de atölye izleri vardı. Ama atölye izleriyle beraber normal evlerin de izleri bulundu. Dolayısıyla insanlar gerçekten kendi oturdukları evin bir köşesinde mi işlerini yaptılar; yoksa ayrıca bir semtte mi çalışıyorlardı; bunu söylemek zor. Şehirde büyük ticaret faaliyetleri varsa, üretim yerleri de olur. Ama varsa, bulmalıydık.

Mezarlar da eksik. Aslında şehrin en büyük soru işareti bu: Bu insanlar nereye gömüldü? Çünkü 60 yıllık kazıda, toplam 100 mezar bile bulunmadı. Bulunanların büyük kısmı da, kent dışındaki bir kayanın dibinde bulunan 70-75 gömü. Şehrin içinde birkaç mezar bulundu ama; bir evin bahçesinde çocuk mezarı, örneğin. Olağan bir şey değil. Anne-baba çocuklarından ayrılmak istememiş ve bu nedenle oraya gömmüşler gibi. Bunun dışında mezar bulunmadı. Basit bir hesap yaparsak, nüfusu 5000 kabul edelim, şehrin yaşam süresi 450 yıl olduğuna göre, en az 100 bin ölü olması gerek. Neredeler? Bu sırf Hattuşa için değil, Anadolu’nun diğer bölgeleri için de geçerli. Eski Hititler’e ait birkaç nekropol bulundu, ama özellikle İmparatorluk Dönemi’ne ait hiçbir mezarlık bulunmadı şimdiye dek.

Kral mezarların gösterişli olacağını, daha kolay bulunabileceklerini düşünebiliriz…

Hiçbir Hitit Kralının mezarı bulunamadı bugüne değin. Kral için bir metin var. O metne göre, kral öldüğü gün akşamüstü yakılıyor. Küller kıymetli bir madeni kabın içine konuyor. Ondan sonra 14 günlük bir tören başlıyor. Törenin sonunda küllerin olduğu madeni kap, taş bir evin içinde bir yatağın üstüne, yanındaki eşyalarıyla konuyor. O taş evin çalışanları var, koruma altında.

Bu durumda kral mezarlarının kent içinde olması gerek, değil mi?

Kent içinde ya da yakınında. Aslında diğer kültürlere baktığımızda, kral mezarının görkemli bir biçimde şehrin içinde ya da yakınlarında olduğunu görüyoruz. Çünkü sonra gelen kral, ondan hüküm gücü alıyor. “Ben kralım, çünkü o mezarda yatan benim babam”.

Hattuşa’da birçok kaya kütlesinin üzerinde, koca bloklarla yapılmış büyük yapıların izleri bulunuyor. Ama erozyonla tahrip olmuş; dolayısıyla kazı yapmak mümkün değil. Ama gösterişli yapılar olduğu tahmin edildiğinden, acaba kral mezarları mıydı diye düşünüyoruz.

Karanlık Dönem’e ait bilinen ilk yerleşim: Büyükkaya

Hititler’in çöküşüyle birlikte, Anadolu’nun Karanlık Dönem’e girdiği tezi var, artık eskisi kadar rağbet görmeyen. Büyükkaya’da yaptığınız kazılarda bulduklarınız, bu döneme dair yeni bilgiler sağlamış…

Hititler, aşağı yukarı MÖ 1200’de Hattuşa’yı terk ettiler; 10-20 yıl gibi kısa bir süre sonra tekrar yerleşim oldu. Karanlık Çağı, yani Hititler’den sonraki hemen hiçbir şey bilinmeyen boş dönemi, Büyükkaya’daki kazıyla kısmen doldurabildik. İlk kez o döneme ait doğru düzgün bir yerleşim bulundu, Hattuşa ve çevresinde. Hititler, Orta ve Geç Tunç Çağı’ndalar; imparatorluğun çöküşüyle buradan gidiyorlar ve yerlerine Erken Demir Çağı’nda başka insanlar geliyor.

Büyükkaya’daki nasıl bir yerleşim?
Basit bir köy. Sığırlarıyla, domuzlarıyla yaşamışlar. Ama insanların farklı oldukları kesin. Çünkü mimari, malzeme, çanak-çömlek, aletler, hepsi farklı; Hititler’e benzemiyor. Ancak bir kısım çanak-çömleğin bazı formlarında Hitit havası var. Zaman içinde o da yok oluyor. Hititler’den birkaç insan orada kalmış, yeni gelenlerle kaynaşmış olabilir.

Örneğin Hitit Dönemi’nde seramik kaplar çarkta üretilirken, bu basit köy yerleşiminde, insanlar artık çarkla değil, evlerinde elleriyle çanak yapmaya başlıyorlar. Seri üretimi yapacak adamlar gitmiş demek ki.

Hattuşa yok mu edildi, yoksa terk mi edildi?

Eskiden Hitit başkenti Hattuşa, MÖ 1200 civarında bir düşman saldırısıyla, yerle bir edilmiş, yok edilmiş sanılıyordu. Çünkü şehrin birçok yerinde yangın izleri bulunuyordu; bu yangınların aynı dönemde olduğu sanılarak, şehrin büyük bir yangınla yok olduğu düşünülüyordu. Ama böyle olmadığını tespit ettik. En güzel örnek saray. Saray gerçekten yanmış, her yerde yanmış yapı izleri buluyoruz. Ama bu yapılar tamamen boş, içinden buluntu çıkmıyor. Halbuki kerpiçten yapılmış bir yapı yanarsa, çabuk bir biçimde dam, ardından da duvarlar çöker. Ve içerdekiler, belki en kıymetli eşyalarını almak fırsatını ancak bulabilirler, onun dışındaki mutfak kapları, tencereler, güveçler örneğin, içerde kalır. Bina alev alev yanıyor ve büyük bir moloz yığını haline geliyor; ancak yerini bildiğin kıymetli eşyanı kazıp alırsın, diğer kap kacağı kurtaramazsın, kırılmış olduklarını bilirsin. Bunların o yapıda bulunması gerek. Kazıyoruz, tonlarca yanmış duvarı kaldırdıktan sonra altından bir şey çıkmıyor. Boş. Ancak ne bulunuyor, tabletler.

Biz diyoruz ki, evler sistematik bir biçimde boşaltıldı. Her şey götürüldü, ama arşivler götürülemedi. Belki arşiv zaten önemini yitirmişti, onun için kimse uğraşmadı. Bir de bazı binalarda yanmış büyük küpler bulunuyor. Bunları yerinden çıkarmak da, taşımak da zor. Yani gereksiz ve taşınması zor şeyleri bırakmış, diğerlerini götürmüşler. Yanmış harabelerin içinde başka buluntu yok, saray ve tapınaklarda da. Bu da gösteriyor ki, binalar yangından önce boşaltılmış, yani şehir aslında toparlanarak terk edilmiş. Ancak belki, bir kısım insan kalmış olabilir. Özelikle çiftçiler, çünkü tarlalarını bırakıp gidemezler kolay kolay. Ama kral, tüccarlar, rahipler, zanaatkarlar, onlar gidebilir. Dışarıdan gelen düşmanın hiç izi yok aslında.

“Hititler, belki de dışarıdan gelmedi, Anadolulular”

Hititler’le ilgili olarak tartışılan diğer konular, Anadolu’ya nereden geldikleri ve Anadolu’daki yerli halklardan Hattiler ve Hurriler’le ilişkilerinin ne olduğu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eskiden Hititler’in Anadolu’ya dışarıdan, doğudan gelmiş olabilecekleri düşünülüyordu. Niye? Çünkü Hititler’in dili, Hint-Avrupa dil ailesinden. Hint-Avrupalı diller, Anadolu’ya dışardan gelmiş olmalı diye düşünülüyor. Dil dışarıdan gelmişse, o zaman Hititler de dışarıdan gelmiştir. Ama biz artık bu teorinin doğru olup olmadığını sorguluyoruz.

Hititler dışarıdan gelmiş olsa, köklerinin bir yerlerde bulunması gerek. Örneğin Hititler Kafkasya’dan geliyor, deniyor. Ama Kafkasya’da Hititler’in kökünü gösteren hiçbir buluntu yok. Burada bulunanlara benzer kültür varlıklarının olması lazım orada ve gelirken geçtikleri yerlerde. Ama öyle bir şey ne Kafkasya’da var, ne başka yerde.

Diğer taraftan Anadolu’nun Hitit öncesi dönemlerinin, örneğin Karum Dönemi ve hatta İlk Tunç Çağı’nın buluntuları ile Hitit buluntuları arasında yakın bir ilişki görüyoruz. Özellikle bu ilişki çanak-çömlekte çok belli, Eski Hitit Dönemi’nde kullanılan çanak-çömlek, Anadolu’da daha önce kullanılan çanak-çömleğin devamı. İnsanlar değişmedi herhalde. Birdenbire o insanların dili çıkıyor ortaya, çünkü tabletler var. Belki o dil, daha önce de konuşuluyordu, Anadolu’da. Bazı tezlere göre, Hititler’in dili, Anadolu’da yerli sayılıyor. Hint-Avrupalı dillerin kökeni Anadolu’ydu deniyor. En eskisi Anadolu’da bulunduğuna göre, Hint Avrupa dil ailesinin kökeni Anadolu olabilir. Hititçe, en eski, yazılı Hint-Avrupa dili.

Hattuşa Kralı ile Tarhuntaşşa Kralı’nın anlaşması

Üzerinde çok tartışılan bir konu da, Anadolu’yu Hititler’le paylaşan diğer kent devletçikleri. Boğazköy’de bulunan yeni bir tablet dolayısıyla, MÖ 1200 civarında kurulduğuna dair Yunan mitosları bulunan Likya Bölgesi’ndeki bir sürü kentin, bu tarihten çok daha eskilerde, Hititler Dönemi’nde de yaşayan kentler olduğu ortaya çıkmış. Patara’nın Pıtar, Perge’nin Parha, Tlos’un Tlava olduğu örneğin…

Söz ettiğiniz bronz tablet 1980’li yıllarda bulundu. Aslında o güne kadar, sadece kil tabletler bulunuyordu. Bronz, gümüş ve ahşaptan tabletler olduğu biliniyordu, ama bulunamamıştı. Bu bir ilk örnekti. Büyük de bir örnek, ağırlığı 5 kg. İçindeki bilgiler, birçok şehir, dere, tepe ve dağdan söz ediyordu. Filologlar, tablette geçen adların birkaçını sonraki dönemlerdeki adlarla da karşılaştırarak, haritaya yerleştirdiler.

Tabletin asıl içeriği, Hattuşa Kralı ile Tarhuntaşşa Kralı arasındaki bir anlaşma. Hattuşa Kralı’nın babası, Hattuşa’daki tahtı hakkı olmaksızın ele geçirmiş ve esas hak sahibini Tarhuntaşşa’ya göndermiş. Tarhuntaşşa’ya gönderilenin oğlu, Hattuşa tahtını geri istiyor, onun hakkı. Hattuşa’da o sırada tahtta oturan, tahtı çalan kralın oğlu. O da vermek istemiyor tabii, Tuthalya adlı kral. Diyor ki anlaşmada, özet olarak, “Biz aslında beraber büyüdük, birbirimizi seviyoruz. Sen hiç bana kötülük yapmadın. Ben de sana kötülük yapmadım. Anlaşalım. Bu taht aslında senin hakkın ama, madem ben burada oturuyorum, benim olsun. Ben sana Tarhuntaşşa’daki her şeyi veriyorum, sana hak veriyorum. Ama günün birinde aklına tahta geçmek gelirse, o zaman Fırtına Tanrısı seni yok etsin”.

Hattuşa’ya, Tarhunttaşşa ve taşradan bakabilmek…

Hattuşa’da hâlâ yapılacak çok şey var, mutlaka. Ama böyle bir şansınız, fırsatınız olsaydı, burayı destekler nitelikte bir yeri kazmak ister miydiniz? Neresi olurdu?

Aslında neresi olursa olsun, bir Hitit şehri kazmak önemli. Ama ad istiyorsanız, Tarhuntaşşa’yı bulmak isterdim derim. Tarhuntaşşa önemli bir krallık. Hattuşa’nın güneyinde yer alıyor. Tarhuntaşşa Krallığı’nın sınırları aşağı yukarı belli ama, Tarhuntaşşa şehrinin nerede olduğu belli değil. Tarhuntaşşa ve Tarhuntaşşa’daki arşiv bulunursa, yepyeni bilgiler verebilir.

Bağımsız bir yönetimi mi olmuş Tarhuntaşşa’nın?

Tam bağımsız değil, ikincil bir krallık. Hitit devlet sisteminde, büyük krallıklar, bir de ikincil krallıklar var. Büyük krallık Hattuşa’da, Hattuşa’da oturan kralın adı Büyük Kral. Öbür kentlerin de kralları var, ama büyük krala bağlılar. Tarhuntaşşa’da onlardan birisi. Yalnız bu ikincil krallıklardan Tarhuntaşşa ve Kargamış’ın özel yetkileri var. Sözünü etmiştik, Tartuntaşşa bir dönem başkentlik de yapıyor. Başkentliği sırasındaki arşivler orada, ne gibi bilgiler var acaba?

Hititler’le ilgili bilgiler açısından gözler şimdiye kadar Hattuşa kazılarındaydı, ama kazılan diğer Hitit kentleri yeni bilgiler sağlıyor ve sağlayacak…

Aslında Hitit araştırmalarının sorunuydu bu: 1980’li yıllara kadar çok az Hitit yerleşmesi kazıldı. Dediğiniz gibi gözler hep Hattuşa’daydı, oradan sürekli yeni şeyler bekleniyordu. Ama şimdi taşradaki şehirlerde de kazı yapılıyor, Şapinuva, Sarissa, oradan da tabletler çıkıyor, bilgiler geliyor. Bu birdenbire farklı açılar geliştirdi. Hititler’e hep merkezden değil, biraz da Hitit taşrasından bakalım. Onun için Hattuşa’nın dışındaki Hitit kazıları son derece önemli. Ki onlar da kentsel yerleşmeler aslında; gerçek bir Hitit köyü nasıldır, hiç bilmiyoruz.

Hattuşa, Kültür Bakanlığı’na bağlı bir ören yeri ve aynı zamanda Milli Park…

Evet. Bir de, UNESCO’nun dünya mirası listesine, Türkiye’den alınan 9 yerden biri.

Hattuşa’dan çıkmış kültür varlıkları nerede sergileniyor?

Türkiye’nin çeşitli yerlerinde. Bu durum, kazının tarihçesiyle de ilgili. İlk kazılar, İstanbul Müzesi’nden yapılmış, dolayısıyla o buluntular İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi’nde yer alıyor. Sonraki buluntuların çoğu Ankara Müzesi’ne gitmiş, şimdiki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne. 1960’lı yıllarda, Boğazköy’de bir müze inşa edilmiş, buluntular oraya gitmeye başlamış. Ama bu müze Çorum’a ait olduğundan, birkaç eser de Çorum Müzesi’ne gitmiş. Yani Hattuşa buluntularını 4 müzede görmek mümkün. Ama en yoğun olarak, Boğazköy ve Çorum Müzesi’nde.

Teşekkürler.

***

Hattuşa / Boğazköy’ün bulunuşu ve kazılar

1834: Charles Texier Hattuşa kalıntılarını bulur. Texier şehir planının yanı sıra, bazı kalıntıların ve Yazılıkaya kabartmalarının krokisini çıkarır. Med şehri Pteria’yı bulduğunu sanır.

1836: William J. Hamilton 1 günlüğüne Hattuşa’ya gelir ve çizimler yapar. Çizimler arasında 1 no.lu tapınağın planı da vardır. Burayı Galat / Roma şehri Tavium sanır.

1858: Heinrich Barth ve Andreas Mordtmann da 1 no.lu tapınağın kalıntılarını çizer ve Yazılıkaya’da küçük B Odası’nı kazarak kabartmaları ortaya çıkarırlar.

1861: Georges Perrot, Edmond Guillaume ve Jules Delbet Yazılıkaya kabartmalarının daha isabetli çizimlerini yapar ve Yazılıkaya, Yenicekale ve Nişantaş yazıtının ilk fotoğraflarını yayımlarlar.

1864: Henry J. van Lennep Yazılıkaya’nın çizimlerini yapar.

1882: Karl Humann topoğrafik bir plan çıkarır ve Yazılıkaya’da birçok kabartmanın alçı kopyalarını yaptırır.

1893-94: Ernest Chantre Büyük Tapınak, Büyükkale ve Yazılıkaya’da sondajlar yapar. Hattuşa’nın ilk çiviyazılı tabletlerini yayımlar.

1906: İstanbul Arkeoloji Müzesi adına Hugo Winckler ve Theodor Makridi Büyükkale’de kazılar ve diğer yerlerde sondajlar yaparlar. 2500 çiviyazılı tablet parçası bulunur ve böylece buranın Hitit başkenti Hattuşa olduğu öğrenilir.

1907: İstanbul Arkeoloji Müzesi ile birlikte Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Alman Şark Cemiyeti’nin ilk kazısı: Winckler ve Makridi’den başka Otto Puchstein başkanlığında bir grup çalışır. Görünürdeki kalıntılar çok sayıda plan ve fotoğraf ile ilk olarak eksiksiz bir şekilde belgelenir ve arazinin daha doğru bir topoğrafik haritası çıkartılır.

1911-12: Winckler ve Makridi’nin kısa süreli kazıları.

1915: Hattuşa / Boğazköy’de ele geçen çiviyazılı tabletler yardımıyla Bedrich Hrozný, Hitit dilini çözmeyi başarır.

1931-39 ve 1952’den günümüze kadar: Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün, Alman Şark Cemiyeti’nin uzun yıllar süren katkılarıyla yürüttüğü ve başkanlığını Kurt Bittel (1977’ye kadar), Peter Neve (1993’e kadar) ve Jürgen Seeher’in yaptıkları kazılar.

Kaynak: www.hattuscha.de

***

Hititler

Hititler, MÖ 2.binde Anadolu’nun büyük bir kesiminde ve Kuzey Suriye’de hüküm sürmüşlerdir. Konuştukları dil, Hint-Avrupa grubuna dahildir. Hititler, Orta Anadolu’da, yani Hatti ülkesinde var olan köklü kültür birikimini benimseyerek, yeni bir sentez oluşturmuşlardır.

MÖ 1650/1600’lerde, Hattuşlu anlamına gelen Hattuşuli, bugün Çorum sınırlarında kalan Boğazköy / Hattuşa’da ilk Hitit krallığını kurdu. Böylelikle, o zamana dek birbirinden bağımsız şehir devletlerine ev sahipliği yapan Anadolu, tarihinin ilk siyasi birliğine ulaştı. Ardılı I. Murşili, zamanında krallığın sınırları Anadolu dışına taştı; güneyde Halep alındı, Babil’e kadar inildi. Bundan sonra inişli çıkışlı bir başarı tablosu sergileyen Hititler, MÖ 14. yüzyılın ortalarında tahta çıkan genç ve dinamik I. Şuppiluliuma zamanında en parlak dönemlerini yaşadılar.

Artık yakın doğunun hatırı sayılır imparatorluklarından, süper güçlerinden biri haline gelen Hitit Devleti, Doğu Akdeniz’de gücünü kanıtlamak isteyen Mısır ile sürekli bir sürtüşme içine girdi. Bu sürtüşme MÖ 1275 yılında Kuzey Suriye’de yer alan Kadeş’te, II. Muvattali yönetimindeki Hitit Ordusu’yla, II. Ramses yönetimindeki Mısır Ordusu’nun giriştikleri savaşta doruk noktasına ulaştı. Bu savaşı takiben yaklaşık MÖ 1259 yılında imzalanan antlaşma, dünyanın ilk resmi yazılı antlaşmalarından oluşuyla önem taşımaktadır.

Bu parlak dönemden yüz yıl kadar sonra MÖ 1200’lerde Hitit İmparatorluğu iç ve dış huzursuzluklar nedeniyle yıkılır. Başkent Hattuşa terk edilir.

Merkezi Hitit Devleti’nin çöküşünden sonra, Tunç Çağları bitip Demir Çağı’nın başladığı bu dönemde, imparatorluğun çekirdek bölgesi olan Kızılırmak kavsi içinde, yarı göçebe boyların seyrek yerleşim gösterdikleri Karanlık Çağ adı verilen dönem başlar. Anadolu’nun güneydoğusunda ise, MÖ 1100-700 arasında Geç Hitit Krallıkları adı verilen küçük şehir devletleri varlıklarını sürdürürler, ancak bu bölgede de merkezi bir Geç Hitit Devleti kurulmaz.

***

Hitit Kralları ve Kraliçeleri

Eski Hitit Dönemi

MÖ 1650-1620           I. Hattuşili (II. Labarna) ve Kadduşi

MÖ 1620-1590           I. Murşili  ve Kali

I Hantili ve Harapşeki / Harapşili

  1. Zidanta ve … ta/şa

Ammuna

  1. Huzziya

MÖ 1525-1500           Telipinu ve İştapariya

 

Orta Hitit Dönemi

MÖ 1500-       Tahurvaili

Alluvamna ve Harapşili / Harapşeki

  1. Hantili
  2. Zidanta / Zidansza ve İyaya
  3. Huzziya ve Şummiri
  4. Muvattalli

MÖ 1450-1420           I./II. Tuthaliya ve Nikkalmati

MÖ 1420-1400           I. Arnuvanda ve Aşmunikkal

MÖ 1400-1380           II./III. Tuthaliya ve Taduhepa

 

İmparatorluk Dönemi

MÖ 1380-1345           I. Şuppiluliuma ve Henti, Tavananna

MÖ 1345-1343           II. Arnuvanda

MÖ 1343-1310           II. Murşili ve Gaşulaviya, Danuhepa

MÖ 1310-1282           II. Muvattalli (Kadeş Savaşı, 1285)

MÖ 1282-1275           III. Murşili (Urhi-Teşup)

MÖ 1275-1250           III. Hattuşili ve Puduhepa (Kadeş Antlaşması, 1270)

MÖ 1250-1220           IV. Tuthaliya

MÖ 1220-1215           Kurunta (Ulmi-Teşup)

MÖ 1215-1210           III. Arnavunda

MÖ 1210-1200           II. Şuppiluliuma

Kaynak: Arkeoatlas, Sayı:3, 2004.

***

Hititler’de siyasi ve sosyal yapı

Hitit kentleri, Boğazköy (Hattuşa), Kuşaklı (Sarissa), Maşat Höyük (Tabikka) ve Ortaköy’den (Şapinuva) bulunan tabletlerdeki metinler, Hitit devlet yapısıyla ilgili bilgiler de vermektedir. Toprak ekonomisine dayanan imparatorluk, vergi vermeye yükümlü kıldığı birkaç krallığı egemenliği altında tutuyordu. Başkentte yaşayan “Büyük Kral”, aynı zamanda başkomutan, başrahip ve yargıç görevlerini yürütüyordu. Kralın verdiği kararlar, “panku” adı verilen soylular meclisince onaylanıyordu. Kraliçe de, kendine ait mührüyle bazı kararlarda krala eşlik ediyordu.

Yönetici sınıf içinde, devlet işlerini yürüten memurlar ile çiviyazısını okuyup yazan kâtipler bulunmaktaydı. Tapınakların kendi personelleri vardı. Yönetici sınıf, tüccarlar, zanaatkârlar şehir halkını oluştururken, tarımla geçinin halk, köylerde oturuyordu. Savaş esirlerinden oluşan köleler de kanunlar karşısında belirli haklara sahipti. Kazanç belirli kurallara göre vergilendiriliyordu. Daimi bir ordu vardı, ancak savaş halinde askerlerin sayısı ihtiyaca göre arttırılabiliyordu.

***

Hititler Dönemi Anadolu’sunun bitki örtüsü ve hayvanları

Dr. Jürgen Seeher

Hititler Dönemi’nde Orta Anadolu’nun bitki örtüsü ve hayvan âlemi hakkında bilgi edinmenin üç ana yolu vardır: 1) Hitit yazılı kaynaklarının incelenmesi, 2) Hitit sanatındaki tasvirlerin yorumu, 3) Kazılarda bulunan hayvan kemikleri ve bitkisel kalıntıların incelenmesi.

Hitit çiviyazılı tabletlerinde hayvan ve bitki adlarına sıkça rastlanır. Ancak genellikle yalnızca ad vermekle yetinilmiş olduğundan, söz konusu kelimenin hangi hayvanı tanımladığı anlaşılmaz. Sığır, koyun, keçi, domuz, at, geyik gibi ekonomik açıdan önemli hayvanların Hititler’in kullandıkları adlarını biliyoruz; ancak kuş cinsleri ve diğer yabani hayvanların çoğunun Hititçe karşılıklarını saptamak henüz mümkün değil, çünkü metinlerde bu hayvanların belirleyici özelliklerine değinilmemekte. Aynı durum yalnız ekonomide değil, tıp ve kült işlemlerinde de önemli roller oynamış bitkiler için de geçerlidir.

Hitit sanatında gerçekçi stil tercih edildiğinden, hayvan tasvirlerinde cins saptamak genelde mümkündür. Ancak hayvan tasvirli eserlerin sayısı çok değildir: Bunlar kaya kabartmaları, mimaride kullanılmış bezeli parçalar, figürlerle bezeli toprak ve madeni kaplar ve hayvan heykelleridir. Bunlarda da ekonomi ve kült için önem taşıyan hayvanlar ağırlıktadır. Bitki betimleri ise çok enderdir.

Kazılardan bu konuya açıklık getiren ilginç bilgiler elde edilmektedir. Hattuşa yerleşmesini oluşturan katmanlar içerisinde, mutfak çöpü olarak evcil hayvanların, sürü hayvanlarının ve av hayvanlarının kemikleri korunagelmiştir ve bunlar zoologlar tarafından incelenerek cins saptaması yapılabilmektedir. Hattuşa’da Hitit Dönemi’nde olduğu gibi. bir önceki ve bir sonraki dönemlerde de en yaygın olarak koyun, keçi, sığır ve daha az miktarda domuz hayvancılıkta rol oynamıştır. Cins saptamasının yanı sıra zoologların çalışmaları sonucunda başka ilginç ayrıntılar da ortaya çıkabiliyor: Örneğin, Hattuşa’da Hitit sürülerindeki koç sayısı, anaç koyun sayısından iki kat daha fazlaydı. Takip eden dönem olan Erken Demir Çağı’nda ise dişi ve erkek hayvan sayısı birbirine eşitti. Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere Hititler’de yün üretimi ön planda tutulurken, Erken Demir Çağı’nda süt üretimine önem veriliyordu. Sığır, at, katır ve eşek, Hititler’de yük hayvanı olarak kullanılıyordu. Şimdiki bilgilere göre, atlar arabaları çekiyor, ama henüz binek hayvanı olarak kullanılmıyordu. Ayrıca, Hititler değişik köpek cinsleri de besliyordu. Yabani hayvan kemikleri arasında geyik, yabandomuzu, tavşan, tilki, porsuk, vaşak, gelincik, kunduz, kurt, ayı ve çeşitli kuş türleri sayılabilir. Yaban hayvanlarının çoğunun orman hayvanları oluşu, o dönemde Orta Anadolu’nun yoğun orman örtüsüyle kaplı olduğunu ispatlar. Çok seyrek olarak, aslan kemiklerine de rastlanmıştır; o dönemde Anadolu ve Balkanlar’da aslanın yaşadığını biliyoruz. Hattuşa’da bulunmuş en yabancı kökenli hayvan istiridyedir. Hattuşa’da yenmiş olduğunu gösteren hâlâ kapalı durumdaki istiridyelere, çeşitli Hitit tabakalarında rastlanmaktadır.

Kazılardan ele geçen kömürleşmiş bitki kalıntıları, botanik araştırmaları için önemli malzeme sağlar. Beslenme için, bugün de olduğu gibi tahıllar (buğday, arpa) ön plandaydı. Mercimek, fasulye, bezelye gibi baklagiller, bitkisel proteini sağlıyordu. Yetiştirmesi ve uzun süre saklanması kolay olan bu ürünler, tahıllarla beraber Hititler’in beslenme ve tarım organizasyonunun temelini oluşturuyorlardı. Ayrıca kiraz, kızılcık, yabaneriği, incir, üzüm, fıstık, fındık, böğürtlen, ahududu gibi meyveler de Hititler’in sofrasını süslüyordu. Bina yapımında ve çeşitli marangozluk işlerinde kullanılan ahşap, Anadolu’da bugün de var olan meşe, ıhlamur, dişbudak, kayın, kavak ve çam çeşitlerinden elde ediliyordu.

Görüldüğü gibi, zoologların ve botanikçilerin araştırmaları Hitit Dönemi’ndeki çevre koşulları ve çevreyi kullanım şekilleri hakkında değerli bilgiler veriyor. Kesin olan o dönemde Orta Anadolu’nun sık ormanlarla örtülü ve bu nedenle ikliminin bugüne göre daha nemli olduğudur. Yağış daha fazlaydı ve buna bağlı olarak yaz ve kış arasındaki fark daha azdı. Sık orman örtüsü erozyonu engellediğinden, toprak daha fazla nem tutabiliyor, bu da bitki örtüsünün daha iyi gelişmesini sağlıyordu.

***

Hattuşa tabletleri

Dr. Jürgen Seeher

MÖ 2.binde bronz ya da tahtadan bir kalem ile yumuşak kil tabletler üzerine Babil çiviyazısını kullanarak yazma geleneği vardı. Bu kil tabletler daha sonra kurutularak, hatta belki de ateşte pişirilerek dayanıklı hale getiriliyordu. Hitit başkenti Hattuşa’da bugüne kadar yaklaşık 30 bin çiviyazılı tablet parçası bulunmuştur. Aşağı Şehir’de Büyük Tapınak’ta ve Yamaç Ev’de arşivlere rastlanmıştır. Büyükkale üzerindeki Kral Sarayının üç ayrı odasında da arşivler ve Yukarı Şehir’deki tapınakların bazılarında daha az sayıda tabletin muhafaza edildiği depo buluntularıyla karşılaşılmıştır. Tabletlerin çoğu Hititçe ve Akadça olmakla beraber Luvice, Palaca, Hurrice ve Sümerce de kullanılan dillerdir. Metinlerin çoğu din, fal ya da kült kuralları gibi dini içerikli olabilecekleri gibi, antlaşma metinleri, hukuk kuralları, yazışmalar ve yıllıklar gibi sarayı ilgilendiren konular da tabletlerin konusunu oluşturabiliyordu.

Ticaret, tarım, hayvancılık, zanaat gibi günlük yaşamla ilgili konulara tabletlerde çok az değinilmiştir. Olasılıkla tabletler yalnız rahip ve yönetici sınıfı tarafından kullanılıyordu ve bu sınıfın seçtiği konular çiviyazılı tabletlerle kayıt altına alınıyordu. Ancak bu denli gelişkin bir devletin ekonomiyi yazılı kayıt altına almaksızın yürütmüş olabileceği düşünülemez. O halde bu belgelemenin başka şekilde yapılmış olması gerekir: Çiviyazılı metinlerden iki tür yazıcı/kâtip mesleğinin varlığını biliyoruz; kil tablet yazıcısı ve tahta tablet yazıcısı. Çok uzun süre saklanması gerekmeyen metinler üstü balmumu kaplı tahta tabletlere ya da doğrudan tahta üzerine mürekkep ile yazılıyordu. Bunlarda belki çiviyazısı değil, Hititler’de yaygın ikinci yazı türü olan Luvi hiyeroglifleri kullanılıyordu. Bir resim yazısı olan hiyeroglifler, kaya kabartmalarında, mühürlerde yaygındı; ama büyük olasılıkla tahta üzerine yazmak için çiviyazısından daha uygundu. Bütün Hitit araştırmacıları, günün birinde nemli ortamda havasız kaldığı için günümüze ulaşabilmiş bir yazılı tahta tabletin bulunacağını ümit etmektedir.

 

Önceki İçerikAlternatif ders kitabı
Sonraki İçerik16. Dünya Amatör Çiftler Go Şampiyonası
İÜ Eczacılık Fakültesi mezunu. Eczacı ve popüler bilim yayıncısı. Başta Bilim ve Ütopya ile Bilim ve Gelecek olmak üzere, #tarih, Roman Kahramanları, Papirüs, Aydınlık, Cumhuriyet Kitap Eki, Radikal Kitap Eki gibi dergilerde çok sayıda yazısı, söyleşisi ve çevirileri yayımlandı. "Savaş Emek Kitabı - Gel Ey Seher" adlı biyografik bir nehir söyleşi kitabı ve "Hayal Hızı Çetesi İnsanın Atasını Arıyor" adlı bir çocuk kitabı bulunuyor.