Bilgi ve kavramların doğuştan mevcudiyetini eleştiren Locke, doğuşunda insanın zihninin hiç yazılmamış boş bir kâğıda benzetilebileceğini (Tabula Rasa), bütün kavramların ve kavramsal bilginin tecrübe sonucu oluştuğunu öne sürmüştür. Doğuştan bilgiyi duyuları kullanabilme ve algıları kavramsallaştırabilme yeteneği olarak sınırlamaktadır. O, modern bilim ile ampirik felsefenin kalıcı ittifakının kurucusudur.
“Zihnimizde doğuştan kavramlar yoktur”, “Bilgilerimizin kaynağı tecrübelerimizdir”, “Bu bilgiler de kesin doğru değil, eksik ve kusurludur” sözleriyle herhalde, bugün çok az kişiyi şaşırtabiliriz. Çünkü çocukluğumuzdan itibaren aile, eğitim, öğretim ve çalışma hayatımız, diğer insanlarla, toplumla ilişkilerimiz bu tecrübe edilebilir, tecrübe ile uyuşmadığı takdirde değiştirilebilir bilgi ya da kavramlar çerçevesinde şekilleniyor. John Locke (1632-1704), yaklaşık üç yüz yıl önce “insanın anlama yetisi” üzerine düşünürken vardığı bu sonuçlarla ampirik felsefe geleneğinin kurucusu, Batı Aydınlanmasının başlatıcısı sayıldı.
Ampirik bilgi kuramının babası
Önsöz olarak okurlarına yazdığı mektupta, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’yi “… sen onu okurken, benim onu yazarken duyduğum zevkin yarısını bile duyarsan, ben nasıl emeklerimin boşa gittiğini düşünmüyorsam, sen de paranı boşa harcadığını düşünmezsin” sözleriyle tavsiye eden Locke, Aydınlanma düşüncesi, konusu “insan ve dünyası” olan bir “kültür felsefesi” (1) olarak yorumlanabiliyorsa, bu düşüncenin parlak bir örneğini sunmuştur. Düşüncenin kilisenin çizdiği sınırların dışına çıkarılmasında son aşama olan Aydınlanma Dönemi, Locke’un İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’de (bundan sonra “Deneme” diye söz edeceğiz) derli toplu halde tartışmaya açtığı ampirik bilgi kuramıyla başlamıştır.
Locke’un felsefede yeni bir akımın öncüsü sayılması için kendi çağının meseleleriyle ilgilenmesi yeterli olmuştur. Kendisi “Bilimsel Devrim”in çağdaşıdır. Elastisite teorisini geliştiren Robert Hooke (1635-1703), modern kimyanın kurucusu sayılan Robert Boyle (1627-1694), Oxford’da tıp eğitimi alan John Locke’un bilim tarihine adını yazdırmış dostlarından bazılarıdır. Boyle, Francis Bacon’un gözlem ve deneye dayalı bilim anlayışının etkisinde kimyayı yeniden kurmaya çalışırken; yakın arkadaşlarından Thomas Sydenham (1624-1689), Boyle’un yöntemini anatomi ve tıp çalışmalarında kullanmakta, icada, keşfe neden olmayan bilginin değersiz olduğunu, genel kuramların bilimi durdurduğunu iddia etmektedir (2).
Locke, okura mektubunda, dostlarını da övdükten sonra “büyük” Huygens (1629-1695) ve “eşsiz” Newton (1643-1727) gibi ustaları yetiştiren bir “bilgi çağı”nda “alanı biraz temizlemek ve bilgi yolunu örten döküntüleri ortadan kaldırmada kol işçisi olarak çalışmak bile yeterli bir tutku olabilir” demektedir (3).
Gençliğini böyle bilimsel, ışıklı bir ortamda yaşayan Locke, bilgili dostlarının yöntemini felsefeye, epistemolojiye uygulamıştır. Descartes’ı üniversite yıllarında okumuştur. “Okullarda alışılmış, felsefe üzerine anlaşılmaz biçimde konuşma yolundan ilk kurtuluşunun büyük minneti”ni Descartes’a borçlu olduğunu söyler (4). Fakat kendisi Descartesçı olmamış, aynı dönemde Descartesçı düşüncenin karşıtı olan Gassandi’yi, Hobbes’u birlikte incelemiş, etkilenmiştir. Hatta kitabının ilk iki bölümünü tamamen doğuştan ideler öğretisini eleştirmeye ayırmıştır.
Amerikan Devrimi’ne esin veren siyaset felsefesi çalışmaları
John Locke sadece bilimsel devrimlerin çağdaşı değildir. Düşüncelerini salt devrinin bilimsel tartışmalarıyla sınırlamak yetersiz, hatta olayın sadece bir yönüne dikkat çekmek olacaktır. Yaşadığı dönem İngiltere tarihinin de kritik yıllarıyla çakışmaktadır. Üstelik Locke bu devrin sadece izleyicisi değildir. Avukat babası, İngiliz İç Savaşı’na Kraliyetçiler’e karşı savaşan Parlamento Partisi’nin süvari kıtalarından birinin lideri olarak katılmıştır. 1642-1651 yılları arasında kesintilerle süren iç savaş sona erdiğinde, Locke 20’li yaşlarına başlamak üzeredir. Özgürlükçü ve eleştirel düşüncesi muhtemelen bu dönemlere kadar uzanmaktadır. Üniversite yıllarındaki arkadaşlarının çoğu cumhuriyetçilerden yanadır. En yakınındaki Sydenham Cromwell’in devrim ordusuna hizmet vermiştir.
Locke’un hayatında milat olarak anılan bir diğer önemli olay, Lord Shaftesbury adıyla İngiliz tarihinde önemli roller oynamış Anthony Ashley Cooper’la tanışmasıdır. 1666’da tesadüfen tanışmaları sonucunda Lord, zekâsından etkilendiği genç John Locke’u kendisine özel hekim ve danışman yapar. İç savaşa kraliyetçilerle başlayıp, sonra Cromwell’in tarafına geçen, fakat Cromwell diktatörlüğüne de karşı çıkmış Lord’un malikânelerini ve arazilerini John Locke yönetir, parlamentoya sunulacak projelerinin taslaklarını hazırlar. Lord aynı zamanda Kuzey Amerika’da Caroline’daki plantasyonlardan sorumlu validir ve buradaki işlerin düzenlenmesinde de yardımcısı Locke’tur. Plantasyonlarda genellikle Afrika’dan getirilen köleler ve Amerikalılar çalıştırılarak Avrupa’ya satılmak üzere pamuk ve tütün yetiştirilmektedir. Dönemin anlayışına göre daha, “liberal” ve “reaksiyoner”, yani “daha insaflı” diyebileceğimiz düşüncelerin ilginç bir bileşimi olan Caroline Anayasası’nı Lord’a hizmet ettiği dönemde Locke hazırlamıştır.
Siyaset felsefesi açısından Deneme’nin epistemolojideki yerinden daha az değerli olmayan ve Deneme ile aynı yılda, 1689’da, “Kansız Devrim” olarak da anılan aristokratların ve burjuvazinin ittifakıyla Kral II. James’in tahttan indirildiği 1688 Devrimi’nden bir yıl sonra yayımlanan ve devrimi savunan Uygar Yönetim Üzerine İki İnceleme, John Locke’un zengin siyasal geçmişinin bir ürünüdür. Özgürlük, doğal hukuk, hak kuramı, toplum sözleşmesi, devrim hakkı üzerine fikirleriyle Amerikan Devrimi’ne esin kaynağı olmuştur. Eserin ikinci incelemesi kapitalizm ve parlamenter demokrasinin manifestosu olarak adlandırılır. Din alanında her türlü dogmatizmi eleştirmiş, “en az öğretiye karşı, en çok hoşgörü” formülüyle tanımlanabilecek bir anlayışın savunucusu olmuştur. Kilisenin dinsel iktidarına karşı yönetenlerin yönetilenlerin rızasına dayalı iktidarını, bir nevi “halk egemenliğini” önermiştir. Felsefi ve siyasal fikirleri, çalışmaları eşzamanlı ve paralel olarak gelişmiş aynı dönemlerde sonuçlanmışlardır.
Tabula rasa: “İnsan doğduğunda, zihni beyaz bir kâğıttır”
Deneme, Locke’u insan zihni üzerine düşünmeye iten tüm bu koşulların yarattığı atmosferde ortaya çıkan bir metindir. Amacını: “… İnsan bilgisinin kaynağını kesinliğini ve genişliğini, bunun yanında da inancın, sanının ve onaylamanın temellerini ve derecelerini araştırmak… Bu bakımdan, bir insanın ayırt etme yetilerini, bunların ilgili oldukları nesneler üzerinde kullanıldıkları sırada incelemek yeterli olacaktır. Eğer zihnimizin bütün bu yetilerini açık ve tarihsel yöntemle adım adım inceleyerek, anlığın şeylerden elde ettiği kavramları hangi yollarla edindiğini herhangi bir biçimde gösterebilirsem; bilgilerimizin kesinlik derecesinin sınırlarını ve insanlar arasında geçerli olduğu görülen inançların temellerini belirtebilirsem; bu konu üzerine düşünmekle vaktimi boşa harcamamış olacağımı sanıyorum; çünkü bu inançlar böylesine değişik ve böylesine karşıtlık içinde olmalarına karşın, yine de dünyanın şurasında ya da burasında öyle bir inan ve güvenle desteklenirler ki; insan türünün değişik duygularını ele alarak bu duygular arasındaki karşıtlıkları incelemenin ve bir insanın onları ne çürük bir temele dayanarak benimseyip ne ateşli bir çabayla ve coşkuyla savunduğunu gözlemlemenin yorgunluğuna katlanacak olan bir kimse, belki de şeylerden birinden: ya doğru diye bir şeyin bulunduğundan ya da insanlığın, o doğrunun bilgisine ulaşmak için yeterli olanağa sahip olduğundan şüphelenmekte haklı olacaktır” cümleleriyle açıklamaktadır (5).
Bilgi ve kavramların doğuştan mevcudiyetini eleştiren Locke, doğuşunda insanın zihninin hiç yazılmamış boş bir kâğıda benzetilebileceğini (tabula rasa), bütün kavramların ve kavramsal bilginin tecrübe sonucu oluştuğunu öne sürmüştür. Doğuştan bilgiyi duyuları kullanabilme ve algıları kavramsallaştırabilme yeteneği olarak sınırlamakta, Tanrının varlığını da insana bahşedilen bu yetenekle ispatlamaktadır. Bu sebeple deneyci yaklaşımı, “bilgi deneyci değil”, “kavram deneyci” olarak tarif edilmektedir. Deneme, “doğru bilgi”nin sınırlarının genişletilmesi için Platon, Augustinus, Descartes geleneğine karşı, ampirik anlayışın bir mücadelesidir. Varlığa, maddeye ilişkin bütün tinsel dayanak arayışlarını sona erdirme çabasındadır. Bu aynı zamanda dogmatik kilise öğretisinin de eleştirilmesi demektir. Locke maddeyi ona dair algımızın, atfettiğimiz niteliklerin taşıyıcısı olarak yeniden tarif etmektedir. Bilgi teorisinde zihinde doğuştan mevcut olan a priori bilginin keşfinin öne çıkarılması yerine, dış dünyaya dair gözlem ve deneye dayalı yenilikçi, “icatçı” bir anlayış geliştirmeye çalışmıştır. Kendisinden sonra gelen Berkeley (1685-1753) ve Hume (1711-1776) deneyci anlayışı radikalleştirseler de; Berkeley, deneyci bilginin kusurluluğu ve yanıltıcılığı sebebiyle gerçekliğin inkârına varan subjektif idealizmiyle, Hume düşüncenin ve bilginin geçmiş algıların çağrıştırılmasından ibaret olduğunu ileri süren köktenci şüpheciliğiyle, Locke’un kuramının pratik değerini ve önemini azaltamamıştır. O, modern bilim ile ampirik felsefenin kalıcı ittifakının kurucusudur.
Dipnotlar
1) Gökberk, Felsefenin Evrimi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1979.
2) Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, 1976.
3) Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Çev. V. Hacıkadiroğlu, Kabalcı Yayınevi, 1996.
4) D. Woozley, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme içinde “Giriş”, Çev. V. Hacıkadiroğlu, Kabalcı Yayınevi, 1996.
5) Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Çev. V. Hacıkadiroğlu, Kabalcı Yayınevi, 1996.