Ana Sayfa 46. Sayı Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası Hatemi Senih Sarp’ın ‘İlmin Felsefî Kıymeti’ adlı...

Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası Hatemi Senih Sarp’ın ‘İlmin Felsefî Kıymeti’ adlı makalesi üzerine

813
Hatemi Senih

Cumhuriyetin Aydınlanma odaklı kültürel devrimini ve seküler dünya görüşünü içselleştirmiş bir öğretmen ve aynı zamanda bir düşünür olan Hatemi Senih, “İlmin Felsefî Kıymeti” adlı makalesinde, bilimin konusunu, nesne ve olayların nedenlerini bilmek olarak belirlemekte ve özellikle neden konusuna, Tanrı odaklı paradigmanın farklı yaklaştığını bildiği için, A. Comt’a başvurarak, neden anlayışının evrimine dikkatleri çekmektedir.

Bilimin değeri sorunu, geçmişten günümüze filozofların üzerinde fikir yürüttükleri en temel konulardan birisi olmuştur. Bugün de, özellikle modern bilime yöneltilen postmodern eleştiriler, gittikçe artan antibilimci akımlar karşısında, bilimin değeri sorunsalı önemini korumaktadır (1). Hatta belki de, günümüz bilim felsefesinin en temel sorunları arasındadır. Bu savımız nedensiz değildir; zira bunu, bilim felsefesi yapıtlarında tartışma konusu yapılan, yöntembilimsel çoğulculuk ya da yöntembilimsel anarşizm, paradigmaların ve kuramların eşölçülemezliği, tümevarımın temellendirilemezliği, gerçekliğin bilinemezliği, doğruluğun öznelliği ve kültürel göreliliği, evrenselliğin söylenceselliği, üst-anlatıların öldüğü, yerel anlatılarla yetinmek gerektiği, nesnelliğin elde edilemeyecek bir hayal olduğu, bilimsel söylemin metafizik bir temele dayandığı ve sihir, din, felsefe gibi etkinliklerle hakikat savında bilimin eşit düzeyde olduğu (2) gibi söylemlerde ve tartışmalarda görmek olasıdır.

Günümüzde yoğun olarak yapılan tartışmanın, içerik olarak daha az yoğunluklu olmakla birlikte bir benzerinin, Cumhuriyet döneminin ilk felsefe dergileri arasında yer alan Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası’nda da yapıldığına tanık olmaktayız (3). O dönemde bu tartışmanın yapılması aslında oldukça anlamlıdır; çünkü Cumhuriyetle birlikte Tanrı odaklı bir kültür algısından seküler bir kültür algısına doğru devrimsel bir süreç yaşanmış; seküler kültürün doğuşunda, gelişiminde ve kökleşmesinde temel olan bilimin önemini ve değerini topluma kavratma sorunu doğmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, bu türden bir işlev görmek için çıkarılan dergi, bilime yönelik eleştirileri göğüslemeyi de üstlenmiş, özellikle eğitimcilere seslenerek, bilimin temellendirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında genç kuşakların, bilime dayalı eğitiminin önemine dikkat çekmiştir (4).

Hatemi Senih’in “İlmin Felsefî Kıymeti” adlı makalesi üzerine birkaç söz

Derginin yazı devriminden önce olduğu için, eski yazıyla yayımlanmış V. sayısında, o zaman İstanbul Kız Lisesi’nde felsefe ve toplumbilim (içtimaiyat) öğretmeni olarak görev yapan Hatemi Senih (5), çıkış noktası itibariyle pozitivist eğilimi ağır basmakla birlikte, bilimin değerini tartışma konusu yapan ve eleştiriler karşısında onun değerinin yitmediğini göstermeyi erekleyen bir makale kaleme almıştır. Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası’nın V. sayısının 351-356. sayfaları arasında, “İlmin Felsefî Kıymeti” adıyla yayımlanan makale (6), bugün bile diriliğini korumakta ve okuyucuya bilimin temellendirilmesi konusunda önemli ipuçları vermektedir.

Cumhuriyetin Aydınlanma odaklı kültürel devrimini ve seküler dünya görüşünü içselleştirmiş bir öğretmen ve aynı zamanda bir düşünür olan Hatemi Senih, bilimin konusunu, nesne ve olayların nedenlerini bilmek olarak belirlemekte ve özellikle neden konusuna, Tanrı odaklı paradigmanın farklı yaklaştığını bildiği için, A. Comt’a başvurarak, neden anlayışının evrimine dikkatleri çekmektedir (7). Bu anlayışa göre, insanlık üç temel aşama geçirmiştir. Bunların ilki, teolojik, ikincisi metafizik, üçüncüsü ise modern bilimin egemen olduğu pozitivist aşamadır. Bu son aşamada, nesne ve olayların nedeni, ne tanrısal irade ne de gizemli güçlerdir. Bu tür açıklamalar eskide kalmıştır. Yeni açıklama tarzına, yani bilime göre, bir olayın ya da nesnenin nedeni bir başka olay ya da nesnedir. Hatemi Senih, bunu ısrarla dile getirmektedir (8).

Ardından, bilimin bu neden anlayışına bağlı olan açıklama tarzını ele almakta, bu açıklama tarzında doğa yasalarına, sistemli deney ve ölçülebilirliliğe özel bir önem atfetmektedir. Bu arada deney (tecrübe) kavramı konunda anakronizme düşme tehlikesini göz önüne alarak, Aristoteles örneğinden hareketle, eski ve yeni deney anlayışını karşılaştırmayı da ihmal etmemektedir (9). Senih’e göre, deneye konu olmayan ve ölçülemeyen her şey metafiziktir ve dolayısıyla bilim dışıdır. Metafizik konularda da araştırmalar yapılabileceğini belirtmekle birlikte, bunların bilimsel değerlerinin olmadığını özellikle vurgulamaktadır (10). Öyle anlaşılıyor ki Senih, anılan savıyla, yumuşak bir üslupla, Tanrı odaklı açıklamalara ve metafiziğe karşı koymakta, gerçeği öğrenmek isteyenlere bilimi salık vermektedir.

Bilimin felsefi değerini ele aldığında, pragmatistlerin her şeyi yarara indirgeyen anlayışlarına karşı çıkmakta, geçmiş filozoflardan destek alarak, bilimin değerini “salt bilmede” aramaktadır (11). Ardından Kant ve A. Comt’un bilimi salt nesnelerin görünüşünü bilme ve nesneler arası ilişkilere odaklamasının ve Kant’ın deyişiyle kendinde şeyin, yani nesne ve olayların mahiyetinin/neliğinin, bir başka deyişle gerçekliğin bilinemeyeceğini ileri sürmesinin bilimin değerini düşürüp düşürmediği sorununu irdelemeye çalışmaktadır. Ona göre, nesne ve olayların mahiyetini/neliğini bilmemek, bilgimizin nesnel gerçekliğe uygun olup olmadığını saptayamamak, bilimin değerini düşürmez; çünkü bilim, gerçekliğe yönelik ilişkileri öğretir. Bu ilişkiler, nesnelerin saltık mahiyetine/neliğine ister uysun ister uymasın sonuç değişmez. Zira bilimin odaklandığı ilişkiler, o nesnelerden edinilmektedir, o nesnelerden kaynaklanan izlenimlerden meydana gelmektedir. Bu kadarını bilmek bile bilimin bilgisel değerini kurtarmak için yeterlidir. Ona göre, Kant’ın doğaötesi (metafizik) açıklaması, mademki nesneler arasındaki ilişkileri temel alıyor, o halde bu bilim için endişe verici değildir. Zira nesneler arasındaki ilişkiler, yani yasalar ilerlemektedir ve gittikçe bilim tarafından bize gösterilmektedir (12).

Makalenin sonunda doğa yasalarının zorunsuzluğunu savunan Puankara ve E. Boutroux’nun görüşlerine de yer veren Senih, onların görüşlerinin de Kant’ın ve A. Comt’un görüşleri gibi bilimin değerini azaltmadığını, ancak koşullara bağladığını söylemekte (13) ve eleştirilerden yola çıkarak, başlangıçta hareket zemini olarak kabul ettiği pozitivizmi bir parça aşarak şu sonuca ulaşmaktadır:

“Bilimin yasaları iki derecede nispî/görecelidir: Bu yasalar nispî/görelidir; çünkü nesnelerin mahiyetini/neliği değil, ilişkilerini anlatırlar. İkinci olarak yine nispî/görelidirler; zira bu ilişkileri, zihnimiz, kendi özelliklerini karıştırarak keşfetmektedir. Bilimsel yasaların bu çözümlemesi itirazı olanaksız olaylara dayanmaktadır. Bilimsel araştırmalar, zorunlu olarak zihnimizin markasını taşımaktadır.” (14)

Hatemi Senih’in makalesi, modern bilimin değerini temellendirme konusunda Cumhuriyet’in ilk yıllarında gösterilen çabaları ve felsefî ilgiyi temsil etmesi açısından oldukça önemlidir. Dil devrimiyle sadece uzmanların okumalarına açık hale gelen makaleyi Latin harflerine dönüştürüp, dilini bir parça özleştirerek -burada Hatemi Senih’in kullandığı dilin bize çok yakın olduğunu anımsatmak isterim- Türk okuyucusunun takdirine sunmak, önemli bir hizmet olsa gerektir.

Hatemi Senih’in makalesinin tam metni

“BİLİMİN FELSEFÎ DEĞERİ”

Biliyoruz ki, bilimin konusu, zihnin tanımak istediği nesnelerin ve olayların nedenleridir. Nesnelerin ve olayların nedenleri, kelimenin tam anlamıyla, bu nesneler ve olayları tanımak, nesne ve olayların ne olduğunu bilmek değildir. Fakat onları açıklamaya güç yetirmektir. Bu açıklamayı yapabilmek için de, zihnimiz, tanımak istediği nesne ve olaylara birtakım nedenler bulur. Fakat bu nedenler, zihinlerin kültür derecesine göre, çok farklılaşır. Bu nedenler, August Comt’un, pek güzel bildiğimiz üç hal yasası ile açıkladığı gibi üç farklı devrede, teolojik, metafizik ve pozitivist olmak üzere üç tür açıklama tarzı geçirmiştir. İçinde yaşadığımız devir, pozitivist devirdir. Bugün olaylar için aradığımız açıklama tarzı büsbütün başkadır. Bize göre bir olayın açıklaması, o olayın kendisinden önce gelen diğer bir olaya zorunlu bir biçimde bağlı olmasıyla olasıdır. Bu önce gelen olaya, neden (illet) denildiğini biliyorsunuz. Çağdaş bir bilim insanı için, gerçek neden, ne tanrısal bir iradedir, ne gizli bir kuvvettir, fakat önce gelen bir olaydır. İki olay arasında varolan zorunlu nispete doğa yasası denilir. Söz gelimi, atmosfer basıncıyla civanın barometre tüpündeki yükselişi arasındaki oran böyle zorunlu bir ilişkidir.

Zihnimizin keşfettiği doğa yasaları eşit düzeyde kesin değildir. En mükemmel yasalar, doğru ölçütlere dayanan matematiksel formüllerle ifadesi olası olanlarla, deneyin (tecrübe) sürekli olarak doğrulayabildiği yasalardır. Böyle yasalara, fizik ve mekanik bilimlerde rastlanılır. Biyolojik bilimlerdeki yasalar, bu derecede kesin değildir. Toplumsal bilimlerde kesinlik daha da azalır. Çünkü bu sonunculardaki olaylar, çok karmaşıktır ve bunların olayları arasında nedensellik bağları (illiyet rabıtaları) kurmak güçtür. “Isı demiri genleştirir” ve “afyon uyutur”; bu iki yasa karşılaştırılsa, deney ilk yasayı her zaman ve sorunsuz bir biçimde destekler. Fakat yine deneye dayanarak afyonun her durum ve koşulda uyutucu olduğu doğrulanamaz. Bu ikinci yasa, göreceli/nispî bir zorunluluk ifade eder.

O halde bilim, zihnin tanımak istediği nesne ve olayların nedenlerini belirlemesi aracılığıyla doğa yasalarının belirli bir yöntem dâhilinde araştırılması demektir. Şu kadar ki, bu doğa yasalarının araştırılması yapılırken ve onlara ulaştığımızı hissederken, deney aracılığıyla doğrulanamayan her açıklama, bu yaptığımız bilim tanımının dışında kalır. Çünkü bugünkü bilimin en önemli bir karakteri deneysel olmaktır. Gözlem ve deney uygulanması olası olmayan araştırmalar varsayım/faraziye sahasında mahkûm olur. Bu saha, bugünün bilim insanlarına yasak değildir. Fakat deneyin doğrulayamadığı bir varsayım/faraziye, bilgi önermesi sırasına geçemez. O halde modern bilimin özgünlüğü (orijinalitesi), deneye dayanıyor demektir. Sonuçlardan birisi, deney yoluyla itiraz götürmeyecek biçimde, yanlışlandığı (tekzib) zaman, bir bilim insanı, ortaya koyduğu varsayımı/faraziyeyi yadsımaya hazır bulunmalıdır.

Bir noktayı işaret etmek gerekir:

Bugün müspet bilimimizdeki deney ile eski bilimdeki deneyi birbirine karıştırmamalıdır. Eskiden (de) deney önemliydi. (Ancak) kontrolsüz ve tedbirsiz yapılırdı. Kötü koşullar içeriyordu. Aristoteles, havanın ağırlığını (veznini) kanıtlamak için, şu basit yolla deney yapıyordu: Bir terazinin iki kefesine birbirine ağırlıkta eşit iki kursak koyup eşitliği sağladıktan sonra, kursağın birisini nefesle şişiriyor ve o zaman şişirilmiş kursağı eşit terazi kefesine (koyarak) ötekinin aleyhine olarak eşitliği ihlal ediyordu. Aristoteles, bu deney ile aşağıya inen kefenin, kursağa eklenen hava aracılığıyla indiğine, bundan dolayı da havanın ağırlığının kanıtlandığına inanıyordu. Fakat aşağıya inen kefeyi, aşağıya indiren gerçek nedenin, kursağa kendi ağzıyla doldurduğu asit karbonu (karbondioksit) ve su buharının olduğuna dikkat etmiyordu. Bugün herhangi bir deneyin, doğru olması için, en küçük ayrıntıya kadar doğrulanması mümkün olması gerekir ve sonuca güven ancak deney aracının son derece kesin olmasıyla gerçekleşir. Çağdaş birçok bilim insanının işaret ettikleri bu düşünceyi, en kısa bir biçimde, Dantek ifade etmiştir: “Ancak ölçülmesi mümkün olan şeyin bilimi olur.” Görülüyor ki, bugünkü bilimimiz, bugünkü müspet bilgimiz, yalnız deneye lüzum göstermek özelliğiyle ayrılmaktadır; ondan da fazla, ölçüm imkânı ile de seçkin bir yer edinmektedir.

Acaba deneysel bilimin yöntemleri, yalnız doğal olayların meydana gelmesi ve gerçek açıklamasını mı bize öğretirler? Yoksa bu yöntemlerin, maddesel ve eylemsel yaşamımız için de yararları var mıdır? Şüphesiz ki, deneysel bilimlerin yöntemleri, doğurdukları eylemsel uygulamalar sayesinde dikkat çekici bir yarar sağlıyorlar. Teknik (fennî) sanatların hepsi, bilinen ve belirli doğa yasalarının uygulanmasından başka bir şey değildir.

Şimdi bilimin, felsefî bir bakış açısıyla, değeri (üzerinde) düşünebiliriz?

Kimi filozoflar, bilimin bütünüyle eylemsel bir amacı olduğuna inanırlar. Bu kanıda olanlar bilimi, “dünyada kendimizi sevk ve idareye yarayan araçların toplamı (heyet mecmuası)” diye tanımlarlar. Bu anlayışa sahip olanların yoluna (mesleğine) pragmatizm (yararcılık) denilir. Pragmatizmin bu anlayışı, felsefenin geleneksel anlayışıyla bilime verdiği anlama aykırıdır. Hatta pragmatizmin bu savı,  bilimsel sorunlarda, müspet araştırmayı kabul etmiş August Comt, J. S. Mill, Tane, H. Spencer gibi filozofların kanaatlerine aykırıdır. Sokrates’ten Kant’a kadar bütün düşünürler, bilimi “salt bilme” (mahz-ı marifet) olarak kabul etmişlerdir. Onun amacını, “olayları olduğu gibi tanımak” diye tanımlamışlardır. Buna bağlı olarak bilimin değeri, her şeyden önce bilmenin değeridir; fakat (bu) eylemsel bir değer değildir. Bilimin sanayiye, bilimsel eğitime olduğu gibi, toplumsal sorunlara uygulanması, bilimin gerçek büyüklüğünü var eden dolayımlı (bilvasıta) sonuçlardır. Fakat doğrudan doğruya bilimin amacında eylemsel yarar endişesi bulunmamaktadır.

Gerek 17. yüzyıl rasyonalistleri (ussalcılar) Descartes, Newton, Leibniz gibi, bilimin bize doğayı en mahrem derinliklerine kadar tanıttığı kabul edilsin, gerek çağdaş pozitivistler ve Kant gibi yalnız bilimin bize doğayı ancak duyularımıza görünen ilişkileri tanıtabildiği şeklinde düşünülsün, her iki bakış açısının da, bilimin bir gerçek varlığa ilişkin bilgi (savoir réel) verdiği ve bununla hakikate ulaşmanın olası olduğu kabul edilir. Bakun(in), “doğa, ancak yasalarına hâkim olarak yakılır” diyordu. Bu yasalara hâkim olmak için, önce onları tanımak gerekir. Bundan dolayı, bilime yalnız eylemsel bir üstünlük veren ve bilimdeki bilgisel değeri yadsıyan anlayış, mantıksal değildir.

Kuramsal mahiyetini/neliğini yadsımaksızın, bilimin değerini daha derin bir araştırmak mümkün olur:

Kant’ın relativisme criticiste (eleştirel görecelik) ve August Comt’un relativisme positiviste (olumsal görecelik) sistemlerine göre bilim, ancak olaylar arasındaki ilişkiye ve olayların dış görünüşüne dayanmaktadır. Bu kanıda olan düşünürlere göre, bilim saltık/mutlak gerçekliği kavrayamaz. Bizim bilgimiz, ait olduğu konunun mahiyetine/neliğine uygun (mutabık) değildir. Çünkü bilim, yalnız ve sadece, olaylar arasındaki ilişkiyi tanıyor. Fakat özde nesnelerin mahiyetini/neliğini bilmiyor.

Bilginin bu (türden bir) çözümlemesini yapan Kant’ın düşünceleri karşısında, bilimin değeri sarsılıyor gibi görünüyor. Bu çözümleme, geçersiz kılınması (cerh) mümkün olmayan temellere dayanmaktadır. Gerçekte bilimsel bilgilerimiz, nesnelerin özünlü mahiyetine/neliğine uygun (mutabık) olmaktan uzaktır. Nesnelerin ve olayların saltık/mutlak mahiyetini/neliğini kavrayamıyoruz. Fakat nesnelerin ve olayların, bizde meydana getirdikleri izlenimleri yorumluyoruz (tefsîr). Psikolojinin bir yasası olan, duyu organlarımızın türsel gücü, bu savın deneysel bir kanıtıdır. Ve bu izlenimlerin oluşturduğu sistematik yorumlara bilimsel bilgi diyoruz ki, bu bilginin saltık/mutlak bir değeri olmadığı anlaşılıyor. O halde Kant’ın bu relativiste (göreceli) açıklama ve çözümlemesi, bilimin değerini sarsmış ve onun kuramsal önemini oldukça zedelemiş görünmüyor mu?

Bu bir sorundur ve yöntembilim eğitimimizde önemle tartışma konusu olmalıdır. Bir taraftan Kant gibi büyük bir düşünürün felsefî kuramı, diğer taraftan deneysel bilimin bütün yöntem ve özelliklerini açıkladığımız (teşrîh) uygulamalı mantık sistemi (akidesi) burada bir karşıtlık, daha doğrusu çelişki meydana getirmektedir. Sorunu hiç büyütmeksizin çözme olanağı vardır; bu çözüm tarzı, yukarıda ölçüme ve deneye dayandığını işaret ettiğimiz bugünkü müspet bilimimizin bilgi değerini tamamıyla koruyan bir şekildir.

Öncelikle bildirelim: Kant’ın relavitiste (göreceli) çözümlemesine göre dahi bilimin değeri korunmuştur. Çünkü bu yola göre bilim, bize gerçekliğin öğelerini tanıtır. Gerçekliğe yönelik ilişkileri öğretir. Bu ilişkiler, nesnelerin saltık/mutlak mahiyetini/neliğini (Kant’ın iddiası uyarınca) varsın uygun (mutabık) olmasın. Fakat bu ilişkiler, o nesnelerden ediniliyor ya, o nesnelerden meydana geliyor ya, bu kadarı bilimin bilgisel değerini asgari bir düzeyde bile sarsıntıya uğratamaz. Çünkü Kant’ın, doğaötesi (metafizik) açıklaması, mademki nesneler arasındaki ilişkileri hareket noktası olarak alıyor, o halde, bilim için endişe verici değildir. Zira nesneler arasındaki ilintiler, yani yasalar ilerleyici bir halde, gittikçe bilim tarafından bize keşf edilmektedir. Kant’ın sistemi karşısında, bilimin değeri korunmuştur, dedik, gerçek de öyle: Bu yöntem nazarında bilim, bize gerçekliğin öğelerini, gerçekliğe yönelik ilişkileri tanıtıyor. O halde, bu ilişkilerden başlayarak nesnelerin doğasını öğrenebiliriz. Yeter ki bu ilişkiler bizi neden ve sonuçlara götürsün. İşte en fazla bizi aydınlatan bu nokta oluyor. Bilgi nedenlerin elde edilmesi suretiyle doğa yasalarının araştırılması değil miydi? Mademki olaylar arasında doğa yasası diye ulaştığımız sabit ilintilere sahip oluyoruz. Bu ilintiler, bu zorunlu ilişkiler, deneyimin koparılamaz bir biçimde desteklediği derecede, bilimin değerini korumaya yeterlidir; (çünkü) bu değer, Kant’ın felsefi tartışmaları karşısında her türlü gölgeden uzaktır.

Bilimin felsefi değerini eleştirmek için Puankara ve E. Boutroux’nun düşünceleriyle daha ileriye gitmek olasıdır. Puankara’ya göre, “doğa yasalarını saltık/mutlak nesnellikle elde etmiyoruz. Her bilimsel araştırma varsayımı/faraziyeyi işe karıştırıyor.”

Boutroux’nun düşüncesine göre, “doğa gittikçe daha karmaşık görünüyor ve her sahada bir imkan (contingence) ortaya çıkıyor. Ve bizim bilimsel ilkelerimizle karşı karşıya gelen bir karşı koyma seziliyor.”

Bu son bakış açılarında bilimin değeri yadsınmamıştır. Ancak bu değer, koşula bağlı kılınmıştır. Bilimin yasaları iki derecede göreceli/nispidir: Bu yasalar göreceli/nispidir; çünkü nesnelerin mahiyetini/neliğini değil, ilişkilerini anlatırlar. İkinci olarak yine göreceli/nispidirler; zira bu ilişkileri zihnimiz kendi özelliklerini karıştırarak keşfetmektedir. Bilimsel yasaların bu çözümlemesi itirazı olanaksız olaylara dayanmaktadır. Bilimsel araştırmalar, zorunlu olarak zihnimizin markasını taşımaktadır. Bilimsel araştırmalarda, en büyük ideal, mümkün olduğu kadar öznellikten uzak kalabilmektir.

DİPNOTLAR

1) Bkz.. Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991, s. 147-155; Ömer Demir, Bilim Felsefesi,  Ağaç Yayınları, İstanbul 1992, s.96 vd.

2) Bkz. Hasan Aydın, “Postmodernizm, Dayandığı İlkeler ve Bilim Felsefesi”, İnsancıl, sayı: 188, İstanbul 2006, s.16-28.

3) Bkz. Hatemî Senih, “İlmin Felsefî Değeri”, Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası, cilt: I, sayı: 5, İstanbul 1927, s.351-356.

4) Derginin ilk sayısında yer alan mukaddime bölümü bu konuda oldukça açık bilgiler sunmaktadır. Bkz. Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası, cilt: 1, sayı: 1, İstanbul 1927, s.1-5.

5) Bkz. Hatemî Senih, “İlmin Felsefî Kıymeti”, Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası, cilt: I, sayı: 5, İstanbul 1927, s.351.

6) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.351-356.

7) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.351.

8) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.351.

9) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.302-303.

10) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.351-352.

11) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.353.

12) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.354-355

13) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.356.

14) Bkz. Hatemî Senih, agm, s.356.

Önceki İçerikGeleceği dünyasını şekillendiren nanoteknoloji
Sonraki İçerikTrakyalı filozoftan küçük öyküler