Halit Toker’in yazdıklarını yazan, söylediklerini söyleyen olmadı şimdiye dek. “Futbol, Spor ve Oyun” kitabında, futbolun eşitlikçi bir oyun olmasından, yerçekimini ve oyun cismini, yani topu kolektifi oluşturan bir takım arkadaşı gibi kullanmasına, üretim biçimleriyle ilişkisinden futbolcunun yaratıcılığının bileşenlerine kadar, birikimi ve deneyimleriyle geliştirdiği bilgileri, düşünceleri sunuyor okurlara. Kapitalizmle birlikte doğan futbolun potansiyellerinin, kapitalizmin sınırlarını nasıl aştığını da gösteriyor. “Futbol, geleceğin oyunudur” diyor.
Türkiye’de yazılmamış bir kitabı yazdı, Halit Ağabey: Futbol, Spor ve Oyun. Her ne kadar futbolla ilgili olarak yayımlanan kitaplar, son on yılda, bu alandaki yoksulluğu azıcık giderse de, onun yazdıklarını yazan olmadı şimdiye dek. Hatta sayısı her televizyon kanalı kadar olan futbol programlarında söyleyen de olmadı. Futbolun eşitlikçi bir oyun olmasından, yerçekimini ve oyun cismini, yani topu kolektifi oluşturan bir takım arkadaşı gibi kullanmasına, üretim biçimleriyle ilişkisinden futbolcunun yaratıcılığının bileşenlerine kadar, birikimi ve deneyimleriyle geliştirdiği, şaşkınlık ve hayranlıkla okunacak bilgileri, düşünceleri sunuyor okurlara. Kapitalizmle birlikte doğan futbolun potansiyellerinin, kapitalizmin sınırlarını nasıl aştığını da gösteriyor. “Futbol, geleceğin oyunudur” diyor.
Halit Toker, Gençlik ve Spor Akademisi mezunu. Profesyonel olarak futbol, basketbol ve voleybol oynadı. Atletizm ve güreş takımlarında lisanslı olarak yarıştı. Teknik direktörlük diploması sahibidir ve antrenörlük de yapmıştır. Aynı zamanda halk dansları oyunculuğu, araştırmacılığı ve eğitmenlik de yapmış, gösteriler sahnelemiştir; halihazırda bu çalışmaları devam etmektedir. Halit Ağabey’i büromuza davet ettik ve ekip olarak, futbolla ilgili uzun ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Konuşulanlardan süzülenleri sunuyoruz.
Futbol niye bu kadar ilgi çekiyor?
Ender Helvacıoğlu (EH): Kitabında uzun uzun anlatmışsın ama, dergimiz için kimi vurgulamalar yapmanı istiyorum. Futbolu diğer takım oyunlarından, örneğin basketbol ve voleyboldan ayıran ve diğer spor dallarına göre daha geniş kitleler tarafından seyredilmesini, sevilmesini sağlayan temel nitelikleri nelerdir?
Futbolun en önemli özelliği, yerçekimli bir ortamda ayakla oynanmasıdır. Bu onu diğer takım oyunlarından ayırır. Diğer spor dallarının elle oynanması ve oyun kurallarıyla oyuncuya fiziki engeller koyması, doğal olarak bu spor dallarına olan ilgiyi azaltıyor. Çünkü insanlar uzun, kısa, şişman gibi farklı fiziksel özelliklere sahip. Basketbolu düşünelim; 1,60-1,70’lik insanların bu oyunu oynaması oldukça zor. Pivot dışında, voleybolda da kısa boy tercih edilmez. Oysa toplumda 1,70’lik boy, uzun olarak tanımlanır. Bütün dünya insanlığı için düşündüğümüzde, bütün insanlar yüksekte bir noktaya değmiyor ama, yerde bir noktaya muhakkak basıyor. Bu anlamda, futbol bütün dünya insanlarını sahanın içerisine doldurabiliyor. Herkesin oynayabileceği bir oyun. Bir anlamda eşitlikçi.
İnsan tasarlıyor, “Ben basketbol oynarsam, nereye kadar yükselebilirim?” diye. Kendimden örnek vereyim. Boluspor’da basketbol oynuyordum. Benim boyumda olup, iyi basket oynayan arkadaşlarımızın hiçbiri oynamayı sürdüremedi. Bizim için sonrası yoktu. Dünyanın en iyi basketçisini düşünün, olağanüstü fiziksel özelliklere sahiptir. Kısa boylu insanlardaki en iyi olma hayalleri baştan yıkılmış oluyor. Ama futbol yerde topla ve ayakla oynandığı için, bu tür fiziksel özelliklere gerek yok. Yani insan, “Dünyanın en iyisi olamayacaksam, oynamayayım” diye bir kaygı gütmüyor. Futbol, iyi bir sporcu olma şansını tüm insanlara sunuyor. Bunun için seyirci kitlesi tüm spor dallarına göre daha fazla.
Bir de futbolda sayı alınması çok basit. Çizginin üstünden top geçtiği zaman, sayı elde ediyorsun; havadan ya da yerden geçmesi fark etmiyor. Basketbolda biliyorsunuz, sayı olması için topun belirli yükseklikteki bir yuvarlaktan geçmesi gerek. Voleybolda ise, file büyük bir engel, üzerinden oynamanız gerek. Voleybolda oyuncuların birbirine temas etmemesi de olasılıkların yarısını eliyor. Top karşı tarafın sahasına gittiği zaman, bekleyeceksin. Ona göre pozisyon almak da bir zekâ gerektiriyor ama, top müdahalenin dışına çıkıyor. Karşı taraf topu çok iyi kullandığında, engellemek için hiçbir şansın yok, isteğin kadar doğru yerde bekle. Futbolda müdahale etme şansın var. İkili mücadelede top yerdeyken kısa boylu futbolcunun şansı fazlayken, havadan toplarda uzun boylu futbolcunun şansı fazla. Değişik insan tipleri yan yana mücadele edebiliyor.
Hentbol bu anlamda futbola daha yakın, ancak yerçekimli ortamda elle oynanması bir fiziki engel oluşturuyor. Yere vurarak yürümeniz ya da havadan paslaşmanız lazım. Halbuki futbolda, havadan paslaşabilirsiniz, top yere de vurabilir ve yerden yuvarlanabilir de. Ayakla oynamak, fiziksel engelleri kaldırır. Cisim yere düşüyor ve ona, yere en yakın organımızla vuruyoruz.
EH: Futbolda hız ve kıvraklık da önemli. Örneğin gereğinden şişman olmak, futbol oynamak için engel değil mi?
Engel tabii ki. Fakat Maradona, dünyanın en iyi futbolcusu olmasına rağmen kilolu kabul edilir. Futbolda ön planda olan zekâdır. Aynı zamanda futbol, bir takım oyunu olduğu için eşitlikçidir. Yeter ki, takımın eksik yanları tamamlanabilsin.
Bireysel sporlarla kıyaslandığında ise, ayrım daha fazladır. Çünkü bireysel sporların hemen hepsi, güreş ya da boks gibi, kategorilere ayrılmış durumda. Örneğin atletizm dalları, belirli fiziksel özelliklere takım oyunlarından daha fazla gereksinim duyar. Sonuçta takım oyunlarında, bazı farklı fiziksel özelliklere gene de rastlanabilir. Kişi çok uzun değildir ama, zeki oyuncudur ve iyi pas atıyordur. Ama 100 m koşusunda bu mümkün değil. Oyuncu istediği kadar zeki olsun, o eksikliği gideremez. 80 – 90 kg’dan aşağı bir sporcu, rüzgârda uçar, rahat koşamaz. Çünkü sporcu burada yere kuvvet uyguluyor ve o kuvvetle ileri doğru gidiyor.
Kısaca her bireysel spor ve takım oyunları da kuralı ya da koymuş olduğu engel gereği, -bu mesafe, zaman, yükseklik olabilir-, belli bir vücut yapısı ister. Ama futbolda birbirine benzeyen insanlar göremezsiniz. Her biri takımda bir eksiği tamamlıyordur. O büyük kolektif gücü oluşturmak için ona ihtiyaç vardır, o da oradadır.
Volkan Tozan (VT): Bana futbol daha halkçı, basketbol daha elitist geliyor. Gecekondu mahallelerinde, bir maç oluyor, herkes kahvelere doluşuyor. Bana üç tane basket takımı say desen, çoğu kişi sayamaz.
Nedeni her şeyden önce şu, futbol her yerde oynanabilir. Basketbol öncelikle düzgün bir yer istiyor. Ancak şöyle olur; pota kor, oraya atarsın. Ama müsabaka olmaz, çünkü topun düzgün sekmesi için yerin düzgün olması gerek. Ama futbolda ayaklarınla oynayabildiğin her yer sahan; her şey, oyunun cismi olabiliyor. Herkes, her yerde oynayabilir.
“Yerçekimi ve top oyuncunun takım arkadaşı”
EH: Kitapta yerçekimi takım arkadaşıdır diyorsun. Bunu açabilir misin?
Top kolektifi oluşturan cisimdir. Top cisminin şekli özellikleri, hareketini bütün insanlar tarafından öngörülebilir kılıyor. Nereye gideceği, düşeceği, ne kadar sıçrayabileceği, ne kadar sürede gidebileceği öngörülebilir. Bu öngörü 22 kişiye aynı anda, aynı şeyi düşündürtebiliyor. Top oyuncuya sinyal veriyor; “Sağdayım, sola doğru hareketlendim giriyorum, ileriye düşeceğim” diye. İşte kolektif, o zaman oluşuyor. Bu basketbol, voleybol ve hentbol için de geçerli. Ancak değişen özellikler var. Basketbol ve voleybolda yerçekimini kullanarak topu yukarıya atıyorsun. Ama futbolda yerçekimini hepsinden daha fazla kullanıyorsun. Yerçekimi sayının önüne engel olmuyor. Sen ne kadar iyi kullanırsan, top istediğin yere, istediğin zamanda o kadar düşer. Bu anlamda yerçekimi ve top, aynı zamanda takım arkadaşın da oluyor.
“Futbolun özellikleri sahayı ve oyuncu sayısını belirlemiştir”
EH: Futbol doğaya daha yakın bir spor. Topun geniş ve açık bir alanda oynanmasının, yağmur, kar ve çamurda da oynanabilmesinin bir önemi var sanırım…
Topun yüzeyindeki her vuruş noktası bir olasılıktır. Topa vurma şiddeti, şekli, sonra topa vurduğunuz alan, alnınız, diziniz, bu olasılıkları çoğaltıyor. Ama bu olasılıkları kullanmak için bir mekân gerekli. Mekânı ne kadar büyütürseniz, olasılıklar o kadar zenginleşir. Ayrıca futbolun ayakla oynanması, geniş bir alanı gerekli kılar. Elinizle topu uzak mesafelere atamazsınız, ama ayağınızla atabilirsiniz. Futbol alanı, düşünülerek yapılmış değil. 22 kişi ne kadar büyüklükte bir alanda, ne kadar performans gösteriyor; alan buna göre şekil alıyor. Ne kadar zaman bu performansı sürdürebiliyor; bu da futbolun süresini belirliyor.
EH: Peki niye 11 kişi?
Bu alanda 11 kişi çok daha verimli oyun oluşturabildiği için.
EH: Sahanın büyüklüğü ve takımın oyuncu sayıları birbirine bağlı. Peki verim, deneyimlerle mi belirlenmiş?
Evet. Dar alanda bu sayı ile oynanan futbol zenginliğini yitirir. Verimin en yüksek düzeyde alınabilmesinin iki koşulu vardır. Birincisi alan. İkincisi ise, insan enerjisinin bu alandaki oyuna ne kadar izin vereceği. Diyelim alanı daha da büyüttük, insanların enerjisi yetmez; oyun bir o köşede oynanır, bir bu köşede. İki kale arasındaki hareketler daha farklı oluşmaya başlar. Çünkü belirli sürelerde enerji yitirilir, oyuna duyulan ilgi azalır ve oyundaki sürpriz unsuru ortadan kalkar. Bu da seyircinin oyundan tat almasını engeller.
VT: Kale boyutlarının 7,32 m olmasını belirleyen ne?
Futbolda kale, kalecinin hâkim olabileceği ölçüdedir. Bakın, futbolda gol sıkıntısı olmasına rağmen, kalenin boyutları büyümüyor. Neden? Çünkü bu değişim oyunun özelliğinin bozulmasına neden olur. Önemli olan, kaleye hâkim olabilen bir kaleciye gol atmaktır. Bunun değeri vardır. Kaleyi büyütüp, oyunu kolaylaştırırsan, sonuç diyelim 20-0 olur, ama seyirciyi tatmin etmez.
EH: Çocukken yaptığımız maçlarda kale direği yoktu, biz de kalecinin sıçrayabileceği noktayı kale kabul ederdik.
Evet iki kalecinin boyları farklı olunca, kalenin yüksekliğini de kalecinin boyuna göre belirlerdik. Bazen aynı yükseklikten atılan gol kalenin birinde sayılırken, diğerinde sayılmayabilirdi. Ama kale boyutunun küsuratlı olması, yanlış anımsamıyorsam İngiltere’de inç ölçüsüyle konulmuş olmasından geliyor.
İmece oyun ile kolektif oyun farkı
EH: Kitapta imece ile kolektivizm arasındaki farktan bahsediyorsun. Futbolun gelişimini, başlangıcından bugüne sürecini anlatırken, bunu vurguluyorsun. Bunu açabilir misin?
Doğada bir kolektivizm olduğu ortada. Küçük bir toprak parçasına baktığımızda bile, bir sürü farklı canlının farklı işlevlerle yaşarken, birbirine yaşam alanı açtığını, bu anlamda bütünün bir parçasını oluşturduğunu görürüz. Toplumda da kolektivizm var. Ama o kolektivizmi görebilen az sayıda insan var. Bunu ilk algılayanlar eski toplumlarda rahipler oluyor, üretimi ona göre yönetiyorlar. Sonra ordu komutanları, bu kolektivizmi savaş sırasında kullanıyor. Okçulara, sağ kanada, süvarilere ayrı görev veriyorlar; böylelikle bir kolektivizm oluşuyor. Yani bir işbölümü gerçekleştiriliyor. Ama o dönemde halk bunu bilmiyor. Sanayi toplumu öncesinde, feodalitede bir ayakkabıyı başından sonuna kadar aynı kişi yapıyor. Tarımsal üretimde de kolektivizm oluşmuş değil, ekimden, hasattan, baklavasına kadar aynı köylü yapıyor. Kolektivizmin farkına varan aristokrat kesim ise, bunu geliştiriyor ve sanayi toplumunun önünü açıyor. Kolektif üretimin içinde, ustalar, farklı işleri yapan işçiler gelişiyor. Futbolun da gelişmesi için gerekli kolektif bilinç yavaş yavaş oluşuyor.
İmeceye gelelim. İmece işin yapılmasına yardım etmektir, ama bir işbölümüne işaret etmez, herkesin aynı işi yapmasıdır. Örneğin ip çekme yarışı imece bir yarıştır. 6 kişi bu yanda, 6 kişi o yanda; halatı beraberce bir yöne çekmeye çalışır. Bütün grup aynı işi yapar.
Futbolda ise 11 kişi çok farklı işler yapar. Ama amaç, sonuçta bir golü oluşturmak ya da engellemektir. Bu anlamda kolektif bir spordur. Futbol imece üretimin hâkim olduğu toplumlarda, kolektif biçimle ortaya çıkamazdı. Yani, kolektif bilincin gelişimi üretim ilişkileriyle de ilişkilidir. İşte bu yüzden sanayi toplumlarına geçişle birlikte gelişiyor.
Futbol ilk defa Floransa’da el ve ayakla oynanıyor. Daha öncesinde de topla oynanıyor tarihte. Ayağı ya da kalçasıyla topa veya herhangi bir cisme vurarak oyun oynamayan hiçbir toplum yoktur. İnkalar bile oynuyor. Ama bu oyunlar kolektivizm olmadan futbola dönüşmüyor. Futbol Floransa’dan kapitalizmin o dönem en başat ülkesi olan İngiltere’ye gelinceye kadar ayrışıyor. Amerikan futbolu, voleybol, basketbol, hentbol oluşuyor. İngiltere’de soccer deniyor ve sadece ayakla oynanıyor. Yığınların bu oyunu tekrarlaması, çok kez denenmiş olması gerekiyor ki, en doğru kural bulunabilsin. İngiltere’de deneyimlerle işbölümü oluşuyor ve oyun sahası şekilleniyor. Futbolun ortaya çıktığı yıllar, aynı zamanda Aydınlanmacı yıllar. Kuralları aristokrat-burjuvazi koyuyor; işçiler, halk, geniş yığınlar oynuyor. Önce kaleciler belirlenerek ilk işbölümü gerçekleşiyor. Sonra golcüler ayrılıyor. Bakıyorlar, golcü çok itilip kakılıyor; onu koruyan oyuncuları yerleştiriyorlar. Bakıyorlar onlar da eziliyor, onları da koruyan oyuncuları yerleştiriyorlar. Böylelikle, kaleci, forvet, orta saha ve defans oluşuyor. Getirilen kurallarla bu kademeler daha da şekilleniyor. Bugüne kadar çok fazla kural değişmedi. Ama oyun içindeki taktikler değişiyor, tabii.
İyi futbol: Kolektivizmle bireysel yeteneğin sentezi
VT: Futbola kolektif bir spor diyoruz, ancak bireysel yeteneklerin de oldukça ön plana çıktığı görülüyor…
Futbolda bireysel yeteneği sınırlayamazsın. Futbol kapitalizmin içinden doğmasına rağmen, gelecekteki bir düzeni temsil eden bir oyundur. Yani öyle bir düzen kuruyorsun ki, mükemmel bir kolektivizm yürüyor, aynı zamanda bireysel yaratıcılığı da engellemiyorsun. Sovyetler Birliği’nde bireysel yaratıcılık engellendi. Nereden anlıyoruz? Dinamo Kiev’den. Bugün Dinamo Kiev’den tek futbolcunun dahi ismini anımsamıyoruz, oysa en az 16 insan oynuyordu; ama Dinamo Kiev dünyanın en iyi takımlarından biriydi.
Nalân Mahsereci (NM): Kapitalist üretim biçiminde, emekçi açısından açmazlardan biri yabancılaşma. Yani emekçi ürünün bütününe yabancıdır, ancak yaptığı kısmını bilir. Oysa futbolda, oyuncu belirli bir işlevi üstlense de, oyunun bütününe kesinlikle yabancı değil, takım arkadaşlarıyla aynı amaç için çalışıyor. Üstüne bireysel yaratıcılığını da kullanabiliyor. Bu anlamda kolektivizmin güzel bir örneği…
Futbolcu diğer 10 kişinin ne yapacağını bilir. Bilmek zorundadır, kolektifi oluşturmak için. Kendi görevleri, kademeleri vardır ama; bu oyun gereğidir. Çünkü rakip takımda aynı kademelendirmeyi uygulamaktadır. Üretimleri aynı sahanın içerisindedir ve rakibiyle birlikte üretmektedir. Bu anlamda futbolcu ne oyuna yabancılaşabilir, ne topa, ne de rakibe. Ama kendisine yabancılaşabilir, ailesini tanımaz diyelim, bir takım az verdiği için daha az koşar, öbür takımda daha çok para alır, daha çok koşar. Bu tür sosyolojik olaylar etkiler. Ama oyuna yabancılaşamaz.
Futbol, kapitalizmin sınırlarını aşıyor
EH: Ben bu noktayı daha geniş sormak istiyorum. Kitabında, kapitalizmle birlikte gelişti diyorsun ama futbolun potansiyelinin kapitalizmi aştığını da söylüyorsun. Bir anlamda kapitalizm futbolu sınırlıyor, ama futbolun sınırları daha geniş. Bunu açabilir misin?
Kapitalizm emperyalizm çağına giriyor, gericileşmeye başlıyor. Ama futbol gericileşemiyor, oyun olduğu için. Bunda bir etken de seyirci. Seyirci olmadan, futbol olmaz. Kendin zevk aldığın için oynarsın, ama bir yere kadar. Futbol bu kadar büyük bir şov haline dönüşemez. Seyirci maça gidiyor, izlediği birbirini tekrarlayan oyunlar. İnsan zekâsını göremediği zaman seyirci gitmez sahaya.
EH: Az önce örnek verdik, Sovyetler Birliği’nde Dinamo Kiev takımı muazzam bir kolektif performans sergiliyordu. Futbolcular arkadaşlarının topu nereye atacağını gözleri kapalı tahmin edecek pozisyondaydılar. Takım neredeyse tek vücut haline gelmişti. Buna rağmen bir Brezilya takımını daha zevkli izliyorduk. Demek ki futbolda bireysel yetenekle kolektivizmin bir sentezi gerek. Bireysel yetenek kısmında, kapitalizm futbolu geliştiriyor mu?
Aslında kapitalizm bugün Sovyetler’in yaptığını yapıyor. Sovyetler bunu sosyalizm adına yaptı, kapitalizm ise dünyaya verdiği zararı gizlemek adına yapıyor. Bağdat Müzesi yağmalanıyor. Dünyanın en büyük değerlerinden biriydi Bağdat Müzesi. Böylesi bir olaya kapitalizmin ne aydını, ne sanatçısı sesini çıkarma gereği duyuyor. İşgale, katliama sesini çıkarmıyor. Kendine ve toplumuna yabancılaşmayan bir insan, bunları görür. Yabancılaşma o boyutlara varmış ki, toplum çürümeye yüz tutmuş. Bu insanlardan yeniden üreten, yaratan insan yetiştiremezsin.
EH: Teorik bazda yıldız futbolcu, yani bireysel yetenek ve kolektivizm arasındaki ilişki ne?
Şöyle söyleyeyim, o ikisi olmadan futbol olmaz.
EH: 11 tane Platini’yle bir takım kuramazsın…
Bir futbolcunun niteliğine baktığımız zaman, organizmasının kapasitesinin gelişmişliği antrenmanla kazanılabilir. Yani bir adamın kalbi 1 milyar hücreden oluşuyorsa, 1,5 milyar hücreye çıkartamayız; ama kalbi oluşturan kasları güçlendirerek, bir seferde attığı kan miktarını çoğaltabiliriz. Nasıl yaparız; insanlara belirli bir düzende spor, yani egzersizler yaptırarak. Bunu Avrupa başarabiliyor, biz de başarabiliyoruz. Adamın pas atması; tekniği, taktikleri kavrayabilmesi antrenmanla geliştirilebiliyor. Fakat iki şeyi, oyuncu antrenman sahasında bulamaz. Ustalığı maçlarda, yaratma zekâsını da çocukluk yıllarında oynadığı oyunlarda öğrenir. Ama o da, toplumda yaratıcılık varsa. Oyuncu, oyun zekâsını toplumundan alır, insan zekâsı toplumsaldır. Adamlara “Düşünme kardeşim, sen denileni yap” dersen, yaratamaz. Sadece sporda değil, sanat ve bilimde de böyle. Avrupa’da Platini’den sonra bir kuraklık var; adam yetişmiyor. Franz Beckenbauer hangi toplumdan çıktı? Bakıyorsun, 1945’ten önce doğmuş. 1945-50’li yıllara doğru Avrupa’ya bir şey oldu. Ben şöyle düşünüyorum, ABD 2. Dünya Savaşı’ndan sonra geliyor, Avrupa burjuvazisiyle anlaşıyor, “Siz yıkıldınız kardeşim, Avrupa diye bir şey yok. Bana biat edeceksin, ben seni Sovyetler’den koruyacağım” diyor. Bunu yaparken Naziler’e direnen sosyalistleri de yok ediyor. Kendi kültür ve koşullarını dayatarak Avrupa futbolunun önüne geçiyor. Niye yeni Einstein’ler çıkmıyor diyorsak, futbol için de geçerli bu.
EH: Peki ABD, Avrupa’ya bunu yapıyor da, Afrika ya da Latin Amerika’ya yapmıyor mu? Neden Afrika’da hâlâ iyi futbolcular çıkıyor?
Yapmaz mı; orda da asıyor, kesiyor. Afrika’ya gidiyor, öldürüyor adamı. Aslan gibi diyor ki, “Ben yaptım”. Ama Avrupalı aydınlara “Sesinizi çıkarmayın, benim gibi düşünün, ben ne dersem onu yapın” diyor, onlar da kabul ediyor.
EH: Brezilya’ya demiyor mu?
Çünkü Brezilya’nın bütünlüklü bir sistemi yok. Bize de Brezilya’ya da hâlâ tam olarak hükmedemiyor. Merkezde olmamanın avantajı bu. Kapitalizm, merkezine daha etkili oluyor. Bize de çeşitli dayatmalar yok mu; var. Ama Anadolu da, yerel ve mahalli takımlarda oyuncular hâlâ toplumla iç içe; bireysel yeteneği, yaratıcılığı geliştirecek uygun koşullar bozulmamış durumda. Hâlâ kıyıda köşede kalan gençler ve çocuklar kendini yetiştirebiliyor.
EH: Kapitalizm geldiği aşamada, bireysel yeteneği de bastırıyor. Halbuki bunu sosyalizme karşı hep kullanmıştır, bireysel yeteneğe izin vermiyorsunuz demiştir. İşte Beckenbauer’dan sonra, o çapta bir adam çıkaramadı; ama makineler çıkıyor…
Aslında kapitalizm direkt futbolu bastırmıyor. Toplumu zehirliyor, çıkarları doğrultusunda yönlendiriyor, futbolcu da toplumdan alıyor zekâsını, o da nasibini alıyor.
Şimdilerde anladılar bunu, çocukları atıyorlar bir yere, diyorlar ki, oyuncağını da kendin yap. Ama şimdiye kadar ne yapıyorlardı? Veriyorlardı önüne legoyu, çocuk bir başkasının yarattığı oyunu takip ediyordu, oyun yaratmıyordu. Şehirlerde biz o noktaya geldik, köylerde hâlâ şansımız var.
EH: Kapitalizmin Afrika ve Güney Amerika’ya, Avrupa’daki hegemonyasıyla girememiş olmasının getirdiği bir sonuç, hâlâ Drogba’ların, Ronaldinho’ların çıkması.
Tabii, bu toplumlarda çocuk aç. Yaşayabilmek için yaratmak zorunda. Avrupalı, insandan bu yeteneğini alıyor. Diyor ki, “Bu kadar duygusal olma, dünyayı düşünme, aldığın parayı düşün. Yaptığın işi geliştir”. Böyle toplumlarda da yaratıcı insan çıkmıyor.
EH: Tırnak içinde “gelişmemişliğin” avantajı…
Avrupa istediği kadar geliştiriyor seni, problem orada. Peki 2. Dünya Savaşı’ndaki Dinamo Kiev nasıldı? Belki adamlar oyun oynamasını bilmiyordu, ama Nazi takımıyla berabere kaldılar, ölümü göze alarak. Faşist takımına yenilmediler, kurşuna dizildiler. Tarih yazdılar. Böyle büyük bir insanlık anıtı var mı?
Avrupalı futbolcu – Afrikalı ve Güney Amerikalı futbolcu farkı
EH: Peki kolektivizm açısından, Avrupa takımlarıyla Güney Amerika, Afrika takımları arasındaki fark ne? Örneğin bir Alman takımını kolay kolay ezemezsin, makine gibi işler takım. Ama bir Brezilya takımı, çok üstün bir futbol oynasa da, açık farkla ezebilirsin; bırakırlar bazen oyunu.
Evet, ruhsal motivasyon da toplumdan alınıyor. Bir futbolcunun niteliklerini yan yana sıralayacak olursak, taktik, kondisyon gibi gerekleri çalışmalarda, uygun antrenman sahalarında, uygun çalıştırıcılarla verebiliyoruz. Motivasyon, konsantrasyon, oyuncu zekâsı, maç tekniği, ustalık gibi yaratıcılık gerektiren birtakım unsurları, futbolcu antrenman sahasında bulamaz. Bunların bir kısmını içinde bulunduğu toplumdan alır, bir kısmını ise rakipten öğrenir.
Avrupalı’nın antrenman sahası ve rakipten aldığı şeyler tamam. Avrupalı futbolcu, 100 m’yi belli bir saniyede koşar, çok yükseğe sıçrayabilir, havada kalabilir; bunlar iyi kondisyon ve teknik vs. gerektirir. Çalışmalarda öğrendiği taktikleri benimser, maçlarda uygular, tam bir takım adamıdır. Diyelim, bir pozisyonda antrenörünün gösterdiği yere koşar; ama orda adam vardır, gene de oraya koşar. Başka bir boş alan yaratması gerekirken, orada bu inisiyatifi kullanmaz, kullanamaz. Ben bunu bir spor adamı olarak rahatlıkla görebiliyorum. Antrenörünün verdiği talimatlar dışına çıkmaz Alman futbolcusu. Orada adam olsa da, her defasında oraya gider. Taa ki orada duran adam, hatta yapar, işte o zaman atar golünü. Brezilya takımı defansta hata yapmadığı zaman, Alman takımını dağıtır. Ama sonuç ne olursa olsun, Alman takımı maçı bırakmaz.
EH: Sonuçta gene geliyoruz, Dinamo Kiev’le Brezilya Milli Takımı’nın sentezine. Geleceğin futbolu açısından…
Yaratıcı düşünen bir toplum, aynı zamanda iyi bir insan organizması yaratacağız. Futbolcu öyle bir adam olacak ki, çok zeki, tabanca gibi bir vücudu olan, kalan 10 arkadaşını sezen hızla hareket ederken. Bireysel inisiyatifi doğru kullanacak, aynı zamanda bu inisiyatifi takımının hizmetine sunacak. Aslında burada futbolun en büyük özelliğini yakalıyoruz. O kadar çok, milyarlarca varyasyon var ki futbolda, hiçbir zaman kendini tekrar etmiyor, farklılık gösteriyor. Farklılık gösterdiği noktada, bireysel inisiyatif devreye girer. Futbolcu orada yaratıyor. Bir Maradona, deha adam, yaratıyor.
Futbolda yaratıcılık
NM: Sadece bedeni değil, aklı da iyi kullanmak gerek yani.
Yüzde yüz. O futbolcunun geliştirdiği bireysel inisiyatifi, takım arkadaşları ve rakiplerinin de görmemesi gerek. Adam, daha ortada böyle bir pozisyon yokken görüyor, tasarımını yapıyor hayalinde. O pozisyon oluştuğunda da uyguluyor. Daha geniş açıları görebilmen, daha iyi tasarımları yapabilmen için senin de güçlü olman gerek. Bu, düşünerek yaptığın bir şey değil. Ne kadar büyük bir kapasiteye sahipsen, o kadar büyük bir tasarımda bulunabiliyorsun.
NM: Deneyimlerini refleks haline getirmiş olman gerekir…
Evet, içselleştirmiş olman gerekir. İlginç bir şey var, sanatın bir yaratımı gibi düşünün. Geliyorsun tablonun önüne, bir anda eline kırmızı boyayı alıp bir yere sürüyorsun. O sürdüğün nokta, 5000 yıl dünyanın en güzel kırmızısı oluyor. 5000 yıl kimse o noktaya o rengi koymayı düşünmemiş. Renkleri tanıyorsun, elini, maharetini biliyorsun, bir anda bir noktada onu yapmaya davranıyorsun; durup düşünsen, yapmazsın belki.
NM: Sanatta bu yaratıcılık anları çok tanımlanmıştır, sanırım sporda pek tanımlanmamış. Bütün potansiyellerini, duygusal, düşünsel tüm birikimlerini ve fiziksel becerilerini en üst noktada birleştirerek yaptığın hamleler. Sıçrama, kendini aşma anları. Çok bilinçli bir an değil bu; ama yaratıcılığın zirvesi…
Diyorsun ki izlerken, Maradona iki çalım attıktan sonra durup pası verecek. Vermiyor adam, üçüncüsünü atıyor. Şimdi duracak derken, dördüncüsünü atıyor. Hadi dur, beşincisini atıyor. Adam duruyor, eliyle atıyor, ama yapıyor. Avrupa’da böyle adam yok; vardı, yok oldular hepsi. Dursan topun başında, şu açıyla, şu şiddetle vursam, oraya gider diye tasarlasan, atamazsın. Ama sadece atmam lazım diye bir an düşünsün Maradona, 10 topun 10’unu da atar. Sadece atman gerektiğini düşünüyorsun, geri kalanını vücudunun kapasiteleri yapıyor.
NM: Vücudun bir tür hayvani becerisi aslında. Maymun daldan dala atlarken, kolumu şu kadar kaldırmam, kendimi şu hızla fırlatmam gerekir diye düşünmez. Ama hiç yere inmeden, bir orman boyunca ilerleyebilir…
Önemli bir şey var burada. Anlatamadığım için kitaba yazamadım. O anda oradan geçen adamda, bir anda lamba yanıyor, görüyor pozisyonu. Hiç kimse bunu görmüyor, bir tek o pozisyona giren adam görüyor. Yapmak istiyor, oluyor. Bunu nasıl yaptım diye düşünürse, bulamaz. Nasıl yapıyor? Vücudunun kapasitelerine beyni hâkim. Beyin diyor ki, sen bunu yapabilirsin. Sen bacağını, elini, ayağını, vücudunu geliştirmişsin, o zaman onun yapabileceklerinin sınırları da beyinde genişliyor.
Ne oluyor, seyirci sanki bir illüzyon gösterisi izliyor. 3,5- 4 milyar insan, Afganistan bombalanıyor; çoluk çocuk, insanlar ölüyor, onu izlemiyor; Dünya Kupası finalini izliyor. Futbol kilitliyor seyirciyi.
NM: Şöyle bir şey de var sanırım. Antrenmanda yaptığın şeyleri, seyirci önünde yaptığında, onlarla paylaştığın coşku atmosferi, becerilerini sanki tavana vurdurur. Daha yükseğe sıçrar, daha zorlu hareketler yaparsın. Sahne büyüsü derler ya, yaratıcılığının sınırlarını aşarsın. Futbolda da var sanırım, seyircilerle kurulan ortak duygusal atmosfer, futbolcunun performansını etkileyebiliyor…
Zaten adam, seyirci için yapıyor bunu. Kendisi için o büyük tasarımı gerçekleştirmiyor. Şunu görüyor, o hareketi yaptığında, 3,5 milyarı yerinden kaldıracak.
Kitapta bir de maç konsantrasyonu dediğimiz, benim Türkçe’de “uyarılmış konuma sıçrama” dediğim şeyi anlatıyorum. Çok aradım terimi, kimyada buldum: uyarılmış konum. Bir maddenin normal kendi hali, farklı unsurlarla uyarılıyor, değişiyor, tamamen farklı özellikler gösteriyor ve sonra tekrar eski haline dönüyor. İşte maç halinde de farklı özellik gösteriyor futbolcu. Mesela şu anda topa vursak, sakatlanırız hepimiz. Ama antrenman yapıyorsun, ısınıyorsun, kendini vücutça maça hazırlıyorsun, konsantre oluyorsun. Duygusal olarak gerginleşiyorsun. Bir stres hali oluşuyor. Şu an ki stres halimiz bu sohbete yeterli, ama futbol oynamaya yeterli değil. Uykuda farklı bir stres halimiz var, konuşurken ya da müzik dinlerken farklı. Futbol maçında da daha farklı, daha üst düzey bir stres haline geçiyor insan vücudu. Bu hali 90 dakika boyunca koruman gerekiyor. Gerçek profesyonellik bu stres halinin bozulmaması.
EH: Söylediğin şey bizde Rıdvan da var, maçı izlerken, “Şimdi gol olur” diyor, oluyor. Daha top rakipteyken pozisyonun sonucunu görebiliyor, oyunu hissedebiliyor.
Tanju’nun da en büyük yeteneği budur. Gole gidişi, sanki Picasso’nun tablo yapışı gibidir. Nerede en rahat gol atılabilir, onu daha top kendi sahasına gelirken çözer; daha atağa kalkarken çözmüştür olayı.
Futbolun kalitesi azalıyor mu, artıyor mu?
Baha Okar (BO): Çizdiğiniz bütünlük içerisinde, dünya çapında futbolun kalitesinin azalması lazım. Dışarıdan biri olarak baktığımda futbolun kalitesi artıyor gibi. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Devşirme futbolculara bağlıyorum. Afrika’da Afrikalı topçu, bu kadar güzel oynamıyor.
BO: Avrupa’da güzel oynamasının nedeni ne?
Avrupa’da olanak çok. Teknolojileri ileri, antrenman metotları, saha imkânları; hepsi üst düzey.
EH: Avrupa takımları artık bu sentezi gerçekleştirmeye başladı. Chelsea, Real Madri, Milan ve Barcelona gibi kulüpler genç yaşlarda Ronaldinho’ları, Messi’leri devşirip takımlarına monte ediyor.. Yani o sentezi yapıyorlar. Bu takımların bütün oyuncuları İspanyol ya da İngiliz olduğu zaman, iyi olmuyor.
O şekilde çözdüler, çocuk yaşta alıyorlar, Afrika’dan, Latin Amerika’dan oyuncuları. Ama örneğin Fransa’da da çocuk Cezayir mahallesinde, Cezayir’deymiş gibi büyüyor. Bunu önlemiyorlar; evlerine giremiyorlar, din, aile faktörü gibi nedenlerle…
EH: İşte Zidane Zidan oradan çıkıyor.
Evet, Zidan’ın o kaliteli futbolunu, attığı kafanın arkasındaki Zidan’ın yaşamına borçluyuz.
EH: Aslında Zidan’ın oynadığı futbolla, attığı kafa aynı şey. O adam o kafayı atar; Alman atmaz.
“Pişman değilim, şimdi kız kardeşime küfretsin, gene kafayı atarım” diyor zaten.
EH: Şampiyonlukta gider ama.
Gitsin. İşte bize böyle futbolcular lazım. Neye mal olursa olsun, şampiyon olacağım değil. Kendi benliğiyle gelecek oraya. Değer yargılarını yitiren, emperyalizmin tektipleştirdiği, kendi kültürünün verdiği değerleri bir tarafa atıp sadece kolektif futbol anlayışıyla oynayan topçu, Zidan ya da Beckenbauer olamaz.
Toplumu zehirle, seyirci sana küfredebilsin, ona o hakkı ver; ama sonra de ki oyuncuya, sana küfrederlerse, tekme atarlarsa, sen profesyonelsin, aldırma. Olacak şey mi bu? Değer yargılarımız yoksa, niye yaşıyoruz ki?
Futbol endüstrisi ve ikiyüzlülük
Kitabımda bir bölüm var: İkiyüzlülük. Dünya kupalarında büyük markaların futbolculara her tur için ödediği muazzam primler var. Örneğin Nike firması bir Afrikalı topçuya, birinci tura çıkarsa 10 milyon dolar veriyor. İkinci tura çıkınca, 20 milyon dolar daha veriyor. Çeyrek finale 30, yarı finale 50, finale 100; topluyorsun 200-300 milyon dolar para. Çok büyük bir meblağ, kafamızın almayacağı rakamlar. Bu Afrikalı topçu, Nijerya’nın bilmem hangi köyünden gelmiş. Bu adam çıktı birinci tura, aldı 10 milyonu. İkinci tura çıkacak, maçta rakibin forveti gol atmak üzere, ikinci tur hayal oldu olacak. Bizimki bir omuz atacak, kart görecek ya da oyundan atılacak; ama turu geçecek ve alacak o parayı. Ne pahasına olursa olsun, kim atmaz? Sonra bakıyorsun o marka, fair-play çağrıları yapıyor. O Afrikalı topçu geri döndüğünde köyüne, hiçbir şeyi yok. Futbol hayatı da 30’unda bitecek, başka bir mesleği de yok. Futbolcu adam iki kere ölür. İlki, 30’larına gelip futbol yaşamı bittiğindeki ölümdür. Ama bir omuz sonraki bütün hayatını değiştirecek. Ondan sonra diyorsun ki omuz atma, doping yapma vs. Bunlara teşvik eden sen değil misin? Bu kadar ikiyüzlülük olur mu? Futbolcuya para verdiğin zaman, iş buraya gelir.
VT: Futbolcu yabancılaşmıyor dedik ama, biraz da yabancılaşıyor gibi. Artık futbolcular, toplumun elit bir kesimi oldu. Çocuklar artık futbolcu olmak istemiyor, zengin futbolcu olmak istiyor. Anne-babalar çocuklarını elinden tutup, büyük kulüplerin yıldız takımlarına götürüyorlar…
Türkiye en iyi futbolun oynanabileceği ülkelerden bir tanesi, insanı itibarıyla, kültürel birikimi, zekâ kullanımıyla. Ama öyle bir hale gelmişiz ki, bizim gibi ülkelerde toplumun çoğunu biyolojik ihtiyaçlarına mahkûm etmiş emperyalistler. İnsan kendi ihtiyaçlarını, sadece biyolojik ihtiyaçları gibi algılıyor. Yemek, su içmek, barınmak, evlenmek vs. zannediyor. Halbuki insan ihtiyaçları her geçen gün büyüyor, çünkü insanın gelecekle ilgili tasarımı değişiyor. Entelektüel yaşamı, insanın artık ihtiyacı. Bizim ülkemizde, bunun çaresi zengin olmak olarak algılanıyor. Söz ettiğin gibi yanlış bir motivasyonla çocuk futbola gidiyor. Kapitalizm, kendi ülkesinde en temel ihtiyaçları çözüyor, ama kendisi gibi düşünen insanın ihtiyaçlarını çözüyor, kendi insanının ilerlemesinin önüne engel koymaya başladığı noktadan itibaren futbolu etkiliyor. Bizim gibi ülkelerde farklı, kendi ülkesinde farklı etkiliyor.
Taraftarlık: İnsani bir olgu
EH: Taraftarlık konusuna nasıl bakıyorsun? Taraftarlık karşı tarafın kötü oynamasını istemek gibi, iyi oynayan kazansın yaklaşımı olamıyor…
İlle de kazanmak istiyorsun, bu insani bir şey. Diyelim ki, bir oyunda kendi ülkesinden bir takım yok, iki tane dünyanın en iyi takımı, karşı karşıya gelmiş. Seyirci onların içerisinden de birini tutar. Çünkü futbol rakipsiz oynanmaz. Seyirci futbolcularla kendini özdeşleştirir. Bundan dolayı takımının yenilmesini istemez, galip gelmesini ister. Tamamen insani bir olgu. İşte bu nedenle futbolun verdiği zevk ve heyecandan taraftar da payını alıyor. Ama futbol kültürü şöyle olmalı, yenilmişsin, onu da hazmedebileceksin.
Çok iyi hazırlanıp, çok emek veren ve sonuç elde edemeyeni de, fazla hazırlanmadan şampiyon olanı da gördük. Hazmetmek gerek. Futbolun güzelliği burda. Sonuçta, gol olayı var. Mağlup oldun mu, oldun demektir.
NM: Gol sayısı, bir maçın niteliğini başlı başına ölçebilen bir şey olabilir mi? Berabere biten iki ayrı maçtan, biri çok zorlu geçmiştir, zevklidir; diğeri seyirciye hiç keyif vermemiştir. Başka ölçü olamaz mı?
Bugüne kadar gol sayısı ölçü olmaktan çıkarılamamış, çünkü onu kaldırdığın zaman sürpriz öğesini kaldırıyorsun. Sonuca değer veriyorsun, puanlamada. Bizim ülkemizde de öyledir, hiç şampiyon olmamış takımlar vardır. Ama taraftarı çok tiryakidir, çok sever takımını. Bu takımlar iyi futbol oynamaya çalışır, iyi, ahlakı düzgün futbolcu yetiştirir. Bu da farklı bir değerlendirme. Dünyada da öyle, çok büyük dediğimiz futbol takımlarının belki şampiyonlukları daha azdır, ama seyircisi çoktur. En doğru değerlendirmelerden biri, seyircisinin sayısıdır.
EH: Gol önemli; futbolun mantığı o, topu iki direk arasından geçirmek…
Doğru. Bazı maçlar vardır. Maç 0:0 biter ama, seyirci bile yorgun düşmüştür. Maç boyunca kalkar kalkar oturursun, son derece güzel hareketler izlersin; ama maç boyunca tek bir gol bile olmamıştır. Futbolu futbol yapan, işte bu sürpriz öğesidir.
Futbolun ütopyaları: Hakemsiz maç ve kadın-erkek karma takımı
Ali Ağrı (AA): UEFA Başkanı’nın futbola yeni kurallar getirme fikri var. Hakem sayısını arttırmayı düşünüyormuş. Sen bu konuda ne diyorsun?
Toplumu değiştirmeyi düşünsünler, her adamın başına bir tane hakem koyacaklarına… Öyle bir futbol kültürü geliştirilmeli ki, futbolcu faul yaptığında ve bunun farkına vardığında, yani amacı dışında hata yaptığında, oyunu durdurup faul yaptığını söyleyebilecek ve topu rakip takıma bırakacak.
NM: Her oyuncu kendi hakemi olacak aynı zamanda…
Evet, futbolun ütopyası bu. Yani insan, kendisiyle birlikte rakibini de koruyacak. Ofsaytta kalan bir futbolcu, topu rakibe bırakacak. Bu gerçekleşebilir. Oyunda ofsayt olduğunu en iyi şekilde bilebilen yine futbolcunun kendisidir. Futbolcular zekidir. Bilgi eksikliği vardır, toplumu tanımayabilir veya bir tane kitap ismi söyleyemeyebilir, ülkesinde olup bitenden haberdar olmayabilir; ama zekidir ve problemleri çözer. Oyun esnasında düştüğü pozisyonu “görmedim” demesi de sadece bir aldatmacadır. Bugün maçlar üzerine bu kadar yorum yapılmasının nedeni de budur. Çünkü futbolcu aldatmaya yönelik oynuyor.
Bir başka şey daha var. Futbol kadının önüne engel koymaz. Futbolda daha çabuk gerçekleşecek bir ütopya, kadınların da sahaya inmesidir.
NM: Kadın takımları var, sanırım.
Evet var, deneme aşamasında.
EH: Peki kadın ve erkeğin ortak oynamasına ne diyorsun?
Çok daha iyi. Kadın ve erkek aynı takımda oynamalı. Zekâ ve beceri varsa, bu gerçekleşir. Diyelim ki bir kadın futbolcu muhteşem ortalar yapıyor oyunda; topu nerde yakalarsa yakalasın, 40-50 m ceza sahasının üzerinden uçan daire şeklinde gönderiyor. Ve takımın da böyle bir oyuncuya ihtiyacı var, işte o kadın oyuncuyu oynatabilirsin. Futbol kadının önüne çok büyük fiziki engel koymuyor. Engeli toplum koyuyor. Futbolda tabii ki kadının kendini biraz koruması gerekir. Anormal pozisyonlarda düşebilir örneğin. Ama aynı kadının kendini toplum içerisinde de koruması gerekmiyor mu?
Başlarda, Floransa’da köy halkı karışık maç yapıyormuş. Kadın ve erkekler, el ve ayaklarını kullanarak, karşılıklı çizgiler üzerinden topu geçirmeye çalışıyormuş. Biraz karmaşık bir oyun; karambolde top önüne geliyor ve o kargaşalıkta vurabiliyorsan vuruyorsun. Çok da heyecanlı. Tabii bir müddet sonra güçlüler oyunda kalıyor ve güçsüzler eleniyor. Ölümlere varan sonuçları olabiliyormuş oyunların. Hatta bir dönem İngiltere’de ayak topunun yasaklandığı bilinir. Fakat tamamen yok edememişler ve kuralları değiştirme yoluyla düzeltmişler oyunu.
Güreşte bir kadının erkekle aynı kiloda eşleşmesi, eşitsiz bir müsabakaya yol açar. Ama kolektif sporlarda, herhangi bir alanda başarılı olan bir kadın sporcu, o oyunda yerini alabilir. Örneğin bir kadın basketçi bir erkek takımında oyun kurucu olarak görev yapabilir. Ya da iyi bir kadın pasör yine erkek takımında voleybolcu olabilir. Ama bunun için önce toplumun değişmesi gerek.
Futbol, spor olarak neyin yarıştırılmasıdır?
Futbol oyunu aslında insan zekâsının yarıştırılmasıdır. İnsan zekâsını terazi kefesine koyup tartamayız ki, o zaman nasıl yarıştırıyoruz denebilir. İnsan zekâsı maddede cisimleşir. Biz de bu cisimleniş üzerinden yarıştırırız. Peki futbolda hangi maddenin üzerinden, hangi cisimlenişin üzerinden yarışıyoruz? Futbol müsabakasında oyuncu zekâsını, sesin, sözün, yazının, heykelin, rakamların vb üzerinden yarıştırmaz. Gerçi gözünün ucuyla geometrik, matematiksel, fiziksel hesaplamalar yapar elbette. Ama bu üzerinden yarıştığı cisimlenişin bir kısmıdır, hepsi değildir. Kısaca, futbol oyununda insan zekâsı, insan bedeni, organizması ve hareket sisteminin gücü, insan metabolizmasının kapasitesi, sinir sistemiyle hareket sisteminin birbirine uyumunun mükemmelliği üzerinden yarışır.
Futbol oyununda, birey olarak insan zekâsını yarıştırmanın yanı sıra, psikolojik açıdan uyarılma kapasitesini, bilincin uyarılmış konuma yükselme düzeyini (motivasyon, konsantrasyon), irade, biyolojik uyum ve psikolojik uyumu da içine alan, sadece tek tek oyuncuların değil, aynı zamanda tüm takımın gücünün ve zekâsının örgütlenmesini de içeren bir yarışma sözkonusudur.
Bu kadar kapsamlı bir oyun mümkün müdür? Mümkündür, çünkü futbol bu şekilde oynanır. Öncelikle topun niteliği ve yerçekimi kuralları, sonra da, alet olarak oyuncunun kendi vücudunu kullanması bu imkânı sağlamıştır.
Futbol oyununda alet (beden), zekânın uzantısıdır.
Oyuncu, alet (beden) ile top (oyun nesnesi) arasına bir başka cisim koymadan oynar. Topun şekli, ayakla oynanması, oyunun oynanmasında ve sayı kazanmada oyun alanının insan bedenine hiçbir engel koymaması, başka şeylerin yanında, aynı zamanda çok sayıda oyuncuyla, çok sayıda rakibe karşı oynanmasına da olanak yaratır. Bu da işbölümü, uzmanlaşma (ustalaşma), kolektivizmi zorunlu kılmaktadır. Ancak, kolektif üretim içinde bireysel yaratıcılığa imkân ve ihtiyaç olması kuralı, oyunun yeniden üretiminde, futbol için de geçerlidir. Tüm bunlar da, insan bedeniyle oynanan bir oyunda öncelikle insan zekâsının yarıştırılmasına, ama bu yarışmanın yanı sıra, oyunda, tarafların saha içi ve dışındaki tüm olanaklarının, zekâları başta olmak üzere, bir takım olarak örgütlenmesinin yarıştırılmasına da imkân vermiştir.
Halil Halit Toker’in Futbol, Spor ve Oyun’dan (Kaynak Yayınları, Haziran 2007, 160 s.) aktarılmıştır.