İnsan türü, diğer birçok hayvan türüne kıyasla biyolojik bakımından oldukça homojen ve yine birçok hayvan türünün sahip olduğu kimi biyolojik yeti ve donanımlardan yoksun bir varlıktır. Buna karşın yeryüzünün hemen bütün ekosistemlerdeki koşullara uyarlanarak varlığını sürdürme başarısını elde etmiş belki de tek türdür. Büyük bir paradoks gibi görünen bu gerçeğin gerisinde yatan “sihirli” fenomen kültürdür.
Uyarlanma, basitçe organizmanın, çevrenin karşısına çıkardığı sorunlara tepki ya da cevap olarak geliştirdiği daha etkin çözümlerdir. Bu yönüyle uyarlanma, biyolojik türlerin evriminde doğal seçilimle birlikte rol oynayan temel mekanizmalardan biridir. Uyarlanma, tüm biyolojik türlerin evrim süreci ve çeşitliliği açısından olduğu gibi insanın biyo-kültürel evrimi ve çeşitliliği açısından da oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu bakımdan uyarlanma evrensellik, bütüncülük, kültürel görecelik ve bütünleşme (entegrasyon) ile birlikte modern antropolojik yaklaşımın temel ilkelerinden birini de teşkil etmektedir.
Bütün diğer organizmalar gibi insan da -hayatta kalmak ve soyunu devam ettirmek için- bir şekilde beslenmek, tehlikelerden korunmak ve üremek zorundadır. Bu nedenle diğer organizmalar gibi insanın da içinde bulunduğu çevreye uyarlanmak gibi bir meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Burada insanın uyarlanma stratejisinin diğer organizmalardan farkı bireylerin belirli bir toplumun üyeleri olarak, gereksinimlerini ve ivedi sorunlarına yönelik çözümleri, ancak toplumsal kültürel sistem dâhilindeki çeşitli düzenleme vasıtalarıyla sağlayabilmeleridir. Bu salt biyolojik gereksinmelerin karşılanması ile sınırlı bir mesele de değildir. İnsan söz konusu olduğunda, biyolojik gereksinimlerin yanı sıra toplumsal ve psikolojik gereksinimlerin karşılanması gibi bir boyut da işin içine girmektedir.
Biyolojik ve toplumsal gereksinimler açısından insan toplumları az çok benzerlik gösterseler de bu gereksinimlere verilen kültürel cevaplar oldukça farklı ve çeşitlidir. Ancak kültür ve çevresi (fiziksel, biyotik ve toplumsal çevresi) arasındaki uyarlanma ilişkisi tek yönlü bir ilişki değildir. Doğrusu, kültürle çevre arasındaki karşılıklı etkileşim ve ilişkilerin varlığından söz etmemiz gerekir. Her ne kadar kültür çevreye uyarlayıcı ise de, bu canlı-üstü varlık alanının örüntülenmesini sağlayan mekanizmaların başında da insanın çevresine uyarlanması gelmektedir; yani döngüsel bir ilişki söz konusudur
Kültürün önemi
Dünyamızın biyolojik tarihi, sayısı milyarlarla ifade edilen biyolojik tür popülâsyonlarının ortaya çıkış ve yok oluşlarına tanıklık etmiştir. Bir hesaba göre 600 milyon yıl önce, Kambriyenden günümüze ortaya çıkan biyolojik türlerin yüzde 99,9’u zamanla ortadan kaybolmuştur. Evrimsel biyologlar türlerin gelişimi ve yayılımını incelerken bunun “doğal seçilim vasıtasıyla en iyi uyum sağlayan varyetelerin hayatta kalması” açıklamasındaki gibi basit bir mekanizmaya indirgenemeyeceğini gösterdiler. Bunun gibi uyarlanma başarısının da sınırsız ya da sonsuz olmayıp doğal çevredeki değişimlerle sürekli sınandığı gerçeğinin altını da çizdiler. Dahası uyarlanma stratejilerinin tek bir uyarlanma mekanizmasıyla anlaşılmayacak kadar karmaşık ve birden fazla değişkene bağlı bir süreç içinde şekillendiğine dikkat çektiler.
Doğa bilimlerinden biyolojinin canlı türlerinin ekosistemle ilişkileri üzerine yaptığı araştırmaların önemli katkısı, şüphesiz insanın kültürel evrimini belirleyen süreçlerin analizlerine kalkışırken, insanın çevreyle olan karşılıklı etkileşimlerinin daha dikkatle incelenmesini sağlamasıydı. Evrimin, önemli ölçüde organizmaların sürekli değişen çevrelerine tepkilerinin (uyarlanma) ürünü olan, birikimsel bir değişim süreci olduğu bir gerçektir. İnsanın kültürü vasıtasıyla kendi nişini oluştururken hangi uyarlanma vasıtalarıyla ne gibi birikimler vücuda getirdiği sorusu oldukça kritik bir önem taşır.
Biyolojik donanım bakımından uyarlanma kabiliyetleri oldukça sınırlı bir varlığız. Gerçekten de insan türü, diğer birçok hayvan türüne kıyasla biyolojik bakımından oldukça homojen (bir zamanlar çok yönlü ve toplumsal ayrımcılıklarla ırkçılığın malzemesi haline gelmiş ten rengi gibi kimi “ırksal” farklılıklar, insanlar arasında bu karakteristikler yönünden belli gruplandırılmaların yapılmasını geçersiz ve anlamsız kılacak denli bilimsel temellerden yoksun, oldukça yüzeysel ve de ideolojik tasniflerdir ve günümüz antropolojisi tarafından reddedilirler) ve yine birçok hayvan türünün sahip olduğu kimi biyolojik yeti ve donanımlardan (renk değiştirme, kamuflaj, kürk, boynuz, pençe, hızlı koşma, zıplama ve tırmanma vb.) yoksun bir varlıktır. Buna karşın yeryüzünün hemen bütün ekosistemlerdeki koşullara uyarlanarak varlığını sürdürme başarısını elde etmiş belki de tek türdür. Büyük bir paradoks gibi görünen bu gerçeğin gerisinde yatan “sihirli” fenomen kültürdür. İnsan, biyolojik kapasitesinin sınırlarını kültürüyle aşarak ve kendi icadı olan kültürü vasıtasıyla yeryüzünde neredeyse ulaşılmadık yer bırakmadığı gibi, diğer canlı türleri içinde gelişkin zekâsı ve kültürüyle doğaya egemen olabilmiş tek türdür de.
Anahtar kavram: esneklik
Modern insan Homo sapiens sapiensin Holosen’deki evrimsel başarısı başlı başına yeni bir uyarlanma rasyonelliği ile ilişkilendirilmektedir. Burada temel ya da anahtar kavram esnekliktir. Sapiens’in beyin kapasitesinden çok, deneyim biriktirme ve alternatif stratejiler geliştirme becerisindeki artış da diyebiliriz buna. Romer’in Kuralının (1) H. Sapiens’in ekosistemlerle oportünist ilişkisinin her veçhesinde başarıyla yeni uyarlanma tekniklerini geliştirilmesi yönünde işlediğini söylemek iddialı olacaktır belki; ama avcı-toplayıcılıktan besin üretimciliğine, oradan sanayileşmeye olan kültürel evrim ve devrimlerin içinde cereyan eden icat ve yeniliklerin, bu kurala çok uygun düşen örnekler olduğunu söyleyebiliriz.
Ne ki, biyolojik evrim süreci nasıl kimi türler için oldukça etkili bir mekanizma olarak işleyip varyasyonlardan yeni türlere olan değişimi tetiklerken diğer popülâsyonlarda görece daha az etkin bir değişim (ya da türleşme düzeyinde farklılaşma) mekanizması olarak işlemişse, insan toplumları da içinde bulundukları çevrelerin sunduğu olanaklar ve sınırlılıklar dâhilinde birbirlerine göre oldukça çeşitlik gösteren iktisadi ve toplumsal düzeylere uyarlandılar. Bundan dolayı toplumlarının kaderleri, bir zamanlar Morgan ve Spencer’in ileri sürdükleri gibi ilkelden uygar toplumsal aşamalara doğru tek bir tarihsel model üzerinden gelişmelerini (evrimlerini) sürdürerek tamamlamakla değişmeden (Spencer’in evrimleri dondurulmuş fosil toplumlar dediği avcı-toplayıcı takımlar nevinden) durağan kalmak gibi bir ikilem arasında sıkışmış değildi. İnsanlar çevreleriyle engin tarihsel deneyim ve birikimlere, dışardan belli düzeylerde etkileşim, müdahale ve süreçlerin de eklemlendiği bir çerçevedeki en uygun uyarlanma stratejisini izlemekle mükellef bir çeşitlilik içinde yer aldılar ve bu aynı zamanda dinamik bir süreç olarak günümüze kadar da devam etti. Haris, insanı, kültürü dâhilinde rasyonel tercihlerde bulunan “ekonomik insan” olarak tanımlarken, tercihlerin bilinçli ya da bilinçsiz yapılmasının dahi bu gerçeği değiştirmeyeceğini söyler. Gerçekten de antropologlar, kutsal inek tabusu gibi Batılı kültürel normlara göre son derece budalaca-irrasyonel görünen pratiklerin gerisinde bile oldukça iktisadi rasyonelliklerin varlığını gösterebilmişlerdir. Bunun bir açıklaması, insanların kendi uyarlanma stratejilerinin çoğunlukla farkında olmalarına karşın esasen yaşadıkları uyarlanma süreçlerinin farkında olmamalarıdır.
Kültür yaratan ilk atalarımız avcı-toplayıcıydılar
Yehudi Cohen ekonomilerle toplumsal özellikler arası ilişkiler temelinde bu denli çeşitlilik içindeki kültürler için oldukça kullanışlı bir tipoloji geliştirdi. Bunu yaparken birbirinden bağımsız ancak benzer ekonomik nedenlerin, benzer çevrelerde birbirine az çok benzer kültürel etkiler doğurduğu (2) varsayımına dayandı. Bu tipoloji altı farklı uyarlanma stratejini kapsamaktaydı: avcı-toplayıcılık, bahçecilik, tarım, çobanlık, ticaret ve sanayi.
Kültür yaratan ilk atalarımız avcı-toplayıcıydılar. Modern antropolojinin geleneksel ilgi alanlarının başında, avcı-toplayıcıların gelmesi şaşırtıcı değildir. Zira insanın biyo-kültürel evrimi sürecinin neredeyse yüzde 99’unu kapsayan uzun Paleolitik ve Epipaleolitik dönemler boyunca (hatta Neolitik dönemin büyük bir bölümünde) hâkim tek strateji avcı-toplayıcılıktı. Çeşitliliğin kültürel boyutları avcı-toplayıcı insanlar söz konusu olduğunda dahi biyolojik özelliklerin çok ötesine gitmektedir. Avcı-toplayıcı uyarlanmaların çeşitliliği bugün giderek kaybolmakta olan bu geçim tarzının yaşayan örnekleri dâhilinde bile görülebilmektedir. Dahası bu toplumlar avcı-toplayıcı uyarlanma sayesinde günümüze kadar başarılı bir biçimde hayatta kalabilmişlerdir.
Kalahari çölündeki Buşmanlar’ın (daha doğru bir deyişle kendilerine atfettikleri isimle Ju/’hoansi’lerin uyarlanma örüntüsü olan avcı-toplayıcılık, ilkel bir geçim tarzının günümüze kadar gelmiş kalıntıları değildir ve mevcut koşullara Buşmanlar’ın deneyimleriyle sağladıkları en geçerli uyarlanma stratejidir; dahası kullanılan kaynakların ve tüketim kalıplarının farklılığı gibi kültürel farklılıklar bir yana bırakılırsa iktisaden ABD’de orta sınıf bir ailenin geçim düzeyinden daha fakir ve de güvencesiz bir yaşam bahşetmemektedir. Ne ki, daha az çalışma ile geçimin sağlanması ve daha fazla toplumsal dayanışma ağı sunması gibi avantajları ile orta sınıf ABD insanında olmayan bir artı değere de sahiptir. Dolayısıyla takımdan devlet düzeyinde toplum aşamasındaki gibi bir geniş skala içersindeki politik organizasyon çeşitliliği bir kültürel evrimsel ilerlemeyi temsil etmez, ancak basitten daha karmaşığa olan çeşitliliği ifade eder.
Bahçecilik ve sabit yerleşim birimleri
Ne ki, günümüzden yaklaşık 10-11 bin yıl kadar önce Orta Doğu, Güney ve Güneydoğu Asya ile Orta Amerika’da (Meksika) yoğun toplayıcılık yapan avcı-toplayıcı halklar, bitki ve hayvanların evcilleştirilmesini başararak sabit köylerde besin üretimciliğine dayalı öncekinden farklı yeni bir geçim stratejine uyarlandılar. Bu strateji o denli başarılı oldu ki, milyonlarca yıllık geçmişine karşılık avcı-toplayıcı uyarlanma stratejisi tedricen terk edilerek zamanla ekstrem ekosistemlerdeki sınırlı coğrafyalarda yaşayan kimi toplulukların sürdürdükleri marjinal bir geçimlik uğraş düzeyinde kaldı.
Üretimciliğe dayalı geçim stratejisi sabit yerleşim birimleri ve evcil türlere ve bu türlerin yetiştirildiği doğal kaynaklara bağımlı daha yoğun bir üretim tarzıydı ve daha çok çalışmayı gerekli kılıyordu. Ancak avcı-toplayıcılığa göre -kıtlık ve kuraklık tehditleri bir kenara bırakılırsa- besin kaynaklarını denetimi ve birikimi avantajlarıyla daha güvenli bir yaşam şekliydi. Bu avantajlarının yanı sıra daha kalabalık nüfusları besleme kapasitesiyle tarım avcı-toplayıcılığın yerini aldı.
Bu geçim tarzının bir uzantısı olan tropikal yağmur ormanlarındaki bahçecilik ise tahıl ağırlıklı üretim yapan köy toplumlarından farklı olarak kabile tarımcılarının uğraşıları olup, dönüşümlü bir tarım şekliydi. Bahçeciler tropikal orman içinde kesip yakarak açtıkları alanlarda yam, taro, tatlı patates, manyok, yabani muz gibi kök ve gövdeleri nişastaca zengin besinler yetiştirmeleriyle tanınırlar. Buna ilave olarak ormandaki yabanıl besinlerin toplayıcılığıyla evcil domuz besiciliği ve avcılık da yaparlar (Örneğin Brezilya’da yağmur ormanlarındaki Yanomamöler gibi).
Mamafih, kabile tarımcılarının küçük ölçekli ve düşük yoğunluklu bu üretim tarzı asla bir kent ye da devlet ölçeğinde büyüklükte bir nüfusu besleyecek artık değer (ihtiyaç fazlası) üretemediğinden bu topluluklar hiçbir zaman bir devlet ölçeğinde genişleyip büyüyecek dinamikleri yaratamadılar. Bu nedenle ilk kent devletleri gibi büyük devlet ve imparatorlukların asıl besin kaynağını hububata dayalı üretimin yoğun olarak sürdürüldüğü ılıman bölgelerdeki büyük nehir deltaları sağlamıştır.
Sulamaya dayalı tarım ve çobanlık
Sulamaya dayalı tarım, daha verimli üretim teknikleriyle ve düzenlemelerle birlikte güney Mezopotamya, Nil Nehri, İndus ve Sarı nehirlerinin suladığı verimli topraklarda ilk kentlerin ortaya çıkmasını sağlayacak denli büyük bir üretim artışını sağladı. Bu o denli önemli bir gelişmeydi ki, Gordon Childe buna Birinci kent devrimi adını vermiştir.
İlk kent devletleri, MÖ 4. binde sulamaya dayalı yoğun tarımsal üretimin (artı değerin) ortaya çıkmasıyla şekillendiler. Ancak kentlerin ortaya çıkışı salt tarımsal artı değerin varlığından çok bu artık ürünü diğer malların mübadelesi için kentlerin nüvesi Pazar yerlerine taşıyan yeni bir sınıfın yani tüccarların sayesinde oldu.
Bu arada verimli toprakların dışında kalan veya sonradan verimsizleşen marjinal topraklarda yerleşik köylerdekinden farklı yeni bir uyarlanma stratejisi daha ortaya çıktı: çobanlık. Geç Neolitik evreyle birlikte koyun ve keçi gibi küçükbaş ile sığır ve deve gibi büyükbaş hayvan sürülerinin besiciliği üzerine uzmanlaşan kimi köylüler, zamanla tarımsal üretimi terk ederek tümüyle çobanlık stratejisine uyarlandılar. Bu tarımcı köylerden farklı hareketli bir yaşam tarzıydı ve mevsimlik göç stratejileriyle hayvan sürülerinin otlak ihtiyacının karşılanmasını gerektiriyordu. Bugün bu tarz yaşam sürdüren topluluklar da marjinalleştiler. Zira endüstriyel üretimin ve yerleşim alanlarının istilasıyla geleneksel göçebelik örüntüleri büyük ölçüde bozulmuş oldu. Buna karşılık çobanlık geviş geçiren (ruminant) hayvan sürüleriyle kurulan simbiyotik tamamlayıcılık ilişkisi temelinde, tarıma elverişsiz alanlardan geçim sağlama başarısı bakımından eşsiz bir uyarlanma stratejisiydi ve bugün sayıları azalsa da bunu başarıyla sürdüren toplumlar mevcuttur.
Sanayi toplumu
Üretimcilik temelindeki bu görece yavaş ama köklü iktisadi ve toplumsal devrimi izleyen sonraki iktisadi süreçler doğaya daha etkin müdahale vasıtalarının icadı (bir dizi yeni teknolojik buluşlarla birlikte) toplumların nicelik ve nitelik olarak sürekli gelişen üretim, denetim ve egemenlik ilişkileriyle birlikte mevcut uyarlanma stratejilerini o denli hızlı bir şekilde değiştirip dönüştürdü ki, sanayi kapitalizmi gibi son derece karmaşık bir iktisadi uyarlanma aşamasına -bazı marjinal alanlar hariç- yaklaşık 200 yıllık bir zaman dilimi içinde geçmiş oldular.
Bu aynı zamanda insanlık tarihindeki ikinci büyük dönüşüm (aslında en çarpıcı ve köklü devrim) sanayi devrimiydi. Sanayi toplumunda toplumsal ölçek sulu tarıma dayalı devlet aşamasından da öteye daha tabakalı bir yapıya sahipti ve en eşitliksiz ve çevresel riskler bakımdan en tehditkâr bir uyarlanma strateji olarak da kritik edildi. Özellikle sanayi merkezleri etrafında kurulan toplumsal ilişkilerin ciddi sosyo-psikolojik sorunları beraberinde getirdiği görülüyordu.
Sınıfsal çatışmaların boyutları da bu aşamadaki yeni üretim ilişkileri çerçevesinde sermaye sınıfı ile emekçiler ekseninde şekillendi. Sanayi kapitalizmi, kâr güdüsü etrafında, makineler, yani yapay transformatörlerle insan aklı ve emeğinin birlikte kullanıldığı bir düzenek içinde doğal kaynakların çok daha efektif kullanımıyla ve endüstrileşen icatlarla çok daha çeşitli metalara dönüştürüldüğü, akıl almaz bir tüketim kültürünü tetikledi. Sanayi Kapitalizmi, 500 yıllık bir kolonileşme geçmişinin mirasına 200 yıllık bir sanayileşme deneyiminin eklenerek gelişmiş ülkelerin kontrol ve güdümünden son zamanlarda çok uluslu şirketlerin ya da uluslar üstü güç ve sermaye ilişkilerinin güdümüne giren Küreselleşen bir Dünya Kapitalist Sistemi’ne “evrildi”.
Yolunda gitmeyen bir şeyler var
Ancak bu son ve büyük çaplı değişimlerin hiçbiri çevre ve kültürler açısından bedelsiz olmadı. Bu denli zeki ve başarılı bir tür olmanın sağladığı avantajlar sonsuz ve de sınırsız bir var oluş güvencesi sağlamış gibi bir algılayışı sürekli sarsacak olumsuzlukları da sürekli artarak beraberinde getirdi. Uyarlanmamızın ilahi kudretin sadece insana bahşettiği aklıyla saat gibi işlediğine ilişkin metafizik görüş inandırıcılığını uzun süre koruyamadı. Özellikle sanayi devrimi ve ardından yaşanan toplumsal sorunlar, savaş ve kıyımlar kitlesel göçler doğru ya da yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun habercisiydiler. Modernizmin çelişkileri, kapitalizmin insan ve doğa üzerindeki yoğun sömürüsü, artan tüketim iştahı ile dünyada beklenmedik alışılmadık sorunlar yığını oluşturmaya başladı. Sonuçta günümüzde çevreye yerel ve küresel düzeyde bozucu (maladaptif) müdahalelerle tehditlerle bir risk toplumu oluşumundan söz edilmektedir. Bu risk toplumundan kurtuluşun ancak ekolojik bir toplumun tesis edilmesi sayesinde gerçekleşebileceğini ileri süren politik ekolojik ekoller de bu sürece tepki gösteren bir entelektüel ve akademik birikim olarak ortaya çıkmış bulunuyor.
DİPNOTLAR
1) Sucul yaşamdan (amfibiyenler) kara yaşamına geçiş örneğinde, mevcut bir sistemi sürdürmek üzere geliştirilen bir yeniliğin, o sistemin değişiminde önemli bir rol oynayabileceğini öne süren evrimsel kural.
2) Her ne kadar Boas, bir zamanlar antropolojiye damgasını vuran antropocoğrafik yaklaşımında, her kültürü kendi çevresi içinde tikel bir varlık alanı olarak görerek, kültürel fenomenlerin ancak kendi özgül tarihsel bağlamı içinde incelebileceğini söyleyerek bunun tersini reddetmiş olsa da.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
1) Alexander Jr. Alland (1975); “Adaptation.” Annual Review of Anthropology, pp. 59-73.
2) Daniel G. Bates (1998); Human Adaptive Strategies; Ecology, Culture and Politics. USA: Allyn and Bacon.
3) Conrad P. Kottak (2002); Antropoloji: İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış. (Çev. H.Ü Antropoloji Bölümü) [Bölüm 11: Kültürel Değişme ve Uyarlanma]; Ankara: Ütopya Yayınları.