Hücrelerimizde genler bulunur. Genler, tırnaklarımızdan piyano çalma yeteneğimize kadar kim olduğumuzu belirleyen şerit benzeri bir hayat kodundan, DNA’dan oluşur. Genleri inceleyerek, atalarımızın izledikleri coğrafik yolun başlangıcının Afrika’ya, türlerimizin şafağına kadar uzandığını görebiliriz. Sonra iki kişiyi ele alıp genlerini karşılaştırdığımızda, onların daha yakın zamanlı muhtemelen Afrika’nın dışında yaşamış bir ortak ataya sahip olduğunu görebiliriz. Dahası, artık bu ataların nerede yaşadıkları ve anayurtlarını ne zaman terk ettikleri de kanıtlanabilir. Bu dikkate değer kanıtlar, birçok insanın çığır açan çalışmalarının sonucu olarak, sadece geçtiğimiz on yılda mümkün olabilmiştir.
İçimizden birçoğu bir zaman makinesi icat edip atalarımızın yaşadıkları zamana yolculuk yaptığımızda neler bulabileceğimizi merak etmiştir. Bu makine bizi nereye götürecekti? Kendimizi herhangi bir ünlü ve saygıdeğer insanla uzaktan akraba bulabilecek miydik? İlk insanlara ulaşmak için kaç kuşak geçmemiz gerekecekti? Darwin’in iddia ettiği gibi soyağacımız maymunlara ve onun da ötesinde solucanlara ve tek hücreli varlıklara mı uzanıyordu? Okuldaki biyoloji derslerinden bunun böyle olması gerektiğini biliyoruz, ama tıpkı öldükten sonra ne olacağımız konusu gibi, bu konuyu da tam anlamıyla kavramak güç.
Teknolojik gelişmelerde atılan adımlara o kadar alıştık ki, her yeni adımda kafamızdaki acaba soruları azalıyor. Çok yakın bir tarihe kadar, genetik bilimciler, bizim dünyayı nasıl fethettiğimizin ayrıntılı tarihini çizmek için genlerden faydalanmayı ancak rüyalarında görebilirlerdi. Onların kötümser olmalarının nedeni, inceledikleri genlerinin büyük kısmının her kuşakta birbirine karışması ve toplumların çoğunda ortak olarak görülmesiydi. Onların görevleri daha önce oynanmış bir iskambil oyununu, karıştırıldıktan sonraki haliyle bir kâğıt destesinden yeniden icat etmeye çalışmaktı. Dolayısıyla değil türlerimizin başladığı zamana, birkaç yüz yıl öncesine giden bir genetik soyağacını doğru bir şekilde çıkarmak bile neredeyse imkânsızdı. İnsanların çoğu derinin altında birbirine çok benziyordu, o zaman nereden başlanabilirdi?
Adem ile Havva genetik soyağacı
Adem ile Havva kolları diye adlandırılan cinslere özgü genetik kolların kullanımı, geçtiğimiz on yılda her şeyi değiştirdi. Bütün diğer genlerden farklı olarak, mitokondriyal DNA (hücre çekirdeğinin dışındaki bir gen koleksiyonu) bize sadece annelerimizden kalır, Y kromozomu da sadece erkeklerden. Bu iki cinse bağlı gen seti kuşaktan kuşağa değişmeden aktarılır, hiçbir karışma olmadan ve böylece atalarımıza, ilk primatlara kadar izlenebilir. Böylece biri annelerimizden biri de babalarımızdan olmak üzere iki ailevi genetik soyağacı kurabiliriz. Sonuç olarak, herhangi bir toplulukta, bu topluluk ne kadar geniş olursa olsun, bu iki genetik soyağacı yoluyla herhangi iki bireyi izleyip ağaçtaki en yakın ortak atalarına ulaşabiliriz. Bu ata 1500 ya da 150 bin yıl önce yaşamış olabilir ama bütün atalara bu yeni kurulmuş Adem ve Havva genetik soyağacında bir yer ayrılabilir. Bunlar, modern insanın genetik kollarının gerçek dalları olan gerçek ailevi soyağaçlarıdır.
Her ağaçtaki dalların her biri tarihlenebilir (Her ne kadar bu tarihlerin doğruluğu tam olarak kesinlik kazanamamış olsa da). Birçok bölgesel insan soyağacı, belli açık sınır işaretleri kullanarak kenarların birleştirilmesi yoluyla tıpkı bir yapboz gibi birbirine uyumlu hale getirilmiştir. Böylece Afrika’dan dünyanın her köşesine yayılan bir Adem ile Havva genetik dalları resminin parçaları geçtiğimiz on yılda bir araya getirilmiştir. Sonunda bütün yapının parçaları arasında bir bağ oluşup anlam kazanmaya başladığında, tıpkı yapbozda olduğu gibi tatmin edici bir görünüm elde ediliyor; kalan parçalar ne kadar çok olurlarsa olsun artık ağacın ve haritanın üzerine giderek artan bir kolaylık ve hızla yerleştirilebiliyor. Bütün dallarıyla ağaç artık dünya haritasının üzerine yayılıp, atalarımız ve onların genetik kollarının dünyayı fethederken nerelerden geçtiklerini gösterebilir.
Elde edilen yeni bilgiler, son 150 bin yılın kültürel ve biyolojik öyküleri arasındaki çelişkilerin bazılarını çözmüştür. Öyle ki o dönemin bölgesel insan fosili kalıntılarını bile hayatın genetik ağacında doğru yerlere yerleştirebiliriz.
Birçok sorunun cevabı bulunmuştur. Elde edilen sonuç şu ki, dünyanın yoğun ileri geri prehistorik hareketler ve karışmalarla ortak bir genetik döküm potası olması şöyle dursun, modern insan yayılımında rol alan insanların çoğu tutucu bir şekilde ilk defa atalarının kurduğu kolonilere sıkışıp kaldılar. Bu yerlerde son buzul çağının öncesinden beri ikamet etmektedirler. Ayrıca son 80 bin yılın spesifik göçlerinin tarihlerini de belirleyebiliriz.
Hepimizin kökeni Afrika
Uzun süredir çözülmeye çalışılan başka birçok arkeolojik sorun, yeni genetik soyağaçlarıyla çözülmüştür. Bunlardan biri “Afrika-kökenlilik” (Out of Africa) ile “Çok-bölgelilik” (Multiregional) teorileri arasındaki çatışmadır.
Afrika-kökenlilik görüşünü destekleyenler, Afrika dışındaki bütün modern insanların 100 bin yıl önce Afrika’dan yayılan bir göçten geldikleri kanaatindedirler. Bu büyük göçün sonucunda dünyadaki daha eski bütün insan tipleri yeryüzünden silinmiştir. Çok-bölgelilik teorisini savunanlar ise, Avrupa’daki Neanderthaller ve Uzakdoğu’daki Homo Erectuslar gibi eski insan tiplerinin şimdi bütün dünyada gördüğümüz yerel ırklara doğru evrim geçirdiklerini öne sürerler.
Şimdi yarışmayı kazanan Afrika-kökenlilik görüşüdür; çünkü yeni genetik soyağaçları son 100 bin yıl içinde doğrudan Afrika’ya uzanıyor. Daha eski insan türlerinden kalan Adem ile Havva genetik kollarının hiçbiri bizim genetik soyağacımızda bulunmuyor, elbette bizim Neanderthallerden farkımızı ölçebileceğimiz ağacın kökeni hariç. Neanderthallerin eski mitokondriyal DNA kullandıkları tespit edilip genetik açıdan öyle sınıflandırılmışlardır ve görünen o ki, bizim atalarımızdan ziyade kuzenlerimizdirler. Biz onlarla bir başka ortak atayı paylaşıyoruz: Homo helmei.
Kimi Afrika-kökenlilik teorisi taraftarları ise, Avustralyalılar, Asyalılar ve Avrupalıların ayrı Homo sapiens göçleri halinde Afrika’dan yayıldıklarını iddia etmişlerdir. Oysa durum böyle değildir: Eril ve dişil genetik soyağaçları Afrika’dan yayılan sadece bir tek dalı gösteriyor. Modern insanların Afrika’dan dışarı sadece bir tek büyük göçü olmuştu; her cinsel dalın, Afrikalı olmayan bütün herkesin annesi ve babası olan bir tek ortak genetik atası vardı.
‘Üstün Avrupalı’ tezi çürütüldü
Başka önyargılar da oluşmuştu. Bazı Avrupalı arkeolog ve antropologlar, Avrupalıların sanki büyük bir biyolojik gelişme göstermişler gibi, resim yapmayı, oymayı, karmaşık bir kültür geliştirmeyi ve hatta konuşmayı ilk öğrenenler olduklarını iddia ettiler. Genetik soyağacının yapısı bu görüşü çürütüyor. Avustralyalı Aborjinler Avrupalılarla akrabadır ve 85 bin yıl önce Afrika’dan göçün hemen ardından Yemen’e kadar ortak bir ataya sahiptirler. Ondan sonra Hint Okyanusu’nun kıyı çizgisi boyunca sürekli ilerlediler, adadan adaya atlayarak Avustralya’ya gelip orada tamamen izole bir halde kendi özel ve karmaşık sanatsal kültürlerini geliştirdiler. Avustralya’daki ilk kaya sanatının tarihi ilk Avrupa sanatı kadar eskidir.
Bir başka arkeolojik tartışma Neolitik kültürünün 8000 yıl önce Avrupa’ya Türkiye’den yayılmasıyla ilgilidir. Yakındoğu’nun çiftçileri Avrupalı avcıları yok edip yerlerini mi aldılar yoksa yeni fikirler daha barışçıl bir şekilde yayılıp daha önceki Paleolitik avcı-toplayıcı toplumları dönüştürdüler mi? Genetik cevap çok açıktır: Modern Avrupalıların yüzde 80’i eski avcı-toplayıcı gen tiplerinden ve sadece yüzde 20’si Yakındoğulu çiftçilerden türemiştir.
Sonunda, dünyanın öbür ucuna gittiğimizde, Polinezyalıların kökeni konusunda da renkli tartışmalar yaşanmıştır. Geçtiğimiz 15 yıl boyunca arkeologlar Polinezyalıların Tayvan’dan geldiklerini düşündüler. Genetik soyağacı bu düşünceyi çürütüyor. Muhteşem kanoları sürenlerin atalarının soyu daha öteye Doğu Endonezya’ya dayanıyor.
Hepimizin bu genetik hikâyenin bir parçası olduğunu unutmamalıyız; nitekim eski genetik soyağacımızın yeniden oluşturulma çalışmasının yüzde 99’u bugün dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insanların gönüllü olarak verdikleri modern DNA’larla gerçekleştirilmiştir. Bu hepimizle ilgili bir hikâyedir.
Genetikten arkeolojiye ve antropolojiye katkı
Artık birçok antropolog bizim Afrika’dan geldiğimizi iddia ediyor ama bunu nereden biliyorlar? Eğer bizim orada bir tek kökenimiz varsa, neden birbirinden farklı insan ırkları var? Bu ırklar birbirleriyle ne kadar yakın akraba? Hepimiz bir tek ailenin parçası mıyız, yoksa Afrikalılar, Avustralyalı Aborjinler, Avrupalılar ve Doğu Asyalılar, farklı paralel kökenlerden mi geliştiler? Bizim evrim hikâyemizde ağaçları terk eden maymunlardan gelenlerin Afrika savanalarında yürümelerini ve onların birkaç milyon yılda Ay’a kadar gitmelerini sağlayan anahtar güçler nelerdi?
DNA analizleri modern insanların bölgesel biyolojik tarihi konusundaki anlayışımızda olağanüstü bir ilerlemeye neden oldu. Adem ile Havva adı takılmış genler, zaman ve mekanda ilerleyip, 200 bin yıl boyunca insan ailesini önce Afrika ve sonra yeryüzündeki yolculuklarında takip etmemizi sağlıyor.
Geçmiş 2,5 milyon yılın insan tarihinin çoğu fosil kemiklerinin ve geçmişteki iklim koşullarının incelemeleriyle oluşturuldu. Biri hariç bütün insan türleri yok oldu; bazıları çok uzun zaman önce, dolayısıyla onları inceleyecek canlı genlerine sahip değiliz.
Bununla birlikte, geçmiş insan türlerinden kalan hiçbir genin bulunmadığını söylemek gerçeği yansıtmıyor. Bizim çekirdek genlerimizin çoğu neredeyse eksiksiz olarak eski insanlar ve maymunlardan gelmektedir. Bazı insan genleri, Homo sapiensler dünyada ortaya çıkmadan çok önce birbirinden ayrılmış çeşitli formlarda bulunabilir. Bilim insanları ayrıca Neanderthal kemiklerinden küçük parçalar halinde kısa mitokondriyal DNA örnekleri çıkardılar ve şu anda bizim onlarla ne derece yakın akraba olduğumuz ve modern insan topluluklarında onlardan kalan genlerin bulunup bulunmadığı sorularına cevap verebilecek durumdadırlar.
Bununla birlikte, insanın genetik prehistoryasının anlaşılmasındaki gerçek devrim son 200 bin yılı kapsıyor, burada bizi ilgilendiren de budur. Bu dönem için, yeni genetik bulgular, daha önce Avrupa ve Afrika’dan taş aletlerin ve birkaç yanlış tarihlendirilmiş iskelet kalıntılarının egemen olduğu tartışmalı bir alanda güçlü bir ışık halinde parlamıştır.
Vücudumuzun her bir hücresinde inanılmaz uzunlukta DNA şeritlerimiz vardır. Bu, genlerin maddesidir. Bütün kendimize özgü karakteristik özelliklerimizi, genetik mirasımızı depolar, kopyalar ve aktarır. Bu DNA şeritleri vücutlarımızın yapı taşları olan proteinler için örnek kodları barındırır. Kodlar, vücutlarımızın yapısı hakkında bütün bilgileri sağlayan (A, G, C ve T harfleriyle temsil edilen) dört farklı kimyasalın kombinasyonları halinde “yazılmıştır”. Ebeveynlerimizin her birinden bize DNA miras kalır ve ikisinin kendimize has bir karışımını elde ettiğimizden dolayı, her birimizin diğer herkesten farklı DNA şeritleri vardır. Kendi DNA’mız moleküler bir parmak izi gibidir.
İnsanların üremesi sırasında, ebeveynlerin DNA’ları eşit oranlarda kopyalanıp aktarılır. Şunu bilmek lazım ki, her ne kadar her ebeveynden gelen DNA’nın çoğu üreme sırasında dikkatle tasnif edilse de, onların karşılıklı ufak katkıları her kuşakta birbirine karışıp kaynaşmıştır. Bu yapışma ve kaynaşma teknik olarak yeniden birleşme diye bilinir ve bu genlerde genetik prehistoryamızın izini sürmemizi daha da zorlaştırır. Ne mutlu ki, genetik araştırmacıların yararına, DNA’mızın yeniden karışmayan iki küçük kısmı vardır. Bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılırken bozulmadıkları için bu karışmamış DNA’nın geçmiş haritasını çıkarmak daha kolaydır. Bu iki kısım, mitokondriyal DNA (mtDNA) ile Y kromozomunun karışmayan kısmı olarak bilinir.
Diğer insan türleri de Afrika kökenli
Üzgün ifadeli, uyanık bir yüz, yassı bir burun ve özellikle hızla büyüyen bir beyinle, Homo erectus, boynundan aşağısında tıpkı bizim gibiydi. Taş aletleri vardı. Başta basitçe rötuşlanmış taşlar, ama sonra daha sofistike el baltaları. Onların Afrikalı atası Homo ergaster Afrika’yı 1,95 milyon yıl önce terk eden ilk insandı, Asya’da Homo erectus adını aldı. Bu sonuncusu bizden biraz daha kısa boyluydu ve Ortadoğu’ya, Rusya’ya, Hindistan’a, Uzakdoğu’ya ve Güneydoğu Asya’ya, beraberlerinde “taş-alet” teknolojisini de götürerek hızla yayıldı.
Bazı tartışmalı iddialar, ağaçtaki daha kısa boylu ata Homo habilis’in de aynı anda bu adımı attığı yönündedir. Bununla birlikte, bütün birbirini izleyen insan türlerinin buzul çağları arasındaki ilk elverişli ılık dönemde Afrika’nın dışına yayıldığına dair daha güçlü kanıtlar vardır. Homo erectus tipleri sonradan neredeyse bir milyon yıl boyunca dünyada egemen oldular. Ta ki bir milyon yıl önce yeni bir korkunç buzul çağı serisi Afrika’nın çoğunu kurutup, yeni ve daha özel bir ailenin doğuşuna neden olana dek. Bu yeni modelin ilk Afrikalı temsilcisi Homo rhodesiensis’ti. Bizimle aynı boyda, 1250 cm3 beyin hacmiyle, Acheulian adı verilen, ismini ilk bulundukları Fransız köyünden alan daha sofistike aletler kullandılar. Acheulian aletleri gözyaşı şekli oluşturacak biçimde uçları olan iki tarafı yontulmuş geniş yassı taşlardan uçları olan el baltalarından oluşuyordu. Bu yeni gelenler yaklaşık bir milyon yıl önce kısa süreli bir ılık dönemde, önce Afrika’dan Avrupa’ya muhtemelen Çin’e kadar ulaştılar ve Acheulean teknolojisini beraberinde taşıdılar.
Sonra 350 bin yıl önce, bir başka çetin buzul çağı yaşandı ve belki yeni bir geniş beyinli insan tipini 300 bin yıl önce Afrika sahnesine çıkardı. Kimileri bunları arkaik Homo sapiensler kimileri de Homo helmei olarak adlandırırlar. Karışıklığı önlemek için ikinci ismi kullanalım. Sarkık kaşlı, bizimle aynı boyda ve bizimkinden hafifçe daha geniş olan 1400 cm3’lük ortalama beyin hacmine sahiptiler. Orta Paleolitik adı verilen en önemli devrimlerden birini başlatmışlardı. Bazıları bu kalın kaşlı varlıkların, eğer modern bir ailede doğsalardı bizim toplumumuza uyum sağlayabileceklerini iddia edecek kadar ileri gittiler.
Bir ılık dönem boyunca, daha büyük çapta ve daha uzun süren bir Afrika dışı hareket, Homo helmei’nin 250 bin yıl önce Avrasya’da yayılmasına neden oldu. Homo helmei Avrupa’da ve Asya’da Homo neanderthalensis’in doğmasına neden olmuş olabilir ve belki aynı dönemde Hindistan’da ve Çin’de akrabaları bulunuyordu. Bizim atalarımızı içeren ana insan ailesi ise Afrika’da kaldı, zamanla Avrupa’daki Neanderthal kuzenlerinden fiziksel açıdan ayrılarak.
Bizim türümüz Homo sapiens, 170 bin yıldan daha uzun bir süre önce doğdu ve sonra buzul çağlarının en büyüklerinin birinde nüfusu 10 bine düşüp nesli yok olma noktasına geldi. Her ne kadar Homo sapiensler gerektiği gibi bir sonraki ılık dönemde Afrika’dan çıkıp Doğu Akdeniz’e gittilerse de, genetik kanıtlar sonraki buzul çağında soylarından gelenlerin orada halef bırakmadan öldüklerini gösteriyor. Sonunda 70 bin-80 bin yıl önce modern insan türleri Afrika’nın dışına yayıldığında, Avrasya’da hâlâ diğer insan türlerinden örnekler bulunuyordu. Avrupalı Neanderthaller ve muhtemelen Güneydoğu Asyalı Homo erectus, yaklaşık 30 bin yıl öncesine kadar yaşam savaşı verdiler ama onların hiçbir genetik izi yaşayan insanlara kalmadı.
İnsan türlerinin kökeni
3,5 milyon yıl önce
Australopithecus afarensis Afrika’da yaşadı, iki ayak üstünde durup yürüdü, ama çoğunlukla ağaçlarda yaşadığı düşünülüyor.
2 milyon yıl önce
Paranthropus boisei Afrika’da yaşadı, bizimkinden dört kat daha geniş dişleri sert bitkileri yemelerine olanak tanıyordu.
2 milyon yıl önce
Afrika’da 2 milyon yıl önce Homo habilis de yaşadı. Zeki leşçiller ve alet yapıcılardı. Modern insanların muhtemel atalarıydılar.
1,5 milyon yıl önce
Homo ergaster 1,5 milyon yıl önce Afrika’da yaşadı. Daha önceki hominidlere nazaran daha geniş beyinleri vardı ve daha yetenekli alet yapıcı ve avcılardı. İnsanların muhtemel atalarıdırlar. Asya’ya yayılıp orada Homo erectus olarak bilindiler.
500 bin yıl önce
Homo heidelbergensis 500 bin yıl önce Avrupa’da yaşadı. Sofistike alet yapıcılar ve sert avcılardı. Neanderthallerin muhtemel ataları, ama modern insanın değil.
200 bin yıl önce
Homo neanderthalensis 200 bin ila 30 bin yılları arasında yaşadı. Geçtiğimiz buzul çağının büyük bölümünde Avrupa’da egemen hominid türüydü. Modern insan Homo sapiensler tarafından sürüldüler.
Mitokondriyal DNA: Havva geni
Genlerimizin yarısını annemizden yarısını da babamızdan aldığımız tamamıyla doğru değil. DNA’mızın küçücük bir kısmı sadece anne tarafından iner. Buna mitokondriyal DNA denir. Çünkü bu, mitokondriya adı verilen küçük tüp şeklindeki paketlerin içinde tek bir dairesel şerit halinde bulunur. Bunlar hücre sitoplasmasında pil işlevi görürler. Bazı moleküler biyologlar, ölçülemeyecek kadar uzun süre önce, mitokondriyonların kendi DNA’larını içeren yaşayan organizmalar olduklarını ve enerji üretmenin sırrına sahip olduklarını söylüyorlar. Bunlar tek hücre çekirdekli organizmaları istila ettiler ve o zamandan beri orada kaldılar ve maya gibi ortadan ikiye bölündüler. Erkekler, her ne kadar annelerinin mitokondriyal DNA’larını alıp kullansalar da bunları çocuklarına geçiremezler. Spermin vajinadan yumurtaya uzun yolculuğunu gerçekleştiren kendi mitokondriyası vardır, ama yumurtaya girişte, eril mitokondriya bozulur ve ölür. Bu sanki bir erkeğin silahlarını kapıda bırakmak zorunda kalması gibidir.
Dolayısıyla her birimiz annemizden kendi mtDNA’mızı alırız, o da kendi mtDNA’sını annesinden almıştır ve kuşaklar boyunca böyle sürüp gitmiştir, bu nedenle mtDNA’nın popüler ismi “Havva geni”dir. Nihayetinde, bugün yaşayan herkes kendi mitokondriyal DNA’sını yaklaşık 200 bin yıl önce tek bir büyük büyük büyük büyük….. büyükanneden almıştır. Bu mtDNA, DNA mirasının devamlı yer değiştiren kumları arasında ender bir sabit nokta gibidir. Bununla birlikte, şayet bugün dünyada bulunan Havva kromozomları, orijinal Havva mtDNA’sının eksiksiz kopyasıysa, o zaman hepsinin açıkça birbirinin aynı olmaları gerekirdi. Bu bir mucize olurdu, ama bu, ayrıca mtDNA’nın bize prehistoryamız hakkında yeterli bilgi veremeyeceği anlamına gelirdi. Bütün kadınların tek bir ortak Havva’ya dayanıyor olabileceği fikri heyecan uyandırıcı ama kızlarının değişik hayatlarını takip etmemiz için bize ayrıntılı bilgi vermiyor. Bize biraz çeşitliliği olan bir şeyler lazım.
DNA noktası değişiklikleri burada devreye giriyor. MtDNA annemizden bize geçerken, ntDNA kodunun bir veya daha fazla “harfinde” bir değişiklik veya mutasyon olmaktadır. Her bin kuşakta bir değişiklik. Nokta mutasyonu (point mutation) adı verilen yeni harf, sonraki kızlara aktarılmış olacaktır. Her ne kadar tek bir aile dalında mutasyon olması ender rastlanan bir olay olsa da, annelerin kız çocuk sayısıyla doğru orantılı olarak mutasyon olması ihtimali de o kadar artmaktadır. Dolayısıyla bir kuşakta, bir milyon annenin her biri geri kalandan farklı yeni bir mutasyon geçirmiş binden fazla kızı olabilir. Bu nedenle 10 bin yıldan önce ortak bir anne ataya sahip olmadıkça etrafımızdaki herkesten farklı olan bir kodumuz vardır.
Bir ağacı oluşturmak için mutasyonlardan faydalanmak
Neredeyse 200 bin yıl süren bir dönem boyunca, bir sürü küçük rasgele mutasyon, bütün dünyadaki Havva’nın kızlarına geçmiş olan farklı insan mtDNA moleküllerinde toplanmıştır. Her birimiz için, bu, kendi kişisel Havva kaydımızda yedi ila on beş mutasyon bulunduğu anlamına gelir. Mutasyonlar böylece kendi maternel prehistoryamız hakkındaki bilgiyi toplayan bir dosyadırlar. DNA’nın ana görevi kendini her yeni kuşağa kopyalamaktır. Bu mutasyonları mtDNA’nın bir genetik soyağacını oluşturmak için kullanabiliriz, çünkü müstakbel annenin yumurtasındaki her yeni mtDNA mutasyonu dişil soy boyunca sürekli olarak bütün haleflerine taşınacaktır. Böylece her dişil soy, hem yeni mutasyonlar hem de eski mutasyonlarla tanımlanmıştır. Sonuç olarak, dünyadaki bütün yaşayan kadınların değişik mutasyon kombinasyonlarını bildiğimizde, ilk annemize kadar uzanan bir aile ağacını doğal olarak oluşturabiliriz.
Her ne kadar, bir zarfın arkasında sadece birkaç mutasyonla yakın tarihli bir mtDNA ağacı çizmek kolay olsa da, binlerce mutasyon geçiren bütün insan ırkı söz konusu olduğunda sorun daha karmaşık bir hal alıyor. Dolayısıyla yeniden ağacı oluşturmak için bilgisayarlar kullanılmaktadır. Bugün yaşayan insanlardan örneklerin DNA kodlarına bakarak ve kuşaktan kuşağa aktarılırken bu kodun uğradıkları değişiklikleri bir araya toplayarak, biyologlar soy çizgisini uzaktaki ortak bir ataya kadar uzandırabilmektedirler. MtDNA’yı sadece anneden aldığımıza göre, bu soy çizgisi insan türlerindeki dişil jenealojinin (soybilim) bir resmidir. Sadece ağacı yeniden çizebilmekle kalmıyoruz ama örnek alınan insanların nereden geldiklerine bakarak bazı mutasyonların nerede olduklarını bulabiliyoruz – örneğin Avrupa veya Asya veya Afrika. Üstelik değişiklikler (her ne kadar rasgele olsa da) statik olarak tutarlı bir oranda meydana geldiğinden, bunların oldukları zamanı az çok tahmin edebiliriz. Böylece 90’lerın sonu ve yeni yüzyılda bizim için, geçmişteki antropologların ancak hayal edebildikleri bir şeyi yapmak mümkün olmuştur: Artık modern insanların yerküremizdeki göçlerinin izlerini sürebiliyoruz. Elde edilen sonuç şudur ki, mtDNA’mızda en eski değişiklikler Afrika’da 150-190 bin yıl önce gerçekleşmiştir. Sonra yeni mutasyonlar Asya’da yaklaşık 60-80 bin yıl önce görülmeye başlanmıştır. Bu bize modern insanların Afrika’da geliştiklerini ve bazılarımızın 80 bin yıl öncesinde Afrika’dan Asya’da göç ettiklerini gösteriyor.
Bunun farkına varmak önemlidir, çünkü bireysel mutasyonların rasgele oluşlarından dolayı, tarihler ancak yaklaşık olarak bulunmaktadırlar. İnsanların göçlerini tarihlendirmenin 1990’larda başarı oranı değişen bir şekilde denenmiş çeşitli matematiksel yolları vardır, ama sadece 1996’da uygulanan bir yöntem zaman testini kazanmıştır. Bu yöntem, genlerin her dalını bu dalın kız tiplerindeki yeni mutasyon sayısının ortalamasını alarak tarihlendirmektedir.
DNA ağacındaki moleküllerin tarihinin izini sürme konusunda “Phylogeography” adlı bu yeni yaklaşımı, on yıllar boyunca kullanılan ve klasik toplum genetiği (population genetics) olarak bilinen insan toplumlarının tarihinin matematiksel incelemesinden ayırt etmek önemlidir. Bu iki bilim dalı aynı Mendel biyolojik ilkeleri üzerine kuruludur, ama oldukça farklı amaç ve tahminleri vardır ve bu fark, birçok yanlış anlamanın ve tartışmanın kaynağıdır. Bunu açıklamanın en kolay yolu şudur: Phylogeography bireysel DNA moleküllerinin prehistoryasını inceler, toplum genetiği ise toplumların prehistoryasını. Başka bir yolla ifade edilirse, her insan toplumu herhangi bir özel DNA molekülünün birçok versiyonunu içerir, bunların her birinin kendi tarihi ve farklı bir kökeni vardır. Her ne kadar insan prehistoryasına bu iki yaklaşım tamamen aynı şeyi temsil edemese de, onların ortak amacı insanların göçlerinin izini sürmektir. Taşıdığımız bireysel moleküllerin izini sürmek, bir bütün halinde grupların izini sürmeye çalışmaktan çok daha kolaydır.
Y kromozomu: Adem geni
Hücre çekirdeğimizin dışında bulunan anne tarafından geçmiş mtDNA’ya benzer olarak, çekirdeğin içinde paketlenmiş olarak bulunan sadece erkek tarafından geçen bir gen seti vardır. Erkekliği tanımlayan kromozom olan Y kromozomu. Küçük bir segment hariç, Y kromozomu, diğer kromozomların yaptıkları rasgele DNA değişimlerinde hiçbir rol oynamamaktadır. Dolayısıyla tıpkı mtDNA gibi, Y kromozomunun yeniden karışmayan tarafı, kuşaktan kuşağa aktarılırken bozulmadan kalıyor ve orijinal eril kökenimize kırılmayan bir çizgi halinde uzanıyor.
Y kromozomları mtDNA’lara nazaran daha kısa süreli olarak soyağaçlarını oluşturmada kullanılmıştır ve onların zaman derinliklerini tahmin etmekte daha fazla sorunla karşılaşılmıştır. Bu sorunlar çözüldüğünde, NRY metodu (Y kromozomunun izini sürmek), hem uzak hem de yakın geçmiş için zaman ve coğrafi çözünürlük konusunda daha etkili olabilir. Çünkü NRY, mtDNA’dan daha geniştir ve sonuç olarak daha fazla çeşitlilik potansiyeli taşımaktadır.
Zaten Y kromozomları, mtDNA haritasına paralel olarak bir genetik harita çıkarılmasına yardımcı olmuşlardır. Büyük coğrafi kollarda, mtDNA’nın anlattığı hikâyeyi desteklemektedirler: Bütün modern insanlar için Afrika’daki ortak bir atayı işaret ederler ve Afrikalı olmayanlar için Asya’daki daha yakın bir atayı.
Buna ek olarak, erkeklerin davranışları bazı anahtar noktalardan kadınlarınkinden farklı olduğu için, Adem genlerinin anlattığı hikâyeye ilgi çekici ayrıntılar eklenmektedir. Farklardan biri, erkeklerin çocuk sayısı konusunda kadınlara nazaran daha fazla çeşitlilik göstermesidir: Birkaç adam, geri kalan adamlara nazaran daha fazla çocuğa babalık etmektedir. Tersine kadınlar, sahip oldukları çocuk sayısında aynı düzeyde, “eşit” kalma eğilimi taşımaktadırlar. Bunun sonucu olarak eril kolların birçoğu dişil kollara nazaran daha hızlı yok olarak, birkaç dominant eril genetik kol bırakmıştır.
Bir başka fark genetik hareketliliktedir. Nitekim kadınlar genellikle kocalarının köyüne taşındığından, onların genlerinin daha hareketli oldukları düşünülmektedir. Paradoksal olarak, bir kültürel bölgede bu doğruyken, mtDNA’nın sadece bu kültürel bölgede hızlı karışım ve yayılımı sonucunu doğuruyor. Bölgeler arası seyahatlerde veya uzun mesafeli kıtalar arası göçlerde, çocuklara bakma sorumluluğu kadınların hareketliliğini kısıtlamış olabilir. Akın eden yağmacı gruplar çoğunlukla erkek egemenliğindedir, bunun sonucunda da Y kromozomunun hareketliliği artmıştır.
160.000 – 135.000 yıl önce: Buzul – buzul arası döngüleri
Son iki milyon yılda, buzullar 20’den fazla kez ilerledi ve çekildi. 140 bin yıl önce havalar bugün olduğundan 6 C daha soğuktu. Buzların yayılmasının deniz seviyesine doğrudan etkisi oldu; bunun da ilk atalarımızın gittikleri yollar üzerinde etkisi oldu.
Dünyanın iklimi belki de dünyanın yörüngesindeki sapmalardan kaynaklanan bir dizi dramatik değişikliğe uğradı. Bunların en iyi bilineni Buzul Çağı’dır ki (Pleistocene) aslında bir dizi soğuk ve ılık fazlardan oluşmuş ve 2 milyon yıl önce başlamıştır. Bu soğuk fazlarda buzların nasıl hareket ettiğine dair en çarpıcı kanıt, kuzey enlemlerde bulunan V şeklindeki vadilerdir. Daha az belli ama aynı oranda önemli kanıtlar da kaya, balçık, rüzgârda uçuşan toz topraktır -buzun temizleyici etkisinden dolayı oluşan süprüntüler-, bunlar Kuzey Amerika’da, Kuzey Avrupa’da ve Uzakdoğu’da örneğin Çin’de bulunabilir. İklimsel değişikliğin dramatik etkileri sadece dünyanın görünüşüne değil ama aynı zamanda deniz seviyesine, bitkilere ve hayvanlara da oldu. Örneğin Britanya, bir dönemde şimdiki Afrikalı hayvanları barındırırken, başka bir dönemde kutup hayvanlarını barındırıyordu.
Okyanus yataklarından alınan çeşitli çökeltiler incelendiğinde, iklim değişikliklerinin oldukça karmaşık olduğu ve soğuk “buzlu” dönemlerle daha ılık “buzul-arası” dönemlerin birbirini izlediği görülmüştür. Buzul-arası dönemlerin bazıları bugünkünden daha sıcaktı. Okyanus çökeltileri, iklimsel değişiklikleri kara temelli tortulardan daha etkili biçimde gösteriyor, çünkü okyanus yatağı çok fazla erozyona uğramamıştır. Her buzul döneminin, buzların ne kadar güneyde yayıldığına, bunun ne kadar uzun sürdüğüne ve oradaki arazi yapısını, bitki ve hayvanların hayatını ne kadar etkilediğine bağlı olarak farklı bir etkisi oldu. Her büyük buzul çağı kapsamında daha küçük çapta ılık ve soğuk dönemler bulunuyordu.
Her ne kadar kuzey ve güney enlemlerinde daha çarpıcı olsa da, bu iklimsel değişiklikler tropik bölgelerde de etkili oldu. Buz kütleleri ilerledikçe büyük miktarda suyu hapsedip yağmur veya kar olarak düşebilecek atmosfer nemini azalttılar. Buzul yerleştikçe sonuç olarak yağmur oranı düştü. Tropikal ve sub-tropikal enlemlerde artan kuraklık çöllerin yayılmasına neden oldu. Benzer olarak, buz eridikçe daha fazla su kullanılabilir hale geldi ve yağmur oranı yükseldi. Bu değişiklikler dramatik biçimde değişen kıyı çizgilerinde görülebilir. Buzullar büyük miktarda suyu hapsedince, ortalama su seviyesi düştü ve bugün deniz altında kalan toprak parçalarını açığa çıkardı. Buzul arası dönemlerde su seviyesi bugünkünden daha fazla yükseldi ve sahillerin bugünkü deniz seviyesinden daha yüksekte olmasına neden oldu.
Bu değişen iklimin prehistorya insanının yaşam alanına da büyük etkisi oldu. Geniş buz çarşafları derin vadileri kesti, kalın tortular halinde kaya balçık ve rüzgârda uçuşan toz toprağı göz önüne serdi ve nehirlerin yollarını değiştirdi. Üstelik suyun ve yağmurun miktarındaki değişiklik, hayvan sürülerinin otlanma bölgelerini ve prehistorya insanının ihtiyaç duyduğu bitkilerin yetişmesi için elverişli toprak miktarını etkiledi. Coğrafyadaki değişiklikler göç yollarını da etkiledi. Örneğin Avrupa’da Fransa’dan İngiltere’ye yürümek mümkündü, Doğu Asya’da hem Japonya hem de Java anakaraya dahil olmuştu, Sibirya ile Alaska birbirine bağlıydı.
Değişen iklimin ayrıca bitki ve hayvan hayatına derin etkileri olmuştu. Buzun ilerlemesiyle kutuplarda yaşayan türler güneye göç etmiş, havalar ılıklaşınca gene kuzeye çekilmişlerdi. Soğuk fazlarda Britanya’da yabani sıçanlar, ren geyikleri, mamutlar ve tüylü rinoceroslar yaşardı; ılık dönemlerdeyse filler, hipopotamlar ve aslanlar bulunabilirdi. Öte yandan, tropikal yağmur ormanları çok az değişiklik gösterdi, aynı hayvan ve bitki türleri orada yaşadı her ne kadar bunların mesken tuttukları alanlar daralıp genişlese de.
Bütün çevre değişiklikleriyle iyi baş edebilmiş gibi görünen tek varlık, prehistorya insanıdır. Onu Afrika’nın otlaklarında, Güneydoğu Asya’nın tropikal yağmur ormanlarında ve Güney Avrupa’nın daha ılık bölgelerinde yaşarken görebiliriz; uygun koşullar oluştuğunda buralardan daha kuzey bölgelere de yayılmıştır. Bitki ve hayvan hayatındaki bu değişiklikler prehistorya topluluklarının beslenme düzenini de etkilemiştir, ama diğer türler taşınır veya yok olurken insanların hayatta kalabilmelerini sağlayan şey, farklı çevrelerle baş edebilmek için geliştirmiş oldukları teknolojidir. İklimsel değişiklikler insanın kendi gelişimi açısından da önemli olabilir. Buzul devirlerinin daha sert koşulları yaşamını sürdürebilmek için insan zekâsını hayati önemde kılmış, daha geniş beyinleri, daha yaratıcı ve esnek davranışları, ileriyi hesaplama becerisini ve konuşma yoluyla daha iyi bir iletişimi sağlamıştır. Prehistorya topluluklarında böyle değişiklikler birçok kuşak boyunca sürmüştür ve taş aletlerin, yerleşim organizasyonunun, sığınak yapımının ve kıyafet kullanımının hepsi bu gelişimi yansıtmaktadır.
Okyanus tortuları iklim değişikliklerinin izini taşıyor
Buzul Çağı’nın (Pleistocene) iklim değişikliğinin dokümantasyonunu çıkarmak karmaşık bir sorundur, çünkü buz kütlelerinin ilerleme ve gerilemesinin kaydı eksiktir. Bu, kısmen erozyonun ve Pleistocene sonrası dönemde kanıtların gömülmesinin ama daha dramatik olarak buzların her ilerleyişinin daha önceki buzların tortularının üzerilerinden geçerek bunları temizlemesinin sonucudur
Bilim insanları uzun süre sadece beş adet soğuk, buzul dönemin var olduğuna ve bu dönemlerin sadece buz kütlelerinin ilerleme ve gerilemelerinden ibaret olduğuna inanıyorlardı. Okyanus yataklarında derin delikler açılınca farklı bir tablo gösteren uzun tortu kütleleri görüldü. Derin deniz yüzeyinin tortuları genelde kesinti olmadan toplanıyor ve orada karada olduğundan daha yüksek bir çözünürlük derecesi gösteriyor.
Bu tortular ölmüş deniz yaratıklarının döküntülerinden oluşmaktadır; kalsiyum karbonat iskeletleri olan mikroskobik planktonlar (coccolithler) buzul çağlarının incelenmesinde özel bir öneme sahiptirler. Böyle tortular eğer sığ tropikal denizlerde yeterince uzun süre bırakılırsa tebeşire dönüşebilirler. Deniz sularının yüzeyinde yaşamış olan coccolithlerin bileşimi üzerine yapılan incelemeler, sıkışıp kalmış deniz tortularının radyometrik yolla tarihlenmesiyle bize belli zamanlardaki hava sıcaklığı dereceleri hakkında bilgi verebilir. Bu veriler daha sonra zaman içinde hava sıcaklığı derecelerindeki iniş çıkışların bir şemasını çıkarmakta kullanılır.
Tortuların tarihlenmesi dünyanın manyetik alanının ters dönmesine dair kanıtlarla karşılaştırılabilir. Nitekim bunlar da başarılı şekilde tarihlenmiş ve deniz tortularında belli olmuştur. Coccolithlerin ve vücutlarındaki iki oksijen izotopunun oranının incelenmesi bize oldukça doğru bir şekilde deniz sıcaklığının değişimi hakkında bilgi veriyor; ayrıca herhangi belli bir zamanda hazır bulunan buz kütlesinin hacmi hakkında da; çünkü buz genellikle oksijen izotoplarından ağır olanını hapseder.
Herto Adamı
Etyopya’da, Herto Köyü’nde bulunan üç kafatası, henüz ortaya çıkarılmış en yaşlı insanlar olarak tanımlandı. 160.000 yaşındaki bulgular, türümüzün ilk ortaya çıktığı zamanlara dair fosil kayıtlarındaki önemli bir boşluğu doldurmakta ve Homo sapiens’in kökeninin sadece Afrika’da olduğunu desteklemektedir. 160.000 yaşındaki bu insan, kendi alt türlerinin adıyla, Homo sapiens idaltu olarak adlandırıldı.
Kafataslarını bulan ekibin başındaki, Berkeley Californiya Üniversitesi’nden Tim White, Afrika kayıtlarının çok kabataslak ve üstünkörü olduğunu söyledi. Şunları ekledi: “100.000 yıl öncesinden kalan iyi insan fosilleri var ama o zamandan 300.000 yıl öncesine kadar olan dönemden kalanlar ya çok parçalanmış, ya da kötü tarihlendirilmiş. Hatta bazen her ikisi de.”
Aksine, bu yeni bulunan kafataslarının yaşları, fosillerle birlikte bulunan volkanik kaya kalıntıları sayesinde, kesin olarak saptanmaktadır. Kayalar soğuduğunda, potasyum izotopunun bozunmasından argon gazı birikmeye başlarlar. Bu gazın analiziyle kayaların yaşı hesaplanmaktadır, bu durum için, 154.000-160.000 yaşında olduğu belirlenmiştir.
Fosillerin bulunması 1997’de, Tim White’ın fosilleşmiş bir hipopotam kafatasına rastlamasıyla başladı. Ekip birçok taş alet ve hayvan fosilleriyle birlikte 10 değişik insana ait kafatası parçalarını elden geçirdiler. Bulunan çocuk kafatası 200’den fazla parçaya bölünmüştü ve yüzlerce metre uzağa dağılan parçaları toplayıp bir araya getirmek yaklaşık iki yılı almıştı. Çocuk kafatası işaretlendi ve kırık parçalar temizlendi. Fosil parçalarının incelemesi, White’a göre, kafatasının ölümden sonra bir yere taşındığını ve muhtemelen bir atalara tapınma ritüelinin parçası olarak, ovularak temizlendiğini ortaya koymakta. Bu, kemiklerin ölen kimsenin kemiklerinin nesiller boyunca korunduğunun en eski kanıtı ve bu bakımdan kültürel gelişimin ileri bir seviyesini gösteriyor.
135.000 – 115.000 yıl önce: Afrika’dan ilk çıkış
İnsanların en sonunda primat akrabaları gibi Afrika’dan çıkmaları gerekti, ancak zamanlama ve rota her zaman olduğu gibi iklim devreleri tarafından belirlendi. Afrika dışına kuzeyde ve güneyde olmak üzere iki potansiyel rota vardı ve belirli bir zamanda hangisinin açık olacağını havanın durumu belirledi. Ve böylece açık olan kapı, kaşifleri gidecekleri yol konusunda yönlendirdi. Kuzey mi yoksa Doğu mu? Modern insanlar Afrika’yı ilk defa 120 bin yıl önce kuzeydeki açık bir kapıdan terk ettiler. Bu ilk adım facia ile sonuçlandı. İkinci mükemmel girişimleri onları atalarının da çok aşındırdığı Asya yolu boyunca güneye ve doğuya yönelmeleri konusunda teşvik etti. Avrupa 50 bin yıl öncesine kadar ihmal edildi ve oraya hiç uğranmadı.
Sahra Çölü’ne özgü emsalsiz büyük ova ve ormanları ile Afrika, iki çevresel kapısı ve geçitleri ile dünyanın geri kalanından ayrıldı. Son iki milyon yıldır bu geçitler açık ve kapalı olan birçok giriş ile çiftlik hayvanlarının dev ağılları gibi işlev görmüşlerdir. Bir kapı takımı açık olduğunda diğeri genellikle kapalı olmuştur. Bir kapı Sahra’dan Doğu Akdeniz ülkeleri ve Avrupa’ya uzanan kuzey yoluna çıkarken, diğeri Kızıl Deniz ağzı boyunca doğuya, Yemen, Umman ve Hindistan’a açılmıştır. Hangi kapının açık olduğu, buzul döngüye bağlıydı ve bu durum insanların ve diğer memelilerin Afrika’dan çıkıp kuzey boyunca Avrupa’ya mı, yoksa Doğu boyunca Asya’ya mı göç edeceğini belirledi.
Bugün Afrika, Avrasya kıtasına fiziksel olarak bu geçitlerden sadece biri ile bağlıdır o da kuzeydeki Sina Yarımadası’dır. Normalde Sahra ve Sina boyunca dünyanın geri kalan kısmına açılan ve potansiyel rota olan acımasız kurak çöl, sadece dünya yörüngesindeki değişimler ve kutup ekseninin eğimi bir ısınma dönemi yarattığı zamanlarda aynı bilim kurgu literatüründeki yıldız kapıları gibi açılır. Jeolojik zamanda bu kısa süreli olay her 100 bin yılda sadece bir kere güneş ısısının kutupsal erimeye neden oluşunu sıcak ve nemli küresel iklimin takip etmesi ile meydana gelir. Kısa jeolojik bahar döneminde Sahra’da, Sina’da ve Avustralya çöllerinde göller, yeşillikler ve çiçekler meydana çıkar. Ancak bu sıcak ara dönem çok kısa olduğundan Kuzey Afrika mevsim kapısı göçmenler için ölümcül bir tuzak olabilir.
Gezegenimizin yüzeyinin cennet kapılarını açan kısa ve belirgin ısınışı yer bilimciler tarafından “buzul arası optimum” olarak bilinir. Bu kısa ve bereketli süreler normal olarak soğuk ve kuru buzul Pleistosen koşullarına ters düşmektedir. Biz modern insanların yeryüzündeki zamanımız boyunca bu anlık cennet belirtisini sadece iki kez görme şansı olmuştur. En yeni buzul arası optimum sadece 8000 yıl önce idi ve onun sonbahara özgü kızıllığının etkilerini hâlâ yaşıyor olmaktan dolayı şanslı sayılırız. Belki yaklaşık iki bin yıl içerisinde Sahra çayır haline gelebilir ve güneye özgü koşullar Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz ülkeleri boyunca yayılır. İronik olarak, günümüzün küresel ısınması aslında yer küre üzerindeki zamanımızın çoğunu karakterize etmiş olan soğuk, kuru ve daha az sabit olan koşullara kaçınılmaz dönüşümüzü geçici olarak atlatmamıza yardım etmektedir.
Kendimize gerçeği göstermemiz için arkeoloji ve iklim değişimine dair bir dolu bilimsel bulguya ihtiyacımız yoktur. Bugün Sahra alanı içinde kalan Nijer’de bulunan 8000 yıllık kalıntılarda, nesli tükenmiş olan bufaloların, fillerin, gergedanların, hipopotamların, zürafaların ve antilopların kaya çizimleri bulunmuştur. Bu renkli tarihsel geçmiş aralıklı olarak yakın zamanlara kadar devam etmiştir. Sonraki çizimler bu dönemin yaklaşık 5000 yıl önce ortadan kalktığını, yerini develerin devraldığını göstermektedir.
Önceki buzul arası, bilim insanları tarafından “Eemian” ya da “Ipswichian” olarak biliniyor olup 125 bin yıl önce, yani insan familyasının doğumundan hemen sonraki dönemdir. İlk modern insanların Afrika’daki Sahra Çölü’nün güneyinden Kuzey Afrika’ya ve Doğu Akdeniz ülkelerine çok erken bir devirde göç ettiklerini biliyoruz, buralarda kemikleri bulundu. Aslında, modern insanın Afrika dışındaki en erken belirtilerine -90,000 ila 120,000 yıl önce- Doğu Akdeniz ülkelerinde rastlanmıştır. Temel soru bu insanların orada kalıcı etki yapıp yapmadığıdır. Genetik kayıtlardan elde edilen bilgi bu etkinin olmadığı yönündedir.
Yeniden oluşturulmuş Havva
Afrika dışındaki Havva’nın tasvirleri Doğu Akdeniz ülkelerinden kalan en iyi saklanmış kafataslarından biri ile yeniden oluşturulmuş olup; özellikleri o dönem için çok karakteristik olan güçlü yapıyı, göreceli dar bir kafatasını ve uzunlamasına bir suratı yansıtmaktadır. Bu özellikleri, komşularından –Neanderthal– farklılık göstermektedir.
İlk modern insanların Doğu Akdeniz ülkeleri, komşu Avrupa bölgeleri ve Batı Asya yerleşkelerine adapte olmada başarısız oldukları hipotezi ilgimizi orta yontma taş çağı ile yeni yontma taş çağı arasındaki farklılıklara çekmektedir. Afrika dışına doğru yönelmeyi etkin olarak engelleyen Doğu Akdeniz ülkelerindeki yerleşik Neanderthal toplulukların varlığı, Kuzey Doğu Afrika “sınırı” boyunca modern insanların yeni yontma taş çağına uyumlarının gelişmesinin önündeki temel engel olmuş olabilir.
Neanderthal insanı ve Avrupa’ya modern insanın yerleşmesi
Avrupa ve Batı Asya’daki Neanderthal topluluklarının kaderi gizemle örtülüdür ancak örtü yavaş yavaş aralanmaktadır. Kuzey Doğu Avrasya’nın buzul iklimlerine en az 200 bin yıl süren adaptasyon sonrası yaklaşık 30 bin ila 40 bin yıl arası öncesi aniden ortadan kalkmışlar, yerlerini modern insanlar doldurmuşlardır.
Son on yılda genetik biliminin ortaya çıkışı soruna ışık tutmuştur. Neanderthal’lerin mevcut iskelet bulgularından elde edilen mitokondriyal DNA dizilişleri bugün bilinen tüm topluluklarınkinden büyük ölçüde farklı olup yerel Neanderthal’ler ile Avrupa’daki davetsiz modern topluluklar arasında çok az üreme olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Modern insanın primat atalarından tam olarak nasıl ve ne zaman ayrıldığı sorusu evrimsel biyolojinin de en fazla üzerinde tartıştığı sorulardan biridir. Parça halinde fosiller ve düzensiz genetik veriler, temel anlayışı sergiler ancak kilit bir soruya cevap bulamaz: Modern ve antik insan türleri direkt temasa geçmişler midir? Karşılaşmış olmasalar da antik insan akrabalarımız istenmeyen bir yan etki getirmişlerdir: saç bitleri!
Parazitler temel verilerden bağımsız olarak evrimsel tarihi açıklamada emsalsiz işaretlerdir. Burada, kökeni modern insandan önceye dayanan modern insan saç bitinin, Pediculus humanus, iki antik soya dayandığını (1,18 milyon yıl) göstermeye çalışacağız. İki soydan birinin dünya çapında dağılımı vardır. Filogenetik ve popülasyon genetik verilerine göre sadece yeni dünyada bulunan diğer soy, son 1,18 milyon yıldır dünya çapında olan soydan izoledir. Bu iki bit arasındaki antik farklılık erken insan türleri ile eşzamanlı olup analizler iki bit soyunun nesli tükenmiş insan türleri ile birlikte farklılaşmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu bitler 1,18 milyon yıl önce evleri ile birlikte farklılık göstermişlerse, modern insan üzerinde antik insan türünden modern insan türüne ev geçişinin açıklanması gereklidir. Bu tarz bir ev geçişi modern ve antik insan formları arasında fiziksel irtibat gerektirir.
Ancak üremenin tüm genetik izleri sonradan Avrupa gen havuzundan silinmiştir. mtDNA’ya göre Neanderthal’lerin popülasyonlardan -genetik olarak modern popülasyonlara hız vermiş olan- ilk evrimsel ayrımı en az 300 bin yıl öncesine dayanır. Bu Afrika’daki ve Avrupa’daki fosiller ile kanıtlanmaktadır.
Genetik gibi tanımlama için kullanılan diğer bir önemli araç da, Avrupa boyunca yayılımı başlayan modern toplulukların kültürel ve teknolojik düzeyinin çalışılmasıdır. Günümüzden 40 ila 35 bin yıl öncesi arasına denk gelen bu zamana ‘Aurignacian’ ya da yeni yontma taş devri denmektedir. Karışık ve dikkatlice şekillenmiş kemiğin, boynuz ve fildişi araçlarının, uzak yollar görmüş deniz kabuklarının, kişisel takıların ve hem soyut hem figürsel taş sanatının açığa çıkardığı modern kültürel davranışın çiçeklenmesinin müjdecisi olmuştur. Bu Aurignacian görüntü, bariz olarak bölgenin orta yontma taş devri Neanderthal topluluklarında yoktu. Bu, onların, modern insan popülasyonları ile ilişki kurmasının önündeki önemli bir arkeolojik engeldir.
Ancak, Aurignacian teknolojisi kullanan modern insanların iskeletlerinin ayırt edici örneklerini tanımlayabilir miyiz? Evet: Romanya’daki Pestera cu Oase mağarası (35 bin yıl öncesi), Lübnan’da Ksar Akil (40 bin yıl öncesi), Devon’da Kent İni (31 bin yıl öncesi), Batı Fransa’da Les Rois (32 bin yıl öncesi) ve Çek Cumhuriyeti’nde Mladec (35 bin yıl öncesi).
Dolayısıyla anatomik olarak tamamen modern topluluklar Aurignatian dönemde Avrupa’da ve Yakın Doğu’da yaklaşık 30 bin yıl önce mevcuttu. Genetik çalışmalar, Avrupa boyunca günümüzden 50 bin yıl öncesine kadar modern insan (Afrika kaynaklı) dağılımını göstermektedir.
Arkeolojik araştırmalar, modern toplulukların Avrupa’ya yayılımının iki değişik rota izlediğini gösterir.
1) ‘Aurignac’: Batı, orta ve güneydoğu Avrupa ve yakın doğuda. Kazıyıcı, kılıç, boynuz mızrağı. ‘Klasik’ Aurignacian olarak bilinir. Ana alanlar: Bulgaristan-Bacho Kiro ve Temnata/Lübnan-Ksar Akil
2) ‘Akdeniz’: Avrupa’nın Akdeniz kıyısı boyunca kuzeydoğu İtalya’dan Kuzey İspanya’nın Atlantik kıyısına. Proto Aurignacian olarak bilinir. Değişik teknoloji şekilleri: mızraklar ve oklar için dikkatlice şekillendirilmiş küçük bıçaklar.
Her iki rota da en erken tarımsal Neolitik toplumların habercisi olmuşlardır.
Peki ya etkileşim?
Olgular, modern insanın genişleyen nüfusu ile Avrupa boyunca yerli Neanderthal toplulukları ile kaçınılmaz biçimde sayısız iletişim ve etkileşimini göstermektedir. Son Neanderthal topluluklar arasında Aurignacian teknolojinin sayısız modern özellikleri görünmektedir. Etnik iletişimin varlığı, iki popülasyonun kültürel ve bilişsel kapasitelerinden bağımsız olarak bu davranışsal etkileşimi ve teknolojik transferi onaylamaktadır. Peki bu Neanderthal‘lerin aynı beyin kapasitesine sahip oldukları anlamına mı geliyor? Bu hâlâ tartışmaya açıktır ve daha fazla araştırma gerektirmektedir. Etkileşime rağmen, kuvvetle muhtemel senaryo bu iki popülasyon arasında yerleşim alanı ve kaynaklar için bir yarışma olduğudur. Yeni teknolojiyi kullanışımız ve örgütsel yeteneklerimiz -karışık dilbilimsel ve sembolik iletişim sayesinde- özellikle iklim ani dalgalanmalar yaşıyor iken avantajlı olmuştur.
115.000 – 90.000 yıl önce: İlk göçmen gruplarının yok oluşu
İlk zamanlarda, Afrika kökenlilik yanlısı bilimsel kamp tarafından Doğu Akdeniz’deki ilk modern insanlar için onaylanan görüş, modern insanların kuzeye ilk göçü sırasında, burada Avrupalıları ve Asyalıların çoğunun gelişimine kaynaklık edecek bir çekirdeğin oluştuğuydu. Ancak bu iddiada temel eksiklikler vardı. Modern insanın Doğu Akdeniz’deki ilk izleri maalesef 90 bin yıl önce yok olmuştu. İklimsel kayıtlardan görebiliriz ki bundan 90,000 yıl önce bütün Doğu Akdeniz’i çöle çeviren kısa ama etkili bir küresel donma ve kuraklık yaşanmıştı. Donmanın ardından, çölleşmiş Doğu Akdeniz ülkeleri kısa bir zaman sonra bölgenin diğer sakinleri, muhtemelen buzullar tarafından Akdeniz’e doğru göçe zorlanan ilk kuzenlerimiz olan Neandertaller’ce işgal edilmiştir. Bir 45 bin yıl geçene dek Doğu Akdeniz ve Avrupa’da modern insanın varlığına ilişkin, daha fazla fiziksel kanıt yoktur. Ta ki, Cro-Magnon insanları 45,000 ila 50,000 yıl önce ortaya çıkana (Aurignasyan taş tekniğinin varlığı bunu gösteriyor) ve kuzeydeki yaşam hakları için Neandertallerle başa çıkana kadar.
Bundan dolayı çoğu uzman, Afrika kökenli ilk modern insanların, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’i çöle çeviren kuru buzul koşulları sırasında, Doğu Akdeniz’de ölmüş olmaları gerektiğini kabul etmektedir. Sahra’nın kuzey geçidinde sıkışmışlardır, geri dönüş için yol yoktur ve sığınak rolü oynayabilecek uygun yerleşim alanları çok azdır. Doğu Akdeniz ülkelerindeki ilk modern insanların ortadan kayboluşu ile çok sonraları Avrupa’nın Cro-Mangon’lar tarafından istilası arasındaki 50 bin yıllık boşluk, Kuzey Afrika göçünün Avrupalıların ortaya çıkışının kaynaklık ettiği yönündeki en geçerli teori hakkında ciddi şüphelerin doğmasına neden olmuştur. Şimdi neden olduğunu göreceğiz.
Birçok Avrupalı arkeoloji ve antropoloji uzmanı, neden Avrupalıların ayrı olarak bir Kuzey Afrika göçünden kök aldığını ileri sürüyor. Kuzey toplu göçünün dayanak olduğu Avrupa merkezli bir kültürel bir gündemin varlığının ayırdında olmak, bunu anlamamıza yardımcı olacaktır.
En önemlisi ise, Avrupa içlerine en fazla 50,000 yıl önce göç etmiş olan Cro-Magnon’ların, en gelişmiş zihinsel yetenekler bakımından, modern insanlar olarak türümüzün başlangıcını oluşturduğu yönündeki yirminci yüzyılın Avrupalı inancıdır. Bu tanrının insan suretinde görünüşü, sanatın, üretim becerilerinin ve kültürün sıra dışı zenginleşmesi, arkeologlar tarafından büyük bir ciddiyetle “Avrupa Geç Paleolitik Çağı” olarak adlandırılır. Birçoğuna göre bu dönem, duygulu ve bilinçli bir tür olarak insanın yaklaşmakta olan çağının müjdecisi olan bir yaratıcılık patlamasıdır. Chauvet ve Lascaux’daki görkemli mağara çizimleri ve tüm Avrupa’da bulunan incelikle yontulmuş Venüs figürleri bu kültüre dayanmaktadır.
İddia şöyle devam eder: Kesin olarak Afrika’dan geldiysek ve eski çağların soyut düşünceyi anımsatan bu artistik devrimi Doğu Akdeniz’den geldiyse, bu göç sadece Mısır’dan başlayan kısa bir yürüyüştür. Dolayısıyla, “biz batılılar” (bu görüşün destekçilerinin tümü köken olarak Avrupalıdır) Kuzey Afrika’dan gelmiş olmalıyız. Öyleyse, bir çok uzmana göre, kuzey rotası Afrika kökenli göçlerin teorik olarak başlangıç noktasıdır. Daha sonra haritada, Avrupalıların ilk “tümüyle modern insanlar” olmasının mantıksal olarak neden imkansız olduğunu ve Afrikalıların ana kıtalarını terk etmeden çok önceleri, nasıl tümüyle modern, şarkı söyleyen, dans eden, resim yapan insanlar olduğunu göreceğiz.
Ancak izaha muhtaç başka gerçek sorunlar da vardır: Örneğin, Avrupalıların Sahra-altı bölgesindeki atalarının, o zamanlarda Kuzey Afrika üzerinden nasıl geçebildikleri. İlk olarak, yol üstündeki Sahra Çölü’nün son 100 bin yılın çoğu boyunca koruduğu geçilmezliği düşünüldüğünde, Avrupa’nın Kuzey Afrikalılarca istilası, sadece, 100 bin yıldan daha önce yaşanmış bir iklimsel yumuşama sonucunda Kuzey Afrika’daki yeşil kalmış sığınaklardan –örneğin Nil deltası- doğmuş olabilir. Avrupalılar doğrudan Sahra-altı Afrika bölgesinden gelmiş olamazlar, eğer ki kütükler üzerinde bütün Nil boyunca seyahat etmemişlerse. Ki bunu genetik tarih de yalanlamaktadır.
85.000 yıl önce: Dünyanın ilk istiridye lokantası
İnsan evriminde anahtar sorulardan biri atalarımızın nasıl ve ne zaman Afrika’nın dışına göç ettikleridir. Eski bir mercan kayalığın içine hapsolmuş taş aletlerin keşfi bu soruya bir cevap sunuyor.
Eritre’deki keşfi gerçekleştiren uluslararası ekibin başındaki Kanadalı jeolog Bob Walter, “Bunu dünyanın ilk istiridye lokantası olarak adlandırın” diyor. Zula Körfezi’nin Kızıl Deniz kıyısında, ekip geçen Ocak’ta bir sabah uyandı ve şimdi deniz seviyesinden altı metre yüksekte olan 125 bin yaşında ihtiyar bir mercan kayalığının yüzeyinde kamp yaptıklarını fark etti.
Mercan kayalığına, deniz tarağı, istiridye ve yengeç fosilleri ve daha önemli olarak iki tür taş alet hapsolmuştu. Bu, deniz çevresine yakın yaşayan insanlara dair en erken tarihli kanıttı -belki de atalarımızın deniz ürünü yemeyi öğrendikleri yer. Walter’ın iddiasına göre her kim bu aletleri kullanıyorsa, bunları yengeç, deniz tarağı ve istiridye avlamak için kullanıyordu.
Neden bir mercan kayalığı deniz seviyesinin üstünde?
Yerin üstünde bir mercan kayalığı görmek tuhaf gelebilir, ama bunun sebebi basittir: eskiden olmuş bir iklim değişikliği. Buzul çağları boyunca, dünyanın okyanuslarının büyük bölümü kutuplardaki buz kütlelerine hapsolmuş, bu da deniz seviyelerinin dramatik bir biçimde düşmesine neden olmuştu. Son iki buzul çağı boyunca, kabaca 150 bin ila 20 bin yıl önce, deniz seviyeleri şimdiki seviyenin 130 metre kadar altına düştü. Bununla birlikte, şu anda yaşamakta olduğumuz gibi buzul arası devirlerde, deniz seviyeleri tekrar yükseldi. Walter, Eritre’deki alet bakımından zengin mercan kayalığının 125 bin yıl önce, deniz seviyesinin bugün olduğundan altı metre daha yukarıda olduğu bir zamanda oluştuğuna inanıyor.
Ekip iki ana taş alet türü buldu: Volkanik camdan yapılma Acheulean el baltaları ve obsidian aletler. Bu kafa karıştırıcı bir durum, çünkü Acheulean el baltaları bulmak için tarih çok geç, bu endüstrinin 300 ila 200 bin yıl arasında sona erdiği sanılıyordu. Obsidian aletler ise daha geç dönemlere ait olarak görülüyordu ve Paleolitik bir dönemden ziyade tarımın başlangıcıyla birlikte MÖ 7000-6000 civarında kullanıldıkları düşünülüyordu. Bu ikisinin birlikte bulunması daha da şaşırtıcıydı.
Gözyaşı Kapısı
Afrika’dan çıkan güney yolu -çıkışların ikincisi ve yegâne başarılı olanı- Kızıl Deniz’in güney ucunda birçok kayalığından dolayı Gözyaşı Kapısı (Bab-ül Mendeb) olarak bilinen 25 km genişliğinde ve 137 m derinliğinde bir kıstaktır.
Dünyanın buzlandığı sırada elverişli olan Kızıl Deniz üzerinden bir güney yolu 85 bin yıl önce Afrika’dan göçe dair artan kanıtları açığa vuruyor.
Geçit buzul devirler sırasında daha dardı; sığ alanlarda ve geçidin kuzey ucundaki Hanish al Kubra’nın kayalık adalarında, kolayca adadan adaya atlamayı mümkün kılıyordu. Grönland buzul kütlesindeki ölçümler son 100 bin yıl içinde ikinci en soğuk dönemin 60 bin ila 70 bin yıl öncesi arasında olduğunu gösteriyor. En soğuk anında, 65 bin yıl önce, bu buzlanma deniz seviyelerini bugünkü seviyesinin 80 metre aşağısına taşıdı. Bu, şüphesiz harekete geçmek için bir uyarıydı.
Belki de Kızıl Deniz’in batı kıyısında azalan besin kaynakları, Aden Körfezi’ndeki çekici sahiller ve sığınmak için elverişli serin nemli Yemen yaylaları atalarımızı önemli adımlarını atmak için kamçılayan unsurlar olmuşlardı.
Tek mitokondriyal DNA kolu – Afrika kökenli
Bütün Afrikalı olmayanlar, Afrikali L3 dalına bağlı olup ondan türemişlerdir. Aşağıdaki diyagramda noktalı çizgi Gözyaşı Kapısı’nda Afrika dışı L3 Havva’sını işaret ediyor.
Yukarıdaki şekiller 80 bin yıldan daha yaşlı olan 15 yaşayan Afrikalı maternel mitokondriyal kolu temsil ediyor. Bu 15 koldan sadece bir tanesi birçok kuşak için Afrika dışı Havva kolu veya dünyanın geri kalanı için ortak ata anne kolu haline gelecekti. Bu rasgele seleksiyon ve yok oluş süreci, genetik kayma (genetic drift) olarak adlandırılmıştır çünkü orijinal kol karışımı bir tek genetik tipe doğru kaymıştır.
16. kuşaktan itibaren geriye dönünce görülüyor ki hepsinin atası aynı annedir.
85.000 – 75.000 yıl önce: Kıyı kenarındaki yaşam biçimi
Dünya’da geçirdikleri ilk 2 milyon yılın büyük bölümünde, insanlar avcı-toplayıcılar olarak savanaları dolaşıyorlardı. Güney Afrika-Kalahari’de olduğu gibi, grup olarak avlanma sayesinde, kökler, meyveler ve yapraklarla beslenen hayvanların besin açısından büyük değerini keşfettiler. 130-190 bin yıl öncesinin büyük buzul çağı savanaların alanını daraltmaya başlayınca, içlerinden birinin aklına kabuklu deniz hayvanları ve sahilden başka deniz ürünleri yemek geldi. Kıyı yerleşimleri muhtemelen daha da önce başlamıştı ama artık kıyılar su altında kaldığına göre, bunu hiçbir zaman bilemeyiz. Protein açısından zengin böyle bir beslenme düzeni, beyin için faydalı ve karadaki avlara nazaran elde edilmesi daha kolaydır. Kaldı ki savanalar buzul çağında kurudukları zaman bile deniz ürünlerinin varlıklarını sürdürmek gibi bir avantajları vardı.
Kabuk artıklarının karakteristik yığınları günümüze kadar kaldığı için, böyle bir kıyı yerleşiminin kanıtlarına rastlamak oldukça kolaydır. Tek sorun, insanların ne kadar uzun süredir kıyılarda yerleşmekte olduklarını bulmaktır. Kabuk artıkları genellikle denizin kabarma çizgisinin tam üstünde bulunur ama geçmiş 200 bin yılın çoğunda deniz seviyesi bugünkü sahillere nazaran metrelerce aşağıdaydı. Dolayısıyla -örneğin 125 bin yıl önceki dönem gibi- ara buzul dönemlerinde deniz seviyelerinin yüksek olduğu sıralarda yayılan kabuklar hariç birçoğunun kaybolduğunu düşünebiliriz.
Neanderthaller İspanya ve İtalya’daki sahilleri 60 bin yıl önce doldurdular, onların bu alışkanlıklarını Afrika’dan getirmiş olmaları mümkündür. Bununla birlikte, yakın geçmişe kadar, Afrika’daki kıyı yerleşimine dair en eski tarihli kanıt Güney Afrika’daki Klasies nehrinden gelmektedir ve 100 ila 115 bin yıl öncesine tarihlendirilmiştir. Gene de 2000 yılında, Gözyaşı Kapısı’nın tam kuzeyinde Kızıl Deniz’in batı kıyısında Eritre’deki Abdur’da daha erken tarihli bir kıyı yerleşiminin izine rastlanmıştır. Eemian ara buzul döneminin doruk noktasına 125 bin yıl öncesine tarihlenmiş olan bu sahil yerleşmesi, büyük memeli hayvanların parçalanmış kalıntılarını da barındırdığı için karışık bir beslenme düzenine işaret ediyor. Volkanik bir cam türü olan obsidiandan yapılmış bıçak ağızları, modern insanlar tarafından kullanılmış gibidir.
Kızıl Deniz’deki bu yerleşim yerinin önemi iki kat fazladır: Bir kıyı yerleşimi hakkında en erken tarihli kanıtı sunmaktadır ve Afrika’dan güney çıkış yoluna çok yakındır. Her iki durum da ta Avustralya’ya uzanabilecek çekici bir modeli yansıtır. Kıyı yerleşimlerinin kalabalıklaşıp kıyının alanına sığamayacak hale gelince sonraki keşfedilmemiş kıyıya yerleşip böyle devam ettikleri konusunda ilgi çekici bir hikâyeye ulaşıyoruz. Böyle hızlı bir ilerlemeyle, Kızıl Deniz’den yola çıkan öncü gruplar Hint Okyanusu’nu çevreleyen kıyıları izlemiş ve 10 bin yıl içinde doğrudan Endonezya’ya ulaşmış olmalıdırlar. Zamanın düşük deniz seviyeleri Aden’den Java burnuna kara yürüyüşüne izin vermiş olmalıdır. Sonra da insan yerleşiminin en eski izlerinden kabuk artıklarının bulunduğu Avustralya’ya doğru adadan adaya atlamış olmalıdırlar.
Avustralya’nın erken kolonizasyonuna dair bu modelin gerçek olması kuvvetle muhtemeldir, ama tarihler sadece arkeolojik kanıtlarınkiyle değil, bütün diğer Avrasya yayılmalarının genetik soyağacındaki moleküler saat ile de uyumlu olmalıdır. Eğer bu sahili takip etme teziyle, hem Avustralya’ya hem de dünyanın geri kalanına yayılan tek bir Afrika dışına göç modeli kuracaksak, Hindistan’a, Güneydoğu Asya’ya doğru yayılmanın ve Yeni Gine’ye doğru paralel hareketin sırası ve tarihleri konusunda güçlü tahminler yaparak işe başlamalıyız. Bu tahminler teorinin sınavı olmalıdır.
74.000 yıl önce: Toba dağı volkanik süper-patlaması
Kuzey Sumatra’daki Toba Gölü dünyanın en geniş aktif volkanik çöküntüsüdür. Toba Gölü’nde (100 x 30 km) 74 bin yıl önce meydana gelen volkanik patlama, son 2 milyon yılın en büyük patlaması olarak bilinmektedir. Bu mega-patlama oldukça uzun süren bir nükleer kışa neden olmuş ve bu patlamadan yayılan küller kuzeybatıya doğru oldukça geniş bir alana yayılıp, 1,5 metre kalınlığında bir örtü halinde Hindistan’ı, Pakistan’ı ve körfez bölgesini kaplamıştı. Toba’dan yayılan küller Grönland’daki buz tabakalarında ve Hint Okyanusu’nda sualtı çukurlarında bulundu ve patlamanın kesin tarihinin belirlenmesini sağladı. Toba patlaması, insanın tarihinde, son buzul çağından önce meydana gelen en dramatik, doğru şekilde tarihlenmiş ve kesin olaydır.
Bazı araştırmacılar, onu izleyen “nükleer kış” nedeniyle Toba olayını, dünya çapındaki toplu ölümlerin sebebi olarak görürler. Konuyu ele alırken bu olguyu da hesaba katmak gerekir. Toba külleri Sumatra’dan kuzeybatıya Hint Okyanusu üzerinden geçerek yayıldığına göre, Hindistan, kül yağmurundan en fazla etkilenen ve bu nedenle insanların kitleler halinde yaşamını yitirdiği bir bölge oldu. Bu olay iki ana genetik dal olan M ve N’nin maternal genetik alt gruplarından Hindistanlılara has olanların çoğunun neden Asya’nın diğer bölgelerinde bulunmadığını ve bu grupların yeniden yayılma tarihlerinin paradoksal olarak Hindistan’da neden Doğu Asya ve Avustralasya’ya nazaran daha geç olduğunu açıklayabilir.
Toba patlamasından önce Asya’ya gelenler
Eğer atalarımız Afrika’yı 85 bin yıl önce terk ettilerse, onların soyundan gelenlerin Toba patlamasından 10 bin yıldan daha önce Asya’da yaşamış olmaları gerekir ve Hint Okyanusu’nun kıyılarında yaşayanlar, insanlık tarihinin en büyük volkanik kül yağmurunun doğrudan hedefi olmuşlardır. Toba patlaması bu nedenle oldukça önemli bir tarih belirleyicidir; çünkü küller çok geniş bir alanı kaplamıştır ve bozulmamış bir katman halinde bulundukları her yerde kesin olarak tanımlanıp tarihlenebilir.
Afrika’dan Avustralya’ya uzanan yolun üçte ikisi kadar bir mesafede Malezya yarımadasında Perak bölgesindeki Lenggong vadisinde bulunmuş olan Paleolitik Çağ’a ait Kota Tampan kültürünün yeniden değerlendirilmesi sonucunda, Avustralya’ya insanların yerleşmesinin zamanı konusunda önceden belirlenmiş tarihler tekrar onaylandı. Bu kültürün ilk tanımlanışı, ilginç, geniş ve biraz kaba saba taş aletlerin bulunmasıyla oldu. Bu aletlerin sadece tek tarafı şekillendirilmişti ve arkeologlar 1960’larda bunların daha erken insan türlerinin elinden çıkmış olabileceğini düşünmüşlerdi. Bununla birlikte, aletlerin etrafını çevreleyen jeolojik katmanlar yeniden incelendiğinde, bunların daha yakın bir zamanda yapılmış oldukları anlaşıldı. 1975’te Sarawak Müzesi’nin küratörü Tom Harrison, aletlerin Sumatra’daki Toba yanardağının patlamasıyla ilintili olabileceğini iddia ettiğinde, bunlara olan ilgi daha da arttı.
Arkeolojik kanıtlar
Malezyalı arkeolog Zuraina Majid, Perak bölgesinde Penang yakınında ağaçlı bir vadide bu kültürün kalıntılarını buldu. Kota Tampan kültürü diye bilinen, kesintisiz bir Paleolitik gelenek orada on binlerce yıl öncesine uzanıyor. Bir kazı bölgesinde, bu geleneğe ait aletler Toba volkanik küllerinin içine gömülmüş bir halde bulunmaktadır. Bu aletlerin modern insanla ilişkili oldukları kesinleştiği takdirde, bu, modern insanın Güneydoğu Asya’ya 74 bin yıldan daha önce, Toba patlamasından erken bir tarihte yerleşmiş oldukları anlamına gelir. Bu durumda, 85 bin yıl önceki toplu göç tezi daha olası bir hale gelir. Avustralya’da 65 bin yıl önceki insan yerleşimine dair genetik ve diğer kanıtlar bu senaryoya uygun düşmektedir.
Toba patlaması, özellikle geniş Hindistan bölgesini kalın bir kül katmanıyla kapladı. Hindistan’a ilk yerleşenlerin felaketlerin bu en büyüğünden sonra hayatta kalmayı nasıl başardıklarını anlamak kolay değil. Doğu ile Batı Asya arasındaki bölgede geniş bir kuşak boyunca toplu ölümlerin olduğunu tahmin edebiliriz. Böylesine geniş bir doğu-batı bölünmesi veya “yarık” genetik kayıtlarda da açıkça görülmektedir.
Genetik izler
Toplu göç için böylesine erken bir tarih, genetik verilerle nasıl bu kadar uyumlu olabilir? Bu, meselenin belki de en tartışmalı ve heyecan uyandırıcı kısmı. Bu sorunun kısa yanıtı, genetik tarihlerin ve soyağacının bu erken toplu göçle oldukça uyumlu olduğudur. Bu, ayrıca Avrupalıların kökleriyle ilgili soruyu, Avrupa’da insan yerleşiminin Avustralyalılar ve Asyalılarla aynı maternal atalardan doğup, neden sadece 50 bin yıl önce başladığını da açıklıyor.
Güneydeki bu tek ve başarıyla sonuçlanmış toplu göçün ilk yerleşim yeri olan Güney Asya bölgesi, bu yayılmayla taşınan genetik köklerin, sadece Hint Okyanusu civarındaki Aborjin diye adlandırılan halklarda değil, modern halkların çoğu arasında da var olduğunu gösteriyor. Bu köklerin arasında, geniş Avrasya kıtasının içlerine doğru yapılan sonraki öncü yürüyüşlerin en batıda olanlarının genetik üslerini tespit edebiliyoruz. Bu yürüyüşler bir moladan sonra, Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya’ya doğru devam etti. Öyle görünüyor ki, okyanus kıyısı halkının öncüleri, Afrika kökenli grubun orijinal genetik çeşitliliğini şaşırtıcı bir oranda muhafaza etmiş ve Hint Okyanusu kıyılarında çok daha hızlı hareket etmiştir. O kadar hızlı ki, daha ilk kuzenleri Avrupa’ya varmadan çok önce, Endonezya etrafından ve Okyanusya’nın yakın kesimlerinin içerisinden yol alarak Avustralya’ya yerleşmişlerdir.
Büyük göçün ve onun ardından Güneydoğu Asya’ya gelişin, 74 bin yıl önceki Toba yanardağı patlamasıyla kronolojik açıdan tam olarak örtüşmesi kritik önemdedir. Çünkü birincisi, Toba olayı, Paleolitik çağın en doğru ve kesin bir biçimde tarihlenmiş olaylarından biridir ve bu olayın neden olduğu kül yağmurları bütün Güney Asya için bir tarih ölçer niteliği taşır. İkinci olarak, Toba’dan yayılan kül yağmurunun ve ardından kaçınılmaz olarak gelen “nükleer kışın” etkileri bu küllerin güzergâhında bulunan bütün canlılar için bir felaket oldu ve daha uzaktaki bölgelerde de durum kötüydü. Malezya yarımadasında Toba külleriyle beraber modern insanlarca yapıldığı düşünülen aletlerin bulunması, kıyılara ilk yerleşenlerin Uzakdoğu’ya patlamadan önce yerleşmiş olabileceklerini gösteriyor. Bu nirengi noktasının diğer kanıtlarla örtüşmesi bu senaryoyu destekliyor.
Diğer ipuçları
Güney Çin’deki Liujiang kafatasına dair yeni saptanan tarihler, Avustralya’da lüminesans yöntemiyle saptanan tarihler, Avustralya’ya geçişi mümkün kılan en alçak deniz seviyesinin 65 bin yıl öncesine tarihlenmesi, L3 grubunun yayılımının genetik tarihlerinin 83 bin yıl olarak saptanması ve Kızıl Deniz’in önemli derecede tuzlanmasının 80 bin yıl önce gerçekleştiğinin belirlenmesi. Asya’daki ilk modern insanlara dair en iyi kanıtlar, gerçek fosillerden ve onların yaşları saptanmış ortamlarından gelmektedir. Böyle bir çalışma Flores’deki Liang Bua kazı alanında yürütülmektedir.
Bu nedenle, eğer gerçekten Toba Hindistan’a insan yerleşiminin başlamasından sonra patladıysa, Hindistan yarımadasında, özellikle doğu tarafından batıdan daha fazla geçekleşen toplu ölümlerin yaşandığını tahmin edebiliriz. Bu şüphesiz Hindistan’ın genetik haritasındaki çelişkiye getirilen yorumlardan sadece bir tanesidir. Bu haritada, kıyılarda yaşayanların genetik izlerine rastlanabilir ama M ve R’nin Hindistan’a has alt grupları sadece bu kıta parçasında, özellikle güneydoğu kabilelerinde görülmektedir. Bu, büyük bir felaketten kurtuluşun sonucu olarak beklenebilecek bir durumdur. Bu yerel genetik dalların en eskisi 73 bin yıl öncesine tarihlenmiştir.
Sonraki bölümlerde, bu öncü grupların Kuzey ve Doğu Asya’ya geldikten sonra ne yaptıklarını ve buralara nasıl geldiklerini göreceğiz. Tüm bu tahminler içinde en kesin olan, Güney Asyalıların (özellikle Hindistan, Pakistan ve Basra Körfezi), Afrikalı olmayanların dağılımının kaynağı olarak merkezi bir rol oynamış olduğudur. Genetik soyağacıyla ilgili olarak, Afrikalı olmayan en erken genetik kollar Güney ve Güneydoğu Asya’da bulunmaktadır. Modern insanların Doğu ve Orta Asya’ya ilk yerleşiminin tarihleri kesin olmayan kafatası tarih ölçümleri ve daha geç tarihli bir Mongoloid yerleşiminin belirgin kanıtları nedeniyle kesin olarak belirlenememiştir; ama Liujiang kafatasının 68.000 yıl öncesi olarak saptanan yeniden tarihlenmesi doğruysa, ilk kolonilerin Güney Çin’e yerleşimi, Güneydoğu Asya’yla aynı dönemde gerçekleşmiş olmalıdır. Eğer modern insanlar Güneydoğu Asya’ya Toba patlamasından önce yerleşmişlerse, Hindistan ile Uzakdoğu arasındaki kesin genetik kopukluk, Hindistan’ı 74.000 yıl önce kaplamış olan kül tabakasıyla açıklanabilir.
Toba patlaması ve genetik kanıtlar
Belki de tarihlemedeki kesinlikten daha önemli olarak, Malezya’daki taş aletlerle Toba volkanik küllerinin arasındaki ilişkinin, ilk Hintli ve Pakistanlıların, şimdiye dek insanlığın başına gelmiş en büyük felaketin yolu üstünde olduğunu göstermesidir. Bu felaket, son iki milyar yıl içindeki en büyük patlama olan Toba yanardağı patlamasıydı. Rüzgârla birlikte, yanardağdan yayılan kül yığınları kuzeybatıya yayıldı ve bütün bir Hindistan kıtaaltı bölgesini kapladı. Bugün bile, bölgede bir metre kalınlığında bir kül tabakası görülmekte ve Hindistan’da iki bölgede, Orta ve Geç Paleolitik aletlerle birlikte bulunmaktadır. Bu aletlerle küller arasındaki bağla ilgili önemli bir tahmin, genetik açıdan geniş ve derin bir yarığın Doğu’yu Batı’dan ayırdığı, sonuç olarak Hindistan’ın her iki taraftan da yeniden yerleşime uğradığıdır. Böyle bir yarık Asya’nın genetik haritasında görülmektedir.
Perak’a çok yakın olduğu halde, Toba yanardağının kül yığınları Malay yarımadasını sadece sıyırıp geçti. Kota Tampan yerleşimindeki insanlar şanssızdılar, yarımadanın geri kalanındaki insanlarsa kaçmayı başarmışlardı. Bazı araştırmacılar, kafatası biçim ve ölçülerine dayanarak, hâlâ kuzey Malezya’nın sık yağmur ormanlarının aynı bölgesinde yaşayan Semang aborjin “negrito” (Orta ve Güney Afrika ile bazı Pasifik adalarında bulunan cüce yapılı zenci topluluk) avcı-toplayıcılarının, Perak adamının soyundan geldiğini iddia etmektedirler. Zerania Majid’in ileri sürdüğü gibi, Kota Tampan kültürünün sürekliliği, Toba külleri içindeki 74 bin yıllık aletlerle bağ kuracak bir halka olmaktadır.
Kıyılarda ilk yaşayan insanların soyundan gelmiş olabilecekleri düşünülen topluluklar içinde en iyi bilinenler Semanglardır. Çinhindi ve Malay yarımadasında, kıyı insanlarının soyundan gelmiş olmaları muhtemel bir başka grup ise, fiziksel olarak Semang ve Mongoloid arası bir görünümü olan, aborjin Malaylar olarak adlandırılan topluluktur.
Doğu Asya’nın genetik yapısına dair yürütülmekte olan daha geniş bir çalışmanın parçası olarak, Malay yarımadasındaki aborjin grupların genetik incelemesi yapılmaktadır.
MtDNA sonuçları oldukça heyecan uyandırıcıydı: Semang grubun dörtte üçü (mesela negrito grupları) başka yerlerle karışmışlığı oldukça düşük bir düzeyde olan kendilerine has M ve N dallarına sahiptirler; bu da atalarının ilk kıyı insanlarıyla beraber geldikleri teziyle uyumludur. Onların kendilerine özgü genetik dalları M ve N köklerine doğru uzanıyor (L3’ün Afrika dışındaki ilk kızları). M dalları Güneydoğu veya Doğu Asya’da (veya başka yerde) kimseninkiyle ortak değil. Her ne kadar yakın geçmişteki nüfus azalmasından dolayı çeşitliliği azalsa da, yaşlarının 60.000 civarında olduğunu tespit etmek için yeterince çeşitliliği muhafaz etmiştirler. Onların N dalındaki diğer kendine has grupları, N’nin genetik kızı R’den gelmektedir. Diğer Avrasyalı topluluklarla belli bir bağlantıdan yoksun oluşları, onların bu kadar uzun süre önce buraya geldikten sonra Malay yarımadasında genetik açıdan izole yaşadıkları savıyla uyumludur.
Avustralya’nın 60 bin yıldan daha önce kolonize edilmesi aynı büyük göçün parçasıydı
Bazı araştırmacılar, Avustralyalı aborjinlerin Afrika’dan, Avrupalıların, Asyalıların ve Amerika yerlilerinin doğuşuna neden olan göçten daha önce gerçekleşmiş bir başka göçü temsil ettiklerini düşünmektedirler. Oysa genetik haritamız bize başka bir şey söylüyor. Avustralya’nın maternal klanları üzerine yapılan bazı incelemeler tümünün, iki kendine has Afrikalı olmayan üstklanımıza yani M ve N’ye ait olduklarını gösterdi. Öte yandan Y kromozomları üzerine yapılan geniş incelemeler, erkek Avustralyalı dalların hepsinin tıpkı diğer Afrikalı olmayanlar gibi aynı Afrika kökenli Adem klanına (M168) ait olduğunu gösteriyor. Aynı model sadece aynı atadan geçmiş olmayan genetik işaretlerde de görülmektedir. Bir başka deyişle, bu genetik kanıtların birleşimi, Avustralyalıların kökeninin, ayrıca bu tek Afrika kökenli göçe dayandığını açıkça gösteriyor. Arkeolojik tarihlemelerle birlikte bu yaklaşımın mantığı, modern insanların Malay yarımadasına gelişlerini 74 bin yıldan daha önceye ve Avustralya’ya gelişlerini ise yaklaşık 65 bin yıl önceye yerleştiriyor. Bu aynı zamanda, kıyı civarındaki yerleşimlerden hareketle tahmin edilen Afrika’dan çıkış tarihiyle de uyumludur.
Afrika’dan Hint Okyanusu’na doğru yürüyüşün zamanı konusunda tahminlerimiz, kıyı insanlarının kıyı boyunca Perak’a gitmelerinin sadece 10 bin yıl sürdüğü ve Avustralya’ya yerleşmek için aşağı yukarı bir 10 bin yıl daha geçirdikleri yönündedir. Bu, Afrika’nın yaklaşık 85 bin yıl önce terk edilmesi ve Avustralya’ya 65 bin yıl önce varılması arasında geçen süredir. Bu tarihlerin ilki, Afrikalı L3 kümesinin yayılması için moleküler saat kullanarak tahmin edilen tarihle uyumludur.
Hindistan’daki genetik yarık Toba patlamasından dolayı mı oluştu?
Hindistan’ın kuzeyi ve doğusunda ani bir genetik değişim görülmektedir. Bu değişiklikler fiziki görünümlerde bile belli olmaktadır. Nepal, Burma ve Doğu Hindistan’da ilk Mongoloid Doğu Asyalı yüzlerle karşılaşmaktayız. Bu topluluklar genellikle Doğu Asya dillerini konuşmaktadırlar ve Hint-Avrupalı veya Dravidyan dillerini konuşan komşularıyla güçlü bir tezat oluşturmaktadırlar. Burma’ya ve Himalayalar’ın kuzey kıyısında Tibet’e gittiğimizde, Doğu Asyalı görünümüne ve etnolinguistik geleneklerine doğru geçiş tamamlanmış oluyor, tıpkı M ve N’nin mitokondriyal alt gruplarının hızlı ve tam değişiminin tamamlanmış olduğu gibi. Örneğin Tibet’te M gruplarının N gruplarına oranı 1/5’ten 3/1’e doğru değişiyor. Bu grupların alt gruplarıysa Hindistan’ınkilerle tatmin edici bir düzeyde örtüşmüyor. Aksine, Tibet’te tipik Doğu ve Güneydoğu Asyalı M ve N alt grupları yüzde 70 oranında görülüyor, kalanı da henüz sınıflandırılmamış yerel kaynaklı M tiplerinden oluşuyor. O halde, Hindistan kıta altının kuzeydoğu kısmı, doğu-batı sınırının en açık ve en derin olduğu yerdir. Bu sınır muhtemelen 74 bin yıl önce Toba yanardağının kül bulutuyla Hindistan boyunca meydana gelen derin genetik yarığın yansıtıyor.
Hindistan yarımadasının güneyine doğru, genel fiziki görünüm genellikle daha koyu tenli, kıvırcık saçlı, yuvarlak gözlü Dravidyan tipine doğru değişiyor. Kafatası şeklinin karşılaştırılması sonucunda, Güney Hindistan’daki geniş Tamil halkının, Semanglarla Aborjin Malaylar arasında Malay yarımadasından aborjin bir grup olan Senoi’lere bağlı olduğu ortaya çıkıyor.
M Hindistan’da, N ise muhtemelen daha batıda Basra bölgesinde doğdu
Batı Avrasya’da neredeyse hiç görülmeyen M, bize doğum yerinin Hindistan olduğundan şüphelenmemiz için birçok neden sunuyor. M en zengin çeşitliliğine ve eskiliğine Hindistan’da kavuşuyor. Başka hiçbir yerde böyle bir çeşitlilik ve böyle yüksek bir oranda kök ve kendine özgü ana dal türleri göstermiyor. Onun Hindistan’daki çok sayıda kızının en yaşlısı, M2, 73 bin yıl yaşında. Her ne kadar M2 yayılmasının tarihi kesin olmasa da, 74 bin yıl önceki Toba patlamasından sonra gelen toplu ölümlerin ardından nüfusun yerel bir telafisini yansıtıyor olabilir. M2, Andhra Pradesh’deki Chenchu avcı-toplayıcı Avustralya kabilelerinde açıkça görülüyor. Bu kabileler, Hindistan’ın geri kalanında bulunan M2 tipleriyle ortak atalara sahip oldukları kadar, M2’nin kendilerine has yerel değişik tiplerine de sahiptirler. Sonuçta bütün bunlar M’nin doğum yeri olarak, daha batıyı hatta Afrika’yı değil de Hindistan’ı belirlemek için güçlü nedenlerdir.
M ve R klanlarının sadece Hindistan’a has gelişiminin belki de en ilgi uyandırıcı tarafı, onların Afrika kökenli yürüyüş başladıktan sonra, 74 bin yıl önce meydana gelen Toba felaketinin yerel bir telafisinin işareti oldukları yolundaki ipucudur. Yıkılmış bir Hindistan, batıdan R tipleri tarafından ve doğudan M tipleri tarafından yeniden kolonize edilebilirdi. Bu resmi destekleyecek olgu, Kivisild ve çalışma arkadaşlarının Andhra Pradesh’in güneydoğu bölgesinde bulunan iki kabile topluluğu üzerinde yaptıkları yakın tarihli incelemelerinden geliyor. Bu topluluklardan biri, Avustralyalı Chenchu avcı-toplayıcılar, neredeyse tamamen M klanındandırlar ve Hindistan’ın karakteristik özelliklerini taşıyan ve sadece oraya ait olan başlıca M dallarının çoğunu taşımaktadırlar. Diğer grup Avustralyalı olmayan Koyalar, benzer bir şekilde Hindistan tipi M dallarının zengin bir çeşitliliğine (bütün kolların yüzde 60’ı) sahiptirler, ama sadece Hindistan’a özgü olan R tipinin yüzde 31’ini taşırlar. Chenchu ve Koya kabileleri böylece Hintli M ve R kollarının eski bir arşivini oluşturmaktadırlar ve bu dallar Hindistan yarımadasının geri kalanında var olan maternal genetik çeşitliliğin çoğunu içermekte ve atası niteliği taşımaktadır. Bu iki kabilelerin hiçbirinde Batı Avrasyalı N tipleri görülmemektedir. R tiplerinin Koyalarda bulunup Avustralyalı Chenchu’larda bulunmaması, Hindistan yarımadasının batıdan kısmen yeniden kolonize edilmesi fikriyle uyumludur. Onların açıkça Hindistanlı özelliği gösteren genetik kökleri ve yerelliğine rağmen, bu iki kabile arasında paylaşılan (örneğin tamamen uyuşan) hiçbir maternal genetik tip yoktur ve bu da onların eski ve birbirinden bağımsız gelişimine kanıttır.
Kota Tampan’daki aletleri kimler, ne zaman yaptı?
Kota Tampan ve Lenggong vadisi kültürü üzerine, Penang’daki Sains Malaysia Üniversitesi’nden arkeolog Zuraine Majid kadar araştırma yapan kimse olmadı. Onun Lenggong vadisindeki birkaç kazı alanındaki geniş çapta araştırmaları, o büyük Toba patlamasının olduğu zamandan itibaren 7 bin yıl öncesine hatta sadece 4 bin yıl öncesine kadar yerel bir yontma taş kültürünün var olmuş olabileceği sonucunu doğuruyor. Eğer durum böyleyse, bu, tek tarafı yontulmuş oval taş aletler hakkındaki en can alıcı sorulardan birine cevap olabilir: Bunları kim yaptı? Bir kere bunlar hiçbir şekilde sofistike aletlerden değillerdir. Daha güzel görünen aletler çok daha önce Afrika’da ve Avrupa’da ilkel insanlarca yapılmışlardı; o halde neden bu volkanik küllerin içine gömülü tek tarafı yontulmuş aletlerin Toba patlaması sırasında yaşamış modern insanlarca yapıldığı düşünülmesin?
Güneydoğu Asya’nın paleolitik kültürleri üzerine en yetkili uzmanlardan ikisi, Avustralyalı arkeologlar Peter Bellwood ve Sandra Bowdler, bu aletlerin anatomik açıdan modern insanlarca yapılmış olabileceği konusunda Zuraina Majid ve Tom Harrison’a katılıyorlar. İlk olarak Zuraina Majid ve Tom Harrison, Lenggong vadisinde bulunan taş aletlerin çoğunun yaşının, modern insanlar dışındakiler tarafından yapılmak için fazla genç olduklarını düşünüyorlar. İkincisi, değil Lenggong vadisi, Malay yarımadasında bile başka modern öncesi insana rastlanmadı.
Perak Adamı
Zuraina’nın bu konudaki kozu, kendi ekibi tarafından 1990’da Lenggong vadisinde, Gunung Runtuh mağarasında birçok yayına konu olmuş Perak Adamı’nın bulunmasıdır. Uzmanlar, aynı taş alet sınıfıyla çevrili olan, modern insana ait bu tam iskeletin Australo-Melanezyan karakteristik özelliklerini taşıdığını belirledi. Aşağı yukarı 10 bin yıl yaşındaydı. Taş aletlerin modern insanlarla bu yakın tarihli birleşimi, Kota Tampan aletlerinin modern insanlarca yapılmak için fazla kaba saba oldukları yönündeki fikri çürütüyor. Ayrıca aynı yerde daha eski aletlerle bir süreklilik ilişkisi var, Zuraina bu ilişkinin teknik karşılaştırmalarla desteklendiğini öne sürüyor. Dolayısıyla en azından şimdilik, Perak Adamı, küllere gömülü daha eski taş aletlerin aynı (modern) insan türünce yapılmış oldukları yönünde en iyi yerel kanıt.
Güneydoğu Asya arkeolojisi üzerinde bir diğer saygıdeğer uzman Richard Shutler’dir. Kendisi, bu tür aletlerin Güneydoğu Asya adalarına (yani bütün Endonezya, Malezya ve Filipinler adalarına) yaklaşık 70 bin yıl önce Homo sapiensler tarafından ilk defa getirildikleri yönünde daha genel bir görüş bildiriyor. Shutler, böyle aletlerin kültürel geriliğin bir yansıması olduğu görüşüne karşı çıkıyor ve elde bulunan hammaddenin niteliğinin aletlerin yapımı için nelerin kullanılabileceğini belirlediği ve bıçak, bambu gibi daha sofistike aletlerin de kullanılmış olabileceği konusunda diğerleriyle aynı görüşü paylaşıyor.
O halde Kota Tampan kültürü kaç yaşında?
Onlarca yıl önce ilk defa tarihlendirildiğinde, 31 bin yıl sonucu elde edildi. Toba yanardağının külleri konusunda bu tarih jeologları ve hatta Peter Bellwood gibi arkeologları uzun uzun düşündürmüştü. Kafa karıştırıcı nokta, Toba’nın o tarihte büyük bir patlama gerçekleştirmemiş olmasıydı. Toba’nın son büyük patlaması, çok daha önce, 71-74 bin yıl önce gerçekleşmişti. İçlerinde gerçek tarihi bulanın da yer aldığı birkaç jeolog, daha yakın bir tarihte, aletlerin etrafını saran küllerin zaten 74 bin yıl yaşında olduğu konusunda görüş birliğine vardılar. Bu tarihleme kritiktir. Eğer Kota Tampan aletleri modern insanlarca yapıldıysa, bunlar Afrika dışındaki modern insanlar konusunda tarihi kesin olarak belirlenmiş en eski kanıttırlar. Böylece Avustralyalıların ataları sanki Toba patlamasından önce Afrika’yı terk etmiş ve kıyılar boyunca ilerleyerek Malezya’ya gelmiş gibidirler.
Liujiang kafatası
Bölgedeki diğer bir kanıt, Uzakdoğu’da anatomik açıdan modern insanları 70 bin yıl önceden daha erkene yerleştirebilir. Bu, meşhur Çinli Liujiang iskeletidir. Çok iyi korunmuş bir kafatası ve birkaç diğer kemikten oluşan Liujiang, 1958’de gübre toplayan köylüler tarafından Guangxi Zhuang otonom bölgesinde Tongtianyan’da küçük bir mağarada keşfedildi. Bu insanın anatomik açıdan modern olduğuna dair hiçbir şüphe yok, ama baştan beri onun yaşı konusunda tartışmalar oldu.
Uranyumla yapılan tarihlendirmeye göre, 67 bin yaşında olduğu bildirildi, ancak tarihlendirilmiş jeolojik katmanlara göre tam olarak bulunduğu konum dikkate alındığında bundan şüpheye düşüldü. Aralık 2002’de, jeolog Shen Guanjun başkanlığında Çinli bir grup, mağaranın yeniden stratigrafik (tabakabilim) incelenmesi (civardaki bazı mağaralara doğru genişleterek) ve kafatasının tarihlendirilmesi için yürüttükleri çalışmanın raporunda, kafatasının yaşının 68 binden az olamayacağını, 70 bin ile 130 bin yıl arasında olduğunu ileri sürdü. Kafatası doğal çimento ile değişik çağlardan karışık maddeleri içeren bir lavlı, kabuklu, kemikli kırıntıların kaynaşmasıyla oluşmuş bir breş kütlesinin içerisinde bulunmuştu. İtibarlı bir dergi olan Human Evolution’da yayımlanan tezlerine göre, en düşük yaş sınırı olarak 68 bin yıl kesin görünüyor, çünkü bu belirleme breşin üzerinde yeralan ve onu çevreleyen sarkıtların yaşının çok yönlü değerlendirilmesine dayanıyor. (Sarkıtlar duvardan aşağı ya da zemin boyunca akan suyun biriktirdiği kalker tortusuyla oluşur.) Tercih ettikleri tarih olan 110 bin-139 bin yıl öncesi, breşin içerisindeki katmanlaşmamış sarkıt ve kalker parçalarını esas alıyor ve bu tahmin spekülatif görünüyor.
Ben yanılmak pahasına, Toba’dan kaynaklanan kalın volkanik kül tabakası altından çıkarılan aletlerin bulunduğu Kota Tampan kazı alanını esas alarak, modern insanın Malezya’daki varlığını bu tarihe oturtmakta ısrar ediyorum. Esas aletler tartışmaz bir biçimde insan ürünü ve kül kesin bir şekilde gökyüzünden 74 bin yıl önce yağdı.Ama Kota Tapman aletlerinin modern insan elinden çıktığı görüşüne rağmen, yine de bu aletler teorik olarak diğer insanlar tarafından yapılmış da olabilir, zira yapanların kimliğini ortaya koyacak herhangi bir kemik kalıntısı kazı alanında bulunmuş değil. Bölgede bulunan, o eski çağlardan kalma tek modern insan kalıntısı, şimdi yeniden tarihlendirilmiş olan Liujiang kafatası ve güney Çin’de bulunan kısmi iskelettir. Modern insanın Flores’e (Doğu Endonezya) ilk yerleşiminin tarihlendirilmesi, yayımlanmayı bekliyor. Böyle bir bağlantıyı esas almayı pekiştiren bazı sebepler var. İlk olarak, Avustralya’ya 65 bin yıl önce alçak su seviyesi sırasında yerleşim olduğu tezi, mantıksal olarak buna uyuyor. İkincisi, Afrika dışındaki genetik tarihlendirmelerin artan sayısı o tarihlere kadar uzanıyor. Su seviyesinin alçalmasıyla Avustralya’ya geçiş için oluşan bir sonraki uygun geçit yaklaşık 50 bin yıl öncesinde olmuş olmalı ki, bu diğer kanıtlarla pek uyumlu değil.
74.000 – 65.000 yıl önce: Timor’dan Avustralya’ya
Afrika dışındaki modern insan yerleşimlerinin genellikle kabul gören en erken arkeolojik kanıtları, yakın zamana dek Avustralya’da idi. Ancak bu hızla değişen bir durumdur. 1990’lara kadar, 40.000 yıl önce Avustralya ya da Yeni Gine’de yaşamış insanlara dair belirgin kanıtlar yoktu. Bugün görüyoruz ki, bu durum Avrupa için yapılan tarihlendirmelerde olduğu gibi, radyokarbonla tarihlendirme metodunun sınırlılığından kaynaklanıyordu. Ancak daha sonra, yeni tarihlendirme metotları uygulanmaya başladı. Luminesans adıyla bilinen tarihlendirme yöntemi, araştırmacılara radyokarbon tekniğinin 40.000 yıl öncesine uzanabilen sınırından daha ötelerini inceleme olanağı sağladı. 1990’da Richard Roberts ve Rhys Jones’un Avustralyalı jeolog ve arkeologlardan oluşan ekibi, kuzey Avustralya’daki Arnhem bölgesinin kıyısındaki kaya sığınağındaki ilk yerleşim için, 50.000-60.000 yıl öncesini tarihlendirdiler. Arnhem, Endonezya takımadasının en yakın adası olan Timor’un tam karşısındadır ve muhtemelen bundan dolayı ilk Avustralyalılar için yola çıkış noktasıdır.
Daha sonra Avustralya’ya dair tarihler oldukça anormal bir sapma yaşadı. 1996’da arkeolog Robert Fullagar Jinmium’un taş sanatı bölgesini inceledi. Buradaki sığınağın duvarı, “gagalanmış yüksük” şeklinde insan yapımı çentiklerle kaplıydı ve Fullagar, tortulara gömülmüş şekilde bulunan, oyularak işlenmiş kum taşının yere düşmüş bir parçasının, iki bağımsız tahmine göre 50.000 ve 75.000 yıl öncesine tarihlendiğini rapor etti. Hatta, termo-lüminesans yöntemiyle 116.000 ve 176.000 yıl öncelerine tarihlenen seviyelerde insan eli değmiş taşlar buldu ki, bu bulgu buranın, kıtada bilinen en eski insani faaliyet alanı, yukarıda bahsedilen Arnhem bölgesindeki sığınaklardan 2-3 kat daha eski bir bölge olduğu anlamına gelir. Bu yeni tarihler infaal yarattı. Fakat düşen molozlardan bulaşan kum tanelerinin sebep olduğu kirlenmenin, dünyanın her tarafında insan yapımı aletler için aşırı eski tarihlendirmelere sebep olduğu gösterildiğinde, sorun çözülmüş gibi göründü. Bir başka deyişle, tarihler yanlıştı ve kum tanelerinin ayrı ayrı analizi, kirlenmenin sebep olduğu hataların saptanması ve üstesinden gelinmesini sağladı. Avustralya’daki en eski insan etkinliğinin tarihi, böylece 60 bin yıl öncesi civarında kalmış oldu.
Son zamanlarda yine, tartışmalara sebep olacak bir şekilde, insan etkinliğini 62 bin yıl öncesine kadar götürülen tarihlemeler yayımlandı. Bu belirlemeler, güneydoğu Avustralya’da, Willandra Göller Bölgesi’ndeki Mungo Gölü’nde bulunan, ince yapılı, anatomik olarak modern insana ait iskeletin civarındaki toprak üzerinde uygulanan çeşitli yöntemlere dayanarak yapılmıştı. Bu raporlardan biri, o kadar süre önce o bölgede bulunabilmek için, ilk Avustralyalıların, deniz seviyesinin alçak olduğu daha erken bir dönemde karşıya geçmiş olmaları gerektiğini işaret etmekteydi. Avustralya’ya geçiş için deniz seviyesinin alçalmasıyla ortaya çıkan “altın fırsat”ın 65 bin yıl önce gerçekleşmesi, anatomik olarak modern insan olan Mungo Gölü halkının kıtadaki en eskilerden olduğunu gösteriyor; çünkü bir önceki alçak deniz seviyesi bir 80 bin yıl daha önce, türümüzün daha ilk ortaya çıktığı dönemde yaşanmıştı.
Sadece tek bir altın fırsat
Akademik iddialar ve karşı tezler ne olursa olsun, çeşitli yerleşim yerlerinden elde edilmiş, 60 bin yıl öncesinde Avustralya’da insan varlığını işaret eden kanıtların kesiştiği ortadadır. Bu tarihten hemen önce, kuzeyin büyüyen buz dağları arasında hapsolmuş suyun artması dünya okyanuslarındaki su seviyesinin derinliklerine kadar alçalmasına sebep olmuş ve Avustralya kıyıları bugünkü seviyenin 80 metre (260 feet) altına inmişti. Buzul dönemin bu en düşük deniz seviyesinin tarihi 65 bin yıl öncesi olmakla beraber, dünya okyanusları yaklaşık 60 bin yıl öncesine kadar bu düşük seviyede kaldı ve sonra oldukça hızlı yükseldi.
62 bin yıl öncesinde Avustralya’nın kuzeybatı kıyılarındaki insanların varlığı, denizler ötesinden gelişlerinin de aynı tarihlerde olmasıyla tutarlı değildir, çünkü deniz seviyesinin düşük olduğu dönem 3000 yıl daha öncedir. Eğer Avustralya’ya varış tarihleri gerçekten 62.000 yıl önce olsaydı, birçok problem yaşanmış olmalıydı. Deniz seviyesinin ne kadar alçak olduğu, Timor’dan Avustralya’ya doğru denizi başarılı bir şekilde geçme şansını büyük ölçüde değiştirir. Kuzey Avustralya kıyılarından öteye deniz seviyesinin derinliğini gösteren haritadan, Avustralya ve Timor arasındaki mesafenin -100 metre derinlikler arasında 160 km iken, -40 metre derinlikte 220 km’ye, – 20 metrede 470 km’ye çıktığını görebiliriz. 160 ve 220 km arasındaki fark küçük görülebilir, fakat insanın son 20.000 yıla kadar, dünyanın herhangi bir yerinde adalar arasındaki deniz geçişlerinde aşabildiği en uzun mesafe 180 km idi. Bunun arkeolojik kanıtları bulunan en eski örneği, yaklaşık 20.000 yıl öncesinde, Yeni Gine’nin kuzeyindeki Manus Adası’na yerleşimdir. Öyleyse, Avustralya’ya ilk yerleşimde tek ve uzun dönemli bir sürükleniş söz konusu değilse, Avustralya’ya geçişte altın fırsat 65.000 yıl öncesindeydi. Başka türlü 55.000 ila 62.000 yıl öncesine dair Avustralya arkeolojik kayıtlarında görünebilmesi mümkün değildir. Her koşulda, çok temelli Avustralyalı maternal kollara dair genetik kanıtlara dayanan görüşe göre, Avustralya’ya ilk yerleşimin, sadece kazara ve rastlantısal bir sürükleniş sonucu gerçekleşmiş olması, ihtimal dahilinde olmayan bir senaryodur. Böyle bir varış tarihi, Avustralyalı nüfusun büyümesi için yapılan, 68.000 yıllık genetik tarih tahmini ile tutarlıdır.
65.000 – 52.000 yıl önce: Avrupalıların kökeni
Avrupalıların kökeni meselesi, sadece “müstakbel” Avrupalıların, “müstakbel” Asyalı ve Avustralyalılardan ayrı olarak Afrika’dan göç edip etmedikleri meselesi ya da onların modern insan davranışları gösteren ilk insanlar oldukları yönündeki efsaneyi çürütmek meselesi değildir. Bundan daha fazlasıdır. Onların olağandışı derecede zengin ve çeşitli kültürlerinin kökeni ne? Tamamen yerel olarak mı gelişti yoksa başka yerden mi getirildi? Neden bazı arkeologlar 20 bin ila 50 bin yıl öncesi arasında, birçok farklı erken kültürel girişin, -hatta doğudan bir girişin- olduğunu iddia ediyor? Son Buzul Çağı’ndan önceki 25 bin yılın Avrupa’yla ilgili arkeolojik kayıtlarında, birbiri ardına filizlenen iki farklı kültürel dalgayla paralel giden açıkça belli eril ve dişil genetik izler bulunduğu öne sürülebilir. Bu, “Doğulu” bir kökenin çılgın bir tahmin olmadığını açığa vuruyor.
Avrupalıların ataları, N (ya da Nasreen) klanı, Güney Arabistan’a belki de 80 bin yıl önce gelen tek büyük göçün ilk dallarından birine aittir. Asyalı maternal genetik soyağacının kökenindeki bu sağlam pozisyonuna rağmen, Avrupalıların ataları Güney Asya’da on binlerce yıl beklemek zorunda kaldı. 50 bin yıl öncesine kadar beklediler, ta ki nemli, ılıman bir çağ Arap yarımadasını yeterince yeşillendirip Bereketli Hilal’i açana ve onların Türkiye ve Doğu Akdeniz üzerinden kuzeybatı taraflarına göç etmelerine izin verene kadar. Bu tür kısıtlamalar kuzenlerini, yani Hint Okyanusu kıyısı boyunca Güneydoğu Asya ve Avustralya’ya doğru giden ilk kıyı insanlarını etkilemedi. Bunlar Avustralya’ya 60 bin yıl önce, Avrupa’nın kolonize edilmesinden çok öncesinde geldiler.
Asya’dan bakıldığında Avrupa, Eski Dünya’dan kuzeybatıya doğru bir çıkıntı halinde, ulaşılmaz bir yarımada, jeografik bir çıkmaz sokaktı. Jeografik açıdan olduğu kadar genetik açıdan da, Avrupalılar, benzer bir şekilde, Afrika kökenli insan soyağacının bir yan dalıdır. Çünkü Afrikalı olmayan ilk modern insanlar Asyalılardı, “yarımada Avrupa” daha çok bir alıcıydı, kendi yerel kaynaklardan ziyade daha erken tarihli Geç Paleolitik kültürel yeniliklerin kaynaklarından yararlanıyordu. Bu perspektiften bakıldığında, olgular insanın esas biyolojik devrimi Avrupa ve Doğu Akdeniz’de yaşadığı, dünyada geri kalan herkesin Avrupalı lideri takip ettiğini iddia eden arkeolojik/antropolojik efsaneyi çürütüyor.
Bereketli Hilal koridoru açılıyor
Maternal genetik soyağacımıza göre, bizim en eski Avrupalı kurucularımız, nihayetinde 50 bin yıl yaşında Güney Asyalı bir kökene dayanıyor. Onların kuzeye, 50 bin yıl önce Anadolu’ya gelmek için Bereketli Hilal’i bir koridor olarak kullanarak Libya ve Arap çöllerini geçmeleri gerekti. Moleküler saat üzerinde oldukça sık görülen hatalar göz önünde tutulursa, Zagros dağları ve güneybatı İran’daki körfez bataklıklarından ilerleyen bu yürüyüşün tarihlendirilmesi için, bu göçe iklimin sunduğu fırsatlar açısından bakmalıyız. Bu bize, tıpkı bir ağacın gövdesindeki halkalar gibi, en kesin tarihleri verir. Son 100 bin yılın büyük bölümünde Bereketli Hilal koridoru kuru ve kapalıydı; ve sadece uzun buzul dönemlerinde buzun geçici olarak çekildiği kısa süreli iklimsel düzelmelerde açılıyordu.
55 bin ile 65 bin yıl arasında dünya neredeyse aralıksız bir soğukluk ve kuraklık döneminden geçti. Bu dönemde Bereketli Hilal koridoru kapalıydı. Sonra, 56 bin yıl önceden bugüne doğru, dört ılık ve yağışlı dönem kısa aralıklarla birbirini takip etti. Bunların sonuncusu 51 bin yıl önce, en sıcak ve en uzun süreli olanıydı, yaklaşık 5000 yıl sürdü. Aslında bu iklimsel düzelme o kadar ılık ve yağışlıydı ki, Hindistan’daki musonlar bugün olduğundan bile daha yoğundu ve böylece Bereketli Hilal koridorunun açılmasının yanı sıra, Negev çölü gibi Doğu Akdeniz’in kuru bölgeleri de Geç Paleolitik alet yapıcılar için yaşanabilir hale geldi. Eğer Güney Asya’da çoğalmak ve Doğu Akdeniz’e yayılmak için en uygun zaman, o zamandı. İklimsel ve arkeolojik dönem analizleri 45 bin ile 50 bin yıl arasında yaşanan gür yemyeşil bir dönem olduğu fikrinde birleşiyor. Sanki Nasreen’in en yaşlı kızının ve onların ailelerinin Doğu Akdeniz’e gelişlerinin moleküler zamanlaması fazla uzakta değilmiş gibi görünüyor.
Avrupalıların Asyalı kökleri
Bu seyahat iki olağandışı sonuç doğurdu: Öncelikle, Avrupalıların genetik anayurdu aslında 50 bin yıl önce Güney Asya’da Pakistan körfezindeydi. İkincisi, Avrupalıların ataları Basra Körfezi’nden Kuzey Mezopotamya’ya geçen ve Bereketli Hilal olarak bilinen bir koridoru izlediler. Bu koridor 51 bin yıl önce açıldı, Türkiye’ye ve nihayet Bulgaristan’a ve Güney Avrupa’ya doğru göç etmeye imkân verdi. Bu, Avrupa’daki Aurignasyan kültürel hareketiyle çakışıyor gibi görünüyor. Güney Asya’dan Avrupa’ya ikinci yol İndus’tan Kaşmir’e ve İç Asya’ya doğru olmalıdır. Orada belki de 40 bin yıldan daha önce, avcılar ilk defa mamutlar gibi büyük hayvanları avlamaya başladılar. Bu avcıların bazıları gelişmiş yetenekleriyle Urallar’dan geçerek batıya Avrupa Rusya’sına ve oradan da Çek Cumhuriyeti ve Almanya’ya göç etmiş olmalılar. Bu doğu istilası konusunda daha tutucu bir görüş, Orta Asya’dan ziyade Trans-Kafkasya’nın modern insanın Rusya’ya ilk giriş yolu olduğu yönündedir.
52.000 – 45.000 yıl önce: Avrupa’nın beşinci kızı
Avrupa’nın maternal genetik prehistoryasının kapsamlı incelenmesiyle varılan en hayret verici sonuç, Avrupa’nın ilk kurucu dalı olan U5’in tanımlanması ve tarihlendirilmesidir. Başlangıçta, sadece dört başlıca Doğu Akdenizli kurucudan birinin genetik büyük büyük kız torunu olan U5, Avrupa’ya göç etmişti. Bu Avrupa klanı, Yakındoğu ve Avrupa’nın karakteristik özelliğidir. Eskiliğine rağmen, sadece Doğu Akdeniz ve Körfez bölgesine, Orta Asya’nın batısına, Akdeniz’i çevreleyen ülkelere, Avrupa’ya ve -eski bir alt dal olan U2 ile birlikte- Hindistan’a sıkışmış, Doğu Asya’da bulunmamıştır. Bir bütün olarak bu klan, Yakındoğu’da 50 bin yıldan daha eskidir. Moleküler saate göre, Avrupa’nın beşinci kızı, U5 de 50 bin yıl yaşındadır ve Avrupa’ya giren ilk kolu temsil etmektedir; bir sonraki Avrupalı kurucu daldan 15 bin yıl önce giriş yapmıştır. Ama nasıl oluyor da Doğu Akdeniz’de ilk defa görülen Geç Paleolitik Çağ ve Bulgaristan’daki ilk Aurignasyan için arkeolojik tarihler sırasıyla sadece 47 bin 100 ve 46 bin yılı gösterdiği halde, Avrupa’nın genetik işareti, 54 bin yıl ile 50 bin yıl arasında Yakındoğu’ya ve kızı U5 yoluyla Avrupa’ya yayılıyor? Bu farklılık, radyokarbon tarihlerinin, “tavan etkisi” verip 40 bin yıl önceki herhangi bir çağın ölçümünde sistematik olarak kayıt dışı kalmasıyla açıklanabilir.
Her ne kadar U5 Avrupa’ya girişiyle aşağı yukarı eş zamanlı olarak Yakındoğu’da kökenlere sahip olsa da, onun uzantıları sadece sınırlı bir alanda başlıca olarak Türkiye’de ve Türkiye’yle İran’ın Trans-Kafkasya bölgelerinde yaşayan topluluklarda bulundu. Bunların içinde hâlâ Türkiye’den, Trans-Kafkasya’nın güneydoğusunda İran ve Irak’tan geçerek Zagros dağları boyunca uzanan Bereketli Hilal’in eski sınırları içinde yaşayan Türkler, Ermeniler, Azeriler ve Kürtler bulunuyordu. Dikkate değer bir olgu, U5 Arabistan’da hemen hemen hiç görülmez; böylece bu halkların atalarının, Avrupa’daki ilk Aurignacian yerleşiminin başlıca kaynağı olduğu iddiası yanlışlanmıştır.
Aurignasyan alet yapıcılarının, onları 40 bin yıl önce batıya, Orta Avrupa’ya, Pireneler’e ve İspanya’ya götüren hızlı hareketleriyle tam olarak örtüşen genetik işaretlere sahip miyiz? Her ne kadar U5 Avrupa’da artık her yerde bulunsa da, biliyoruz ki, Avrupa’nın en yaşlı büyük büyük torunu olan 40 bin yaşındaki U5a, en yaygın olarak Kuzey İspanya’nın Bask bölgesinde görülür. Son buzul çağı boyunca Avrupa’daki yegâne sığınma bölgelerinden biri olan Bask bölgesi, Batı Avrupa’nın diğer bölgelerine nazaran genetik çeşitliliğini daha fazla korumuştur.
U5, 50 bin yıl öncesine uzanan ilk Avrupalı ataları tanımlayan, hayatta kalmayı başarmış tek Avrupa kızkardeş alt koludur ve Ermeniler, Türkler, Azeriler ve Kürtler’in de paylaştığı bir ata tipidir. Onun ailesi, nereden geldiği ve kızkardeşlerinin kim oldukları hakkında ne biliyoruz? Genetik dalların soyağacını araştırınca bir öykü gibi anlatabileceğimiz bir soy ağacı elde ediyoruz: Avrupa, R’in (Rohani) genetik kızıydı, R, Nasreen’in genetik kızı, Nasreen de Afrika kökenli L3’ün kızıydı. Bununla birlikte, Avrupa maternal klanı hangi yolla Doğu Akdeniz’e geldi ve Avrupa’yı kolonize eden kızı U5 nerede doğdu? Her iki N (Nasreen) ve Rohani grupları Güney Asya dışında bilinmiyor, orada Nasreen kök tipleri düşük oranda bulundu ve Rohani’ye büyük bir çeşitlilikte rastlandı. Hindistan’daki birçok Rohani grupları başka yerde görülmedi. Rohani’nin Hindistan’daki büyük çeşitliliği onun dallarının nerede yayılmaya başladığını tahmin etmemizi sağlıyor. Bu en az 55 bin yıl önceydi, böylece Rohani’nin kızı Avrupa’nın Doğu Akdeniz’e gelişi daha önceye tarihlendirildi ve Avrupalı dalların atayurdu olarak Güney Asya önemli bir seçenek oldu. Bu yayılma tarihi bile Rohani klanının yaşını düşük olarak tahmin etmektir. Rohani Asya’da 55 bin yıldan daha eski olabilir, nitekim Rohani’nin Çin’de bulunan Asyalı iki altgrubunun yaşı daha büyük olarak tahmin edilmektedir.
45.000 – 40.000 yıl önce: Orta Asya’ya dört yol
Hem modern hem de ilkel insanlar açısından geçerli olduğu gibi coğrafik koşullar ve iklim, yeni gelen yerleşimcilerin daha sonra nereye gideceklerine karar vermelerinde etken oldu. Kurallar basit olmalıydı: Suyun ve güvenilir yağmurların yakınında kalmak, hareket ederken, çöllerden ve yüksek dağlardan uzak durmak, avları ve nehirleri takip etmek. Hint Okyanusu’nun etrafındaki kıyılardan geçerek Avustralya’ya uzanan yolun en eski ve en kolay seçenek olduğuna dair önemli sayılabilecek kanıtlar görüyoruz. Neden böyle olması gerekiyordu? O kadar kolay değildi: Öncelikle birkaç yüz kilometrede bir kâşiflerimiz büyük bir nehri ağız tarafından aşmak durumunda kalıyorlardı. Belli ki Avustralya’ya gitmek için yapmaları gereken buydu, dolayısıyla muhtemelen Doğu Asya kıyısı boyunca aynı şeyi yapmışlardı. Her nehirde bazı insanların önünde sola dönmek ve iç bölgelere doğru nehir ürünleri ve avları takip ederek yol almak gibi bir seçenek vardı.
İlk Avrupalı kâşiflerden Marco Polo’nun bulduğu gibi, dağlar ve çöller Orta Asya’ya ulaşmayı deneyenler için müthiş engellerdi, birkaç patika dışında, yegâne giriş yolları nehir vadileriydi. Daha önce gördüğümüz gibi Afrika’dan ilk başarılı göç, bütün Afrikalı olmayanların atalarını, Hint Okyanusu kıyıları boyunca güneye, belki de 75 bin yıl gibi uzun bir süre önce taşıdı. Belki de bu kadar erken bir zamanda ayrıca Doğu Çin ve Japonya gibi uzak bölgelere kadar gittiler. Böylece bütün Orta Asya bölgesini dolaşmış olmalılardı. Seyahatlerinin her noktasında nehirlerin yukarısına iç bölgelere gitmiş olmalılardı.
Himalayalar’dan dolayı Hindistan’ın kuzeyi dümdüz değildi. Hindistan’ın eskiden Asya ile tektonik çarpışması nedeniyle dağların yukarı kalkan kıvrımları, en yüksek Himalayalar’ın çok ötesinde Nepal ve Tibet’in her iki tarafında yayılıyor. Hepsi 3000 metreden yüksek olan geniş bir dağ grubu, Afganistan’dan doğuda Çin’deki Chengdu bölgesine kadar 6500 km’lik bir mesafe boyunca,.Orta Asya’ya Hindistan kıyısından ulaşımı engelliyor. Bu grup Kuzey Çin’de İpek Yolu’nun başlangıcından Tayland’a kadar yaklaşık 2500 km’lik bir mesafe boyunca, bir kuzey-güney bayır dizisi halinde dağ bariyerini güneye doğru yayarak, doğuda bir halı gibi buruşmuştur.
İlk defa Marco Polo’nun meşhur ettiği İpek Yolu, Himalayalar’ın kuzeyinde onunla paralel giden, batıyla doğuyu birbirine bağlayan uzun bir ticaret yoludur. Dosdoğru Orta Asya’dan, mamut steplerinin en önemli yerinden geçer. İpek yolu bugün olduğu gibi o zaman da Çin ile batı arasındaki birkaç bağlantıdan biriydi, şayet Singapur yoluyla güneyden kıyıları çevreleyen uzun yoldan kaçınılacaksa.
1) Himalayalar’ın batı sınırından İpek Yolu boyunca doğuya
Bugün İpek Yolu Singkiang’daki Taklamakan Çölü’nün hem kuzey hem de güney sınırlarından geçmektedir. Paleolitik çağ boyunca, şu anda çöl olan bölge çoğunlukla sık çayırlardı ve kuzeye doğru bir suyolu dizisi, Tarim ve Dzungaria nehirleri dahil, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’daki Orta Asya bölgelerinden Singkiang ve Moğolistan’a doğru avcılar için kolay bir doğu-batı yolu oluşturuyordu. Bu suyollarını ilk insanlar Orta Asya’ya gitmek için kullanmış olmalılar.
Taş çağı uygulama imkânlarına bakılırsa, Orta Asya’ya ilk giriş yolunu, Çin’in 8000 km batısına, ipek yolunun batı ucundaki İndus’a almamız gerekir.
İlk Hindistan kıyı yerleşimcilerinin bir yan dalından söz ettiğimizi kabul edersek, onların İndus’a taşındıktan sonra ilk görevleri Hindistan’ın kuzeyi ve Pakistan’daki dağ engellerini aşmak olmalıydı. Bu engeller batıya, ta Afganistan’a kadar uzanıyordu. Dağların etrafından geçmek ve Afganistan üzerinden ta batıya kadar ilerlemek zor olacaktı ama imkânsız değildi; ne de olsa orası çöl kenarıydı. Marco Polo bu çölleri aştı, körfez ağzında Hürmüz’den yola çıkıp Afganistan üzerinden Kaşmir’e geçerek, Çin’e ve Kaşgar şehrine doğru yüksek bir geçidi çaprazlayarak İpek Yolu boyunca ilerledi ve direkt olarak eski mamut stepinin ana merkezine ulaştı.
Marco Polo Kaşmir’e doğru çok daha kolay bir yolu deneyebilirdi. Pakistan kıyısından biraz uzakta doğuda, büyük İndus vadisi kuzeye bir noktaya doğru yılan gibi kıvrılıyor, o noktada Kaşmir’e giden bir su bağlantısı var. Orta Asya’ya deniz seviyesinden fazla yukarıda olmayan bir başka yol, gene İndus’un başlıca ana suyolları yoluyla, Khyber geçidini kabule doğru çaprazlamak olmalıydı ve oradan Özbekistan’a, Kazakistan’a ve sonra Singkiang üzerinden doğuya gidilebilirdi.
2) Burma’dan Tibet’e doğru kuzeye
Mamut steplerine bugünkü tüccarlar tarafından pek fazla kullanılmayan ikinci giriş yolu, Himalayalar’ın doğusunda bulunur. Himalayalar’ın doğu kenarı, Hindistan platosunun kenarının Asya kıtasıyla çarpışmasıo sonucu buruştuğu yerde birçok kıvrımdan oluşur. Bu buruşukluklar Güney ve Güneydoğu Asya’nın büyük ırmaklarının birçoğu için kanal oluşturmuşlardır. Batıdan doğuya doğru bu nehirler, Bangladeş’e akan Brahmaputra, Burma’ya akan Salween, Vietnam’a akan Mekong ve Güney Çin’e akan Yangtzi’dir. Güneydoğu Tibet’ten dışarı aktıkları için, bu dört büyük nehir 150 km boyunca paralel akmaktadırlar, birbirlerinden sadece birkaç kilometre uzaklıktadırlar. Bu dört nehirden sonuncusu olan Yangtzi’nin kaynağı, platonun kuzey kenarının yakınında kuzeydoğu Tibet ve mamut steplerinin başladığı yerdir. Bu nehir yolları önemlidir, sadece bugün birçok tüccar bunları kullandığı için değil, ayrıca bunlar Güneydoğu ve Doğu Asya’da birbirlerine uzakta bulunan ve Hint-Pasifik kıyılarında denize boşalan dört nehir ağzından Tibet, Moğolistan ve Orta Asya’ya direk geçiş imkânı sağlarlar. Bu nedenle Tibet’in genetik açıdan Çinhindi ve Güneydoğu Asya ile birçok ortak noktası vardır.
3) Çin’den İpek Yolu boyunca batıya
Bütün insanlık tarihi boyunca İpek Yolu, Çin’den batıya Orta Asya’ya giden tek yol olmuştur. Dolayısıyla, mamut steplerine giden alternatif bir yol Doğu Asya Pasifik kıyıları olmalıdır. Kıyılara ilk yerleşenlerin öncü grupları Çin’e doğru bütün yolu kat etmiş ve İpek Yolu boyunca Kuzey Çin’den batıya Moğolistan, Singkiang ve Güney Sibirya’ya hareket etmiş olmalıdırlar.
4) Rusya’dan doğuya
Nihayet, batıdan Doğu Asya’ya göç için daha kuzeyde dikkate alınacak bir başka yol vardır: Rusya Altay’ı olarak bilinen Asya Rusya’sı. Rusya Altay’ından Orta Asya’ya son buzul çağının ılık dönemleri boyunca 30-50 bin yıl önce en kolay direkt giriş yolu, stepleri doğrudan geçmekti. Güney Sibirya üzerinden doğuya doğru bir dizi göl ve su yolunu geçerek yolculuk yapan eski kâşiflerimiz, Baykal Gölü’ne Singkiang’ın kuzeyi ve Moğolistan’dan geçen bir yoldan ulaşmış olmalıdırlar. O devirde stepler, çimenler ve sık olmayan ormanlarla dolu olarak bütün bölgeyi kaplamışlardı. Belli ki bu yoldan geçen modern insanlar ilk önce Rusya Altay’ına gitmiş, yaklaşık 40 bin yıl önce hem Rusya Altay’ına hem de Güney Sibirya’daki Baykal Gölü’ne ulaşmış olmalılardı.
Özetle, Orta Asya’ya dört muhtemel geçiş yolu olduğunu gördük:
Üç tanesi Hint-Pasifik kıyılarından (batı, güney, doğu) ve bir tanesi Rusya’dan (kuzeybatı). Orta Asya’ya gelindiğinde, Batı ve Doğu Asya arasında suyolları boyunca öncü grupların izledikleri üç paralel yol vardı: İki tane güneyde Singkiang ve Moğolistan üzerinden ve bir tane kuzeyde Güney Sibirya üzerinden. Kuzeydeki yol, sadece interstadiallar süresince, 30-50 bin yıl önce Paleolitik Çağ’ın ılımlı dönemleri boyunca kullanılabilir durumdaydı.
40.000 – 25.000 yıl önce: Kuzey Asya
Kuzey Asya haritası artık tamamlanmaya başlamıştı. 30 bin yıl önce eski Sovyetler Birliği’nin Rusya Altay’ından Güney Sibirya’daki Baykal Gölü yoluyla doğudaki Aldan nehrine kadar uzanan ormanlık güney kısmının geniş bir bölümü, kendileriyle eşzamanlı Avrupa Geç Paleolitik kültürüne benzer bir teknolojisi olan ilk modern insanlar tarafından kolonize edilmişlerdi. Hatta Kuzey Kutup çemberine bile yaklaşık 40 bin yıl önce Ural dağlarının kuzeyinden giriş yapılmıştı. Kuzey Avrasya’daki Geç Paleolitik teknolojisinin güneye, Sarı Nehir’in kuzey dönemecindeki İç Moğolistan’a taşındığına dair bazı işaretler bulunmaktadır, ama elimizdeki kanıtlara göre o zamanlar böyle kültürel etkileşimler daha güneye Çin’e kadar ulaşmamış gibi görünüyor. Doğu Sibirya’dan Avrupa’ya uzanarak Büyük Asya mamut steplerini dolaşan avcı-toplayıcılar hakkında Dale Guthrie’nin görüşleri, 30 bin yıl öncesinin arkeolojik kayıtlarında şekilleniyor. Onun güney steplerin yeni yeni “mongoloidlerin” atayurdu olmaya başladığı yönündeki tahminleri o dönem ve Sibirya için oldukça spekülatiftir. Öncelikle, daha önce belirtildiği gibi, bu kadar erken bir tarihe ait, tartışmasız mongoloid olan hiçbir kalıntı bulunamamıştır. Bütün bildiğimiz, bu ilk dönem güney Sibiryalılar Avrupalı Cro-Magnonlara benziyorlardı. Benzer bir kültürü paylaşıyor ve en azından Y kromozom dallarının bize anlattığı hikâyeye göre, Kuzey Avrupalılarla aynı genleri taşıyorlardı. Bir batılı kültürel çekim noktasının muhtemel kanıtı olarak, o zamanlar mamut kültürünün ilk ortaya çıkışı çok daha batıda Orta ve Doğu Avrupa’da gerçekleşmiş gibidir.
25.000 – 22.000 yıl önce: Yeni Dünya’ya giriş
22-25 bin yıl önce Alaska’ya girdikleri zaman Bering Boğazı toplulukları nasıl görünüyorlardı? Çok dilli, çok çeşitli görünümde ve çok renkli miydiler? Bir başka tabirle, tamamen kaynaşmış topluluklar mıydı? Böyle düşünmüyorum: Beringia farklı kültürlere sunacak değişik kaynakları ve yöreleri barındıran geniş bir alandı. Kaçınılmaz karışmanın yerine, kültürel ve genetik çeşitliliğin bir kısmının ayrı etnik gruplar halinde korunmuş olması daha olasıdır. Bir başka deyişle, Amerikan yerlilerinin bütün atalarının Last Glacial Maximum’dan (LGM) ve Clovis’ten önce Beringia’ya ve Amerika’ya girişi, A, B, C, D ve X kurucularının çoklu paralel girişlerinin resmini yansıtıyor. Bu, kuzeydoğu Avrasya stepleri ve Asya’nın doğu kıyısından gelen öncü gruplar tarafından birçok değişik yoldan gerçekleştirilmiş olmalıdır. Onlar muhtemelen Avrupalılar, Ainular ve bazı Pasifik Adalılara benzeyen çeşitli görünümleri taşıyorlardı. Bazıları daha çok Kuzey Mongoloidler ve günümüzdeki Amerika yerlileri gibi görünüyorlardı.
İnsanların Amerika’ya yerleşmesi
Bu gruplar Amerika’ya yayılıp çoğaldıklarında, kemikleşmiş mülti-etnik bir Birleşmiş Milletler ekibi gibi hareket etmediler. Yeni gelenler Yeni Dünya’da kök saldıklarında yeşeren kültürlerin kökeni çeşitli Asya anayurtlarından gelen ayrı ve kendine has fiziksel, genetik ve kültürel öğelere dayanıyordu. Bu tablo arkeolojik kanıtlarla destekleniyor gibi gözüküyor. Clovis öncesi artefaktların arayışı, Clovis katmanları altındaki ve Kuzey ve Güney Amerika’daki daha erken Clovis olmayan yerleşim alanlarında bulunan tamamen farklı geleneklere ait ve Asya tarafında farklı benzerlere sahip aletlere dönüştü. Bizim değişik kültürlerin birbirine paralel kolonizasyonlarından beklediğimiz de budur.
İlk Amerikan topluluklarının çeşitli fiziksel görünümlerinden dolayı, onlar arasında açık genetik farklılıklar görmeyi ummamız lazım. Torroni ve Wallace’ın not ettikleri üzere mtDNA alt gruplarının kabilesel farklılıkları için belirgin olan eğilimde böyle değişiklikler görülmektedir. Amerikaların tek aşamadan kolonizasyonunun kanıtlarından biri Kuzey, Orta ve Güney Amerika’da A, B, C ve D majör gruplarının her zaman bulunuşu olmuştur. Bununla birlikte Amerika kıtaları oldukça geniştir ve çeşitli Amerikan halklarında beş kurucunun göreceli oranlarında belirgin farklılıklar vardır.
Bugünkü etnik gruplanmalar kabileye-özgü mtDNA tipleriyle birbirinden ayrılırlar. Bazı istisnalar haricinde, etnik gruplar arasında bireysel mtDNA tiplerinin paylaşımı çok azdır. Bu, tek kurucu dalganın hemen değişik gruplara ayrıldığı ve bu grupların birbirinden ayrı kalarak kurucuların farklı oranlarına sahip oldukları şeklinde yorumlanmıştır. Ama kanıtlar, Beringia üzerinden farklı Asya kaynaklarına uzandırılabilecek birçok ayrı genetik dalı barındıran ilk kolonizasyondan söz eden alternatif resimle örtüşmektedir. Subarctic bölgesindeki en ekstrem durumları zaten görmüştük; orada Alaska’daki Na-Dene dili konuşanlar ve kuzeybatı kıyısındakiler sadece A2 grubunun Amerikan maternel tiplerini taşıyorlardı. Gördüğümüz gibi, Na-Dene ve Inuit-Aleut’taki tek A2 kolunun sebebinin, atalarının tek genetik kola indirgenmeleriyle sonuçlanan yakın tarihli toplu ölümüne dayandığı düşünülmektedir.
Bu A grubunun aşırı derecede ön plana çıkışı, Kuzey Amerika boyunca 50. paralelin kuzeyine kadar devam ediyor ve sadece Na-Dene ve Inuit-Aleut’u değil ama ayrıca Amerind, Canada ve Great Lakes’in Algonquian dilini konuşan kuzey Ojibwalarını içeriyor. Onların dahil oldukları A grubu başka yerde bulunmayan üç kendine has tiple karakterize olmuştur. Sadece bu değil, ama Ojibwalar yüzde 25 oranıyla ender bulunan X tipinin en yüksek oranını taşırlar ve daha sıradan türevlerinden ziyade tek dominant Y kurucusuna sahip olma şerefini taşırlar. Her ne kadar bir Amerind dili konuşuyor olsalar da, Ojibwalar, Na-Dene dilini konuşanlarla Subarctic bölgelerini ve hatta bazı kuzeyli kültürel öğeleri paylaşırlar. Onların kendilerine has ama göreceli olarak çeşitli genetik oluşumları, gerçek kurucu dalları yüksek oranda taşımaktadır. Buna göre, Ojibwa ve bağlantılı gruplar, Na-Dene’lerde olduğu gibi buzul çağı boyunca neredeyse tamamen soyu tükenmiş bir topluluk olmaktansa, kuzeyde izole olmaları nedeniyle, Beringli kökenlerinden ve nihayetinde kuzeydoğu Asya’dan türeyen ayrı bir genetik kimliği korumuşlardır.
Kurucu maternel A grubunun genel dağılımı Subarctic Kuzey Amerika’da yüzde 100’den Güney Amerika’da genelde düşük oranlara değişerek açıkça belli bir düşüşü gösteriyor. Kuzey Amerika’nın geri kalanında A’nın ayrıntılı resmi, sıfırla yüksek oran arasında gidip gelen çok çeşitli bir resimdir. Amerikalardaki eski DNA üzerinde yapılan çeşitli incelemeler A grubundan tamamen yoksun halkları ortaya çıkararak, önceki resmin daha büyük farklılıkları gösterdiğini öne sürüyordu. Kuzeydeki bir örnek Büyük Tuz Gölü’nün Fremont kültürleriydi, diğeriyse Güney Amerika tipindeki sadece C ve D’yi taşıyan yok olmuş Fugean kabileleriydi. X’in dağılımı, bu dal Kuzey Amerika’nın en kuzeyinde iki etnik gruba sıkıştırılmış olduğuna göre Amerindler’deki A resminin abartılmış halidir. Bununla birlikte D grubu, Kuzey Amerika’da düşük oranlarda bulunmuştur ama Güney Amerika’da, özellikle ekvator bölgesinde oldukça yüksek oranlardadır.
Özetle, Amerika boyunca beş kurucu dalın bölgesel oranlarında görülen aşırı çeşitlilik, orijinal kolonizasyonda ayrı etnik kolların bulunduğu görüşünü destekleyebilir (her ne kadar başka açıklamalar olsa da).
Kayıp kıta: Beringia
11.000 ila 25.000 yıl önce, deniz seviyesi o kadar düşüktü ki, Bering Boğazı, Asya ve kuzey Amerika arasında karadan bir köprü durumundaydı. Gerçekte, Beringia bir köprü olmaktan daha fazlasıydı; en geniş uzamıyla 1,3 milyon km2’lik (500 bin mil2) başlı başına büyük bir kıtaydı. Buzla kaplı değildi, dahası tundra otlaklarıyla otçul memeli hayvan sürüleri için elverişli bir bölgeydi. Yazlar şimdikinden kesinlikle daha serindi, ama aksine kışlar daha ılıman ve yumuşaktı. Kara köprüsünün varlığını sürdürdüğü dönemin büyük bölümünde, daha güneyde sürekli olarak buz tepeleri vardı ve 15.000 – 20.000 yıl önce aradaki buz koridoru, muhtemelen Amerika’nın kuzeyi ve geri kalanı ile arasındaki bağlantıyı engelleyecek şekilde kapalıydı. Sibirya çevresi, o dönemde bir kutup çölü olan kuzey Amerika’dan daha çekici sayılmazdı. Böylece Beringia ve Alaska’nın batı kesimleri, her iki kıtadan da ayrı olarak, fiilen bir buz devri sığınağı haline geldi. Amerika’ya ilk yerleşenlerin özgün genetik yapısından arta kalanları barındıran Beringia sığınağı sayesinde, şimdi, A1 / A2 grubu gen ağacı üzerinden Amerika’yla bağlantısı olan Na-Dene ve Inuit-Aleut’un, neden yoksul çeşitliliğiyle Amerikalılar’ın geri kalanından epeyce farklı göründüğünü görebiliriz.
Neden Buzul Çağları oluşuyor?
Buzulların geri çekilip ilerleme zamanlarını ve bunun sonucu olarak deniz seviyesinin inip çıkmalarını etkileyen hareketlere dair görüş, hâlâ 19. yüzyıl jeologlarının öncülük ettikleri astronomik teorilerin etkisi altındadır. Bu teoriler, 20. yüzyılda buzul çağının “Milankovitch hipotezi” adı altında toplandı.
Milankotovich Modeli
Milutin Milankovitch bir Sırp’tı. 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman yanlış ülkede yakalanmış ve tutuklanmıştı. Şansına, kendisine dostça davranan Macar bir profesör şartlı tahliye olmasını sağladı ve Budapeşte’ye götürdü. Orada, Milankovitch, Macar Bilimler Akademisi’nin kütüphanesinden faydalandı. Savaşla ilgisiz olarak, hesaplamalarına devam etti ve 1920’de tahminlerinden oluşan ilk koleksiyonu yayınladı. Milankovitch’in dehası astronomik döngülerin doğru bileşimi ve titiz hesaplamalarında yatıyordu. 1958’de öldüğünde, kendi tahminleriyle jeologların bulguları arasındaki çeşitli farklılıklardan dolayı teorisi kısmen gözden düşmüştü. Fakat daha sonra, jeologların daha eski yöntemlerinin, özellikle karbon tarihleme yönteminin gerçeğe uygunluğu eksik bulundu ve Milankovitch modeli zaman testinden geçerek zafer kazandı.
Ama şunun farkına varmak önemlidir ki, dünyanın sıkça gerçekleşen ve görünürde rasgele olan ısınma ve soğumaları, hepsi farklı hızlarda olan en az üç gökyüzü döngüsünün karşılıklı etkileşimiyle büyük ölçüde açıklanabilir. Bu döngüler güneşin ısısının dünyanın çeşitli bölgelerine ulaşımını karmaşık bir şekilde etkileyebilir. Buzulların yerleşmesi konusunda önemli bir nokta da yaz boyunca kuzey bölgelerine ulaşan ısının düşmesi sonucunda bir önceki kıştan kalan karların eriyememesidir. Güneş ısısı üç önemli gökyüzü döngüsüyle kontrol edilir. Bunlar sırasıyla 100 bin yıllık gerilme, 41 bin yıllık eğilme ve 23 bin yıllık sallanma döngüleri olarak adlandırılabilir.
Gezegenimiz Güneş’e serenat yaparken…
Her yıl Dünya Güneş’in etrafında döndüğünde, yörüngenin çeşitli noktalarında sırasıyla daha yakın veya daha uzağa gelir. Bu hareket elips şeklindedir ve Güneş elipsin tam ortasından ziyade bir ucuna daha yakın durur. 100 bin yıllık bir dönemin sonunda bu elips bir şekilde gerilir ve neredeyse daire haline gelinceye kadar kısalıp yuvarlanır. Bu bir çocuğun çemberini alıp onu bir elips yapacak şekilde biçimini bozması gibidir. Devrenin sonunda, Dünya ile Güneş arasındaki mesafe 18,26 milyon km kadar değişir. Her ne kadar bu devre sonunda iletilen ısıdaki fark nispeten düşük olsa da, bunun dünyanın iklimine etkisi herhangi bir nedenle diğer iki mekanizmanınkine nazaran daha büyüktür. Henüz Güneş’in döngüsü bir buzul çağını oluşturacak nitelikte değildir ama devrelerden yola çıkılarak gelecek büyük buzul çağının ne zaman başlayacağı doğru tahmin edilebilir.
Bildiğimiz kadarıyla Dünya’nın dönüş ekseni, Güneş’e belli bir açıyla eğilmektedir. Bu daha çok dimdik durmayan bir topacın durumunu hatırlatır. Bu yaz ile kış mevsiminin oluşma nedenidir, nitekim yerküre bir döngü boyunca önce kuzey sonra da güney tarafını Güneş’e sermektedir. Eğim 23,5 derecedir ama yaklaşık 41 bin yıllık bir dönem içinde 21,5 ila 24,5 arasında değişmektedir. Eğim ne kadar yüksek olursa, Güneş’ten gelen ısı konusunda mevsimsel dengesizlik artar ve ılımlı havalarda yaz boyunca kalan buz miktarı azalır. Günümüzde, bu eğim miktarlarının iki aşırı ucu arasında nötr bir noktadayız, böylece bir buzul çağı için elverişli bir koşul oluşmamış oluyor.
Dünya, diğer açılardan da bir çocuğun topacına benzer. Sadece Güneş’e 23 derecelik bir açıyla eğildiği için değil, ama ayrıca kendi ekseni etrafında dönerken yavaş bir pirouette (balerinin ayak ucunda dönüşü) gibi hareket eder. Eğer dünyayı güneş etrafındaki yörüngesinde takip edebilecek bir konumda olsaydık ve yükseğe oturup tam kuzey kutbunun tepesinden baksaydık, kutbun her 22-23 bin yılda yavaşça bir daire çizdiğini görürdük. Eğer hayali bir cam küreden güney kutbuna baksaydık, onun 180 derece faz farkıyla aynı daireyi çizdiğini görürdük. Eksenin bu kendi etrafındaki dönüşüne eksen presesyonu denir ve dönüp duran bütün topaçlar bunu yapabilir.
Bu presesyonun Dünya’ya etkisi, Dünya’nın yörüngenin değişik kısımlarında Güneş’e gösterdiği yüzünde yavaşça değişiklik olmasıdır. Presesyon eğilme açısını değiştirmez, sadece eğimin yönünü değiştirir. Sonuç olarak, gelecek 11 bin yılda, 21 Haziran, Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da kışın ortası ve Avustralya’da yazın ortası olacak. Bu yavaş bale için süslü bir tabir “ekinoksların presesyonu”dur.
Günümüzde, Kuzey yarımküre, Dünya’nın Güneş’e en uzak olduğu yerde yazı yaşıyor. Tersine, Güney Yarımküre, Dünya’nın Güneş’e en yakın olduğu yerde yazı yaşıyor. Böylece bugünkü presesyon Kuzey Yarımküre’de buzlanmayı teşvik ediyor. Yaklaşık 20 bin yıl önce son büyük buzul çağında benzer bir durum vardı, ama diğer iki devrenin pozisyonu ibrenin buzullaşmadan yana olmasını sağladı. Yaklaşık 11 bin yıl önce yazlar Kuzey Yarımküre’de daha sıcaktı, bu nedenle kutuplardaki buzlar daha çabuk eridi.
Milankovitch devreleri böylece birbirlerinden zaman açısından bağımsız üç zarif ve görkemli danstan oluşur. Bu danslar yeryüzü ikliminde öngörülebilir değişikliklere yol açarlar. Son 20 yılda jeologlar ve okyanusbilimciler buzulların erime ve donmalarının geçmişteki aşamaları ve değişikliklerini dolaylı olmayan yollarla ölçebilecekleri yöntemler geliştirdiler. Bu ölçümler hassaslaştıkça, geçmiş 2 milyon yılda buzulların ilerleyip gerilemelerini öngörmekte Milankovitch’in modeline daha iyi uyar hale geldiler.
22.000 – 19.000 yıl önce: Buzul Çağı’nın sığınma bölgeleri
Afrika’daki insanlar, tıpkı ataları gibi, geçen 2 milyar yıldaki her büyük soğumada büyük sıkıntılar çektiler. Sahra, bütün Kuzey Afrika’yı kaplayacak ölçüde genişledi. Kalahari güneybatı Afrika’nın güneybatısının büyük kısmına yayıldı; kuru, ağaçsız otlaklar kıtanın Sahra’nın güneyindeki bölümünün büyük kısmını kapladı. Orta ve Batı Afrika’nın büyük yağmur ormanları ekvatoryal Orta Afrika’daki küçük adalara ve Batı Afrika’da Gine kıyılarına çekildiler. Kurak savanaların yeniden yayılması, Doğu Afrika’daki insanları Güney Afrika’dakilerden ayırdı. Toplayıcı-avcılara sadece adalarla birlikte kuru otlakların yanındaki çalılık sığınma bölgeleri kalmıştı.
Buzdan kaleler yapmakta Kuzey ve Orta Avrupa’nın, Amerika’yla birlikte liderliği ele aldığı göz önünde bulundurulursa, anatomik açıdan modern insanlara ne olduğunu sorabiliriz. Hepsi oraları terk mi etti, yoksa öldüler mi ve sonradan Ortadoğu’dan yeni bir grup yerlerini mi aldı? Kuzenlerimiz Neandertaller zaten Son Buzul Çağı’ndan (LGM) 10 bin yıl önce ortadan kaybolmuşlardı. Arkeolojik kayıtlar bize Buzul Çağı öncesi Avrupalıların orada yaşadıklarını söylüyor ama Afrika’da olduğu gibi, onlar da güney tarafında üç belki de dört ılımlı kuşağa sıkıştı. Ayrıca genetik izler de bize bu buzul çağı sığınma bölgelerinin kökenleri ve insanlarının niteliği hakkında birçok şey anlatıyor, ama bunun arka planını çizmek için öncelikle arkeolojik kayıtlara gitmemiz lazım.
Kuzey Avrupa’nın büyük kısmında LGM boyunca kimse yaşamıyordu. Avrupa’nın Paleolitik insanlarının çekildikleri Güney Avrupa’da üç ana sığınma bölgesi vardı. Batıdan doğuya bu alanların ilki, Pirenelerin iki yanında Bask bölgesinde, Fransa’nın ve İspanya’nın (Fransız köyü Solutre’den ismini almış) Solutrean kültürünün taş “yaprak uçları” ile karakterize olmuş birer kısmından oluşuyordu. Bu güneybatı sığınak bölgesi belki de teknolojisini kuzeybatı Avrupa’dan alıp, -kültürleri genel olarak Epi-Gravettian olarak adlandırılan- diğer sığınma yerlerinden kültürel açıdan ayrılıyordu.
İkinci sığınma yeri İtalya’ydı, az çok sürekli bir şekilde yerleşime açılmıştı. Üçüncüsü; Karadeniz’in kuzeyinde iki büyük nehir Dinyeper ve Don ile tanımlanmış ve Güney Avrupa’nın geri kalanından Karpat Dağları ile ayrılmış geniş bir alan olan Ukrayna’ydı ve burası LGM’de kısmen buzla kaplıydı. Orta Avrupa’da başka iki yerin daha LGM boyunca küçük çapta insan yerleşimine açık olduğu öne sürülüyor. Buralar Karpatlar’ın hemen güneyinde Batı Slovakya ve Karpatlar’ın hemen doğusunda Karadeniz’in kuzeybatı kıyısında Moldova’nın Dinyester nehri havzası. Doğu Avrupa yerleşim bölgeleri Geç Paleolitik mamut kültürünün son filizlenmesine ev sahipliği yaptılar. LGM en yüksek noktasına ulaştığında, aktivitelerin odak noktası Batı Slovakya’dan çıkıp çoğunlukla Moldova ve Ukrayna’ya ama ayrıca güneye, Macaristan’a yöneldi. Ama özellikle büyük soğukluk süresince Doğu Avrupa’daki sürekli insan yerleşiminin -ve hatta yayılmasının- en iyi kayıtlarını Ukrayna’da ve daha kuzeyde Dinyeper ve Don nehirlerinin kuzeyinde Rusya düzlüğünde buluyoruz.
Kuzey Asya buz içinde
Himalayalar’da bir buz şapkası oluştu ve çöller LGM boyunca bu dağlarda 40. paralele ve güneyde Orta Asya’da yayıldı. Orta Asya’nın güneyindeki halklar her ne kadar tamamen ortadan yok olmasa da, büyük oranda azalmıştı – en azından başka yerde değilse bile Tibet’te. Bu durum, Güney, Doğu ve Güneydoğu Asya’yı Orta ve Kuzey Avrasya’dan önemli ölçüde ayırdı, ama bu orta bölgelerde ve kuzeyde hayatın durduğu anlamına gelmiyor. LGM boyunca sürekli donmuş vaziyetteki permafrost sınırları 50. paralele kadar indi. Bu permafrostlar tundralardaki insan yerleşimini engelleyemedi. Hatta LGM’de permafrost çizgisinin kuzeyinde insan aktivitesine dair kanıtlar vardı, özellikle Rusya düzlüklerinde ve daha uzakta kuzeydoğuda Sibirya’da Talitskogo’da. Güney Sibirya’nın avcı-toplayıcıları kendi özel Siberya kültürünü geliştirerek sürekli olarak bazı yerleşmeleri, özellikle Yenisey nehrindeki Afontova Gora’yı mesken tuttular.
Tundra steplerinin ve orman steplerinin dar arazileri, büyük otoburlar konusunda zengindi, Rusya ovasından kuzeydoğu Sibirya’ya doğru doğu taraflarına sıkışmış durumdaydı. Sert aşırı iklim koşullarına rağmen, buna uyum sağlayabilen avcılar için zengin av olanakları vardı. Bu bölgelere dağılmış, tarihleri o dönem olarak tespit edilen arkeolojik yerleşmelerden toplanan kanıtlara bakılırsa avlandılar da.
Genetik devamlılık ve son buzul çağı
Buzlar etrafı ele geçirdiği zaman, insanların ne yaptıkları hakkında çıkarılan kültürel tablodan ziyade, insanların yok oluşu ve göçleri konusunda -gerçek anlamıyla nereden geldikleri ve nereye gittikleri hakkında- genetik kayıtlar bize daha fazla şey anlatabilir mi?
Genetik izler o zamana ait arkeolojik kayıtlara oldukça iyi uyabilir ve uyuyor da, ayrıca Avrupalıların köklerine dair daha geçerli ve genel bir şeyler anlatıyor: modern Avrupalı kollarının 80’i özellikle Buzul Çağı’ndan önce Avrupa’da hazır bulunan atalardan inmektedir.
Doğudan Kuzey ve Batı Avrupa’ya yayılmış olan önemli bir Avrupalı maternal klan HV, belki de 33 bin yıl önce en erken Geç Paleolitik’in başlangıcını haber veriyor. HV klanı şimdi geniş bir alana yayılmış ve hatta neredeyse eşit olarak Avrupa’da dağılmıştır. H bunların hepsinin en ortak koludur. Bu her zaman böyle değildi ve H klanının muhtemelen Bask bölgesinde doğmuş spesifik kızkardeşi V, bunun neden her zaman böyle olmadığını bize anlatıyor. Arkeoloji, Bask bölgesinin güneybatı sığınak alanının buzul çağının hüküm sürdüğü zamanlarda Kuzeybatı Avrupa’nın halkları ve kültürlerini nasıl kendisine sürüklediğini bize gösteriyor. Batı Avrupa İtalya’dan dağlarla ayrıldığına göre, buzul çağından sonraki tersine gidişi insanlar Bask bölgesinden yeniden çıkarak ve Atlantik kıyısı boyunca kuzeye yayıldı biçiminde tahmin edebiliriz. En yüksek orana, çeşitliliğe ve en fazla eskiliğe Bask bölgesinde sahip olan maternal altgrup V’nin buzul çağı sonrası yayılımının bıraktığı tablo budur. Bu grup kuzeye gittikçe oranı düşmektedir ve İtalya’da oldukça düşük oranlarda bulunur. LGM’den sonra V, Bask bölgesinde kısa sürede yükseldi. Pre-V atanın tarihi LGM’den çok uzun süre, 26 bin yıl önce olarak bulundu. Pre-V grup, doğulu kökleriyle uyumlu olarak, hâlâ Balkanların ta doğusunda ve Trans-kafkasyada bulunmaktadır. V’nin buzul çağı sonrası yayılması bile (batıda 16.300 yıl) bu senaryoya uyuyor. Aynı model doğudan Kuzey Avrupa’ya göç eden ve Kuzey ve Batı Avrupa’yı mesken tutan Y kromozom izi Ruslan’da da görülüyor. Bugünkü resim gösteriyor ki, Ruslan maksimum oranına yüzde 90’la İspanya Bask bölgesinde ulaştı. Daha sonraki en yüksek orana Batı ve Kuzey Avrupa’da rastlanıyor.
Öte yandan Alpler tarafından üst sınırı çizilen İtalya, kuzey halkları için bir sığınma bölgesinden ziyade LGM’den daha önce de var olan Akdenizli halkın sürekli kaldığı bir yerdi. Bu bölgede bulunan varlığını sürdürmeyi başarmış buzulöncesi mtDNA kollarının yüksek (üçte birden fazla) oranıyla bu belli olmuştur. Bu örneklerden görüyoruz ki, sığınma bölgeleri, LGM süresince bu kuşaklarda doğan kolların dramatik yayılmalarıyla ve ayrıca buzul öncesi dönemden kalan varlığını sürdürmeyi başarmış kolların yüksek oranda bulunmasıyla karakterize olmuştur. Son örnek şüphesiz Ukrayna’daki bir sığınma bölgesinin içerdikleridir, arkeoloji tarafından öngörüldüğü gibi, buradaki buzul öncesi maternal kolların yüzde 31’i korunmuştur. Biraz daha az tatmin edici bir örnek, buzul öncesi kolların yüzde 24-26’sını elinde tutan güneydoğu Avrupa ve Balkanlar olarak görülebilir.
Yüzde 20-34 arasında bir oranda modern Avrupalı mtDNA kollarının LGM öncesinden kaldığı kesindir ama bu, bugün bulunan geride kalan kolların Avrupa’ya LGM sonrasında dışarıdan girdikleri anlamına gelmemektedir. Hayır, onların çoğu yereldi. Bugün modern Avrupalı dallar içinde, yüzde 55’inin kökeni o döneme, yani buzul çağının hemen sonrasına (Son Geç Paleolitik) dayanıyor ama bunlar, V hablogrubu gibi, muhtemelen daha önce var olan Avrupalı kollardan geliyor ve insanların buzul sonrası sığınma bölgelerinden yeniden yayılmalarının -bir başka tabirle, eski bir stoktan yeniden avlanmalarının- bir işaretidir. Yakındoğu’dan Avrupa’ya neolitik devir boyunca (8000 yıl önceden itibaren) gerçekleşen asıl yakın tarihli göç, belki de modern kolların sadece yüzde 15’ini etkilemektedir.
Güneydoğu Avrupa bölgesinin genetik oluşumu konusunda yakın geçmişteki ilgi çekici bir keşif Romanya’daki Y kromozom izleriyle ilgilidir. Karpat Dağları buzul çağı boyunca donmuştur ve böylece Güneydoğu Avrupa ve Karadeniz sınırındaki bölgeler arasında etkili, zorlu bir bariyer oluşmuştur. Bu bariyer Romanya’yı yukarıdan aşağı ikiye bölmektedir. Buzları olmadan, Karpatlar’ın bugün aşılmaz bir fiziksel bariyer oluşturduğu pek söylenemez, ama hâlâ keskin bir genetik sınır çizmektedir. Nitekim Kuzeydoğu Avrupa ve Ukrayna’nın karakteristik özelliğini taşıyan Y kromozom izleri Karpatlar’ın doğusunda yüksek oranda bulunurken, Karpatlar’ın batısında daha çok Orta Avrupa’nın karakteristik özelliği olan işaretçiler bulunmuştur. Ama bu mikro-bölgesel sınır, Doğu Avrupa’nın ana Y kolu M17’nin büyük egemenliğiyle karanlıkta kalmıştır. M17, buzulöncesi dönemde Doğu Gravettian kültürünün doğudan girişini karakterize etmektedir. Bu kol, Doğu Avrupa’da -Polonya’dan başlayıp, Slovakya ve Macaristan üzerinden Ukrayna’ya kadar- oldukça yüksek bir oranda bulunmuştur. M17 hâlâ Balkanların Slav halkları arasında yüksek oranda bulunur, bu da Balkanlarda buzul çağı süresince sığınma bölgelerinin bulunduğu savını destekleyebilir.
Bir kez daha Kuzey Asya’da, genetik kayıtlar bize anlatıyor ki, permafrostun bu dayanıklı avcıları LGM öncesinden kalan eski maternal dallarının bir kısmını korudular ve buzlar çözüldükten sonra bazı altgruplar yayılmaya başlamışlardı. MtDNA kolları A, C ve Z, Kuzey Asya’nın karakteristik özelliğidir. D, daha güneye, Çin’e yayılmıştır. Bu kollardan A, birçok M ve N dallarında olduğu gibi, LGM öncesinden bu yana oldukça başarılı bir şekilde hayatta kalabilmiştir. Sonra, D, A, C ve sonunda Z dallarının varyantlarının yeniden yayılmasından önce, yaklaşık 17 bin yıl öncesine kadar 10 bin yıllık bir boşluk vardı.
Kuzey ve Orta Asya’nın genetik yapısı, arkeolojiden bekleyebileceklerimizi doğrulamıştır. Hava soğuduğunda, mamut steplerinin avcıları dizi halinde çekildiler ve hava yeniden ısındığında geri dönüp yeniden yayıldılar. En merak uyandıran soru, dış görünümlerinin, fiziklerinin neye benzedikleri ve bugün en yakın soydaşlarının kim olduklarıdır? Mongoloidler neden ve ne zaman Asya’nın ve Amerika kıtalarının büyük kısmında dominant hale geldiler. Genetik hikaye bize arkeolojik kayıtlardan çıkarılamayacak bir şey anlatıyor mu?
Dünya çapındaki sığınma bölgeleri
Batı’dan Doğu’ya: Moldova, Mezhirich, Afontava Gora, Diuktai, Old Crow ve Bluefish Mağaraları ve The Queen Charlotte Adaları
Paternal ve maternal genetik soyağaçlarının olağanüstü bölgesel özgüllüklerinin bugün hala devam ediyor oluşu, eski çağlardaki göçlerin izini sürmeyi olanaklı kılar. Bu özellikler sayesinde görüyoruz ki, insanlar Eski Dünya’ya yayılırken, vardıkları yerlerde kalma eğilimindeydiler ve çoğunlukla yeni gelenlerle kaynaşmadan yaşayabildiler. Ancak bu tutuculuğu, son büyük buzul çağı büyük ölçüde zedeledi. Kuzey yarımkürede, Eski ve Yeni Dünyanın geniş alanları, buz, buzul göller ve kutup çölleri nedeniyle yaşamaya uygun değildi. Kuzey Avrasya’nın hayatta kalmakta bir hayli başarılı olan önceki avcı-toplayıcılarının, coğrafya ve iklim şartları tarafından belirlenen birkaç seçeneği vardı. Denizler, dağlar ve bozkırla çevrili Avrupa Yarımadasında yaşamak için tek seçenek, güney iklim kuşağındaki Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına yerleşmekti. Son buzul çağından sonra, sığınmacı grupların pek çoğunun sayıları artmış ve daha geniş bir alana yayılmışlardı; çoğunlukla geldikleri yerlere geri döndüler.
Asya’nın kuzeyi ve ortası otlaklarla çevriliydi ve bu otlaklarda büyük otçul hayvan sürüleri dolaşıyordu. İklimin soğuması ve kuraklık, Üst Palaeotik avcı-toplayıcıları yüksek bozkırlardan çeşitli yönlere doğru, daha sıcak ve ılıman bölgelere gitmeye zorladı. Bu bölgeler arasında, Ukrayna’nın batısı, Çin’in güneyi ve doğusu, Japonya, Kore, kuzeydoğu Sibirya vardı. Asya’nın büyük nehirleri, her zaman olduğu gibi göç yollarını belirlemiş olmalı, ancak trafiğin yönü bu sefer nehir boyunca güneye doğruydu. Son buzul çağında bozkırlardaki Üst Palaeotik avcı kültürlerinin Pasifik kıyılarına göçünün arkeolojik kanıtları, başka yerlerde de görülmesine karşın en iyi Japonya’da gözlenir. Deniz seviyesi düştükçe güney ve güneydoğu Asya’da geniş kıta sahanlıkları, yerleşime açıldı. Son buzul çağ sırasındaki geniş güneydoğu Asya bölgesindeki nüfus artışının ne kadarının yerli halktan, ne kadarının kuzeyden gelen sığınmacılardan kaynaklandığı net değildir. Ancak genetik ve dental kanıtlar ilkinin ağır bastığını göstermektedir.
19.000 – 15.000 yıl önce: Devam eden genetik çeşitlilik
Dünya üzerinde, Toba’dan sonra, modern insanı etkilemiş olan en dramatik iklimsel olay, 18.000 yıl önceki son büyük buzul çağı idi. İronik olan, Kuzey Amerika’nın kuzey yarısının kapıları iklim yüzünden kapanırken, buzulun güneyinde, buz koridorunun kapanmasından önce içinden geçen grupların güneye doğru yola devam etmesiydi. Bu gruplar Güney Amerika’dan geçerken kültürel ve genetik bir çeşitlenme yaşadılar.
Kuzey yarımküredeki büyük alanlar buz tabakalarıyla kaplanmıştı ve tropik bölgelerin çoğu savanaya dönmüştü. Aynı zamanda, deniz seviyeleri bugünden çok daha aşağıdaydı, kara parçaları çok daha genişti, Güneydoğu Asya’daki Sunda gibi kıtaya yakın büyüklükte kara parçaları oluşmaktaydı.
Buzul genişledikçe, insan nüfusu az sayıdaki nispeten uygun yaşam alanlarına uyum sağladı. Bütün bir Avrasya kara parçasının kuzeyindeki buzullar ile güneyindeki çöller arasında, Alaska’nın buzullarının oluşturduğu ait “çıkmaz sokak”tan Fransa’nın güneyine kadar, verimli otlaklar ve stepler oluştu. Bu bölgeler, zengin mevsimlik otlaklarıyla, mamutlar, bizonlar, atlar ve rengeyiklerinden oluşan büyük hayvan sürülerinin beslenmesi için elverişliydi. Bunlar Paleolitik Çağ avcıları için önemli besin kaynaklarıydı.
Boynuz uzunluğu 1,5 metreyi aşan varan dev bizonlar, “asteroitler” olarak tanımlanan büyük kunduzlar, develer, tembel hayvanlar, erkek Amerikan geyikleri, iki tür yabani manda, farklı büyüklüklerde ama genellikle aslan boyutunda kediler, mastadonlar ve üç değişik türde mamutlar gibi canlıların yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları verimli ortamların çoğunun Kuzey Amerika’da ortaya çıkmış olduğu sanılmaktadır. Bu hayvanların nesillerinin tükenmesinde (atlar da yok olmuş, ama Kolomb’un izinden giden Avrupalılar tarafından yeniden Yeni Dünya’ya dâhil edilmişlerdi), iklimsel ve çevresel değişikliklerin mi yoksa insan unsurunun mu daha etkili olduğu tartışma konusudur.
Avrasya’nın güneyindeki geniş bölgeye yayılan mamut stepleri, Sahra’nın bazı parçaları, Yakın Doğu, Hindistan ve hatta Nil gibi bölgeler, kuraklık yüzünden, nüfusu zorlayacak biçimde neredeyse çoraklaşmaya başlamıştı. Benzer koşullar Avustralya için de geçerliydi. Murray Nehri boyunca bulunan mezarlardaki işaretlerin Nil boyunca keşfedilenlerle koşutluğu bunu göstermektedir.
Afrika için son buzul çağı, diğer bir büyük çöl ve nüfus patlaması anlamına geldi. Avrupa’da ise insanlar, sığınak sayılabilecek güneydeki az sayıda alana (Bask ülkeleri, İtalya ve Balkanlar ile Doğu Avrupa’da Ukrayna’ya doğru) çekilmişlerdi. Arkeologlarca ortaya çıkarılan Batı ve Orta Avrupa’daki nüfus patlaması, genetik bulgularla da desteklenmiştir. Arkeolojinin geleneksel bir açıklaması, Paleolitik avcı-toplayıcılardan arta kalanların yerlerini, geçmiş 10,000 yıl içerisinde Anadolu’daki ve Doğu Akdeniz’deki çiftçilerin aldığı şeklindeydi. Buna karşın genetik, en modern Avrupalı paternal ve maternal gen kollarının, zaten Neolitik dönemden önce güneydeki sığınaklarla yeniden genişlemiş Avrupa’daki Paleolitik ataların kollarından türediğini ortaya koymuştur.
Son büyük buzul çağının Asya’daki etkileri hakkında çok daha az bilgi bulunmaktadır. Bazı fikirler, daha önceden Yüksek Paleolitik mamut avcılarının yaşadığı engin Orta Asya steplerinin, neredeyse bütünüyle terk edilmiş olduğu yönündedir. Arkeoloji, güney Sibirya’da “büyük donma” yaklaşırken insan yerleşiminin başladığı en az bir sığınılacak bölge bulunduğunu açığa çıkarmıştır. Hayatta kalan genetik çizgiler bize, hiç olmazsa bazı insanların bu sığınak bölgelerde en kötü soğukları atlattığını söylemektedir.
Bazıları kalmış olsa da, diğerlerinin, hala şansları varken steplerin giderek artan soğuğundan kaçmayı denediklerinden emin olabiliriz. Güneye doğru kaçışın Akdeniz ve Suriye Çölü tarafından sınırlandırıldığı Avrupa’dan farklı olarak, Orta ve Kuzey Asya’da daha ılıman iklimlere doğru kaçış için çeşitli uygun rotalar mevcuttu: Batıda doğu Avrupa’ya, kuzeydoğuda Beringia ve Amerika’ya, doğuda Japonya ve Kore’ye, güneydoğuda güney Çin ve güneydoğu Asya’ya olmak üzere birkaç farklı kaçış güzergahı meydana çıkmıştır. Sonuncusunun en cazip yol olduğu söylenebilir; çünkü diğerlerinden farklı olarak, yaşanabilir alanlar, buzun yayılmasıyla daralmamakta, aksine deniz seviyesinin düşmesi sayesinde artmaktaydı.
15.000 – 12.500 yıl önce: Kıyıdan göç mü?
İnsanoğlunun kıyıdan göç yolculuğu tezi karşısına çıkarılan bugüne kadarki birincil sav arkeolojik kanıt eksikliğiydi. Beck bir yandan “Yerleşim yerlerine ait veri yok” derken, şunu da ekliyordu: “Tabi ki deniz seviyesinin yükselmiş olması, yerleşim yerlerinin hepsi değilse bile pek çoğunun şu anda sular altında olduğu anlamına gelir.” Özellikle insanlığın erken çağlarındaki denizcilik yeteneği ve kıyı yerleşimlerinin önemi üzerine yazan Erlandson şunları söylüyordu: “Böyle bir şeyin olduğunu henüz kanıtlayamadık. Ama kıta içi yolculuk teorisini destekleyici arkeolojik kanıt da yok. Bu durum o döneme ilişkin bir şanssızlıktır.” Erlandson sahil yolculuğu tartışmalarına ilişkin şunu da ekledi: “Çok az verinin olması rahatsızlık verici. Ama tam da böyle olması, konuyu özellikle çekici kılıyor.”
“Kesin olan tek şey, Beringia’yı aşan yolculuğun tek bir gruba ait olmadığı, daha karmaşık bir göçün gerçekleşmiş olduğudur” diyen Beck, şunu da ekliyor: “Farklı dönemlerde değişik rotalarda bir göçün gerçekleşmiş olması kuvvetle muhtemeldir.”
İlk mtDNA sonuçları, Amerikalı ve İtalyan genetikbilimciler Douglas Wallace, Antonio Torroni ve çalışma arkadaşlarına, Amerindlerin 20.000 yıl önce, kuzeybatı sahillerinde ve Alaska’da Na-Dene dilini konuşanların da 6000-10.000 yıl önce bölgeye ulaştığını gösterdi. Torroni ve Wallace daha sonra, mtDNA tiplerinin Amerika’nın kolonizasyonu sırasında kıtada var olduğunu gösterdi. Bu çalışma, 24 ayrı etnik gruptan 527 Amerikan yerlisinden, 10 ayrı etnik gruptan 404 Sibiryalıdan ve 106 Doğu Asyalıdan alınan örnekler üzerinde yapılan yüksek çözünürlüklü analizlere dayanıyor.
12.500 – 10.000 yıl önce: Kuzey Amerika’nın yeniden istilası
Amerikan Kutup bölgesi ve Kuzey Kutupaltı’ndaki kolonizasyonları, iki kıtanın geri kalan bölgelerinde yaşayanlarla Asya’dan yapılmış tek bir göç üzerinden ilişkilendirmeye çalışanların karşı karşıya kaldığı bir başka çözülmemiş sorun da, kurucu grupların dağılımındaki dengesizliktir. Kurucu grup analizlerinin genel ilkesine ve aynı zamanda evrimin pratik bir kuralına göre, göçün kaynağına ne kadar yaklaşırsanız, kurucuların tümünü bulmanız o kadar güçlü bir olasılıktır. Bunun aksine, göçün başlangıç noktasından ne kadar uzağa gitmişseniz, çeşitlilik o kadar azalmıştır.
Amerika’da ise tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Amerika’ya göçün başlamış olması gereken yer olan Kuzeybatı Alaska’nın yukarısında, şu anda kurucu kollardan sadece bir tanesi A, A2 tipi şeklinde türemiş olarak bulunmaktadır. Dahası, B ve C ise tüm Kuzey Kutbu ve Kutupaltı boyunca tamamen kaybolmuştur. Bunun tersine, Amerika’nın geri kalanında A ve D kurucu grupları çok geniş bir alana yayılmış ve çeşitlenmiş olarak bulunur. Burada bir yanlışlık varmış gibi görünmektedir. Alaska’daki giriş kapısında ve Kanada’nın buraya komşu kesimlerinde bulabildiğimiz şey sadece oldukça genç A2 maternal klanı iken, nasıl olur da, Amerika’da A, B, C ve D’nin tümü yaygın olarak bulunabilir?
Birçok bakımdan, Kuzey Amerika’nın güney yarısındaki zengin genetik çeşitlilik, onunla başa baş giden Güney Amerika’daki çeşitlilik ve kuzeyin en uç noktasında (Kanada ve Alaska) en alt düzeydeki çeşitlilik, dil sayılarının dağılımının tam tersi bir görüntüyü yansıtır. Eğer ilk-Clovis doğru olsa ve ilk yerleşim son büyük buzul çağından sonra meydana gelmiş olsaydı, biz tam tersini bulmuş olurduk. İlkel kolonizasyon buzul çağından önce meydana gelmiş olsaydı, Kuzey Amerika’nın geniş parçalarının nüfusu son buzul devri boyunca azalmış olurdu. Kuzey Amerika nüfusu “büyük erime” boyunca yeniden genişlemişse, kuzey insanları daha düşük bir çeşitlilik gösterir ve sonuç olarak güneydekilerden daha genç bir devirde varolurlardı.
Altüst olmuş görünen bu tür genetik bulguları açıklayabilecek olan “buz devrinden sonra Kuzey Amerika’daki genişleme evresi” tezi, 1993’te ileri sürülmüştü. Alaskalı genetik bilimci Gerald Shields ve meslektaşları, Asya’da ve Amerika’daki kuzey kutbu çevresi nüfusunun, genetik olarak daha genç, birbirine benzer ve her iki kıtanın daha uzak güney bölgelerindeki nüfustan farklı olduğunu farkettiler. Özellikle, B Grubu 55. paralelin kuzeyinde hiç yoktu. Kutup çevresi halklarının, genetik çeşitlilikten yoksun tek bir kuzeyli popülasyonun daha yakın zamanlardaki genişlemesiyle meydana gelmiş olabileceğini savundular. Hatta bu genişlemenin, Amerika’nın daha zengin çeşitliliğe sahip bir popülasyon tarafından kolonize edilmesinden daha sonra gerçekleştiğini savundular. Düşük genetik çeşitliliğe sahip popülasyonların buz devrinden ve Amerika’nın önceki kolonizasyonundan sonra Kanada ve Alaska’daki genişlemesini ileri süren bu görüşün, bu bölgeler tarafından ortaya sürülen çözülmesi zor genetik ve linguistik sorulara cevap olabilmesi için daha uzun bir yol katetmesi gerekiyor gibiydi.
Bu yeniden genişleyen uzak kuzey gruplarının nereden geldiği –Asya’dan mı Amerika’dan mı- sorusu hala ortada duruyordu. Sibiryalı Inuit ve Chukchi’deki A2 varlığı olası bir Asyalı kaynağı ileri sürerken, A1 / A2 bağına işaret eden yeni genetik kanıt Amerika’yı işaret ediyor gibiydi. Yine de, bütün diğer Amerikalıların olduğu gibi, eğer Na-Dene ve Inuit-Aleut de aynı orijinal genetik depodan geliyorsa, çağdaki bu denli büyük farklılık ve genetik, fiziksel ve dilsel olarak bu kadar derin bir ayrım nereden geliyordu?
1996’da, Anglo-Alman genetikçi Peter Forster ve uluslararası bir ekip, bu problem yumağını tutarlı bir izaha kavuşturmak yönünde ilerlediler. Bu, bir çok insanın uzunca bir zamandır çözmeye uğraştığı bir satranç problemi gibiydi. Cevaba gelirsek; basitti. Forster’ın birlikte çalıştığı insanların arasında, Antonio Torroni ve bir matematikçi ve çok yönlü bir bilimci, aynı zamanda bu harita için kullandığım gerçek gen ağaçlarını yaratmakta gerekli olan analizin çoğunun yaratıcısı ve ilham kaynağı olan Alman Hans-Jurgen Bandelt vardı. Amerika bilmecesinin cevabı, kuzeyli insanların buz devrindeki yurtlarının Asya ya da Amerika değil, başka bir kıta, Beringia olduğu idi.
11.000 ila 25.000 yıl önce, deniz seviyesi o kadar düşüktü ki, Bering Boğazı, Asya ve Kuzey Amerika arasında karadan bir köprü durumundaydı. Gerçekte, Beringia bir köprü olmaktan daha fazlasıydı; en geniş uzamıyla 1,3 milyon km2’lik (500 bin mil2) başlı başına büyük bir kıtaydı. Buzla kaplı değildi, dahası tundra otlaklarıyla otçul memeli hayvan sürüleri için elverişli bir bölgeydi. Yazlar şimdikinden kesinlikle daha serindi, ama aksine kışlar daha ılıman ve yumuşaktı. Kara köprüsünün varlığını sürdürdüğü dönemin büyük bölümünde, daha güneyde sürekli olarak buz tepeleri vardı ve 15.000 ila 20.000 yıl önce aradaki buz koridoru, muhtemelen Amerika’nın kuzeyi ve geri kalanı ile arasındaki bağlantıyı engelleyecek şekilde kapalıydı. Sibirya çevresi, o dönemde bir kutup çölü olan Kuzey Amerika’dan daha çekici sayılmazdı. Böylece Beringia ve Alaska’nın batı kesimleri, her iki kıtadan da ayrı olarak, fiilen bir buz devri sığınağı haline geldi. Amerika’ya ilk yerleşenlerin özgün genetik yapısından arta kalanları barındıran Beringia sığınağı sayesinde, şimdi, A1 / A2 grubu gen ağacı üzerinden Amerika’yla bağlantısı olan Na-Dene ve Inuit-Aleut’un, neden yoksul çeşitlilikleriyle Amerikalıların geri kalanından epeyce farklı göründüğünü görebiliriz.
10.000 – 8.000 yıl önce: Yolculuğun sonuna doğru
10 binyıl önce, Son Buzul Çağı’nın sonunda, insan nüfusu sadece birkaç milyondu ve bütün besinlerini vahşi bitki ve hayvanlardan elde ediyorlardı. Daha sonra insanlar, bu türlerin bazılarını evcilleştirmeye başladı. Öyle ki, bugün dünya nüfusunun besinlerinin neredeyse tamamı, evcilleştirilmiş olan görece daha az çeşit ekinlere ve evcil hayvanlara dayalıdır. Tarım Devrimi’ni önceleyen 150.000 yıl boyunca anatomik olarak modern insanlar dünyanın neredeyse tamamını yayıldılar ve büyük bir hayvan ve bitki çeşitliliğini içeren besinlerle geçinen avcı-toplayıcılar olarak hayatta kalmayı öğrendiler. Toplayıcılar yiyecek kaynaklarına erişebilmek için mevsimsel olarak göç eden küçük gruplar halinde yaşıyorlardı ve nüfus yoğunlukları bin yıllar boyunca düşük kaldı.
Toplayıcılıktan çiftçiliğe
MÖ 8000’e gelinirken, bazı avcı-toplayıcı grupları yerleşik hayata geçti ve yıllar geçtikçe uygun bölgelerde yerleşime başladı. Üreme üzerinde mevsimsel hareketliliğin zorladığı kısıtlamalar kalktığından, nüfusları arttı. İnsan davranışındaki bu temel değişiklik, tarımın başlangıcına ve ekin yetiştirmek ve evcil hayvan beslemek için daha fazla çaba sarf etme pahasına da olsa, aynı toprak parçasının daha fazla insanın ihtiyacını karşılamaya başlamasına önayak oldu. Yerleşik hayata geçiş, nüfus artışı ve tarıma dayalılık, yerleşimlerin sayı ve büyüklüklerinin artmasına, daha kompleks ve daha az eşitlikçi toplumlara ve en sonunda şehir yaşamı ve uygarlığına dönüşümün yolunu açtı.
Tarımın en erken kanıtlarını, morfolojisi veya davranışı insan müdahalesiyle değiştirilmiş vahşi türlerin izleri oluşturur. İlk ekin örneklerini, tohumları karbonhidrat ve kısmen protein kaynağı olan ve kolayca depolanabilen tahıllar ve baklagiller (bezelye, fasulye vd) oluşturur. Bu ürünler ilk uygarlıkları ayakta tutmuş ve dünya tarımının başlıca mahsulleri haline gelmişlerdir. Bu bitkiler, subtropikal bölgelerdeki vahşi çayırlardan evcilleştirilmişlerdi. Örneğin buğday, arpa, mercimek, bezelye ve nohut Güneybatı Asya’da; pirinç ve soya fasulyesi Güney ve Doğu Asya’da; süpürge darısı ve diğer darılar ile börülce Tropikal Afrika’da; mısır ve fasulye de Meksika’da evcilleştirilmiştir. Kök bitkiler de, birçok bölgede başlıca ürün haline gelmiştir. Örneğin And Dağları’nda evcilleştirilen ve bugün ılıman bölgelerdeki başlıca ürün olan patates ve anavatanı tropik bölgeler olan manyok, yerelması ve tatlı patates gibi.
Son 10.000 Yılda Tarım ve Teknolojideki Gelişmeler
10.000 yıl önce | Bitki evcilleştirilmesinin ilk kanıtı. |
9000 yıl önce | Türkiye ve Suriye’de keten, giyim ve yağ elde etmek için kullanıldı. |
8000 yıl önce | Doğu Akdeniz’de fasulye kullanıldı. |
7000 yıl önce | Amerika Kıtası’nda mısır, kabak, fasulye ve biber kullanıldı. |
6000 yıl önce | Pakistan’da pamuk yetiştirildi, Afganistan’da kültür üzümüne rastlandı. |
5000 yıl önce | Çin’de soya fasulyesi, pirinç, buğday ve arpa kullanıldı. |
4000 yıl önce | Doğu Akdeniz’de zeytin, şeftali ve kayısı yetiştirildi. |
3000 yıl önce | Fenikeliler Akdeniz’de, Polinezyalılar Pasifik’te yelken açtılar. |
2000 yıl önce | Denizciler Muson rüzgârlarını nasıl kendi avantajlarına kullanabileceklerini keşfettiler. |
1000 yıl önce | Yeryüzünde Homo sapiens’in sayısı 254-345 milyona ulaştı. |
Günümüzde | Dünya nüfusu tahmini 6.4 milyara ulaştı. |
Hayvanların evcilleştirilmesi
Tahılların ve kök bitkilerin kültür tarımına başlanması ve evcilleştirilmesi, Avustralya dışındaki -burada tarım 18. yüzyılda Avrupalı yerleşimciler tarafından başlatılmıştır- tüm yerleşilebilir alanlarda gerçekleşirken, hayvanlar göreceli olarak daha sınırlı alanlarda evcilleştirilmiştir. Esas olarak Batı Asya’da koyun, keçi, domuz ve sığırın ve daha sonra eşek, at ve devenin erken evcilleştirilmesi üzerine kanıtlar bulunmuştur. Güney ve Doğu Asya’da da bazı sığır türleri ile domuz ve tavuk evcilleştirilmiştir. Sığır ve domuz, bağımsız olarak Avrupa’da da evcilleştirilmiş olabilir. Amerika kıtasında çok az sayıda hayvan evcilleştirilmiştir: Kuzey Amerika’da hindi, Güney Amerika’da ise lama, alpaka ve Hint domuzu evcilleştirilmiş; Tropikal Afrika’da veya Avustralya’da evcilleştirilen hayvan olmamıştır.
Çiftçiliğin yayılması
Arkeolojik kanıtların gösterdiğine göre, en erken tarıma geçiş Neolitik Dönem’de MÖ 8000’den başlayarak Güneybatı Asya’daki Bereketli Hilal Bölgesi’nde gerçekleşmiştir. Doğu Akdeniz’deki kazı alanlarında kömürleşmiş arpa tohumu ve kabuklarına; buğday ve çeşitli baklagillere ve bunun yanı sıra evcilleştirilmiş koyun ve keçi kemiklerine rastlanmıştır. Radyokarbon tarihlemesine göre, burada kültür tarımı koyun çobanlığından binyıl önce başlamıştır. Tarıma bağlılık, köy yerleşimlerinin yaygınlaşması, sulama ve teraslama tekniklerinin gelişimi, hurma, incir, üzüm ve zeytin tarımına başlanmasına paralel olarak, kademeli bir şekilde gerçekleşmiştir. Güneybatı Asya’da Neolitik Dönem’in bitiminde, yaklaşık 6000 yıl önce, tarım Avrupa, Kuzey Afrika, Orta ve Güney Asya’ya yayılırken ekinlerin artan çeşitliliğine yeni evcilleştirmeler ekleniyordu.
Çin’de tarım bağımsız olarak MÖ 7000 ile 6000 arasında, Amerika Kıtası’nda MÖ 3000 civarında ve Tropikal Afrika’da MÖ 2000 civarında başlamıştır. MS 16. yüzyıldaki Avrupa yayılması başladığında Avrasya, Afrika ve Orta-Güney Amerika’nın tamamında tarım ve hayvancılığa dayalı ekonomiler egemen durumdaydı.
Avcılıktan çiftçiliğe
Örnek olay incelemesi: Güneydoğu Asya
Son Buzul Çağı’nın bitimiyle birlikte karaları kaplayan buz tabakasının erimesi, Güneydoğu Asya’daki yaşam tarzını ve coğrafyayı değiştirdi. Yükselen deniz seviyesi kıyı şeridinin karaya oranını üç kat artırarak, Güneydoğu Asya Anakarası’nı Batı Endonezya Adaları’na bağlayan Sunda Sahanlığı’nı batırdı ve birçok yeni ada ve haliç oluşturdu. Sıcaklıklardaki artış aynı zamanda daha geniş bir bitki çeşitliliği ve yoğunluğunun ortaya çıkmasına neden oldu. Bütün bu değişiklikler avcı-toplayıcı toplulukları için kısmen yararlı olmuştur, çünkü kıyılar ve haliçler zengin bir yiyecek kaynağı özelliği gösteriyorlardı. Bu döneme ait taş alet buluntularının çoğu da kıyılar ve haliçlerdeki kabuk istiflerinden çıkarılmıştır.
Diğer elverişli yaşam alanları da Burma’dan Vietnam’a ve güneyde Endonezya’ya uzanan, kendine özgü kireçtaşı dolomit formasyonlarında bulunan mağara ve kaya barınaklarıydı. Bu barınaklarda çoğunlukla Buzul Devri Sonrası dönemin başlangıcına kadar tarihlenebilen uzun süreli insan yerleşimine ilişkin izler açığa çıkmaktadır. Örneğin Kuzey Vietnam’daki Tham Hoi ve Burma’daki Padah-lin’e ilk olarak 12.000 yıl önce yerleşilmiştir. Güneydoğu Asya’da bu dönemden en sık rastlanılan kalıntılar taş aletlerdir. Aletler iki ayrı geniş geleneğe ait özellikler göstermektedir: Anakaraya ait Hoabinhian ve adalara ait modern rendeleme geleneği.
Hoabinhian (Hoabinhyen) adı Tonking’in Hoa Binh bölgesindeki kireçtaşı mağaralarında bulunan rendelenmiş çakıl taşı aletlerden gelmektedir. Benzer aletlere Güneydoğu Asya boyunca Burma, Tayland, Laos, Kamboçya, Vietnam, Malaya ve Kuzey Sumatra’da da rastlanmıştır. Bunların neredeyse tamamı, bir veya iki yüzü üzerinde çalışılmış veya küçük baltalar yapmak için kesilmiş olan ve nehir tarafından aşındırılmış volkanik kaya kaynaklı çakıl taşlarından yapılmıştı. Aynı zamanda bazı aletlerin de kabuk ya da kemiklerden yapıldığı gözlenmiştir.
Güneydoğu Asya’daki en erken ada işi rendelenmiş taş aletler, Endonezya, Borneo ve Filipinler kaynaklıdır ve en az 40.000 yaşındadır. Ada işi aletler sıklıkla kuvarstan yapılmıştır, ancak Filipinler, Batı Java ve Güney Sumatra’da obsidyen aletler de bulunmuştur. Kuvars aletlerde zaman zaman, prehistorik mağara sakinlerinin, palmiye gibi, aletlerin kenarları üzerinde çıkmayan bir cila bırakan silis açısından zengin bitkilerle çalıştıklarını düşündürten cila veya parlaklık izine rastlanmıştır. Bu izler üzerinde yapılan çalışmalar, olasılıkla sepet, ip ve hasır yapmak amacıyla hintkamışı ve pandanus yaprağını da içeren bir çeşitlilikte bitkilerin kullanıldığını göstermektedir.
Bu dönemdeki birçok yerleşmeden önemli hayvan ve bitki kalıntıları elde edilmiştir. Kuzey Tayland’daki Spirit Mağarası’nda bulunan bitki kalıntıları bugün de ekilen bazı bitkilere ait olarak tanımlanmıştır; ancak evcilleştirilmiş türleri vahşi türlerden ayırt etmek çok zordur ve eldeki az miktardaki tohum kalıntısına dayanarak bir çiftçilik etkinlikleri düzeni oluşturmak da mümkün değildir. Timor ve Celebes’de bulunan kömürleşmiş tohumlar, Piper, Arecea (arecea cevizi sakızının iki ana içeriği), Canarium, Prunus ve Aleurities (kabuklu yemiş veren ağaçlar) ve Lagenaria (sukabağı) gibi bitkilerin 5000 yıl önce de kullanılmakta olduğunu göstermektedir. Korunmuş olan bu kalıntıların çoğu ilaç ya da zehir özelliği olan bitkiler ve ağaç meyveleridir. Kökler ve hububat gibi temel yiyeceklere ilişkin az kalıntı vardır.
Kanıtların belirsizliğine rağmen, Güneydoğu Asya’da tarıma geçişin, toplulukların toplayıcılık ve avcılığa destekleyici olarak birkaç bitki türünü dikme ve hasadını yapmaya başlamalarıyla gelişen kademeli bir süreç olması muhtemeldir. Anakarada MÖ 6000 civarında ve adalarda MÖ 2500 yılında başlayan çömlekçilik, Güneydoğu Asya boyunca belirgin bir değişikliği işaret etmektedir. Anakara yerleşmelerinde, bu zamana ait seramikler, dört köşeli keserler ve cilalanmış arduvaz bıçaklar bulunurken, adalarda sert, kırmızı-cilalı çömleklerin yapılmaya başlanması evcilleştirilmiş egzotik hayvanların gelişine tesadüf etmektedir. Kırılgan bir malzeme olarak çömlek, göçebe avcı-toplayıcı topluluklar tarafından nadir olarak üretilmekteydi. Bu yüzden ortaya çıkışı, olasılıkla sabit yerleşimlerin giderek artmasıyla aynı zamana denk gelmektedir.
Bu dönemde topluluklar arası ilişkilerde bir artış ve ticaret ağlarında genişleme de görülmektedir. Artan ilişkilerin, ekonomik temelin farklılaşmasıyla birleşimi -avcı toplayıcılığın basit tarımla desteklenmesi-, artan bir karmaşıklaşmaya işaret etmektedir ki; bu süreç MÖ 3. binyılın sonunda bronz teknolojisinin geliştirilmesiyle sonuçlanacaktır.