Ana Sayfa 60. Sayı Bilim ve din ilişkisine farklı yaklaşımlar

Bilim ve din ilişkisine farklı yaklaşımlar

2561

Ne “din/bilim çatışması” modeli ne de “ayrı tutma” modeli, dinsel kurumlar, uygulamalar, düşünceler ve tavırlarla, bilimsel kurumlar, uygulamalar, fikirler ve tavırlar arasındaki bu şiddetli ve zaman zaman birbirini destekleyici etkileşimleri doğru bir biçimde yansıtabilir. Din ve bilim arasındaki gerginliğin varlığını yadsıyamayız. Amacımız, bu iki etkinlik alanı arasındaki dönüştürücü ve karşılıklı olarak birbirini destekleyici etkileşimi araştırmaktır. İkinci amaç, din/bilim etkileşiminin geçtiği yöre, zaman ve kültürel yapıları karşılaştırma olanağı bulmaktır.

Çeviren: Rennan Pekünlü

Toplumların tutucu üyeleri, doğal olayları doğa yasalarıyla açıklamaya çabalayanları 2500 yıldır ilgiyle izliyor. Örneğin, MÖ 429 yılında komedi yazarı Aristophanes, Socrates’i atmosfer olaylarını inceleyen birisi olarak tanıtıyor ve Zeus’un gazabını simgelediğine inanılan heybetli şimşeği, bulutların yellenmesine (farting) indirgediğini yazıyor. Aristophanes, bu tür çabaların dinsizlik olduğunu ileri sürüyor ve tüm gelenek, yasa ve alışkanlıkları zayıflatacağını savlıyor. Hıristiyanlığın, örneğin Tertullian gibi erken dönem sözcüleri, doğayı anlamaya çalışanları şöyle eleştirmiştir.

“Meraklarını doğal nesneler üzerine yoğunlaştıranlar, doğayı anlamaya çalışanlar boşuna uğraşıyor; bu kişiler meraklarını Yaratıcılarına ve Yöneticilerine yöneltseler iyi ederler.” (1)

  1. yüzyılda, bazı tutucu grupların genel olarak bilime karşı gösterdikleri inançsızlık sürse de, en yoğun karşı çıkış evrim kuramı ve doğal seçime karşı gösteriliyor. En keskin evrim karşıtı yorumlar ABD’deki Georgia Eyaleti Yargıtay Başkanı hakim Braswell Dean’den gelmiştir:

“Darwin’in şu maymun mitolojisi aşırı özgürlüğün, cinsel özgürlüğün, hapların, koruyucuların, cinsel sapıklıkların, hamileliklerin, kürtajın, pornografinin, kirlenmelerin, zehirlenmelerin ve her türden suçların artmasına neden olmuştur.” (2)

Din-bilim çatışması modeli

Doğa olaylarıyla ilgilenenlerin, kendilerine bu tür iftira atanların bile bile cehaleti seçtiklerini ve baskıcı tavır kullandıklarını ileri sürmeleri hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. Galileo Galilei Kopernik dizgesinin doğru olduğunu onadığında ve bu dizgeyi öğretmeye başladığında kilise tarafından uyarılmış ve o mükemmel alaycı yöntemini kullanarak, din otoritelerinin kendisine karşı yönelttiği meydan okumayı kabul etmiş ve Dialogue Concerning the Two Chief World Systems adlı kitabının  “Zeki Okuyucuya” (“To the Discerning Reader”) adlı Giriş bölümünde şunları yazmıştır:

“Birkaç yıl önce Roma’da yararlı bir ferman yayınlandı. Bu ferman, çağımızın tehlikeli eğilimlerini önlemek amacıyla, Yer’in devindiğine ilişkin Pisagor’cu (ve Kopernik’ci) düşüncelere karşı tam yerinde ve zamanında bir susma emri dayatmıştır. Bazı saygısız kişiler bu emrin kökeninin tedbirli bir araştırma değil de iyi bilgilendirilmemiş otoritelerin öfkesi olduğunu ileri sürüyor. Şikâyetler dinlenmeli; gökbilim gözlemleri konusunda yetkin olmayan bu ferman okuyucular kaba yasaklamalarla düşünce dolu entelektüellerin olanaklarını kısıtlamamalıdır. Sürekli kusur bulan bu küstahların söylediklerini duyunca coşkunluğumu daha fazla gizleyemedim.” (3)

Çağımızın zeki okuyucusu Galileo’nun, özgür bilimsel araştırmacıların düşmanı olarak gördüğü kişilere karşı olan kızgınlığının ve küçümsemesinin bu yazıdaki yansımalarını hemen görecektir. “Darwin’in buldog köpeği” olarak bilinen Thomas Henry Huxley bu konuda Galileo’dan daha keskin bir dile sahipti. 1860 yılında Anglikan piskoposu Samuel Wilberforce ile giriştiği ünlü tartışmada Huxley birçok doğa bilimcinin cezalandırılmasından duyduğu üzüntüyü dile getirdi ve bilim insanlarının zorla da olsa intikamlarını aldıklarını dile getirdi:

“Balonu söndürülmüş olan teologlar tüm bilim dallarının beşiğinin Herkül’ün yanında boğulmuş yatan yılan beşikleri olduğunu söyleyerek yalan söylüyorlar. Ancak tarih, bilimle ortodoks dinin her ne zaman karşı karşıya geldiyse, ortodoks dinin tamamen yok edilmediyse bile kanayarak, ezilmiş olarak; katledilmemişse bile tırmıklanmış olarak geri çekilmeye zorlandığını kaydetmiştir.” (4)

Her iki taraftan gelen bu renkli şikâyetlerin bizde bıraktığı izlenim, bilim ve dinin birbiriyle sürekli savaşım halinde olması gerektiği biçimindedir. Andrew Dickson White’ın, ilk kez 1896 yılında iki cilt olarak yayınlandığından bugüne dek basımı sürekli yapılmış olan A History of the Warfare of Science with Theology in Christendom adlı eseri, din ile bilim arasındaki ilişkinin bu biçimde olması gerektiğini savunuyor.

Ayrı tutma modeli

White’ın bu görüşleri sıradan kişilerde geçtiğimiz bir asır boyunca bilimle din etkileşiminin bu biçimde olması gerektiği düşüncesini biçimlendiriyor. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar tarih boyunca süren din/bilim çatışmasının özünün din kesimlerince ve bilim dünyasınca savunulduğu gibi olmadığına işaret ediyor.

Din/Bilim çatışmasının, bu iki etkinliğin sıkça karşı karşıya gelmesinden kaynaklandığına inanmak istemeyenlerden birinin savı şudur: Din ve bilim insanların farklı gereksinimlerine yanıt verdiği için birbiriyle ilişkisi yoktur. Bu görüş Immanuel Kant’ın görüşüdür. Kant, deterministik nedenselliğe dayanan doğa olayları dünyasının, insanın seçimi ve tinselliğine ilişkin dinsel dünyasından tamamen ayrı olduğunu savunmuştur. Yakın geçmişte Stephan Jay Gould da Rocks of Ages: Science and Religion in the Fullness of Life adlı kitabında benzer bir duruş sergilemiştir:

“Ben din ile bilimin niçin çatışması gerektiğini anlayamıyorum. Bilim, doğal dünyanın gerçeklerini belgelemeye çalışır, kuramlar geliştirir ve bu gerçeklerin eşgüdümünü sağlar. Diğer yandan din, bilim denli önemli, ancak anlamlar ve değerler gibisinden tamamen farklı insan amaçları dünyasını ilgilendirir.” (5)

Bilim ve din arasındaki ayrımı anlayabilmek için Gould, “Birbiriyle örtüşmeyen yetkiler” (non-overlapping magisterial) ilkesini ileri sürüyor ve bunun, “karşılıklı saygı ve birbirinin işine karışmama ilkesi” olarak tanınmasını istiyor (6). Bilimin veya dinin veya her ikisinin de bağımsızlıklarını korumak amacıyla, bilim ve dini birbirinden yalıtmak isteyenlerin aşırı isteğine karşın, bu çabaların boşuna olduğunu gösterecek birçok neden vardır.

Karşılıklı dönüştürücü etkileşim

Çoğu dinin tartıştığı en önemli sorulardan biri, insan topluluklarındaki bireylerle doğal dünya arasındaki ilişkidir. Bu soru, örneğin, İncil’in yaratılışı anlatan “Genesis” bölümünün temel sorusudur. İnsan ile doğal varlık arasındaki ilişkiyi kurma çabası, bir kültürdeki doğa anlayışına bağlıdır. Doğanın bilimsel yöntemlerle çalışıldığı bir kültürde bilimsel bilgi kaçınılmaz olarak dinsel düşünceye sızıyor.

İnananların Genesis’te yazılanları doğa bilimlerinin önermeleriyle anlama gereksinimi, bilimsel geleneğin yükselmesine neden oldu. Altı günde yaratılışa ilişkin yorumlar, Hıristiyanlığın erken dönemlerinden Rönesans’a dek geçen zaman aralığında Hıristiyan yazınının temel düşüncesini oluşturdu. Göreceli olarak daha basit kültürlerde -erken dönem kırsal kesimlerde bile- düşük düzeyde kültürel uzmanlaşmalar olmuş, ekonomik, dinsel ve bilgi üretme sektörleri birleşmiştir.

Örneğin Bronz çağı Mezopotamya’sında, tarımsal etkinlikler ve başarılı bir çiftçilik için gerekli olan fiziksel koşulların bilgisi, toprağı sürme, tohum ekme, sulama ve ürün kaldırma sırasında yapılan dinsel törenlerle birleştirilmiştir. Kısacası, tarımsal etkinliklerin türünün ve zamanının belirlenmesinde, dinsel uygulamalarla doğaya ilişkin bilgiler birleştirilmiştir. Oldukça yüksek düzeyde uzmanlık ve işbölümü gerektiren karmaşık endüstri toplumlarında bile, değişik kültürel uzmanlık alanları birbirinden tamamen yalıtılmamış, ortak değer ve varsayımlar paylaşılmıştır.

Hemen hemen tüm kültürlerde kurumların birbiriyle sıkı sıkıya bağlı olduğu gerçeğini usumuzda tutarsak, dinsel veya bilimsel kurumların kökten değişime uğradığı dönemlerde, birisindeki değişikliklerin diğerine de değişme yönünde baskı uygulayacağını anlayabiliriz.

Ancak şurası da bir gerçek ki, doğayı anlama çabaları yeni ilahi düşüncelerin de gelişmesine neden oldu. Bu düşünceler, çok tanrılı dinler ve “her yerde hazır ve nazır tanrı” yerine, tektanrıcılığı ve tanrının bilinen sınırların ötesinde bulunduğu düşüncesini doğurdu. Yine bu düşünceler, güç ve öfke yerine adalet ve zekâ üzerinde yoğunlaştı. Kısacası erken dönem Yunan doğa felsefesi Yunan dinsel duyarlılığına meydan okuduğu gibi onun dönüşümünü de sağladı.

Dönüştürücü baskılar her zaman bilim dünyasından dinsel yaşama doğru olmuyor. Rönesans döneminde Hıristiyan entelektüelleri kökten bir değişiklik yaşadı; tanrının yarattıkları üzerine düşünmek yerine, insanlar için sorumluluk almaya doğru bir dönüş gerçekleşti. Tanrının karakteri ve yarattıkları üzerine düşünme bir kenara bırakıldı, etkin bir biçimde insanlığa hizmet etmek Rönesans Hıristiyan entelektüelinin görevi oldu.

Böylesine etkin bir yaşama odaklanmanın sonucu olarak Rönesans entelektüelleri bilimde baskın olan Aristocu görüşten uzaklaştı. Aristocu görüş, dünyayı dönüştürmede yetersiz olan kuramsal bilimleri olumlu bir özellik olarak görüyordu. Rönesans entelektüeli Aristocu anlayış yerine doğayı gözlem ve deneyle anlama düşüncesini geliştirdi. Yaşamın niteliğini yükseltmek için doğayı gözlem ve deneye almanın önemini vurgulayan Alman Johann Andreae’nın ve İngiliz Francis Bacon’ın yazılarına övgüler düzüldü.

Birçok entelektüel doğal bilgiyi yüceltti, çünkü bu bilgiler gücün tanrıya değil doğal dünyaya ait olduğuna işaret ediyordu. Çağdaş bilim, dindeki değişikliklere yanıt olarak kesin bir biçimde yararcı felsefeyi benimsedi. Ne “din/bilim çatışması” modeli ne de “ayrı tutma” modeli, dinsel kurumlar, uygulamalar, düşünceler ve tavırlarla, bilimsel kurumlar, uygulamalar, fikirler ve tavırlar arasındaki bu şiddetli ve zaman zaman birbirini destekleyici etkileşimleri doğru bir biçimde yansıtabilir. Din ve bilim arasındaki gerginliğin varlığını yadsıyamayız. Amacımız, bu iki etkinlik alanı arasındaki dönüştürücü ve karşılıklı olarak birbirini destekleyici etkileşimi araştırmaktır. İkinci amaç, din/bilim etkileşiminin geçtiği yöre, zaman ve kültürel yapıları karşılaştırma olanağı bulmaktır. Bundan başka, olayların tarihsel dizini ve onların ortaya çıktığı dönemin başlıca toplumsal ve politik olayları da dikkate alınmalıdır.

 

Batılı kavramlaştırmalar yeterli mi?

Bu yazıda “bilim” ve “din” sözcüklerini sanki herkes biliyor ve anlamları konusunda aynı fikre sahipmiş, değişik yöre ve zamanlarda sanki hep aynı anlamda kullanılmış gibi sundum. Bu varsayımlar doğru değil! Bilim ve din, sanayileşmiş Batı toplumlarında kavramsal yaşantımızı yansıtan çağdaş kavramlardır. Çağdaş Batı toplumlarında bile din ve bilimden ne anladığımız politik eğilimimize, eğitim düzeyimize ve ait olduğumuz inanç dizgesine bağlıdır. Örneğin, Marksistler ve sosyalistler için doğa gözlem ve deneyleri bilimin tanımında odak noktasıdır. İngiliz Marksist akademisyen Benjamin Farrington, “Bilim, insanın çevresi üzerine üstünlük sağlamasına yarayan davranış dizgesidir. Bilimin kökeninde teknikler vardır… Bilimi sınamanın tek yolu, bulgu ve sonuçlarının işe yarayıp yaramadığına bakmaktır” (7) der.

Zapotec Science: Farming and Food in the Northern Sierra of Oaxaca adlı kitabında Roberto Gonz´alez şu saptamayı yapıyor:

“Zapotec çiftçileri… tıpkı diğer toplumlarda geçinmek için emek harcayan bireylerin yaptığı gibi üretimde bilimi kullandılar. Hipotezler ileri sürdüler, sorunları modellediler, deney yaptılar, sonuçları ölçtüler ve bilgiyi denetçilere ve genç nesillere ilettiler. Ancak onlar, günümüz sanayi toplumlarından farklı dayanak noktalarından -yani farklı kavramlardan- yola çıktılar.” (8)

“Farklı dayanak noktaları” kavramı ile Zapotec’li bilimciler, gözlenemeyen ruhsal varlıkların doğa olaylarında önemli rol oynadığı öngörüsünde bulunuyorlar. Gonz’alez gibi insanbilimcilerin (anthropologists) betimlemesiyle Batı bilimi “kozmopolitan bilim”dir. Liberal çoğulcu toplumlardaki bilim insanları, bilimi, sonuçlarının nasıl kullanıldığıyla ilgilenmeksizin, nesnel ve yansız bilgi kaynağı olarak görüyor. Bundan başka, sanayileşmiş Batı toplumlarındaki bilim insanları gözlenemeyen varlıkları “doğaüstü” (supernatural) olarak betimleyip varsayımları arasına almıyorlar.

1986 yılında Louisiana eyaletinde çıkarılan ve evrim kuramının yanı sıra yaratılışçılığın da öğretilmesini karara bağlayan yasa tasarısının dava dosyasındaki bilirkişi raporunda, 72 Nobel ödüllü bilim insanı, 17 eyaletin bilimler akademisi ve diğer 7 bilimsel örgüt aşağıdaki savı ileri sürmüştür:

“Bilim, doğal olayların doğal açıklamasının yapılması ve sınanmasıyla ilgili bir etkinliktir. Bilim, fiziksel dünyaya ilişkin verileri sistematik olarak toplama ve kayıtlara geçirme, daha sonra sınıflama ve toplanan veriler üzerinde çalışarak gözlenen olayları en iyi açıklayan doğa ilkelerini ortaya çıkarma sürecidir. Bilim, doğaüstü açıklamaları değerlendirecek donanıma sahip değildir. Bilim, doğaüstü açıklamaların doğruluğunu veya yanlışlığını değerlendirme işini dinsel inanç dizgesine bırakır.” (9)

Bu tanımlarda bilimin veya bilimsel sonuçların kullanımına gönderi yapılmıyor. Doğaüstü varlıklara ilişkin spekülasyonları bilim alanına kabul etmeme isteği, kültürel uzmanlaşması güney Meksika’daki köy tarım toplumlarından daha gelişkin olan sanayileşmiş bir toplumun düşüncesini yansıtır. Benzer biçimde, laik insanbilimcilerin ve toplumbilimcilerin dinin temel özelliklerine ilişkin tanımları, çağcıl Hıristiyan inancına sahip topluluklarınkinden farklıdır. İnsanbilimciler ve toplumbilimciler dikkatlerini, bir inanç topluluğunun toplu veya bireysel olaylarında gözlenen uygulama ve törenlerine -toprağı sürme, ekin ekme, hasat kaldırma, av, savaşa (veya barışa) hazırlanma, doğum, ergenliğe erişme, evlilik (birçok kültürde) ve ölüm- yoğunlaştırırlar ve dinsel uygulamaların en önemli sonucunu toplumsal yakınlaşmanın artması olarak görme eğilimindedirler. Diğer yandan, çoğu Hıristiyan kişi dinin amacını kişisel kurtuluş olarak algılarken, ait olduğu inanç topluluğunu, en iyi yaklaşımla, destekleyici bir olgu, en kötü yaklaşımla da, kendi ruhsal gereksinimlerini engelleyici bir etmen olarak görür. Kısacası bilim ve din herkes tarafından aynı biçimde algılanan olgular değildir. Din ve bilim çağcıl Batı toplumlarının yapılarıdır; bu yapıların “diğer” yöre ve zamana uygulanıp uygulanmayacağına dikkat etmemiz gerekir. Ancak, “diğer” yörelerde ve zamanlarda din ve bilim adına ortaya çıkan kişilerin doğa ve toplumun diğer bireyleriyle nasıl etkileştiğini anlama çabasında bu kavramların kullanılmasının doğru olmadığını düşünsek de en azından başlangıçta kullanmamız gerekebilir. Bu süreçte, geçmiş zamanlarda ve yörelerde bilim ve din adına tavır almış olan kişilerin davranışlarını bugün kendi deneyimlerimizle karşılaştırıp anlamaya çalışmalıyız.

 

Kaynak: Peter M. J. Hess ve Paul L. Allen, “Catholicism and Science, Greenwood Guides to Science and Religion”, Richard Olson, Series Editor, Greenwood Press, Westport, Connecticut-London, 2008, Richard Olson’un kitaba önsözü.

 

DİPNOTLAR

1) Tertullian, 1896-1903. “Ad nationes” in Peter Holmes, trans., The Anti-Nicene

Fathers, ed. Alexander Roberts and James Donaldson, vol. 3 (New York: Charles

Scribner’s Sons), p.133.

2) Christopher Toumey, God’s Own Scientists: Creationists in a Secular World (New

Brunswick, N.J.: Rutgers University Press, 1994), p.94.

3) Galileo Galilei, Dialogue Concerning the Two Chief World Systems: Ptolemaic and

Copernican (Berkeley and Los Angeles: University of California Press, 1953), p.5.

4) James R. Moore, The Post-Darwinian Controversies: A Study of the Protestant

Struggle to Come to Terms with Darwin in Great Britain and America, 1870–1900, Cambridge: Cambridge University Press, 1979, p.60.

5) Stephen Jay Gould, Rocks of Ages: Science and Religion in the Fullness of Life

(New York: The Ballantine Publishing Group, 1999), p.4.

6) Ibid., p.5.

7) Benjamin Farrington, Greek Science, Baltimore: Penguin Books, 1953.

8) Roberto Gonz´alez, Zapotec Science: Farming and Food in the Northern Sierra of

Oaxaca, Austin: University of Texas Press, 2001, p.3.

9) 72 Nobel Laureates, 17 State Academies of Science and Seven Other Scientific Organizations. Amicus Curiae Brief in support of Appelles Don Aguilard et al. v. Edwin

Edwards in his official capacity as Governor of Louisiana et al. (1986), p.24.

 

 

Önceki İçerikThomas Kuhn’un görüşü: Bilim nasıl ilerler?
Sonraki İçerikDoğu İslam dünyasında Aristocular – 2 İbn Miskeveyh