Ana Sayfa 61. Sayı DOSYA: Kilise evrimleşti mi? Lamarck, Darwin ve tasarım savının...

DOSYA: Kilise evrimleşti mi? Lamarck, Darwin ve tasarım savının çöküşü

405

İnsan önce gökyüzünü uzun süre izledi; bu gözlem sonucunda zamanın sonsuzluğunu ve uzayın sınırsızlığını gördü. Üzerinde yaşadığı gezegen birdenbire cüceleşiverdi. Şimdiyse, atalarının ağaçta yaşayan primatlardan olduğunu, uzun süren Tertiar çağ içinde ağaçtan yere indiğini ve yaşam savaşında neslini sürdürebilmek için taşları yonttuğunu öğrendi. İnsanın tüm başarıları bir anda unutuldu; incinen egolar depremlerle sarsılıyordu. Gazeteler, Türlerin Kökeni’ne lanet okuyan yazılarla dolup taşıyordu. Ancak iş işten geçmişti! Evrim hipotezini destekleyen kanıtlar sıradağlar gibi dizilmişti.

 

Lamarck, kazanılmış özelliklerin (acquired characteristics) kalıtsal olduğuna ilişkin bir görüş geliştirdi: “Yeryüzü, coğrafi ve iklim bölgeleri değiştikçe bitki ve hayvanlar üzerine yeni baskılar uygulanmaktadır. Uzun erimde yaşam değişime uğrar. Bu değişim ve dönüşümler, canlıya yeni koşullara uymada yardıma hazır olan organların çabalarının ürünleridir. Zaman geçtikçe birbiriyle ırksal ilişki içinde bulunan türler birbirinden giderek ıraksar ve kazanılmış olan özellikler kalıtım yoluyla yeni nesillere geçer. Fizyolojik gereksinimler yeni organların oluşumunu veya eskilerin değişimini dayatır. Diğer yandan organların kullanılmaması onların yitirilmesine neden olur.”

Lamarck, geç 18. yüzyıl deistlerindendi. Ona göre evrim, yaratılışın yetkinleştirilmesi amacını yerine getiren bir süreçti. Eski dönemin baskın öğretisi olan “Varlıklar Zinciri”ni  “yürüyen merdivene” dönüştürdü: Basit yaşam biçimleri sürekli ve kendiliğinden yaşama yükseliyor, kendi iç yetkinleşme dürtüsüyle giderek karmaşık yapılar kazanıyor ve böylece üst basamaklara doğru çıkıyordu.

Tanrı’nın tasarımı savı entellektüellerin ussal yeteneklerini bir mengene gibi kavramaya devam ediyordu. Aslında hem Lamarck hem de dede Darwin, Varlıklar Zinciri adlı ilahi ve sabit planı değiştirme yönünde sav geliştiriyorlardı. Varlıklar Zinciri adlı evrensel hiyerarşiyi, özgür istençler topluluğuna, bir tür açık yarışma toplumuna dönüştürme çabasındaydılar. Bu hedefe bilinçli olarak yaklaşmak istediklerini söylemek çok zor. Ancak ilginçtir ki, düşünceleri ve uygulamaları, özellikle devrimci Fransız toplumunda, özgür istenç ve özgür yarışma haklarının kazanılması yolunda verilen savaşımın yansımalarıydı.   

İngiltere’nin Fransız devrimine olan tepkisi, Erasmus Darwin’in düşüncelerinin yaygınlaşmasını engelledi; köktendinciliği canlandırdı, Lamarck’ın ateist olarak “damgalanmasına” neden oldu. Düşünce tarihinde birçok kez olduğu gibi, bir düşünce toplumsal olayların kurbanı oluyor ve düşüncenin canlanması da erteleniyordu.

 

“Doğal teologlar”ın tasarım savı

Nuh’un gemisini “bilinen” hayvanlarla doldurmuş, insana ilişkin öyküyü İncil’den almış olan Ortaçağ’ın her yönüyle kaskatı toplumu, bir süre sonra hiç beklenmedik sorulara teolojik açıdan yanıt vermek zorunda kaldı! 1635 yılında basılmış olan Religio Medici adlı kitabında Sir Thomas Brown “Algıladığımız zaman, insanlıktan yalnızca beş gün daha yaşlı olduğundan bizimle aynı horoskoba sahiptir” diyor! Brown, yeryüzünde yaşanan zamanı, kilisenin sahneye koyduğu ve tinsel iletiler vermeye çalışan tek perdelik kısa bir oyunun süresi olarak sunuyor. Horoskobumuzda çürüme, bozulma ve felaket bir son -“mahşer”- çıktı!

Yer’in İsa’nın doğumundan 4004 yıl önce oluştuğunu savunan Armagh Başpiskopos’u James Ussher, “Tinsel iletilerin verildiği oyunun perdesinin İsa’dan 4004 yıl sonra ineceğini” duyuruyordu.

Avrupalı denizaşırı gezginler Avrupa kıtasına, Nuh’un gemisinde bulunmayan hayvanlarla ve de İncil’de sözü edilen “at”ın Amerika kıtasında bulunmadığı bilgisiyle döndüğünde, Sir Thomas Brown, “Nasıl olur? Tüm canlılar dünyaya Ararat dağına oturan Nuh’un gemisinden inerek yayılmadılar mı? İncil’de sözü edilmeyen bu hayvanlar nereden çıktı?” diyerek şoka giriyordu!

Thomas Brown’ın iki kitaptan söz ettiğine tanık oluyoruz: “Tanrı’nın yazdığı kitaptan başka bir de evrensel ve herkesin gözü önüne serilmiş olan bir kitap var. Tanrı’yı birinci kitapta bulamayan ikinci kitapta bulur. Herşey yapay, doğa Tanrı’nın sanatıdır.” Bu görüşüyle tasarım savını geliştiriyor ve dinsel inançlarıyla doğa bilimlerinin bulgularının uyuştuğunu görmek isteyenlerin (doğal teologlar) çabası Bridgewater Treatises ile doruk noktasına çıkıyor.

Tasarım savı ile böylesine çeşitli organizmaların çevrelerine uyum sağlayarak bir arada bulunmaları Tanrı’nın “dünyevi” sorunlara dolaysız olarak karıştığının bir kanıtı olarak sunuluyor. Bu görüş, John Ray ve William Derham’dan William Paley’e dek uzanan zaman diliminde doğal teologlar tarafından sürekli desteklendi, günümüzde de destekleniyor.

Tasarım görüşünün en ilkel biçimi son derece safçaydı. Bu görüş, bitki ve hayvanların çok dikkatli gözlemlenmelerine neden oldu. Özellikle mikroskop Tanrı’nın yaptığı işlere karşı büyük hayretlerin uyanmasına neden oldu ve “rahman ve rahim”e olan inancı artırdı.

Bu yaygın inanç William Paley’nin Natural Theology adlı kitabında şöyle dile getirildi: “Güvencede olmadığımız söylenemez. Doğanın neresine bakarsanız bakınız, oraya ilgi ve iyiliğin yöneltildiğini göreceksiniz. Tanrı’nın sanki bitirecek başka bir işi yokmuş gibi, böceklerin kanatlarını gövdelerine bağlayan organdan antenlerinin eklemlerine dek herşey tasarlanmış ve tamamlanmış. Tasarlarken ne dikkatini azaltmış ne de çeşitli organizmaları unutmuş. Bu nedenle unutulduğumuz, dikkate alınmadığımız veya aşağılandığımız duygusuna kapılmamalıyız.”

1830’lu yıllarda yazılan Natural Theology’nin esas görevi Hıristiyan inancının sarsılmasını engellemek ve fakirlik sınırında yaşayanları da rahatlatmaktı. Tanrı’nın canlı dünyanın en küçük organizmasına dek herşeyi denetlediğine ilişkin genel bir kanı yayıldı. Önceki yüzyıllarda kilise, teoloji dizgesini, İncil’deki “ilhamla gelen kelamlara” göre kurmuştu. Ancak 17. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere bilimin eğittiği insanlar doğayı daha yoğun bir biçimde incelemeye başladılar. Tanrı’nın yarattığına inandıkları doğanın dikkatli bir biçimde incelenmesiyle daha derin dinsel görüşler kazanılacağı inancı yayıldı. Böylece doğal teoloji gelişti. Teleskop ve mikroskop insanın anlama ve inceleme gücünü geliştirdi. Mikroskopla incelenen en küçük organizmalar, bakteriler, mantarlar, protozoalar, spermler; diğer yandan uçsuz bucaksız evrenin insan gözüyle algılanamayan köşeleri ve gizleri insanların nefesini keserken, gözlem ve deney altına alınan “mikro” ve “makro” evren Tanrı’nın tasarımının en büyük kanıtı olarak yorumlandı. Kısa sürede doğada tasarım arama çabaları çılgınlık düzeyine çıktı ve çevredeki herşeyin insana hizmet vermesi için yaratıldığı izlenimi yaygınlaştırıldı!

Bronto-teoloji, insecto-teoloji, astro-teoloji, phyto-teoloji, ichthyo-teoloji, physico-teoloji araştırma dalları geliştirildi. Böceklerden yıldızlara herşey hem simgesel hem de gerçel anlamda büyük bir merakla incelendi. İnsan, evrenin merkezine yerleştirildi. Herşey onun yararına yaratılmıştı: doğa onun zevk alması için tasarlanmış, hayvanlar ona daha iyi hizmet etmek için dört ayak üzerinde yaratılmıştı – Antrophocentrism.

Bu son derece bencil bakış açısı ünlü Bridgewater Treatises adlı bir dizi kitapla doruk noktasına ulaştı. Bridgewater’ın sekizinci kontu Francis Henry Egerton, 1829 yılında, ölmeden önce, “Tanrı’nın gücü, iyiliği ve varlığının kanıtlanması yolunda yapılacak olan çalışmalara verilmek üzere” 8000 pound miras bıraktı. 1833-1836 yılları arasında bu amaçla yazılmış 8 kitap basıldı. Bu çabaya dönemin tanınmış isimlerinden Chalmers, Buckland, Whewell, Kirby ve diğerleri katılmıştı. Tüm bu yazarlar, kendilerinden öncekiler gibi, yaşadığımız dünyadaki tasarımın kanıtının, zeki bir yaratıcının varlığına işaret ettiğini savundular. Tasarımdan yola çıkarak sav geliştirme teolojinin geleneği oldu. Tanrı’nın varlığı, insanın evrendeki konumu ve İncil’de işaret edilen “gerçekler” dikkate alınarak, yaşadığımız doğanın incelenmesi sonucunda “kanıtlanmalıydı”.

 

Tasarım hipotezi çöküyor

Evrim sürecinde gerçekleşen değişiklikler henüz algılanamamış olduğundan ve herbir bitki ve hayvan özel bir yaratılış ürünü olarak görüldüğünden, doğal teolojiye, “Tanrı’nın bu organizmaları yaratırken son amacı neydi?” sorusunu yanıtlama görevi yüklendi. Teologlar, “İyilikler ve merhametlerle dolu Tanrı’nın kullarını parazitlerle, sıkıntı verici yaratıklarla niçin rahatsız ettiği” gibisinden sıkıntı verici soruları yanıtlamak zorunda kaldılar. Buna ek olarak, tasarım savının duraganlığı, yani zamanla değişmez oluşu, dumura uğramış organların varlığını doyurucu bir biçimde açıklayamadı.

Darwin tasarım hipotezini aldı ve onu tamamen farklı bir amaca uygun olarak kullandı. Darwin, Paley’nin Natural Theology adlı kitabının aç bir kurduydu. Paley’nin büyük bir dikkatle topladığı “tasarım kanıtları”nı Darwin’in evrimci hipotez yararına nasıl değiştirdiği, Türlerin Kökeni’nin oluşumu dikkatli bir biçimde izlendiğinde görülüyor. Darwin bir yaratıcının, tüm “şeylerin” ilahi yaratıcısının varlığına inanıyordu. Ancak, gezegenimizdeki yaşamın ortaya çıkışından, çok çeşitliliğe geçişinin ikincil yasalarla gerçekleştiğini savundu. Bu yasaları, o dönemde saygınlıkları doruk noktasında olan gökbilimcilerin, Galileo, Kepler, Newton’un yasaları denli şaşmaz ve güvenilir görüyordu. Darwin’e göre Tanrı her bir yaratığın ortaya çıkışıyla tek tek ilgilenmiyordu. Bu türler, protoplazma denen o karmaşık kimyasal bileşimlerin içinde gömülü olan doğal kuvvetlerin ve protoplazmanın çevre etkilerine olan tepkilerinin becerisiyle ortaya çıkıyordu. Darwin, “Sayısız yaratılış eylemine inanmıyorum” diyor Lyell’a yazdığı mektupta. Devamla, “Bugüne dek, türlerin oluşumunun ikincil yasalardan bağımsız olduğu görüşü hakimdi. Aslında bilimin bu dalı, gelişmelerinin teolojik aşamasında bulunan insanların etkisinde” diyor. “Doğal seçim ilkesiyle en karmaşık yapılara ulaşılabileceği düşüncesi bana hiç ters gelmiyor; ve deneyimim, böylesi adım adım ilerlemenin olmadığı bir yapının bulunmasının zorluğuna işaret ediyor.”

Darwin’in bu saptamaları, sir Charles Lyell’ın yerbilimde “katastrofistlere” karşı başarıyla uyguladığı süreklilik ilkesinin canlılar dünyasına uygulanışını yansıtır. Önce gökbilimde ortaya çıkan doğal yasanın kararlılığı düşüncesi, yavaş yavaş dalga ve rüzgârların kıtaları oluşturduğu düşüncesine taşındı. Sonunda erozyonun, okyanus yataklarındaki tedirginliklerin, uzun çevrimlerdeki becerilerine benzetilerek, yaşamın da bir bölgeden bir bölgeye, denizlerden karalara geçtiği gerçeği sisler ardından görülmeye başlandı. Bu belli belirsiz görüş insanın tepesinde de dolanıyordu. Herşey değişirken insan değişimden bağımsız olamazdı. Eğer balıkların kuyruk ve yüzgeçleri, kuşların kanatları ve toynaklar omurgalıların geçmişinde bir yerde aynı noktaya gidiyorsa, insan ve maymunun eli de aynı şekilde gözlenebilirdi.

Bir düşler dünyası, insanın yüreğini asırlardır ferahlatan bir düşler dünyası ortadan kalkmak üzereydi. Bu çöken dünya tasarım dünyasıydı! William Graham, The Creed of Science (1881) adlı kitabında şunları yazıyordu: “Öyle görünüyor ki, Darwin en sonunda doğal teolojinin bu son ve fethedilemez kalesinin aşırı uç materyalistlerce düşürülmesine yardım etti”. 1873 yılında Columbia Üniversitesi rektörü Barnard, “Eğer organik evrim doğruysa Tanrı’nın varlığı imkânsız oluyor. Eğer bu son bilimsel bulgular insanın tarih sahnesinde gelip geçici olduğuna işaret edecekse ben daha fazla bilim istemiyorum. Tıpkı atalarımız gibi ben de cahil kalmak istiyorum” diyordu. İzleyen yıllarda buna benzer entelektüel umarsızlık çığlıkları hem Amerika hem de Avrupa’dan yükseldi.

İnsan önce gökyüzünü uzun süre izledi; bu gözlem sonucunda zamanın sonsuzluğunu ve uzayın sınırsızlığını gördü. Üzerinde yaşadığı gezegen birdenbire cüceleşiverdi. Şimdiyse, atalarının ağaçta yaşayan primatlardan olduğunu, uzun süren Tertiar çağ içinde ağaçtan yere indiğini ve yaşam savaşında neslini sürdürebilmek için taşları yonttuğunu öğrendi. İnsanın tüm başarıları bir anda unutuldu; incinen egolar depremlerle sarsılıyordu. Bridgewater Treatises felsefesi darmadağın olmuştu. Gazeteler, Türlerin Kökeni’ne lanet okuyan yazılarla dolup taşıyordu. Ancak iş işten geçmişti! Evrim hipotezini destekleyen kanıtlar sıradağlar gibi dizilmişti ve sıradağların fethedilemez gücü günden güne artıyordu.

 

Evrimin “yara izleri”ni taşıyoruz

  1. yüzyılın entellektüel havasındaki en önemli değişiklik, türlerin çevrelerine uyumlarının gözlenip anlaşılması konusunda yaşandı. İnsanlık, Darwin’le birlikte değişik bir dünya gözlemeye başladı. Aslında Darwin bu düşüncesini daha 1842 yılında yazdığı ilk Essay de geliştirmişti. Kendisinden önce Lamarck’ın yaptığı gibi dumura uğramış organlarla ilgileniyordu. Geçmişin yansıması olan bu organlar karşımıza, ortadan kalkmış ancak izi duran organ fosilleri, gövdeye kaynaklanmışcasına yapışmış kanat “bozuntuları”, acı çektirmekten başka bir işe yaramayan yirmi yaş dişleri biçiminde çıkıyordu. Canlı organizmada saklı, bir işe yaramayan organlar kümesi, tıpkı yüzyıllık çatıdaki atık eşyalar gibiydi. Bunun üzerine Darwin, “Bu duruma şaşmamak elde değil! Kanat uçmak için, diş ısırıp çiğnemek içindir; bundan daha açık bir şey olabilir mi? Ancak bu organların normal kullanımlarının gerçekleşmediği durumları gözlüyoruz” diye yazıyor.

Bu duruma en usa yatkın açıklama, tüm canlı türlerinin evrim geçirdiği gerçeğidir. Sonsuz zaman içinde türler bir çevreden bir başka çevreye kayarken biçimlerini ve özelliklerini de değiştiriyorlar. Ancak, geçişlere ilişkin izler günümüze de sarkıyor; atalarımızdan kalan “antikaları”, “eski eşyaları” “çatı katlarına” atıyoruz. Kısacası, yaşadığımız dünya yara ve berelerle dolu, kusurlu bir dünya; asla tamamen ayarlanamamış bir dünya, çünkü duragan değil, devingen! Oyun sürüyor, Sir Arthur Keith’in betimlemesiyle evrimin “yara izlerini” taşıyoruz. Sırtımız ağrıyor, vücudumuzda artık kullanmadığımız kaslar var; hiç de işlevsel olmayan kıllara sahibiz. Tüm bunlar başka bir dünyadan haber veriyor; başka bir oyunun oynandığı ve geçmişte kalan bir dünya. Gerçekten de değişimlere uğrayarak bugünlere geldik.

 

“Saatçı” yok edilmişti, ancak…

Darwin felsefi açıdan birçok başarı elde etti. Evrim sürecinin değişik yanlarına getirdiği yorumların doğruluğu zamanla görüldü, daha da görülecek. Kendisi bu bağlamda, “Ben, benden sonrakilerin otobana çevireceği bir patika açtım” diyerek düşünce dünyasındaki evrimci gelişmeyi de çarpıcı bir biçimde vurguladı. Bu görüş Progressionists akımın insan-merkezli romantik evrimci modelini yıktı. Darwin’in felsefesi insanı diğer varlıklarla birlikte, ikincil kuvvetlerin etkisi altında evrim geçiren sıradan bir varlığa indirdi. Onu mitolojik ve doğaüstü tuzaklardan kurtardı. Bacon, Ray, White gibi Parson Naturalist akımın tüm geleneğini yok etti. William Paley’nin “saat” (evren) ve “saatçı” (Tanrı) modeli yerini mekanik nedenlere bıraktı.

Eğer Türlerin Kökeni’ne veya bu kitap çevresinde gelişen tartışmalara bakacak olursak, Darwin’in, tasarım savını tasarım cephesinden yıkmadığını görüyoruz. O yalnızca “saat” ve “saatçı”yı yok etti! Darwin’in yakın çevresinde bulunan ve tanrı tanırlığa (theism) en yatkın olan Asa Gray, 1863 yılında Candolle’e yazdığı bir mektupta şunları söylüyor: “Darwin’in tasarım düşüncesini yadsıdığını biliyorum; ancak kuramını geliştirirken sürekli tasarıma ilişkin kanıtları sunuyor”. Aslında Darwin’in yalnızca belli türden bir tasarımı yokettiğini en erken duyumsayanlardan biri Asa Gray idi. Yıkılan “son tasarım”dı. Özel yaratılış tasarımı bir bitki veya hayvanın tüm zamanlarda geçerli olan belli bir amaç için yaratılışı demektir. Buna diğer bir deyişle “son tasarım” denir. Bu tür tasarım erken dönem doğal teologların savunduğu tasarımdı. Bunların sonuncusu Paley ve Bridgewater Treatises oldu. “Son” sözcüğü teologların sırtına müthiş bir yük bindiriyordu.

Tasarım fanatikleri “saatçı”nın amacını betimlemeye çalıştılar, ancak bu çabaları sonunda “saatçı”nın herhangi bir son amacının olmadığını gördüler! Dahası, sözünü ettikleri “saat”, kendi iç yapısının yeniden örgütlenmesiyle “saat” olmaktan çıkıp, kendi kendini yönlendiren bir pusulaya dönüşmüştü! Benzetme son derece açık! Evrimciler doğanın “kendi kendini oluşturan şeyler yaptığını” görmüştü. Ve böylece uzman bir “saatçı zanaatkâra” gerek kalmamıştı! Heyecan o denli yüksekti ki sorulması gereken soru ancak çok sonraları sorulabildi: “Doğa niçin ‘şeyler’e kendi kendilerini oluşturma izni veriyor?” Bu soru kuşkusuz bilimin yanıtlayamayacağı ancak felsefesini yapabileceği bir sorudur. Bilim son hücreye dek inip organizmayı tanıyabilir; belki birgün canlı organizmanın en temel yapı taşlarını da oluşturabilir. Ancak, “niçin?” sorusuna yanıt zaten aramıyor. Newton, çekim yasasıyla bir kütlenin bir başka kütleyi “niçin” çektiğini değil, “nasıl” çektiğini betimledi.

Darwin saflık derecesinde basit olan tasarım savına öldürücü bir darbe indirdi. Ancak, Thomas Huxley’in de ayırdına vardığı gibi, yaşamda, insanın anladığı anlamda bir son olmasa da hâlâ belli bir yöne doğru gidişten söz etmek olasıdır. Darwin sonrası yıllarda organizmik bir felsefenin gelişimine yardımcı olabilecek “ince” bir teleoloji geliştirilebilirdi. Canlı organizmanın işlevsel bir bütün olduğuna ilişkin Cuvier görüşü Darwin’in görüşünden çok daha iyiydi. İşlevsel bir organizmanın kararlılığı Cuvier’i derinden etkilemişti. Darwin ise değişimler kuramıyla ilgilendi. Bu değişikliğe neden olan süreçlerin peşine düştüğünden organizmanın iç örgütlenme yeteneğini gözardı etti. Bu konular gündeme geldiğinde, “gizemli korelasyonlar yasası” veya “karmaşık yasalar” gibi sözcük ve kavramlarla geçiştirdi. Bunun için Darwin’i suçlayamayız. Bugün bile bırakın bir organizmanın içinde süregelen sayısız etkinlikleri denetleyen “şey”in neliğinin anlaşılmasını, bir hücrenin bileşen parçalarının bile nasıl bir araya gelip kendi içinde etkinlik başlattığını henüz bilemiyoruz.

Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasından sonra dikkatler organizmanın dış çevreyle olan savaşımına yöneldi. Canlı organizmanın en gizemli yanları bir kenara bırakıldı. Örneğin, “Organizmanın iç dizgeleri nasıl denetleniyor ve bir düzene konuyor?” sorusu yanıtlanmadı. Darwin çevreye uyum ve değişikliklerle ilgilenirken Cuvier sınıf ve phyla’ların kararlılıklarıyla ilgileniyordu. Her ikisi de derin görüşe sahip doğabilimcisiydi. Eğer bu iki ayrı yetenek bir tek bedende buluşmuş olsaydı, daha sonraki yıllarda yaşanan kafa karışıklığı yaşanmayabilirdi. İnsan ömrü sınırlı; güçlü bir us kendi ilgi alanını izlerken izleyicilerini uzun yıllar başka yönlere kaydırabiliyor. Lamarck’ı dikkate almayan Cuvier de, Cuvier’nin organizmik yanını dikkate almayan Darwin de başka yollarda birazcık yitip gittiler.

 

Birlikte uyum sağlama

Peki, tasarım değilse ne? Doğal seçilim! Darwin doğal seçilim benzetmesinde (metaforunda) birbirinden bağımsız en az üç kavramı bir araya topluyordu: 1) Türlerin birbirine bağımlılığı, 2) şans ve 3) rekabet.

Şans kavramından Darwin’in ne anladığına geçmeden önce, “Doğal seçilim diyorsunuz da, seçen kim?” sorusunun yanıtını Darwin’in nasıl yanıtladığını hemen belirtelim: “İnsandan sonsuz kez daha zeki, ancak herşeyi bilen yaratıcı değil!” (Infinitely more sagacious than man but not omniscient Creator). “Şans” sözcüğü Darwin’in kullandığı sözcükler içinde en çok kafa karıştıranı olmuştur. “Şans” kavramıyla ilgili basılı görüşleri iki zıt uçta incelenebilir. Bir yanda, “şansı herhangi bir şeyin nedeni olarak görmenin doğru olmayacağını, böylesi bir dilin, olayın nedenine ilişkin bilgi sahibi olmadığımız anlamına geleceğine” değiniyor. Diğer yandan, bazı olayların ‘raslantısal’ (accidental) olduğuna ilişkin açık ve uzunca pasajları vardır (Variation II, s. 431). Raslantısal olaylar iki veya daha fazla nedensellik zincirinin kazayla kesişmesidir. Bu iki kullanımdan birincisi, basılı eserlerinde daha çok kullanılmıştır. Ancak “şans” kavramı erken notlarında ve el yazmalarında daha sıkça kullanılmıştır. Daha sonra bu “şans” kavramının bırakılışının nedeni bilinmiyor! Kavram, Darwin kuramında en başından beri önemli bir yer tutmuştur.

Bu nedenle Darwin’in “şans” sözcüğü konusundaki kararsızlığını dikkatle incelemeliyiz. “Şans” sözcüğünün belirsizliği kuşkusuz olayın “nedeni”nin belirsizliğiyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Darwin herbir organik değişimin (modification) kendine özgü, tam ve yeterli bir nedeninin olacağı, birbirine benzer 100 farklı ortamda 100 kez gerçekleştiğinde 100 kez birbirine denk sonuçlar vereceği konusunda diretmiştir.

Darwin’in “şans”, “zorunluluk” ve “tasarım”a ilişkin görüşlerini basılı eserlerinde bulabiliriz. The Variation of Animals and Plants under Domestication adlı çalışmasının sonundaki betimlemeden (allegory) anlayabiliriz. Bu betimlemede, bir heyelanın dibinde bulunabilecek değişik şekil ve boyutlardaki taşlarla bir bina yapmaya çalışan mimar kullanıyor. Binanın yükselmesi evrimci diziyle karşılaştırılmıştır. Her ikisi de (değişik boyut ve şekildeki taşlar ve organik değişiklikler) nedensellik bağlamında belirlenmiş ve nedensellikle açıklanabilen olaylar dizisidir. Ancak, heyelanın dibindeki kayaların parçalanma nedenleri veya yasaların dizelgesini yaptığımızda hem bir dizi yasanın hem de mimar tasarımının varlığını işaret edebilecek bir tek kuramsal çerçeve yoktur. Darwin bir yanda organik değişikliklerin nedenleri, diğer yanda da üretken bir neslin ortaya çıkma şansını belirleyen seçici kuvvetleri benzer biçimde birbirinden ayırdı.

Bu betimlemeyle doğada gerçek anlamdaki şans olaylarının ne herşeyi kucaklayan Laplace’cı belirlenebilirlikle (determinism) ne de herşeyi kucaklayan ilahi tasarımla açıklanabileceği iletisini veriyordu.

Evrim hipotezinin utkusu, istatistiksel olasılığı devasa boyutlarda düşük ancak varlığı tartışılmaz olan uyumu (adaptation), doğaüstü veya bilinemez veya gizemli güçlere başvurmaksızın açıklamasında yatar. Dirimbilimciler uyumun varlığının tartışmasız oluşunu veya “tartışmasız uyum”u, şans eseri oluşamayacak denli karmaşık (complex) uyum olarak tanımlar. Bu durumda, bir kuram, herhangi bir olguyu açıklarken nasıl olur da “kör” fiziksel kuvvetlere başvurabilir? Darwin’in yanıtı son derece yalın: birlikte uyum sağlamış olan (coadapted) parçaların bir araya gelişi ansızın olmamıştır. Bu parçalar küçük aşamalarla bir araya gelmiştir. Bu aşamalar gerçekten de çok küçük olmalıdır. Eğer böyle düşünmezsek, başa döner ve “karmaşıklığı devasa boyutlarda olan yapının şans eseri oluşma olasılığı devasa boyutlarda düşüktür” biçimindeki yanlış saptamaya takılır kalırız.

Richard Dawkins “Universal Darwinism” adlı makalesinde şunları yazıyor: “Bir organ olarak göz’ü düşünelim. Göz’de çok sayıda (bu sayıya N diyelim), bağımsız olarak birlikte uyum sağlamış parça vardır. Bu N sayıdaki parçadan herhangi birisinin varlığa yükselmesiyle ilgili a priori olasılık (*) imkânsız düzeyinde olmasa da çok düşük bir olasılıktır. Bu olasılığı, deniz kıyısındaki kristal bir çakıl taşının zamanla mercek biçimine cilalanması olasılığına benzetebiliriz. Herhangi bir parçanın uyumu “kör” fiziksel kuvvetlerle gerçekleşmiş olabilir. Eğer birlikte uyum sağlamış olan N parçadan herbiri kendi küçük katkısını sunarsa, N parçadan oluşan bu organ uzun bir zaman aralığında ortaya çıkabilir. Bu duruma en iyi örnek, yaratılışçıların tapınağının şeref madalyası sahibi olan gözdür. Gözün bir parçası gözün yokluğundan daha iyidir: örneğin, merceği veya gözbebeği (pupil) olmayan bir göz, üzerine gölgesi düşmüş olan düşmanını hâlâ algılayabilir.

“Uyum sağlayan karmaşık yapıya Darwin’in getirdiği açıklama, ansızın, raslantısal, çok boyutlu şans yerine, aşama aşama, şans niteliğini yitirmiş şans biçimindedir. Uyum sürecine şans kesinlikle bulaşıyor. Ancak, şansı büyük adımlar biçiminde paketleyip sunan kuram, şansı küçük aşamalar biçiminde daha geniş bir zaman aralığına yayan kuramdan daha inanılmaz bir kuramdır. Bu durum bizi evrensel dirimbilimin genel ilkesine götürür. Evrenin her neresinde olursa olsun, uyum gösteren karmaşık yapılar büyük ve ansızın gerçekleşen değişimlerden değil, bir dizi küçük değişimlerden oluşacaktır.”

 

Tasarımın ölçütü yok. Peki, evrimin ölçütü?

İlerleme, evrim, vb. kavramların nicel ölçütlerini veremezsek bu kavramlar soyut felsefi kavramlar olarak kalır. Oysa bilimin amaçlarından birisi geliştirdiği kavramları somuta indirgemektir. Bilgi, teknoloji aracılığıyla somuta indirgenir ve insanlığın hizmetine sunulur.

Evrenin evrimini, insanı da kapsayacak biçimde, en geniş anlamda tanımlamamız gerekirse üç alandan sözetmeliyiz: Evrim, 1) ussal olarak, kişinin tasarım gibi dinsel öğretilerin ve metafiziğin dumura uğratıcı etkilerinden olan uzaklığıyla; 2) özdeksel olarak artan erke (enerji) akısıyla ve 3) toplumsal olarak, varolanı değiştirme savaşımına etkin ve örgütlü katılımıyla ölçülür.

 

(*) a priori olasılık: örnek uzayındaki eleman sayısı bilinen olasılık hesaplaması için kullanılır. Örneğin, yazı-tura deneyinde örnek uzaydaki eleman sayısı 2; zar atma deneyinde, 6… a priori olasılık kavramının önemi aminoasit kombinasyonlarının oluşma olasılığının oldukça küçük olduğundan yola çıkılarak evrenin bir ilahi güç tarafından “tasarlandığı” savında görülür. Denge durumundan uzak koşullarda, Boltzmann’ın düzen ilkesinin temelini oluşturan değerleri önceden belirlenmiş olasılık kavramı (a priori probability) geçerli değildir. Kararsız dizgenin alabileceği durumlara önceden eşit olasılılıklar biçen hipotezi kullanarak complexion sayısını hesaplamak “yaratılışçılar”ı saçma sapan savlara götürüyor.

 

KAYNAKLAR

1) Edward Manier, The Young Darwin and His Cultural Circle, D. Reidel Pub. Co., Dordrecht, 1978.

2) Loren Eiseley, Darwin’s Century, Anchor Books, 1961.

3) Richard Dawkins, “Universal Darwinism” in D.S. Bendall(ed.), Evolution from Molecules to Men, CUP, Cambridge, 1985.

4) Ilya Prigogine, Isabelle Stengers, Order Out of Chaos, Flamingo, 1984.

5) Bertrand Russell, A History of Western Philosophy, Simon & Schusler, NY, 1964.

 

 

 

Önceki İçerikHomeopatik grip ilacı!
Sonraki İçerikPythagoras: sayıların filozofu