Ana Sayfa 61. Sayı Yazının insan bilincine etkileri

Yazının insan bilincine etkileri

2647

Dil, ses, jest ve mimikler birbirine bağımlıdır. Binlerce yıl önce birbirinden bağımsız olarak kimi toplumlar, bu ses, jest ve mimiklerle vücut bulup konuşulan dili, semboller kullanarak kopyalamaya, saklamaya ve iletişim aracı olarak kullanmaya başladılar. Ancak yazı yalnızca konuşmayı kopyalamaz; dil kullanımının doğasını da değiştirir. Bu yazı, okuryazar toplumlarda oluşan bilişsel değişimler ve okuryazar topluluklarda yaşayan bireyler ile sözel kültürlere mensup bireyler arasındaki bilişsel farklılıklar üzerine.

 

Dünya yüzeyinde konuşulan binlerce (yaklaşık 6600) dilden bilinebildiği kadarı ile yalnızca 106 tanesi yazıya bağlanmıştır. Günümüzde halen konuşulan 3000 dilden ise yalnızca 78 tanesinin yazılı edebiyatı vardır. (1) Jack Goody, Yaban Aklın Evcilleştirilmesi adlı çalışmasında, yazının, yalnızca konuşmayı zaman ve uzam içinde korumasından dolayı değil, bu esnada konuşmanın kendisini de değişime uğratarak, konuşmanın unsurlarını soyutlaştırıp ve doğal olarak geriye dönük gözden geçirmeye yardımcı olduğundan dolayı da çok önem taşıdığını belirttikten sonra, “Bu şekilde gözle iletişim, insanlar için sözlü iletişimden farklı bir bilişsel potansiyel meydana getirir” (2) iddiasında bulunur. Goody dilin kullanımına yazının etkisinin, yazının kullanımına dilin etkisinden çok daha önemli olduğunu savunur. Birisi yazının yokluğunda diğeri ise yazının varlığında yaygın olan iki sözlü durumun (sözel kültür yapısının) olduğunu belirttikten sonra, şu önemli saptamayı yapar: “Bu iki durum sırf yazı konuşmaya başka bir boyut eklediği için kesin bir farklılık taşımaz; yazı sözel iletişimin doğasını da değiştirmektedir. Aşırı bir durumda yazılı dil, konuşulan dilin yokluğunda var olabilir. Onu zamana karşı korur.” (3) Goody, burada aşırı bir durum olarak Latince veya klasik Çince gibi yalnızca yazılı olarak var olmaya devam eden, ancak konuşanı olmayan dilleri örnek vermektedir. 

Dil, ses, jest ve mimikler birbirine bağımlıdır. Binlerce yıl önce birbirinden bağımsız olarak kimi toplumlar, bu ses, jest ve mimiklerle vücut bulup konuşulan dili, semboller kullanarak kopyalamaya, saklamaya ve iletişim aracı olarak kullanmaya başladılar. Ancak yazı yalnızca konuşmayı kopyalamaz; dil kullanımının doğasını da değiştirir. Bu yazının konusu, yazının yaygın kullanıma girdiği okuryazar toplumlarda oluşan bilişsel değişimler ve okuryazar topluluklarda yaşayan bireyler ile sözel kültürlere mensup bireyler arasındaki bilişsel farklılıklar üzerinedir. Yazının kullanımı sonucunda, iletişimde kullanılan sözcükler, silinip giden işitsel sinyallerden çok, süreklilik kazanan nesneler haline gelir. Bu arada konuşma eyleminin ve konuşulan içeriğin yazı içinde maddeleştirilmesi, konuşmanın geriye dönük incelenmesine, tekrardan işlenmesine ve çeşitli biçimlerde yeniden düzenlenebilmesine olanak tanır.

Konuşmanın yazı yoluyla kaydedilmesi, bireylere sözcükleri açık bir biçimde ayırma, sözcük sistemleri oluşturma ve kıyasa dayalı akıl yürütme olanağı sağlar. Kıyasa dayalı akıl yürütme, sözel iletişimden çok daha belirgin biçimde yazıyla ilgilidir. Örneğin, düzeltme, sözlü anlatımın inandırıcılığını sarsarken, yazılı olanda olumlu etkide bulunur. Yazı yoluyla fikir öne süren kişi iddiasının sağlamlığına delil olarak sağlam tanıklıklara ya da yazılı onam görmüş diğer metinlere gereksinim duyar. Ayrıca, Jan Assmann’ın da Kültürel Bellek adlı yapıtında belirttiği gibi; “Sözlü aktarıcının aksine yazar, topluma sunduğu metinden sorumludur ve bu metni, yeni, o zamana kadar söylenmemiş bir bilgi ile meşrulaştırmak zorundadır.” (4) 

 

“Neyi saymamı istiyorsunuz?”

Jack Goody, 1970 yılında Kuzey Gana’da LoDagaa’da bir süre kalır. Bu dönemde okula gitmemiş çocukların çok sayıda denizkabuğunu kendisinden çok daha hızlı ve doğru bir şekilde sayabildiklerini ancak çarpma işlemi söz konusu olduğunda aynı başarıyı gösteremediklerini gözlemler. Çarpma işlemine aşina olduklarını, ancak daha karmaşık dört işlem gerektiren hazır bir çizelgeyi kafalarında oluşturmadıklarını belirtir. Bunun nedeninin aslında basit olduğunu, “çizelge” kavramının “sözel” kültür aritmetiğine ancak yazılı bir yardımcı unsur olarak düşünülebileceğini belirtir. Bu karşıtlığın çıkarma ve bölme işlemi söz konusu olduğunda daha da belirgin hale geldiğini söyler. Çıkarma işleminin konuşma ile tasarlanabilir olduğunu, ancak bölme işleminin tamamen bir yazı tekniği barındırdığını belirtir. Matematik ile yazı ilişkisi bu düzlemde izlenebilir. Sözel ve yazılı kültürler karşılaştırıldığında, matematik işlemler arasındaki fark, akla ya da düşünce yapısına değil, iletişimsel eylemin mekaniğine ait bir farktır.

LoDagaalar denizkabuklarını saymak için pratik bir “kabuk sayma” yöntemi oluşturmuşlardır. Ancak Goody işlemin göreli somutluğu üzerine ayrıca vurgu yapar. Goody birisine bir şeyi saymasını söylediğinde aldığı yanıt, “Neyi saymamı istiyorsunuz?” olmuştur. Çünkü farklı nesneler için farklı sayma yöntemleri geliştirilmiştir. İnekleri saymak, kabukları saymaktan farklı bir şeyi ifade etmektedir. Okuryazar olmayan toplumların gerçekleştirdikleri işlemlerin büyük oranda somut olduğu izlenmektedir. Goody’nin belirttiği gibi LoDagaalar hem inekleri hem de kabukları saymak için soyut sayısal sistemlere sahipler, ancak bu soyut kavramları kullanma yöntemleri günlük hayat pratiklerinden kaynaklanır. (5)

 

Okuryazarlık düşünme sürecini kökten değiştiriyor

Sözlü kültürlerde kavramların soyutluğu asgari düzeydedir, çünkü kavramlar duruma göre işlevsel ilişki çerçevesinde kullanılırlar ve bu çerçeve de insan yaşamına yakındır. İşlevsel düşünce üzerine A. R. Luria’nın Cognitive Development: Its Cultural and Social Foundations (Bilişsel Gelişme: Kültürel ve Toplumsal Temelleri, 1976) kitabından bu savı destekleyen kanıtlar bulabiliriz. Luria 1931-32 yıllarında Özbekistan ve Kırgızistan’ın ücra köşelerinde hiç okuma yazma bilmeyen ve biraz okuma yazma bilenler arasında bir araştırma yapar. Bu kitap araştırmanın sonlanmasından 42 yıl sonra Rusça, bundan iki yıl sonra yani 1976 yılında İngilizce olarak yayımlanır. Carothers tarafından (1958) yapılan çalışmanın sonuçları da, Luria’nın sonuçları ile uyuşmaktadır. Düşünce sürecinin kökten değişmesine yalnızca orta derecede okuryazarlık bile yetmektedir. Luria’nın, Ong’un kitabında yer alan ve aşağıdaki satırlarda özetlenmeye çalışılan bulguları oldukça ilginçtir: (6)

Okuma yazması olmayan denekler, geometrik şekilleri hiçbir zaman soyut isimleriyle (daire, kare gibi) tanımlamamışlar, bunun yerine gösterilen şekilleri nesne adları vererek tanımlamışlardır. (Örneğin daireye tabak ya da kareye kayısı kurutma tahtası gibi.) Daire, kare gibi soyut nesnelerle ilgilenmemişler, bunları sürekli somut nesneler olarak ele almışlardır. Orta derecede okuryazar olanlar ise soyut kavramları kullanmıştır.

Üçü aynı kategoriye giren dört ayrı nesnenin resmi (örneğin çekiç, testere, kütük, el baltası gibi) gösterilip benzer olanları veya tek grupta toplanabilecek olanları bir araya getirmeleri istendiğinde, okuryazar olmayanlar ısrarla bunu yapmak istememişler, bu nesneler grubuna pratik açıdan yaklaşarak yanıtlar vermişlerdir. Okuryazar olmayan 25 yaşındaki bir denek, “Hepsi bir. Testere kütüğü keser, balta ufak parçalara böler. Bunlardan birini ayırmam gerekirse baltadan vazgeçerim; nasıl olsa testere kadar yararlı değil” şeklinde yanıt vermiştir. Grup içindeki aletlerin -çekiç, testere ve el baltası- bir grup oluşturduğu söylendiğinde ise bu sınıflandırmayı reddeden denek, kendi somut yaşamsal koşulları içinde düşünmeye devam ederek, “Evet, ama aletim olsa da aletimi kullanacak kereste yoksa, alet ne işe yarar ki?” demiştir. Ünlü antropolog Bronislaw Malinowski “Sözlü kültüre bağımlı (“ilkel”) insanlar, kendi yaşamları için gerekli olan her çiçeğe, ağaca ayrı ayrı isim verir, ancak işlerine yaramayan orman ürünlerini önemsemeyip ‘bu çalı’, ‘bu uçan bir hayvan’ deyip geçerler” diyerek benzer gözlemini dile getirmektedir.

Luria’nın okuryazar olmayanların mantıksal karşılaştırma ve dolaylı çıkarımlara varmaya karşı tepkilerine ilişkin deneyleri oldukça dikkat çekicidir. Okuma yazma bilmeyenler, düşüncelerini, kendilerine oldukça donuk gelen salt mantık kalıplarına sokmaya yanaşmazlar. Bu nedenle tümdengelim yöntemlerine başvurmazlar. Bu yöntem çekici değildir, iki önermeyi birleştirip üçüncü bir önermeye ulaşmak bir çeşit zekâ oyunudur, ancak pratik hayatta karşılaşılan somut sorunlar, kurulmuş mantık ve zekâ oyunları ile çözümlenemez.

Örneğin, “Değerli madenler paslanmaz. Altın değerli bir madendir. Paslanır mı paslanmaz mı?” Bu soruya verilen yanıtlardan tipik bir örnek: “Acaba değerli madenler paslanır mı, paslanmaz mı? Altın paslanır mı paslanmaz mı?”

Bir diğer soru: “Karla kaplı kuzeyde bütün ayılar beyazdır. Novaya Zembla kuzeyde ve karlıdır. Ayılar ne renk olur?” Bu soruya verilen tipik bir yanıt ise şöyle: “Ne bileyim. Ben hep kara ayı gördüm. Başka renk ayı görmedim. Her yerin ayısı başka türlüdür.” Yanıt kendi içinde mantıklı. Ayının rengi ancak gerçek anlamda görüldüğünde anlaşılır. Günlük hayatta kutup ayılarının ne renk olduğu ne önem taşır ki? Hem bahsedilen yerdeki tüm ayıların beyaz olduğunu soruyu soran kişinin bildiğinden nasıl emin olabilirsiniz ki? Biraz okuma yazma bilen bir denek ise soruya “Sizin sözlerinize bakılırsa, tüm ayıların beyaz olması gerek” diye yanıt vermiştir. Bu yanıt, deneğin biçimsel yapıların farkında olduğunu, birazcık okuryazarlığın bile onu sözlü kültürden uzaklaştırdığını göstermektedir.

 

Gerçek yaşam ortamı, tanımından daha değerli

James Fernandez (1980), Michael Cole ve Sylvia Scribner’in (1973) Liberya’da yaptıkları çalışmalardan alıntılar yaparak, önermeleri birleştirerek yeni bir çıkarım ya da önermeye varmanın kendi kendisi ile sınırlı olduğunu ve sonuçların kendi önermelerinden türetildiğini belirtir. Okuryazar olmayan kişiler bu kuralı tanımaz, önerme alanı aşılır ve verilen önermeler hemen yaşam koşullarına uyarlanır. Mantık yazı temeline dayanır ve mantık yoluyla çıkarımlara varmak, bir metin gibi değişmez soyutlanmış bir düşünme biçimidir. Örneğin bilmeceler sözlü kültüre aittirler, ama çözüm sözlerin ötesinde yatar.

Araştırmada okuryazar olmayan denekler en somut nesnelerin tanımlanması isteğine bile karşı çıkmışlardır. “Ağaç nedir?” sorusuna “Ne gerek var ki? Herkes ağaç nedir bilir, benim söylememe hacet yok” şeklinde yanıtlar alınmıştır. Burada denek kendi açısından haklıdır. Çünkü Ong’un ifadesi ile, gerçek yaşam ortamı, tanımından daha değerlidir.

“İki kelime ile ağacı nasıl tanımlarsın?” sorusuna ise “İki kelimeyle mi? Elma ağacı, karaağaç, kavak” şeklinde yanıtlar verilmiştir. “Hiç araba olmayan bir yere gittin diyelim, oranın halkına arabayı nasıl tarif edersin?” diye sorulduğunda ise, “Eğer o arabasız yere gidersem, otobüsler dört bacaklı, önünde sandalyeleri olan, gölge olsun diye tepesi örtülü ve motorlu derim. Ama arabanın tam ne olduğunu bilmek isteyene ‘arabaya bir bin dolaş ne olduğunu anlarsın’ derim” şeklinde bir yanıt alınmıştır. Görüldüğü gibi, birkaç özellik tanımlandıktan sonra, tanım için kişisel deneyim ve duruma görelik esasına göre yanıt verilmeye çalışılmıştır.

 

“Beni başkalarına sor”

Okuryazar olmayan kişiler kendilerini tahlil etmede de zorluk yaşamışlardır. Kendini tahlil için duruma göre düşünme biçiminin yıkılması gereklidir. Zira bu tahlil için, merkez olan benliğin, söz konusu durumun merkezi olmaktan çıkması gerekir. Uzun sohbetten sonra Luria kişiye, kişiliğini ve huyunu sorar. Sorulara verilen yanıtlarda dış bilgiler ağırlık kazanmaktadır. Israrla benlik bilgileri sorulduğunda ise yanıtlar “biz” şeklinde grup değerlendirmesine dönüşür, başkalarından (dinleyiciden) beklenilen tepkiye göre özetlenir. Örneğin, 36 yaşındaki bir köylünün yanıtı tipik: “Kendi gönlümü ben sana nasıl söyleyeyim? Başkalarına sor; onlar beni sana anlatsın. Ben kendimi anlatamam.”

Ong’un yorumuyla “Sözlü kültürler, salt düşünceden değil, metin tarafından biçimlendirilmiş düşünceden kaynaklanan geometrik şekiller, soyut kategoriler, kalıplaşmış mantıksal irdeleme süreçleri, tanımlamalar, hatta ayrıntılı tasvirler veya ince benlik tahlilleriyle ilgilenmezler.”

Sözlü kültür halkı, insan zekâsını ders kitaplarından alınmış sorularla değil bir işlem bağlamında değerlendirir. Gladwin’in incelediği Güney Pasifik Pulawat Adası halkı denizcilerine büyük saygı duyar; ancak bu saygı, oldukça karmaşık ve beceri gerektiren bir işi yapan saygın denizcilerinin ‘zeki’ olmalarından değil, iyi gemici olmalarından kaynaklanır.

Yazıyı içselleştirmiş insanlar yazı yazmakla kalmaz, konuşma biçimleri de okuryazar konuşması olur; başka bir deyişle sözlü anlatımlarının düşünme ve sözelleştirme biçimleri bile, değişen derecelerde yazma bilmeselerdi bilemeyecekleri bir düzene sokulur. Okuryazarlar kendi biçimlerine uymadığı için sözlü geleneğin düşünce düzenini saf ve basit olarak niteler. Ancak sözlü düşünce biçimi de oldukça karışık, ince ve kendi tarzında aydınlatıcıdır. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, sözlü düşünceye yönelik bu önyargı yüzünden insanlar yüzyıllarca Homeros destanlarının üstün yönlerinin ancak yazı yolu ile yaratılmış olduğu yanlış kanısına kapılmışlardır, oysa bu destanlar sözlü kültürün ürünüdür.

 

Anımsama süreci

Yazının varlığının, bireyin ilgilendiği veri türünü ve bu veriyi işlemek için kullandığı zihinsel yapılanmayı değiştirdiğini belirten Goody, “Yazının sadece anımsama türünü değil anımsama yeteneğini de etkilediğine inanıyorum; alfabe işitsel sıralama olanaklarını billurlaştırarak güçlü bir sınıflandırma biçimini olanaklı kılmaktadır. Aynı şekilde görünürlüğü ve belirliliği artıran liste bireyin depolama yapmasını ve özellikle anımsama için çok önemli olan bilginin hiyerarşik sınıflanmasını kolaylaştırmaktadır. Eğer durum buysa insan kültürleri alanına uyguladığımız testlerin sonuçlarını ve önemini yanlış anlama tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Bunlar yazılı toplumlarda hiçbir şekilde önemsiz değildir; bu toplumların etkinliklerinin çoğu bu tür işlemlere dayanır. Fakat bunlar, bu tür bir etkinliğe daha az alışık ve de bunun getirdiği kayıp ve kazançlara katılmayan sözlü toplumların üyeleri için oldukça ilgisiz görünür” diye devam etmektedir. (7) Goody yukardaki satırlarda ayrıca, yazıya dayalı toplumlarda bu toplumların bireyleri için geliştirilmiş kültürel testlerin sözel toplumlarda yaşayan bireyler için neden yanıltıcı sonuçlar verebileceğinin de altını çizmektedir.

Sözel toplumların anımsama araçları ve anımsama süreçleri yazıya dayalı toplumlardan farklıdır. Assmann, “Sözlü anlatılardaki anımsama, yazılı kültürlerdeki anımsama tarzlarına benzer biçimde, iletişimsel ve kültürel – gündelik ve törensel olarak ayrılır. Sözlü tarih yöntemi yazısız kültürlerde daha zor kullanılır. Sözlü olarak iletilen tarihsel bilgilerin içeriğinden, kültüre ait olanların yani gündelik deneyime dayanmayan anımsamaların ayıklanmasının öğrenilmesi gereklidir. Kültürel bellek yazı ile daha fazla ilgili olduğundan, yazılı kültürlerde bu ayrım daha belirgindir. Yazısız kültürlerde kültürel bellek yalnızca metinlere dayanmaz. Danslar, oyunlar, gelenekler, maskeler, resimler, ritimler, yeme-içme, giysiler, dövmeler, takılar, silahlar vb. şeyler yoğun olarak grubun kendini canlandırmasının, kendine güvenini artırmasının törensel biçimlerine dahil olurlar” diyerek bunu belirtmektedir (8).

Yazılı bir kelime tam olarak konuşmanın yerine geçemez; aynı şekilde konuşma da jestlerin yerine geçemez. Yüz yüze ilişkiler içindeki grupların aslında yazıya çok fazla ihtiyacı yoktur. Yazının akrabalık ilişkilerine de doğrudan bir etkisi olmadığı anlaşılmaktadır. Akrabalar arasındaki ilişki büyük oranda sözlü, bazen de sözsüz biçimde yürütülür. Ong’un belirttiği gibi, ikincil sözel kültür de -yani elektronik teknoloji, cep telefonu, radyo, televizyon, ses kayıt araçları- birincil sözel kültürlere benzer. Dinleyiciler arasında birincil sözlü kültüre benzer şekilde güçlü bir grup bilinci yaratır. Ancak bu yeni sözlü kültür daha amaçlı ve bilinçlidir; araçların işleyiş ve kullanımı için gerekli olan altyapıyı yazı ve matbaa oluşturur

 

Yazıya geçmek için bilişsel evrim gerekmez

Bu noktada olası bir yanlış anlamanın önüne geçmekte yarar var. Sözel toplumlar yazı kullanmaya başlamak için belirli bir bilişsel evrim sürecine gereksinim duymazlar. Yazıyı kullanma gereksinimi Ong, Goody ve Diamond’un da belirttikleri gibi toplumun bilişsel yapısı ile değil, toplumun sosyoekonomik yapısı ve katmanlaşmasıyla ilgilidir. Bilişsel evrim açısından bakıldığında, sözel toplumlar da yazıyı kullanan toplumlar kadar duyarlı ve yetkindirler. Sözel kültür toplumları yazının kendilerine yarar ve fayda sağlayacağını gördükleri an hiçbir zorluk çekmeden yazılı kültüre geçebilecek, hatta kendi kendilerine tamamen orijinal bir yazı sistemi geliştirebilecek bilişsel kapasiteye zaten sahip olan topluluklardır. Örneğin, 19. yüzyılın ilk yarısında Batı Afrika’da kimi toplumlar yazının ve okuryazarlığın Avrupalılara ve Araplara getirdiği kimi olanakları görerek kendileri bağımsız bir alfabe ve yazı tekniği geliştirmiştir. Liberya ile Sierra Leone sınırında yaşayan Vai halkının bu şekilde gelişmiş, tamamen kendilerine özgü bir yazı sistemi vardır. (9)

Arkansas’ta 1800’lü yılların başlarında İngilizce bilmeyen ve okuryazarlığı olmayan Sequoyah isimli demircilik yapan bir Çeroki, beyazların kâğıt üzerine kimi işaretler çizdiklerini, konuşmaları bu işaretlerle kayıt edip daha sonra kullandıklarını görür. Sequoyah önce, demircilik yaparken alacaklarını izlemeyi kendisi için kolaylaştıracak bir hesap tutma sistemi geliştirir.  Daha sonra 1810 yılında Çeroki dili için bir yazı sistemi oluşturmaya karar verir. Sonunda Sequoyah’ın oluşturmayı başardığı Çeroki heceli yazısını dilbilimciler da dahil olmak üzere gören herkes beğenir. Bu yazım tekniği ile çok kısa zamanda Çeroki halkının tamamı okuryazar olur. Sonrasında Çerokiler Sequoyah’ın alfabesini matbaa harflerine dönüştürerek gazete, dergi ve kitap basımına başlarlar (10).

MS 1443 yılında Kore Kralı Sejong, Çin yazısının bloklardan oluşan genel biçeminden ve Tibet ya da Moğol Budist yazısının alfabe ilkelerinden faydalanarak Kore dili için han’gul olarak isimlendirilen bir yazı tekniği ve alfabe geliştirmiştir. Bu işlem Sjong’un görevlendirdiği bilim insanlarınca 3 yıl içinde gerçekleştirilmiştir. Bu yeni alfabeyi önce sıradan insanlar sahip çıkıp benimsemiştir; elit kesim ise uzun yıllar boyunca inatla Çince karakterleri kullanmaya devam etmiştir. Sejong, etkilendiği öncül yazı tekniklerine ek olarak geliştirdiği yazı sisteminde, harflerin biçimlerini, harfleri heceler yoluyla kare bloklar şeklinde gruplandırmayı, birbirleriyle ilişkili ünlü veya ünsüz sesleri gösterebilmek için ilişkili harf biçimleri kullanmayı ve dile has diğer kimi yenilikleri kendisi icat etmiştir.  Benzer şekilde MS 4. yüzyıl civarında İrlanda ve Britanya’da yer alan Kelt yerleşim bölgelerinde kullanılan ogham alfabesi de çevre alfabelerden esinlenilerek oluşturulmuş ancak kendine özgü yeniliklere sahip bir yazı tekniğidir. (11, 12)

Yazımı söylenebilecek ve yazılabilecek birçok şeyi çok az ve öz bir şekilde ortaya koyan Ong’un sözleri ile bitirmek istiyorum: “Düşünce süreçlerimizi şekillendiren metinlerden kurtulamayız, ancak metinlerin zayıf noktalarını anlayabiliriz. Yazı (l’ecriture) da, sözlü kültür de, kendilerine göre ‘ayrıcalıklı’dır. Metincilik olmadan sözlü kültürün varlığı ve özellikleri belirlenemez bile; sözlü kültür olmadan da metincilik oldukça kapalı kalır ve yorumuna büyü havası veren karanlık perdesi aralanamaz; bu da bilgilendirici olmadığı zaman bile, insanın aklını sürekli kurcalar durur. (13) … Bilincimizin evrimi için hem sözlü kültür, hem de sözlü kültürden doğan okuryazarlık gereklidir.” (14)

 

KAYNAKLAR ve DİPNOTLAR

1) Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi, Çev. Sema Postacıoğlu Bonan, Metis Yayınları, 1995, s.19.

2) Jack Goody, Yaban Aklın Evcilleştirilmesi, Dost Kitabevi Yayınları, Çev. Koray Değirmenci Nisan 2001, s.145.

3) Age., s.93.

4) Jan Assmann, Kültürel Bellek, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, 2001, s.294.

5) Jack Goody, Yaban Aklın Evcilleştirilmesi, s.22- 23.

6) Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür Sözün Teknolojileşmesi, s.66-73.

7) Jack Goody, Yaban Aklın Evcilleştirilmesi, s.127.

8) Jan Assmann, Kültürel Bellek, s.62.

9) Jack Goody, Yaban Aklın Evcilleştirilmesi, s.28.

10) Jared Diamond, Tüfek Mikrop ve Çelik, Çev. Ülker İnce, TÜBİTAK, Ekim  2002, s.293- 294.

11) Age, s.295.

12) Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür Sözün Teknolojileşmesi, s.112.

13) Age, s.198-199.

14) Age, s.205.

 

 

 

Önceki İçerikFelsefe, siyaset ve güncellik üzerine…
Sonraki İçerikAldatmaca