Ana Sayfa 62. Sayı Campanella’dan Galileo Savunusu

Campanella’dan Galileo Savunusu

Kapak Dosyası

826

1616 yılında tam da Katolik Kilisesi Kopernikçiliği mahkûm eden önemli kararını vermekteyken yazılmış bu kitabın konusu, Tommaso Campanella’nın Galileo davasında düşünce özgürlüğü için yaptığı olağanüstü savunmadır. Campanella “Savunu”yu yazdığı dönemde sapkınlık ve komploculuk suçlamasıyla çarptırıldığı ceza sonucu on yedi yıldır Engizisyon zindanlarında yatmaktaydı. Campanella Güneş-merkezli evren modelini henüz şüpheli ve ispata muhtaç buluyordu. Ama Galileo’nun fikirlerini özgürce geliştirmesine, tartışabilmesine ve yayımlamasına izin verilmesi yönünde kesin bir kanaate sahipti. Cezaevinde en ağır koşullarda ve kişisel olarak büyük bir tehlikeye göğüs gererek yazılan Galileo Savunusu, Galileo’nun kiliseyle çatışmasının özgünlüklerinin çok ötesinde düşünce özgürlüğü için bir yakarış oldu.

Galileo olayı üzerine son yıllarda geniş kapsamlı çalışmalar yapılmış olmasına rağmen, halen daha, en azından İngilizce konuşulan dünyada, bu davayla ilgili pek dikkate alınmamış önemli belgeler bulunmaktadır. Bu bilimsel incelemelerden biri, 1616 yılında tam da Katolik Kilisesi Kopernikçiliği mahkûm eden önemli kararını vermekteyken yazılmış ve ilk defa 1622’de yayımlanmış olan, Tommaso Campanella’nın Galileo Savunusu’dur (Apologias pro Galileo, mathematica florentino).

Bu ihmalin iki sebebi var. Birincisi, Campanella’nın Apologia’sının pek de anlaşılamayan nedenlerle, Galileo olayıyla ilişkili belgeler üzerine yürütülmüş sonraki tüm çalışmalar için temel kaynak olan Antonio Favera’nın 20 ciltlik Le Opere di Galileo Galilei adlı eserine dahil edilmemiş olmasıdır. İkinci ve belki de daha önemli neden ise, Campanella’nın bu çalışmasının bugüne kadarki tek İngilizce çevirisinin (The Defense of Galileo, Grant Mc Colley, Smith College Studies in History, Vol.22 içinde), herkesçe paylaşılan bir değerlendirmeyle, sadece sıradan okuyucu için değil araştırmacılar için de faydalı olamayacak kadar hatalı olmasıdır.

Bu kitabın amacı, tartışmanın teolojik boyutlarının belki de en açık ifadeye kavuşturulduğu Galileo Savunusu’nun güvenilir ve iyi belgelenmiş bir İngilizce versiyonunu hizmete sunarak, Galileo olayında Campanella’nın rolünün ortaya çıkmasını sağlamaktır.

 

 

1616 yılına gelindiğinde, Galileo Katolik Kilisesi’ni yeniden canlanan ve geçerlilik kazanmaya başlayan Güneş-merkezli evren görüşünü “yanlış ve Kutsal Kitaplara tümüyle aykırı” olarak görüp mahkûm etmekten vazgeçirme çabalarında başarısızlığa uğramıştı. O dönemde Katolik dünyada Galileo’yu açıkça savunacak kadar cesur -ya da budala diyelim- sadece iki kişi vardı. Sadece iki kişi, ikisi de rahip. Ve her ikisi de bunun bedelini çok ağır ödedi.

Galileo için ilk destek pek tanınmayan Karmelit teolog, Paolo Antonio Foscarini’den gelmişti. Foscarini Kopernikçilik ile İncil arasında bir uzlaşmanın ortaya çıkartılması gerektiğini düşünüyordu ve yazdığı kitapçıkla buna girişmişti. Bir yıl geçmeden bu kitap “tamamen yasaklanıp mahkûm edildi” ve Yasak Kitaplar İndeksi’ne alındı. Foscarini bu karara karşı tasarladığı yanıtı yazmayı tamamlayamadan öldü. Napoli’deki yayımcısı bir cezaya maruz kalmaktan kurtulma umuduyla işini ve ailesini bırakıp kaçtı, ama sonunda Engizisyon tarafından tutuklandı, mahkeme sonucunda suçlu bulundu ve 100 Düka cezaya çarptırıldı. Sonunda sessizlik yemini etmek koşuluyla affedildi.

Galileo’nun ikinci savunucusu ise asiliğiyle ünlenmiş, büyük bir dehaya ve hayal gücüne sahip Dominikan Tommaso Campanella idi. Campanella o dönemde sapkınlık ve komploculuk suçlamasıyla çarptırıldığı ceza sonucu on yedi yıldır Engizisyon zindanlarında yatmaktaydı. Şaşırtıcı olan şuydu ki, dikkatli ve titiz bir akıl yürütmeyle hazırlanmış bu kitap, daha sonra bu davanın mahkemesinde görev alacak olan Kutsal Makam üyesi bir kardinalin davetiyle yazılmıştı. Kitabın sesi Roma’da etkili bir şekilde boğuldu, öyle ki kitap davanın gerçek seyri üzerinde neredeyse hiçbir etki yaratmadı. Ama en azından savununun en iyi tezleri Roma’da duyulmuş oldu. Bu kitap nihayet 6 yıl sonra, ama İtalya’da değil Almanya’da yayımlanırken, kitabın yazarı önünde bir 6 yıl daha olmak üzere, aynı zindanda o eski suçunun cezasını çekmeye devam ediyordu.

Bu kitabın konusu, Tommaso Campanella’nın Galileo davasında düşünce özgürlüğü için yaptığı olağanüstü savunmadır. Kitabın yazıldığı dönemde Campanella Galileo’yla yıllar önce tesadüfen karşılaşmış ama tanışıklıkları birkaç mektup alışverişinden öteye gitmemişti. Herkesin tahmin edebileceği nedenlerden dolayı, Galileo kendi payına bir engizisyon mahkûmuyla yakın arkadaşlık kurmaktan kaçınmıştı. Campanella ise Galileo’ya karşı apaçık bir hayranlık besliyordu; ama onu bu konuda harekete geçiren temel dürtü kişisel bağlılıklar değildi. Daha da önemlisi, Campanella Güneş-merkezli evren modelini henüz şüpheli ve ispata muhtaç buluyordu. Ama yine de Campanella Galileo’nun fikirlerini özgürce geliştirmesine, tartışabilmesine ve yayımlamasına izin verilmesi yönünde kesin bir kanaate sahipti. Bunu Kilise’nin iyiliği için de gerekli görüyordu. Kaldı ki Campanella’yı esas ilgilendiren de, bilimin ya da Galileo’nun iyiliğinden çok buydu. Cezaevinde en ağır koşullarda ve kişisel olarak büyük bir tehlikeye göğüs gererek yazılan Galileo Savunusu, Galileo’nun kiliseyle çatışmasının özgünlüklerinin çok ötesinde düşünce özgürlüğü için bir yakarış oldu.

Bugün Campanella’nın kitabının içinde doğduğu şartlar kadar ürkütücü ve dramatik koşulları hayal etmek bile zor. Peki bu olağandışı adam kimdi ve Galileo olayına böylesi olağandışı bir biçimde nasıl dahil olmuştu?

 

Söz dinlemez bir ruhun trajik yaşamı

Giovanni Domenico Campanella 5 Eylül 1568’de Güney İtalya’da Calabria bölgesinde Stilo şehrinde doğdu. Annesinin adı Caterina Martello’ydu. Babası Geronimo bir ayakkabıcıydı. Ailesi yoksul ve cahildi. Oldukça silik ve mütevazı bir kökenden geliyor olsa da, Campanella Savunu dahil bazı eserlerinde, çok önceleri Empedokles’in ve Pisagorcuların vatanı Büyük Yunanistan’ın (Magna Gracecia: İtalya’nın en güney ucu. 7. ve 8. yüzyılda yerleşen Yunan kolonilerinden bu yana çok yoğun bir Yunan yerleşimi olduğundan böyle anılır.-çev) bir parçası olan memleketi Calabria’dan sıkça gururla söz etmişti. Yaşantısının sonraki dönemlerinde kendisini, yirmi yüzyıldan daha önce hemşerileri tarafından başlatılmış olan doğanın ampirik ve matematiksel incelenmesi geleneğini yeniden canlandıran ve sürdüren kişi olarak görmüştü. 1582’de henüz 13 yaşında bir gençken Dominikan Rahipler Düzeni’ne katıldı. Hayatının geri kalanı boyunca bir Dominikan olarak kaldı. Meşhur Dominikanlardan Albertus Magnus’un ve Thomas Aquinas’ın hayatlarını öğrenmek, O’nu Dominikan düzenine daha da bağladı. Sonrasında dini bir lakap olarak “Tommaso” adını benimsedi ve o günden bu yana böyle bilindi. Babasının izinden bir zanaatkâr olarak yetişmek dışında, kendisine iyi bir eğitimi sağlayacak olan tek yolun dinsel hayata katılmak olduğunu düşünerek de bu yola girmiş olabilir.

Bu dinsel dünyada karşılaşacağı zorlu ve çileli yaşama rağmen, Campanella’nın Dominikan Düzenine ve kiliseye sadakati yaşamı boyunca sarsılmadı. Bu iki kurumun eğitimsel ve dinsel bir reformdan geçirilmesi yönündeki ısrarlı ve inatçı tavrı, Kilise çerçevesinde bir Dominikan yaşantısına olan adanmışlığını azaltmadı, aksine artırdı. Aslında sadakatinin gücü, sonraki yaşantısında düşmanlarının gözüne daha da tehlikeli görülmesine neden olmuş olabilir.

Çocukluğunda aldığı eğitimin düzeyi oldukça düşük olsa da (1), Campanella’nın olağanüstü entelektüel yetenekleri ve teolojiden felsefeye, politikaya, şiire uzanan geniş ilgi alanı, erken yaşlarında göze çarpmaya başlamıştı. Dominikanlara katıldığında, Latince’yi sadece öğrenmiş olmakla kalmıyordu, çeşitli Latin yazarları büyük ölçüde okumuştu.

Campanella’yla ilgili bir başka önemli olgu da, bugün “fotografik hafıza” olarak adlandırdığımız yeteneğe sahip olması, bu sayede okuduklarının büyük kısmını çoğunlukla kelimesi kelimesine aklında tutabilmesidir. Bunu mektuplarının birinde kendisi de belirtir: “Bir kitabı okuyunca pek çok kelimenin ve kitabın içeriğinin neredeyse hiç unutulmamacasına hafızama kazındığını fark ettiğimde çok etkilenmiştim.” (2) İleride göreceğimiz gibi, elinde neredeyse hiçbir kaynak bulunmadan çalışmak zorunda kaldığı uzun tutsaklık yılları sırasında yazmaya devam edebilmesini sağlayan, bu inanılmaz hafızası oldu.

Campanella’nın temel entelektüel formasyonu Dominikanlara katıldıktan sonraki on yıl içerisinde şekillendi. 1582-1592 yılları arasındaki bu dönem içerisinde Calabria ve Napoli’de çeşitli manastırlarda yaşadı. Belirli felsefe ve teoloji çalışmalarından oluşan bir eğitim dizisini takip etti. Felsefe alışıldık biçimde ağır dozda Aristoculuğu içeriyordu. Aristoculuğu güçlü bir şekilde reddetti ve öğretmenleriyle açıkça tartıştı. Bu ihtilafların şiddeti yıllar içerisinde arttı ve buradaki ısrarı Dominikan kardeşleri arasında düşmanlar yarattı. Daha da kötüsü, Campanella yoğun bir şekilde antik çağ filozofları ve bilimcilerinin eserlerini okumaya başladı ve sihir ve okülte (gizlicilik) merak salmaya başladı. Resmi Katolik inancın ilgi alanına girdiği ölçüde, bunlar özellikle hassas konulardı.

Anti-Aristoculuğuna gelince, Campanella’nın bakış açısına göre Hıristiyan okullarda, Kutsal Kitapların ve kilise büyüklerinin öğretileri, Aristo’nun yaratılış, ilahi takdir prensiplerini ve ruhun ölümsüzlüğünü reddeden Pagan düşüncesinin üstünde tutmalıydı. Bu anti-Aristocu duyarlılık hayatının geri kalanı boyunca eserlerinin belirgin bir özelliği olarak varlığını korudu. Aristo aynı zamanda Galileo tarafından karşı çıkılan Yer-merkezli evren modelinin babası olduğundan, Savunu’nın birçok yerinde bu özelliği görmek mümkündür.

Buna ek olarak, Campanella özellikle erken dönemlerinde, doğanın anlaşılması için en iyi yol olarak ilk önce Aristo’nun eserlerine bakmak yönündeki egemen eğilim karşısında, kuvvetli bir şekilde doğanın doğrudan gözleminden yana oldu. Bu tür bir ampirisist vurgu, o yıllarda modern bilimsel yaklaşımın bir önbelirtisi olarak algılanmaya henüz başlamıştı. Campanella 1588’de Bernardino Telesio’nun daha iki sene önce yayımlanmış olan De rerum natura iuxtra propria principia’sını keşfettiğinde, bu ampirisist eğilimi sayesinde bir çırpıda Telesio felsefesinin ateşli bir yandaşı oldu. Bununla birlikte yeni keşfettiği entelektüel kahramanıyla tanışma girişimleri, Telesio’nın aynı yıl içerisinde ölmesiyle birlikte sonuca ulaşamadı. Telesio felsefesine yaptığı katkılar, Campanella’nın ilk temel çalışması olan ve birçok başlığı felsefenin ihtiyaç duyduğu ampirik temelleri ifade eden Philosophia sensibus demonstrata’nın (1589’da yazılıp 1592’de yayımlanmıştı.) konusu oldu.

Telesio Aristocu hilomorfizmi ve onun saf potansiyel olarak ilk madde görüşünü reddediyordu. Onun yerine iki prensibe dayanan bir doğa felsefesi geliştirmişti: 1) Pasif ve evrenin her yerinde aynı halde bulunan somut, gerçek ve algılanabilir madde ve 2) tüm fiziksel değişimlerin sebebi olan iki zıt aktif kuvvet, sıcaklık ve soğukluk. Telesio’ya göre bu etkenlerin etkileşimi bitkiler, hayvanlar, insan vücudu ve ruhu da dahil olmak üzere fiziksel dünyanın yapısını ve dinamiklerini oluşturuyordu. (3)

Kozmolojiye gelince, Telesio dünyanın evrenin merkezinde durduğunu, soğuk, hareketsiz ve karanlık olduğunu, sıcak ve ışık saçan güneşin ise hızlı bir şekilde onun etrafında döndüğünü iddia ediyordu. Büyük olasılıkla Campanella ilk zamanlarında Yer-merkezli modelin bu Telesiocu versiyonunu benimsiyor, Savunu’yu yazdığı yıllarda hâlâ bunun doğru olduğunu düşünüyordu. (4) Bununla birlikte, her ne kadar kanıtlanmış olduğunu kesinlikle düşünmüyor olsa da, o yıllarda (1616) Galileo’nun Güneş-merkezli teorisinin de akla yatkınlığını teslim ediyordu.

Campanella hayatının daha sonraki yıllarında, her yönüyle gelişkin bir teolojik metafizik geliştirerek Telesiocu doğa felsefesinin peşinden gitti. Buna göre her şey, yani Tanrı ve yaratılmış olanlar, maddi ve manevi dünya üç “asallık” tarafından kapsanır: Güç, bilgi ve sevgi. Tanrı söz konusu olduğunda bunun adı kutsal üçlemedir. Keza yaratılmış olanlarda yok denecek kadar seyrelmiş biçimde olmak üzere, bu üç “asallık” her şeyde ama geniş bir çeşitlilikte değişik derece ve birleşimlerde bulunur. Bu bir tür topyekûn-ruhçulukla (panpsychism) sonuçlanır. Campanella’nın Savunu’da dile getirdiği insan aklının İsa’nın kutsal aklının bir parçası olduğu şeklindeki düşüncesinin arka planında bu yaklaşım bulunuyordu.

Bunun bir sonucu, Campanella’nın ampirik yönteme yaptığı özgün vurgunun, onun doğa felsefesine baskın gelen bir tür Skolastik metafizik tarafından yumuşatılmasıydı. Bu perspektifle Campanella, yüzünü modern bilimin doğuşunun beklendiği gelecekten daha fazla, metafiziğin egemen olduğu geç Ortaçağ skolastisizmine dönmüş gibi görünür. Öte yandan, sonraki yaşantısında daha deneyselci birisi haline gelmiş de olabilir, zira uzun hapislik yılları onu bu tür çalışmaları sürdürmekten alıkoymamış ve daha kuramsal düşünmeye zorlamıştır. Her halükârda, Campanella’nın erken entelektüel formasyonu, Telesiocu doğa felsefesi ile kendi güç, bilgi ve sevgi metafiziğini birleştiren karmaşık bir dünya görüşüne doğru aşama aşama gelişmiştir.

Onaltıncı yüzyılın son on yılı Campanella’nın hayatında iki temel değişikliğe sahne oldu. Önce, 1589’un son günlerinde Napoli’ye gitmek üzere manastırdan ayrılarak bir skandal yarattı. İki buçuk yıl sonra Napoli’den de ayrıldı ve 1598’e kadar İtalya’nın kuzey bölgesinde çeşitli şehirlerde yaşamını sürdürdü. İkinci olarak, bağlı olduğu Dominikan Düzeninin, Kilise’nin ve İspanyol devletinin otoriteleriyle çatışmaları başladı. Kiliseye karşı sapkınlık ve devlete karşı komploculuk iddialarıyla maruz kaldığı suçlamalar, bazı geçici hapis cezalarının yanı sıra 1599’da başlayacak olan uzun hapislik dönemiyle sonuçlandı. Burada, bu çok karmaşık hikayenin sadece bazı önemli dönemeçlerine yer ayırabileceğiz.

1592 Mayısı’nda, Campanella kimliği belirsiz bir Dominikan kardeşi tarafından heterodokslukla suçlandı ve Dominikan Düzeninin huzurunda duruşmaya çıkmak zorunda kaldı. Suçlamanın özel olarak neye dair olduğu belirsiz olsa da, anlaşılan o ki Campanella’nın anti-Aristoculuğu ve Napoli’de Giambattista Della Porta ve bazı gizlicilerle (5) olan ilişkileri hedefleniyordu. Duruşmanın sonucunda Calabria’da bir manastıra geri dönmesi, Telesiocu değil Thomasçı felsefeyi benimsemesi emredildi ve bazı kefaretler ödemek zorunda bırakıldı.

Campanella bunun yerine önce Roma’ya sonra da Grandük 1. Ferdinand’dan akademik bir görev elde etme umuduyla Floransa’ya gitti. Ardından Bologna’ya seyahat etti. Burada belgeleri çalındı ve Roma’daki Kutsal Makam’a iletildi. Sonra Padua’ya ve nihayet kitaplarından bazılarını yayımlatabileceğini umduğu Venedik’e gitti. 1594’te bazı eserleri yine ele geçti ve Padua’da Kutsal Makam tarafından diğer bazı ithamların yanı sıra Kilise’nin öğretisini ve kurumlarını eleştirmekle suçlandı. Bu dava daha sonra Roma’ya nakledildi, orada tutuklandı, iki kez ağır işkenceden geçirildi ve sonunda 1596’da sapkınlık zannıyla suçlu bulundu. Santa Maria Sopra Minerva Dominikan Kilisesi’nde halk önünde tövbe etmeye ve St. Sabina Manastırı’na kilit altında tutulmaya mahkûm edildi.

5 Mart 1597’de yeniden sapkınlıkla suçlandı. Bu kez suçlayan Napoli’de idam cezasıyla karşı karşıya olan birisiydi. Bu yılın geri kalanını zindanda geçirdi, bir manastıra kapanma şartıyla salıverildi. Bunun sonucunda 1598’de kendisini yeniden memleketi Stilo’daki Dominikan manastırında buldu. Kargaşa içinde geçen bu yıllar boyunca, Campanella her nasılsa yazmaya zaman ve enerji bulabilmişti, ancak el yazmalarının çoğu ya kayboldu ya da imha edildi.

Bütün bu zorunlu ikametleri sırasında, Campanella’nın huzurlu geçen tek dönemi 1592-1593 yıllarında Padua’da yaşadığı dönemdi. (6) Burada Galileo ile tanıştı ve onu sonradan hep bir dostu olarak gördü. Maalesef bu bir yıllık dönem boyunca bu iki adamın aralarındaki ilişkinin nasıl geliştiğini aktaracak bir belge yok. Tanışmalarıyla ilgili olarak ise, ilk defa 1592 güzünün sonlarında, Galileo’nun Floransa’dan Padua’ya henüz geldiği sıralarda, Campanella’nın kalmakta olduğu St. Augustine Manastırı’na onun için gelen bir mektubu şahsen iletmek istemesi sayesinde karşılaştıkları ileri sürülmekte. Mektupta Grandük, Campanella’nın akademik memuriyet talebini kibarca reddetmekteydi.

1590’larda Campanella’nın kişisel yaşantısı çetinleşirken, otoritelerle arasında da gerçekten ciddi sorunlar başlıyordu. O sıralarda toplumsal, siyasal ve dinsel görüşleri belli bir noktaya ulaşmış, kilise ve devletin tepeden tırnağa reformdan geçirilmesi yoluyla ahlak bozukluğu ve adaletsizliklerin alt edilmesi ve yeni bir altın çağın yolunun açılması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Evrensel ve toplumcu bir kilise-devletin savunucusu oldu. Burada hem dünyevi hem manevi bütün güç ve yetkiler, tek bir gerçek inanca bağlı olarak ideal ve akılcı bir toplumu yönetecek olan bir hükümdara, papaya verilecekti. Ömrü boyunca vazgeçmeyeceği bir ideale dönüşecek olan bu planı, hiç çekinmeden kamuoyu önünde yüksek bir sesle dile getirdi.

Bu planın en acil adımı Napoli ve Calabria’daki İspanyol egemenliğinin devrilmesi olmalıydı. Bunu amaçlayan Calabrialı komplocu bir grup ortaya çıktı. Campanella’nın bu grubun teorik kaynağı olduğu kesindi, ancak bunun ötesinde ne düzeyde bir ilişki ve faaliyet içerisinde bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Öyle ya da böyle, planları başarısızlığa uğradı, Campanella 6 Eylül 1599’da pek çok arkadaşıyla birlikte tutuklandı.

Napoli’de zindana atıldı, bu sonraki 27 yıl boyunca sürecek bir hapisliğin başlangıcı olacaktı. Hem sapkınlık hem de komploculukla suçlanıyordu. Bu, iki ayrı davayı gerektiriyordu. Birinci dava Kutsal Makam’ın ilgi alanına giriyordu, ikincisi ise İspanyol otoritelere karşı işlenmiş bir suçtu. Davalar ve sorgulamalar 3 yıl boyunca sürdü. Bu süre boyunca, tüyler ürpertici Veglia işkencesi de dahil olmak üzere dört kez ağır işkenceden geçirildi (Veglia Roma Kilisesi tarafından onaylanmış 7 özel işkence türünden biridir. Bir demircinin örsüne benzer, üst kısmında demirden bir kalıpla sonlanan bir mil bulunur. Odanın dört köşesindeki makaralardan uzatılan ipler mahkûmun çıplak el ve ayak bileklerine kemiklerine kadar kesecek şekilde bürülerek bağlanır. Mahkum iplerden yukarı kaldırılır ve belkemiği bir noktadan demir kalıba değecek şekilde indirilir. Böylece mahkûmun bütün ağırlığı o noktaya biner. Bu dayanılmaz işkence, eğer mahkûm daha önce tövbe edip suçunu itiraf etmezse 11 saat kadar sürdürülür. -çev). O dönemde işkencenin amacı suçun cezasını vermek değil, mahkûmu itiraf etmeye ikna edip tövbe ettirmekti. Nasıl başardıysa, Campanella bu korkunç şartlara rağmen itirafta bulunup tövbe etmedi. (7) Bir noktaya gelindiğinde deli numarası yaptı, böylelikle belki de hayatını kurtardı. Sonunda 13 Kasım 1602’de, hakkındaki hükme “kurtuluş umudu yok” notu düşülerek ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Zindanda geçen uzun yıllar boyunca, Campanella yüksek mevkilerde bulunan ve kendisine el uzatabilecek kişilerden yardım istemekten hiçbir zaman vazgeçmedi. İçinde bulunduğu koşullar değişirken, Napoli’de bazıları daha kötü olmak üzere çeşitli zindanlar arasında dolaştı durdu. En acımasız cezası, birincisi 1604-1618 ikincisi 1614-1618 arasında olmak üzere iki kez kale hapsine çarptırılmak oldu. Galileo Savunusu’nu yazışı bu ikinci döneme denk gelir.

Bu dönemlerde çok nadir olarak ziyaretçi kabul etmesine ve dışarıdaki dünyadan insanlarla sınırlı şekilde mektuplaşmasına izin verdiler. Şaşırtıcı bir şekilde, bu yıllar boyunca en ağır koşullarda, elinin altında neredeyse hiçbir kitap olmaksızın, kaynaklar için çoğunlukla o fevkalade hafızasına güvenerek çalışıp, ciltler dolusu yazdı. Campanella’nın Savunu’da dahil bazı eserlerinde hapsedildiktan sonraki tarihlerde yayımlanmış kimi kitaplara yapılmış atıflara rastlandığına göre, kendisi hakkında yapılmış bazı çalışmalarda iddia edilenin aksine, en azından bazı kitaplara sınırlı şekilde de olsa ulaşmasına izin verilmiş olmalıdır. Örneğin Galileo Mart 1610’da yayımlanan Sidereun nincius’unun Campanella tarafından değerlendirilmesini istemiş, dolaylı olarak Campanella’ya ulaştırabilmişti. Campanella kitabı iki saat içerisinde bir solukta okumuş ve 13 Ocak 1611’de Galileo’ya yanıt olarak, aynı fikirde olmadığını, çünkü yeni astronominin kendisinin benimsediği Telesiocu Yer-merkezli kozmolojiyle uyuşmadığını belirten ateşli bir mektup göndermişti.

Sonsuza kadar sürmüş gibi görünen bir zamanın ardından, Campanella’nın dini otoritelere ulaştırdığı özel rica ve itirazlar nihayet etkili oldu ve İspanyol hükümeti 23 Mayıs 1626’da serbest bırakılmasına karar verdi. Bir ay sonra Kutsal Makam tarafından, yazılarındaki sapkınlıkla ilgili suçlamalarla yeniden tutuklandı ve Roma’daki Engizisyon zindanlarına gönderildi. 11 Ocak 1629’da son olarak yeniden özgürlüğünü kazanıncaya dek bu suçlamaların üstesinden gelmeyi başaramadı. Nihayet bu tarihte çilesi bitti.

Sonraki 5 yıl görece sakin bir şekilde, yazılarını gözden geçirmek ve yayımlanmaya hazırlamakla geçti. Bu dönem boyunca Campanella Roma’da Santa Maria Sopra Convent Dominikan Manastırı’nda yaşadı. İronik şekilde, aynı bina 1633 baharında Galileo davasının duruşmalarına da sahne oldu. Arkadaşı Galileo Kilise’nin sınavından geçirilirken, aynı dönemde orada yaşayan Campanella’nın aklından kim bilir neler geçmişti?

Ondan önceki yaz, Campanella Galileo’nun İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’unun kilise inancına uygunluğunu inceleyecek olan özel komisyona danışman olarak tayin edilmeyi talep etmiş, büyük bir cesaret göstererek Galileo’nun savunmasını üstlenmeye gönüllü olmuştu. Bu cüretkâr teklif Kutsal Makam’ın başındaki Niccolo Riccardi tarafından tehditkâr bir biçimde reddedildi. Riccardi, Campanella’nın da yasaklanmış benzer bir kitap yazdığını, kendisi de suçlu olan bir kişinin danışmanlığının kabul edilemez olduğunu belirtti. Burada sözü edilen kitap, yayımlanır yayımlanmaz Roma’da satışı yasaklanan Savunu’ydu.

En sonunda 1634 güzünde, Campanella’nın eski arkadaşlarından birisinin daha Napoli’de benzer bir komploculuk suçlamasıyla tutuklandığı haberi Roma’ya ulaştı. Kendisinin de bu işe bulaştırılacağından korkarak ve bir kerelik olsun Papa’nın tavsiyesine uyarak, 21 Ekim’de kılık değiştirmiş ve kimliğini gizlemiş halde Roma’yı terk etti. Paris’e gitti, Kardinal Richelieu tarafından misafir edildi. St. Honoré sokağındaki Dominikan Ocağı’nda yazmaya ve çalışmalarını düzenlemeye devam ederek, 21 Mayıs 1639’da ölene kadar hayatının son yıllarını sakin bir şekilde geçirdi.

 

Kopernikçilik ve Katolik Kilisesi

Campanella, Savunu’nın ilk sayfasında ve aynı zamanda alt başlığında eserinin ana temasını en dolaysız şekilde ortaya koyar. İncelenecek olan sorun, “Galileo tarafından savunulan felsefi görüş, Kutsal Kitaplara uygun mudur, aykırı mıdır?” sorusudur. Bu sorunu daha iyi anlamak için, Campanella’nın belirttiği temayla ilgili bir iki soru daha sormak gerekir. Birincisi, Galileo’nun felsefi görüşleri neydi, bu görüşler nasıl bir tarihe sahipti, neden bu görüşleri savunmaktaydı ve görüşlerinin doğru olduğunu ispatlayabilmiş miydi? İkincisi, o günlerde Kutsal Kitaplara uygunluğu ya da uyuşmazlığı tayin eden neydi, buna nasıl karar verilirdi ve neden bu uygunluk ya da uyuşmazlık bu kadar önemli sayılırdı?

Galileo’nun burada söz konusu olan “felsefi görüş”ü, şüphesiz ki Güneş-merkezli evren modeliydi. Özetle bu görüş güneşin evrenin merkezinde durduğunu, bütün yıldızların, gezegenlerin ve ay ile birlikte dünyanın güneş etrafında döndüğünü ileri sürüyordu. Campanella’nın belirttiği gibi, bu antik çağ Yunan astronomları tarafından geliştirilmiş ve savunulmuş çok eski bir teoriydi. Ancak daha henüz antik çağlarda, Aristo’nun göksel varlıklarla ilgili Yer-merkezli görüşü batı düşüncesinde egemen olunca rafa kaldırılmıştı.

Aristocu modelin en kısa ve özet halde ana hatları şöyledir. Merkezde Dünya vardır; hareketsizdir, yani uzayda hareket etmediği gibi kendi ekseninde de dönmez. Merkezdeki Dünya ile Ay arasındaki Ay-altı evren dört elementten oluşur: toprak, su, hava ve ateş. Bunlar birbirine dönüşür ve birleşerek dünya üzerindeki tüm değişken yapıları oluşturur. Ay’dan daha öteye uzanan sonlu evrenimizde cisimler sadece düzgün dairesel bir hareket içerisindedir. Bu evren durağan ve değişmez bir beşinci maddeden oluşmaktadır. Bu “özlerin özü” (eter) ya da beşinci öz olarak adlandırılır. Bu madde, her biri ayrı ayrı Ay’ı, Güneş’i, görünebilen 5 gezegeni ve sabit yıldızları kapsayan bir dizi mükemmel eşmerkezli kürenin yapıtaşıdır. Bu katı kürelerin değişik açılarda ve birbirinden ayrı ama sabit hızlarla merkezdeki dünyanın etrafında dönüşüyle, göksel alemin tüm gözlenebilir görüngüleri oluşur. (s.12) Aristo’ya göre bu kütleler ve bunların hareketleri sonsuzdur. Yunanlıların elbette ki astronomik mesafeleri ölçebilecek araçları yoktu, dolayısıyla, bir bütün olarak bu sonlu evren için herhangi bir özel boyut ileri sürmemişlerdi. Bununla birlikte, tasarladıkları evren, bugünkü ölçümlere göre çok küçük, muhtemelen dünyanın güneş etrafındaki bildiğimiz yörüngesinin çapından daha büyük değildi.

Yaklaşık 20 yüzyıl boyunca, bu evren kavrayışı Batı dünyasının neredeyse evrensel kavrayışı olarak kabul gördü. Bunun geçerli nedenleri vardı. Göksel varlıklarla ilgili ortak görüşle, yani bunların teoride söylendiği gibi her gün doğudan batıya doğru çok küçük değişimlerle döndüğü görüşüyle çok iyi örtüşüyordu. Teori, bu tür bir görsel fenomeni öngörmek ve açıklamakta oldukça etkiliydi. Aynı zamanda son derece esnek ve uyarlanabilir bir modeldi; kürelerin hareket hızları ve yönlerindeki küçük değişimleri hesaba katmak yeni ve daha kesin gözlemlere açıklama getirebilmek için yeterli olabiliyordu. Uzun yüzyıllar boyunca geçerliliğini koruyabilmiş bir teorinin arkasındaki teorik ve ampirik dayanakların bir hayli sağlam olması gerekirdi.

Ama eninde sonunda bazı ciddi karışıklıklar ortaya çıktı. Bunların bir tanesi, takvimlerin güvenilirliğiydi. Sezar tarafından yürürlüğe sokulan ve onun adını taşıyan Julian takvimine göre, güneşe göre hesaplanan tropik yıl (8) 365,25 gündü (365 gün artı dört yılda bir Şubatın 29. günü). Gerçekte ise, tropikal yıl biraz daha kısaydı (365,24220 gün, yani 11 dakika 14 saniye daha kısa). 16. yüzyılın başına gelindiğinde, bu uyuşmazlık 10 günlük bir farka ulaşmış, takvimde bir düzeltme yapılması gerektiği kesinleşmişti. (9)

Bu sorun kilisenin de ilgi alanı içerisine giriyordu. Zira kutsal günleri kesin olarak saptamak kilisenin göreviydi; örneğin Paskalya günü ilkbahar gündönümünden (vernal ekinoks) sonraki ilk dolunaydan sonraki ilk pazar günü olmalıydı, bunu tayin etmek için ilkbahar ekinoksunun tarihini tam olarak belirlemek gerekiyordu. 1512-1527 yılları arasında toplanan 5. Lateran Konseyi’nde bu konu tartışıldı ve Nicolaus Copernicus’tan gerekli takvim reformunu yapmak için çalışmasını talep etme kararı alındı. Sorunun karmaşıklığının farkında olan Copernicus, bu ve diğer nedenlerden dolayı, o dönemde geçerli olan Aristocu-Batlamyusçu astronominin baştan aşağı yeniden incelenmesinin gerektiğine kanaat getirdi.

Bunun en net sonucu, 1543’te anıtsal eseri De revolutionibus orbium coelestium’un yayımlanması oldu. Bu uzun incelemenin önemli bir bölümü, temel astronominin yüksek teknikte bir matematikle sunuluşuna ayrılmıştı. Ama birinci kitabın ilk on bir bölümünde uzun zamandır unutulmaya terk edilmiş Güneş-merkezli evren modeli yeniden öne sürülüyor ve astronomide gerekli reform olarak sunuluyordu. En basit kavramlarla Copernicus sadece, Aristo’nun modelindeki güneşle dünyanın (ay ile birlikte) yerlerini değiştiriyordu. Buna göre güneş hareketsiz bir şekilde merkezde dururken, küreler eskiden olduğu gibi onun etrafında dönüyordu. Dünya ise bir günlük sürede kendi ekseninde, bir yıllık sürede de Venüs ve Mars arasındaki üçüncü küre içerisinde güneşin etrafında dönüyordu. Bilimsel devrim, başlangıçta pek de yıkıcı görünmeyen bu değişiklikle başladı. Bu değişiklik Copernicus’un yaptığının daha ötesinde çok önemli sonuçları beraberinde getirdi, örneğin artık hareket halindeki dünya için yeni bir dünyasal fizik gerekmekteydi.

Şunu belirtmek önemlidir ki, Kopernik devrimi başlangıçtan beri, çoğunlukla ortak görüş olan Yer-merkezli modelin dilinden konuşan İncil’le henüz açığa çıkmamış potansiyel bir çatışma halindeydi. Bu şuradan da bellidir; Copernicus ölüm döşeğindeyken, kitabı basım aşamasında gören Andreas Osiander, kitaba isimsiz bir önsöz eklemiş ve okuyucuya bu Güneş-merkezli modelin sadece bazı matematiksel hesaplamaları kolaylaştırmak için gündeme getirildiğini, fiziksel olarak gerçekmiş gibi düşünülmemesi gerektiğini belirtmişti. Potansiyel olarak beliren din-bilim çatışmasının bu araçsalcı çözümü, sonraki kuşaklar boyunca da kabul görmüştü.

  1. yüzyılın geri kalan kısmında yeni Kopernikçi astronomi, az ama yavaş yavaş artan sayıda, aralarında profesyonel astronomlar da olmak üzere yeni yandaşlar kazanmaya başladı. Yüzyılın bitmesinden sonra ise tablo dikkate değer ölçüde değişti. 1610-1613 arasında Galileo, ilk defa 1609’da bir Hollandalı tarafından icat edilmiş olan teleskopu geliştirmekte ciddi bir mesafe kat etti ve “optik tüp”ünü göksel varlıklara çevirdiğinde bir dizi şaşırtıcı keşifte bulundu. Diğer tüm başka şeylerin yanı sıra, Jüpiter’in 4 tane “ay”ını, Ay’ın yüzeyinin bozukluğunu, Ay gibi Venüs’ün de bir dizi değişik safhada göründüğünü, güneşin yüzeyindeki lekelerin varlığını ve çok fazla sayıda hareketsiz yıldızı gözledi.

Bu görüngüler dünyanın Aristocu yorumlanışının bazı spesifik özelliklerine sert bir darbe vurdu ve hakim görüş olarak egemenliğini tehdit etmeye başladı. Galileo’nun kendisi, kişisel olarak Güneş-merkezli modelin doğruluğuna ikna olmuştu. Ama bu teorinin kesin bir kanıttan yoksun olduğunun da farkındaydı. Elindeki en iyi bulgu parçası Venüs’ün evreleriydi. Bu Aristo’nun söylediğinin aksine Venüs’ün Güneş etrafında döndüğünü ispatlıyordu. Ama Dünya’nın mı yoksa Güneş’in mi merkezde durduğunu belirlemek için bu yeterli değildi. Bu sorun Tycho Brahe tarafından geliştirilen üçüncü bir astronomik modelle birlikte daha da karmaşık bir hale bürünmüştü. Bu modele göre, gezegenler ve yıldızlar Güneş’in etrafında dönerken, Güneş de en merkezde hareketsiz duran Dünya’nın etrafında dönüyordu. Tycho Brahe’nin yermerkezli modeli, yeni gözlemlerle de oldukça uyumluydu.

  1. yüzyılın ortalarından itibaren, Kopernikçi Güneş-merkezli astronomi neredeyse evrensel olarak kabul görür olmuştu. Nihayet kesin kanıt 1830’da gelişmiş teleskoplarla, Galileo’nun öngördüğü gibi sabit yıldızların paralaksı gözlendiğinde geldi. Ama kişisel olarak Güneş-merkezli modelin gerçekliğine ikna olmasına rağmen, Galileo’nun hayatı boyunca aradığı kesin kanıt gözünden kaçmayı hep başardı. Soruna noktayı koyan bir kanıtın yokluğu, din adamlarının özellikle de Kilise’nin yeni astronomiye karşı tepkisinde önemli bir rolü olan Kardinal Robert Bellarmine’nin kafasında hep büyük bir soru işareti oldu.

Burada Savunu’da Campanella’nın ana temasının diğer kısmına geçebiliriz; o dönemde, özellikle astronomideki yeni keşifler ve teorilerle ilgili olarak, Kutsal Kitaplara uygun ya da karşı olmayı belirleyen anlayış neydi? Galileo’nun döneminde Kilise’nin bu sorun karşısındaki tavrı, esas olarak Trent Konseyi’nde (10) (1545-1563) alınmış kararlara dayanılarak belirleniyordu. Asıl belirleyen, 8 Nisan 1546’daki dördüncü oturumda kabul edilmiş olan, Kutsal Kitap’ın yorumlanmasıyla ilgili hükümdü. Bu hükmün ilgili paragrafı şöyleydi:

“Buna ek olarak, huysuz ruhları kontrol altında tutmak için, Konsey şuna karar verir: Hıristiyan öğretinin her yönden gelişmesiyle ilgili olan inanç ve ahlak konularında, hiç kimse, kendi muhakemesine dayanarak ve kendi kavrayışına göre Kutsal Kitapları çarpıtmaya, bunların gerçek anlamının ne olduğuna hüküm verme yetkisini elinde bulundurmuş ve hep bulunduracak olan Kutsal Kilise’ye ve din büyüklerinin fikir birliği içinde benimsediği görüşlere aykırı şekilde yorumlamaya cüret etmemelidir. Aksini yapanlar yetkili makamlar tarafından tespit edilecek ve yasalarca belirlenmiş yaptırımlarla cezalandırılacaktır.”

Galileo’nun ve Güneş-merkezli görüşün, Katolik Kilisesi tarafından mahkûm edilme noktasına nasıl geldiğini anlamak için, öncelikle bu kararın iyice anlaşılması gerekir. Karar öncelikle, Kilise’nin (bu aynı zamanda Papa ve Piskoposlar anlamına gelir.) Kutsal Kitapların doğru anlamının ne olduğunu belirleme sorumluluk ve yetkisini sadece kendisine saklı tuttuğunu vurgular. Daha alt kademe din adamları dahil, başka hiç kimse bu rolü üstlenemez. İkinci olarak, hiçbir Katolik İncil’i, Kilise’nin belirlediği anlamına ya da din büyüklerinin fikir birliği içinde benimsediği yorumuna aykırı biçimde yorumlayamaz. Bu yüzden Campanella, Savunu’nun önemli bir bölümünde Kutsal Kitap’tan, din büyüklerinden ve teologlardan uzun alıntılara yer verir. Bunu yaparak, Kilise ve eski din büyükleri tarafından Kutsal Kitapların kabul edilmiş anlamının ne olup ne olmadığını göstermeye girişir. Otoritelerden aktarımlarla yapılan bu tür bir kanıtlamanın bugünkü okuyucuya alışılmadık ve abartılı gelmesi muhtemeldir; ancak biraz önce sözünü ettiğimiz nedenden dolayı bu yöntem, o günün teolojik tartışmalarının kabul gören biçimidir.

Üçüncüsü, İncili’i belirtilenden farklı yorumlayanların saptanması ve heteredoksiyle suçlanarak Kilise hukukuna dayanarak yasalara göre cezalandırılmasıdır. Hem Galileo hem de Campanella bu sonuçla yüzleşmişlerdir. Dördüncüsü, yukarıda aktarılan kararın açık bir ifadeyle “inanç ve ahlak konuları”yla sınırlandırılmış olmasıdır. Bu, Kilise tarafından vahiy edilmiş hakikatler olarak tanımlanan öğretilere ve örneğin ayinlerin idare edilişi gibi, Kilise’nin çeşitli uygulama ve geleneklerine atıf yapan teknik bir ifadedir. Kutsal Kitaplarda yer alan, bu “inanç ve ahlak” kategorisi dışındaki belirleme ve anlatılar bu kararın hükmü altına alınmamaktadır.

Şunu kaydetmek gerekir ki, Trent Konseyi’nin dördüncü oturumunun kararı, Kutsal Kitap’ın yorumlanmasında hangi tefsir ilkelerinin kullanılacağı ile ilgili bir şey belirtmez. En erken yüzyıllardan bu yana Katolik Kilise bu konuda çoğulcudur. Zaman içerisinde İncil’in ruhanî, kelimesi kelimesine ya da mecazi düzeylerdeki meâllerine ilişkin karmaşık ayrımlar gelişmiştir. İncil’in katı bir şekilde kelimesi kelimesine meâli, hiçbir zaman Katolik Kilise’nin baskın bakış açısı olmamıştır. Bununla birlikte, Trent Konseyi’nin üzerinden geçen on yıllarda, esas olarak reformasyon karşıtı teolojik tartışmalarda Protestanlara karşı kullanılan bir araç olarak, Kutsal Kitabın kelimesi kelimesine meali üzerine artan bir vurgu söz konusu oldu.

Bunun iyi bir örneği, döneminin en önemli teologu ve birçok papanın teolojik kılavuzu olan Kardinal Bellarmine’dir. Bellarmine hayatı boyunca kişisel olarak, evrenin tam olarak Tekvin’de (Genesis) anlatıldığı şekilde var olduğuna inanmıştı. Sonraki yıllarında, Galileo’nun Güneş-merkezliliğini Kutsal Kitaplara göre değerlendirirken, Trent’in dördüncü oturumunun kararını “inanç ve ahlak konuları”nın ötesine geçirip, “İncil’de yazan her şey” olarak genişletmişti. Argümanı çok basitti: Kutsal Kitaplar Tanrının yazılı sözleridir. Dolayısıyla İncil’deki her şey, bunların Tanrı sözü olduğu kesin gerçeğinden hareketle doğru olmalıdır. Ve kelimelerin anlamını doğru kavradığımızı varsayarsak, orada söylenen her şeyin bir inanç konusu olduğuna inanmamız gerekir.

Bütün bunları düşündüğümüzde, yeni Güneş-merkezli astronominin neden İncil’in hemfikir olunan mealine dayanan geleneksel yorumlarla çatışma içine girdiğini anlamak güç olmayacaktır. Eğer Kopernikçiliğin doğru olduğu ispatlanmış olsa, bu durumda bunun zıddını söylüyor görünen kutsal metinlerdeki pasajların buna uygun olarak yeniden yorumlanması gerekecekti. Ama ortada duran sorun bundan ziyade şöyleydi: Kanıtlanmamış da olsa Güneş-merkezliliğin Kilise ve İncil’in otoritesine meydan okuduğu bir durumda, kilise -eğer sessiz kalmayacaksa- nasıl bir eyleme girişecekti? Bunun yanıtı, Kutsal Makam’ın gelmiş geçmiş en “talihsiz” kararı sonucunda, Güneş-merkezliliği “yanlış ve Kutsal Kitaplar’a tümüyle aykırı” bulup mahkûm etmesiyle sonuçlanan çok karmaşık bir olaylar dizisi oldu. Bu hüküm Kutsal İndeks Kurulu’nun 5 Mart 1616 tarihli kararnamesinde yayımlandı. Kararname’nin ilgili bölümü şöyledir:

“Kutsal Kurul’un da dikkatini çektiği üzere, Nicholas Copernicus tarafından De revolutionibus orbium coelestium’da ve Diego de Zuniaga tarafından Eyüp’ün Tefsiri’nde (Eski Ahit’teki Eyüp Kitabı) öğretilen, yanlış ve Kutsal Kitaplara tümüyle aykırı olan Dünya’nın devingenliği ve Güneş’in sabitliği şeklindeki Pisagorcu öğreti, günümüzde pek çok kişi tarafından benimsenmekte ve açıkça anlatılmaktadır. Bu, son olarak Karmelit bir rahibin, Pisagorcuların Düşüncesi, Copernicus’un Dünya’nın Hareketi ve Güneş’in Sabitliği Görüşü ve Yeni Pisagorcu Evren Sistemi Üzerine Rahip Paolo Antonio Foscarini’nin Mektubu (Napoli, Lazzaro Scoriggio, 1615) adıyla yayımlanmış bir mektubunda görülmüştür. Bu mektupta söz konusu rahip, yukarıda bahsedilen, Güneş’in merkezdeki sabitliği ve Dünya’nın hareketliliğine dayanan görüşün hakikatle uyumlu olduğunu ve Kutsal Kitaplarla çelişmediğini göstermeye çalışmaktadır. Bu düşüncelerin daha fazla yayılmasını ve Katolik hakikate zarar vermesini engellemek için, Nicholas Copernicus’un ve Diego de Zuniga’nın yukarıda belirtilen kitaplarının, düzeltilene dek yayımlanmasının ve dağıtılmasının engellenmesine; Karmelit rahip Paolo Antonio Foscarini’nin kitabının ise tümüyle yasaklanmasına ve mahkûm edilmesine ve aynı öğretiyi anlatan benzer kitapların da bu hükümlere uygun olarak engellenmesi, yasaklanması ve mahkûm edilmesine karar verilmiştir.” (11)

Galileo karardan birkaç gün önce Kardinal Bellarmine tarafından durumdan haberdar edildi ve kendisini bu kararın gereklerine uyacağına dair taahhütte bulunmak zorunda bırakan resmi bir ihtar aldı. (Bu emrin özel terimlerinin nasıl yorumlanacağı bugün bile belirgin değildir.)  Campanella’nın daha sonraları Savunu’yu atfedeceği Kardinal Boniface Caetani, Kopernik’in kitabında Kararname’nin sonunda belirtilen düzeltmeleri yapma görevine atandı. Bütün bunlar olurken, Campanella Napoli zindanlarında Galileo Savunusu’nu yazmaktaydı.

Karar yayımlandıktan sonra, davanın üzerine tüm tartışmalar kesildi. Karar tartışmayı değil, yaptırımı gerekli kılmaktaydı. Galileo’nun sonraki 16 yılı sessizlik içerisinde geçti. 1623’te seçilen yeni Papa 8. Urban çok daha açık fikirli biriydi ve özel görüşmelerinde Galileo’yu çalışmalarını sürdürmesi için teşvik etmişti. Bu Galileo’nun başyapıtı İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’un yayımlanmasıyla sonuçlandı. Eser görünüşte yalnızca her iki tezin de argümanlarını sunuyor ama gerçekte bariz biçimde Güneş-merkezlilik tarafında yer alıyordu. 8. Urban Galileo’ya verilmiş ihtardan haberdar değildi. Ama öyle ya da böyle, Diyalog’un yayımlanması Galileo’nun 1616’da kendisine verilmiş olan muğlak ihtarı ihlal edip etmediği sorusunu gündeme getirdi. Galileo’nun meşhur davası ve tövbe ederek vazgeçmesi 1633 güzünde gerçekleşti. Dava Kopernikçiliğin bilimsel değeriyle değil, tümüyle, Galileo’nun bu resmi ihtara itaat edip etmediğiyle ilgilendi.

Bu arada, nihayet 1929’da hapisten salıverilmiş olan Campanella, Savunu’da korumaya çalıştığı adamın kendisiyle bir anlamda aynı çileli yoldan ilerleyişini bir kenardan izlemek zorunda kalıyordu. Onun özgün sorusu olan, “Galileo tarafından savunulan görüşler Kutsal Kitaplara uygun mu aykırı mı?” sorusu sonunda yanıtlanmıştı. Ama bu onun önerdiği cevap değildi.

 

Savunu’nun argümanları

Savunu ile ilgili belirtilmesi gereken ilk nokta, bilimsel değil teolojik bir inceleme olarak tasarlanmış olmasıdır. Dolayısıyla, Campanella’nın da 5. Bölümde açıkça belirttiği gibi bu nokta gözetilerek okunmalıdır. Sonuç olarak, bu incelemedeki amacı, Güneş-merkezlilikle ilgili olarak döneminin lehte ve aleyhteki ispat ve argümanlarını değerlendirmek değildi. Bu zaten başka eserlerinde giriştiği bir projeydi. Bu yüzden, okuyucu Savunu’da karşılaştığı bilimsel başlıklarla ilgili tartışmaları, her zaman için teolojik bir bağlamda, yani bu bilimsel görüşlerin Kutsal Kitaplarla, eski Kilise büyüklerinin fikirleriyle ve geleneksel teolojik öğretiyle uyumlu olup olmadığını ele alan bir bağlamda okumalıdır.

Bunun ardındaki neden, Campanella’nın hakikatin birliği (tekliği) olarak adlandırılan öğretinin güçlü bir savunucusu olmasıdır. Kısacası bu, dinsel hakikatin bilim de dahil her alanda doğaya bakarak keşfedilen gerçeklerle çatışamayacağını ya da aykırılık içinde olamayacağını savunan eski geleneksel görüştür. Campanella’nın bu görüşü ifade edişindeki alışagelmiş yol, Tanrısal hakikatin iki hediyesi olarak Kutsal Kitap ve Tabiatın Kitabı metaforu ya da alim (her şeyi bilen ve açıklayan) ve hâlik (yaratıcı) olarak Tanrı’dır. Campanella’ya göre her iki kitabın da yazarı aynı iyi ve doğru sözlü Tanrı olduğuna göre, eğer bu kitapları doğru anlayıp yorumluyorsak, bu kitapların birbiriyle anlaşmazlık içerisinde olması mümkün olamaz.

Eğer bu doğruysa, din ve bilimin uzun vadede uyuşmazlık içerisinde olamayacağı önsel olarak güvence altına alınmıştır. Sorun daha çok, her kitabı tam ve doğru olarak anlama sorunudur. Öyleyse Campanella daha baştan kendinden emin şekilde, ilk sorusu olan “Galileo tarafından savunulan felsefi görüşler Kutsal Kitaplara uygun mu aykırı mı” sorusuna, birinci seçenekten yana cevabını vermiştir. Eğer Kopernikçilik doğruysa, Kutsal Kitaba aykırı değildir. Onun ilgilendiği sorun, bu uygunluğun nasıl temellendirileceğidir.

Savunu esas olarak teolojik bir inceleme olduğu için, tartışma ve tezlerini ortaya serme yöntemi de teolojiktir. Bu şu anlama gelir, diğer tüm şeylerin yanı sıra, bir otoriteye başvurmak yoluyla yapılan ispatlara belirgin bir yer ayrılmıştır. Burada Campanella için esas otoriteler İncil, din büyüklerinin geleneksel yaklaşımları, Kilise Konseyi tarafından benimsenmiş belgeler ve geçmişin önemli teologlarıdır. Bu günümüz okuruna aşırı ve anlamsız gelebilir. Ama bu tür başvuruların amacı, tartışma konusu olan çeşitli noktalarda, inanca uygun ve kabul gören anlamın ne olduğunu belirlemektir. Aynı zamanda o dönemde bir amaç da, söz konusu noktalarda otoritelerin de hemfikir olmadığını ve dolayısıyla konunun henüz çözülmemiş bir sorun halinde olduğunu göstermektir. Bu yöntemde her iki durumda da, otoritelerden yapılan alıntılar ne kadar çoksa, argümanlar o kadar güçlü sayılırdı. Otoritelere dayanarak tartışma ve tezleri savlama yöntemi çok uzun bir tarihsel geçmişe sahipti. Ayrıca Trent Konseyi’nin 4. Oturumu’nun kararında, Kutsal Kitap’ın kabul gören yorumunun, Kilise tarafından belirlenmiş olan yorumlar ve eski din büyüklerinin ortak görüşleri olduğu üzerinde ısrarla durmasıyla, bu yöntemin geçerliliği yeniden vurgulanmıştı.

Savunu’nun bir bütün olarak planı oldukça basittir. İlk iki bölüm sırasıyla Galileo’nun Güneş-merkezliliğinin aleyhinde ve lehindeki argümanları ortaya koyar. Son iki bölüm, bu argümanları birer birer yanıtlar ve değerlendirir. Kritik bir öneme sahip olan aradaki üçüncü bölüm bir dizi referans varsayımı, ya da Campanella’nın deyişiyle yanıtları formüle etmek için gerekli görünen hipotezleri ortaya serer.

Bu biçim, eserde tartışmanın her iki tarafının argümanlarına da nesnel olarak değer biçen bir atmosferin yaratılması için tasarlanmıştır; Campanella bunu yaparken, esas yakınlığının Galileo’ya karşı olduğunu hiçbir surette gizlemeye çalışmaz. Burada şu noktayı anımsamak önemlidir. Campanella, başta Galileo’nun teleskopla yaptığı keşifler sayesinde, Kopernik’in Güneş-merkezli yaklaşımının giderek daha akla yatkın hale geldiğini kabul etmektedir, ama o dönemde kişisel olarak bunun gerçekliğine henüz ikna olmuş değildir. Ama şundan kesin olarak emindir ki, Kopernikçiliğin yazgısı nereye varırsa varsın, Galileo’nun konuyu daha ileriye götürecek şekilde tartışma ve araştırma özgürlüğü engellenmemelidir.

İlk iki bölümde ifade edilen lehte ve aleyhte argümanlarda olağandışı bir şey yoktur. Bunlar o dönemde yaygın olan fikirlerdi. Genel olarak bu argümanlar İncil’den özel pasajlara, Kopernik’in kitabının yayımlanışını çevreleyen tarihsel koşullara ve o dönem kabul gören Aristocu ve sonraki skolastik öğretilere dayanmaktadır. Campanella’nın İncil’den aktardığı muhalif pasajlar, o günlerde Kutsal Kitaba dayanarak geliştirilen alışılagelmiş itirazlarla örtüşmektedir. Bu Campanella’nın konuya ve gelişmelere vakıf olduğunu da gösterir.

Bu argümanlara verilen cevaplar arasında, Galileo’ya karşı İncil’den alıntılanan pasajların ayrıntılı şekilde açıklanarak tartışılmasına ek olarak, bazı kayda değer temalar bulunmaktadır. Birincisi, Campanella’nın Aristocu felsefeye karşı ömrü boyunca sürdürdüğü ve o günkü tartışmadan çok daha derin temelleri olan ezeli karşıtlık, Aristo’ya dayandırılan Yer-merkezli evren modelinin eleştirisinde kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmaktadır. İkincisi, yine bununla ilgili olarak, Hıristiyan teolojisinin, dininin ve vahiylerle şekillenen öğretisinin Aristocu felsefeye kopmaz şekilde bağlanmış olduğunu düşünen teologlara karşı Campanella’nın geliştirdiği sert eleştiridir. Campanella’ya göre, dünyanın sonsuzluğu, kutsal takdirî ilahinin yokluğu ve insan ruhunun ölümsüzlüğü konularında sapkın görüşleri olan Aristo’ya gösterilen bu hürmet ve yüceltme, tiksinti uyandıran bir durumdur. Hıristiyan felsefesi Hıristiyan kaynaklar üzerine temellendirilmelidir.

Üçüncüsü, Campanella 4. bölümün uzunca bir kısmında, İncil’de ve din büyüklerinin eserlerinde kozmolojiyle ilgili dağınık bir şekilde bulunan açıklamaların, Aristo’nun evrene dair görüşlerinden çok Galileo’nunkilere uyumlu olduğunu savunur. Örneğin, “gökkubbe suları birbirinden ayırsın” ifadesinden dolayı, Tekvin’e göre göklerde su bulunmalıdır. Ama Aristo’ya göre kendine özgü tek ve emsalsiz bir madde olan özlerin özünden (eter) oluşan göklerde temel bir unsur olarak su bulunamaz.

Dördüncüsü, sonuncu bölümün bitiminde Campanella pek alışılmadık bir argüman olarak, hemşerisi olan antik Pisagorcuların kendilerine has Güneş-merkezli astronomilerini, Kutsal toprakların Yahudi kaynaklarından türettiklerini ileri sürer. Böylelikle Güneş-merkezlilikle Hıristiyanlığın tarihsel kökenleri arasında bir süreklilik ilişkisi olduğunu iddia eder.

Bununla birlikte günümüz okuyucusunun esas ilgisi, sunulan argümanlar ve yanıtlar arasında bir köprü görevi gören üçüncü bölüme odaklanır. Bu bölümün, itirazları yanıtlamak için ihtiyaç duyulan metodolojik noktalara, mesela Kutsal Kitap tefsirinin ilkelerine ya da bilimsel ispatın yöntemine ayrılması beklenebilir. Ama Campanella sorunu oldukça değişik bir biçimde ortaya koyarak bizi şaşırtır. Görünüşte, Kardinal Caetani tarafından kendisinden istenen, Güneş-merkezliliği Kutsal Kitaplarla karşı karşıya koyarak bir değerlendirme yapmasıdır. Ama buna rağmen, 3. Bölümde Campanella bu noktadan geriye çekilir ve şunu sorar; “bu özgün sorun karşısında işin ehli bir hakim görevini hakkıyla üstlenebilecek birisinde hangi nitelikler bulunmalıdır?”

Bu Campanella adına son derece becerikli bir taktik manevradır. Kopernikçiliğin doğru mu yoksa yanlış mı olduğu konusunda hüküm vermeyi ne dilemiştir, ne de kendisinden böyle bir şey istenmiştir. Bu onun birikimini aşmaktadır ve dahası kişisel olarak bu konuda kesin ikna olmuş değildir. Ama Kardinal Caetani’nin özgün sorusunun üstesinden nasıl gelineceği konusunda, hem yeterli donanıma sahiptir, hem de kesin bir kanaate varmış durumdadır. Tartışmanın yönünü iyi bir yargılamanın niteliği ne olmalı sorununa çevirerek, aslında Galileo davasının özgünlüklerini aşmakta ve daha genel bir sorun olan insanın düşünme ve araştırma özgürlüğü sorununu öne sürmektedir. Savunu’yu insanlık tarihinin daimi bir ilgiye layık belgelerinden biri haline getiren de, onun bu özelliğidir.

Bu soruyu öne süren kişinin bizzat kendisinin uzun süredir Engizisyon mahkûmu olması belki de tümüyle rastlantı değildir. O düşüncenin bastırılıp sindirilmesini birinci elden yaşamıştır. Hem Roma’da hem başka yerlerde Savunu’yu okuyanlar, Kutsal Makam’ın Galileo davasındaki yargıç ve danışmanlarının, Campanella tarafından tarif edilen nitelikleri karşılayıp karşılamadığını merak etmekten kendilerini alamamış olmalılar.

Campanella’nın, Kopernikçiliğin dine uygunluğunu layıkıyla yargılayabilmek için gerekli nitelikleri itiraza pek az yer bırakacak şekilde saymış olması, onun manevrasını güçlendiren bir etkendir. Campanella’ya göre böyle bir yargılamayı yapabilecek insanın, sadece tanrı sevgisiyle donanmış olması yetmez, hem bilim hem de teoloji alanında çok birikimli olması da gerekir. En son bilimsel gözlemleri ve bunların bilim camiasındaki yorumlarını bilmesi de gerekecektir. Aynı zamanda, İncil’i yorumlamayla ilgili prensipleri ve bunların teologlar tarafından uygulanış tarihçesini de bilmelidir. Kısacası, hem “Tabiatın Kitabı”nın hem de vahiy ve ifşaatların kitabının kusursuz bir okuyucusu, dini bütün bir mümin olmalıdır. “Liyâkatlı bir yargıç hem bilgi, hem Tanrı aşkı ile kuşanmış olmalıdır” derken, Campanella’nın kastettiği budur. Dahası, eldeki iş bir doğa bilimi teorisinin dinsel öğretiye uygunluğunu değerlendirme görevi olduğu için, gerekli yeterliğe sahip olma sorumluluğu herkesten önce bu değerlendirmeyi yapan teologlara düşer.

Eğer bu ilk ve başta gelen koşul sağlanmışsa, bu işi üstlenecek yeterliğe sahip bir yargıç dolayısıyla şunun farkında olmalıdır: Birincisi, astronominin o günkü gelişme düzeyi, bilimsel bir sorunun kesin olarak açıklığa kavuşturulabileceği bir noktaya ulaşmış değildir. Bir mahkûmiyet kararına karşı ihtiyatlı olmayı tavsiye eden (12) Campanella bu noktada haklıdır. Ne Kopernik astronomisi, ne de Aristocu-Batlamyusçu astronomi ispatlanmıştır ve Campanella, Aristocu-Batlamyusçu felsefenin her türlü eleştirinin üstünde olduğunu savunanları sertçe eleştirir. İkincisi, İncil’in ve geleneksel dinin bize fizik ve astronomi öğretmek gibi bir derdi yoktur ve dolayısıyla İncil’den ve teoloji otoritelerinden yapılan alıntılarla bilimsel bir sorunu açıklığa kavuşturma teşebbüsleri boş ve anlamsızdır. Dinin amacı, bize göksel varlıkların hareketini değil, iyi ahlaklı ve dindar bir yaşantı sürerek öteki dünyaya nasıl hazırlanabileceğimizi öğretmektir.

Üçüncüsü, Hıristiyanlara doğanın kitabını incelemeyi yasaklamak, Hıristiyanlığın kendisine karşı bir suçtur. Çünkü eğer Hıristiyanlık hakikat diniyse sadece gerçeklerden korkmamakla kalmaz, doğal dünyayla ilgili yeni bilgileri Tanrının fazilet ve erdemlerinin içyüzünü anlamanın yeni yolları olarak sevinçle karşılamalıdır. Kısacası Kilise, tanrıya ulaşmanın doğanın kitabında bulunabilecek yollarından mahrum bırakarak, aslında kendisine zarar vermektedir.

Dördüncüsü, teologlar sadece bir tek felsefi ekole, örneğin Aristoculuğa bağımlı hale gelmemelidir. Bu Kutsal Kitap’ın tek yönlü okunması ve anlaşılmasına ve dolayısıyla kutsal mesajların anlamlarındaki zenginliğin gözden kaçırılmasına neden olur. İncil ve diğer felsefi görüşler arasında, gerçekliği olmayan çatışmalar yaratır.

Ve son olarak, her yanlış mütalaa sapkınlık değildir. Kilise’nin her tür yanlışla ilgilenmesinin bir gereği yoktur. “Sapkınlık” terimi doğrudan ya da dolaylı olarak tanrısal vahiy ve ifşaatlara ters düşen ve karşı çıkan yanlış görüşler için kullanılmalıdır. Diğer tüm iddialar açık ve serbest bir tartışmaya bırakılmalıdır; belki de bu sayede, bazen en umulmayan yerde gizli hakikatler ortaya çıkabilir. Aslında Campanella’nın burada söylediği şey, Güneş-merkezliliğin bir inanç ve ahlak sorunu olmadığıdır. Öyleyse, Kilise bu görüşün yanlış olduğunu düşünse bile bununla uğraşmamalıdır. Galileo’ya bu “yanlış” görüşü daha da ilerletmesi için izin verilmeli, hatta teşvik edilmelidir; buradan nasıl bir sonuç çıkacağını kim bilebilir.

Campanella’ya göre gündemdeki sorunun layıkıyla değerlendirilmesi için gerekli perspektif budur. 1616 Şubatı’nda Kopernikçiliğin dine uygunluğu hakkında hüküm verme göreviyle karşılaşan Kutsal Makam Kurulu’ndaki Kardinaller ve onların danışmanları, tek tek ya da kolektif olarak, Campanella’nın bir liste halinde sıraladığı vasıfları gerçekten sergiliyorlar mıydı? Büyük ihtimalle hayır. Bu durumda Campanella’nın tavsiyesi bu koşullar altında konuyla ilgili bir eyleme girişmekten vazgeçilmesi şeklinde olacaktı. Bu kötü bir tavsiye değildi. Eylemsizlik, Kilise’yi sonraki büyük utançtan kurtarabilirdi.

Peki, Campanella kendisinin böyle bir hükmü vermek için gerekli vasıflara sahip olduğunu düşünüyor muydu? Bunu asla bilemeyeceğiz. Ama eğer öyleyse, onun davayla ilgili olarak Savunu’nun tüm metni boyunca arka planda akan değerlendirmesi, hem çok açıktır, hem de son derece mantıklı ve ihtilatlıdır: “Kopernikçiliği mahkûm etmeyin. Galileo ve diğerlerinin konuyu tartışıp inceleyerek daha ileriye götürmelerine engel olmayın.” Bu değerlendirmesinin sebebi, Campanella’nın Güneş-merkezliliğin doğru olduğunu düşünmesi, Galileo’ya duyduğu büyük kişisel hayranlık ya da kendi payına soyut olarak düşünce özgürlüğü kavramına bağlılığı değildi. Ağır basan sebep bunlardan ziyade, böylesi bir mahkûmiyet kararının Kilise’nin kendisine zarar verme ihtimaliydi. Eğer gelecekte Güneş-merkezliliğin doğru olduğu anlaşılırsa, bu karar kilisenin iktidar ve otoritesinin ciddi bir şekilde suistimal edilmesi olacaktı. Campanella haklı çıktı. Sadakatinden dolayı böyle davranmıştı, esas önemsediği şey ona çok sert muamele eden Kilise’nin iyiliğiydi. Ve Savunu’yu şu sözleri söyleyerek sonlandırmıştı:

“Benim yaptığım muhakemeye göre…, Kutsal Kitap’ın küçük düşürülmesine neden olmaksızın ya da sapkınlarla birlikte Kutsal Kitap’ı reddettiğimiz yönünde güçlü bir şüphe yaratmaksızın veya büyük fikirlerden tiksinti duyduğumuz izlenimini uyandırmaksızın (özellikle de, Bellarmine’nin de dikkat çektiği gibi, günümüzde sapkınların Romalı Katolik teologlarca söylenmiş her şeye karşı olmasından dolayı) Galileo’nun araştırma ve gözlemlerini engellemek, yazılarını yasaklamak mümkün değildir. Yine benim düşünceme göre böyle bir mahkûmiyet kararı, düşmanlarımızın bu düşünceye daha da coşkulu şekilde kucak açmalarına ve onurlandırmalarına sebep olacaktır.”

 

Önceki İçerikÖlüyü canlandırmak
Sonraki İçerikTürkiye yayıncılık tarihinin önemli kitap dizilerindendi: “100 soruda…”