Bilimden, Tanrıya ilişkin anlaşmazlığın bir karara bağlanacağı bir sonul kanıt, bu yolda bir sarsılamaz tutum bekleyenler hep hayal kırıklığına uğrayacaktır. Bir bilimci olarak size yeni kanıtlarımın, devrimcil verilerimin, doğaya yönelik dengeyi şu ya da bu yöne doğru bozacak nefes kesici bir sezgimin olduğunu söyleyemem. Ama inançlı bir kimseye söyleyeceğim şeyler var: en geleneksel anlamda bile evrim biyolojisi çoğunlukla inanıldığı gibi inancın önünde bir engel değildir. Evrim pek çok bakımdan Tanrı’yla olan ilişkimizi anlamanın bir anahtarıdır. Her zaman beni dersten sonra sıkıştırmak isteyen birkaç öğrenci çıkar ve dosdoğru sorar: “Tanrı’ya inanıyor musunuz?” Ben de her birine “Evet!” derim, “Ben Darwin’in Tanrısına inanırım!”
Kenneth Miller
Sunuş
Brown Alumni Magazine (Nov/Dec, 1999) dergisinde yayınlanan bu yazı, kendi yazdığı “Finding Darwin’s God: A Scientist’s Search for Common Ground Between God and Evolution” (Cliff Street Books, 1999) adlı kitabından yazar tarafından özetlenmiştir. Özgün metine ve yazarın bu konudaki konferans videolarına www.millerandlevine.com/km adresinden erişebilirsiniz.
Boston’daki Hynes Kongre Merkezindeki büyük salonun kiliseye benzer hiç bir yanı yok. Ama gene de dinleyen biliminsanları arasında oturduğum yerde, uzun zaman önce bir kilisede dinleyicileri çocuk olan bir başka konuşmayı hatırlayıp kendi kendime gülümseyerek başımı sallıyordum. Bir ânı, geçmişin dağınık anılarına hiç bir uyarı olmadan bağlayan deneyimlerden birini yaşıyordum. Psikologlar böyle şeylerin her zaman olabileceğini söylüyor. Görünürde hiç bir sebep olmadığı halde, herhangi bir şey belleğimizi “tazelediğinde” beş bin günlük çocukluk, kronolojik sırayla değil de kelimelere, seslere hatta kokularla bağlanarak sıralanıp bir şeyleri aklımıza getiriyor. İşte tıpkı böyle, sempozyumda gelişim biyolojisi üzerine edilen birkaç söz beni eskiye, ilk komünyonumun bir gün öncesine götürdü. Sekiz yaşındaydım. Ben küçük kilisemizin sağ tarafında erkek çocuklarla (kızlar soldaydı) birlikte otururken, papazımız konuşuyordu.
Kutsama töreni için yapmış olduğu bir yıllık hazırlığa eklediği son rötuşlarla Peder Murphy bize Tanrı’nın dünya üzerindeki gücünün gerçekliğini vurgulamayı amaçlamaktaydı. Minberin parmaklıklarına, cilâlı mermerinin güneş ışığından gelen pırıltılarına işaret ederek, ısrarla bunların Tanrı’nın kendisi tarafından biçimlendirildiğine inanmamızı istiyordu. “Yok yahu!” diye fısıldadı, yanımdaki çocuk. Saygıdeğer Peder, herhalde kilisedeki çocuklar arasında bir taş yontucunun oğlu ya da kızı bulunması olasılığından kaygılanarak sözlerini biraz geri aldı. “Şimdi, tabii ki parmaklıkları O oymadı ya da buraya getirmedi veya yerine yerleştirmedi” dedi ; “… ama mermeri Tanrı yaptı ve birisinin onu bulup da kilisenin bir parçası yapması için bir yerlere bıraktı.”
Tanrı’yı bir zanaatkâr olarak betimlemesinin bir kuşku havası uyandırmış olabileceğini Papazımızın duyumsayıp duyumsamadığını bilemeyeceğim, ama fark etmez. Bir numarası daha vardı. Hiç kaçmayacak, öylesine keskin bir sav ki onu kuşkusuz hiç yanıltmamıştı: minbere doğru yürüdü ve vazodan bir çiçek çekti aldı.
“Şu çiçeğin güzelliğine bir bakın” diye başladı. “Kutsal Kitap bize Hazreti Süleyman’ın giyim-kuşamının bile tüm görkemine rağmen bunlarla karşılaştırılamayacağını söylüyor. Biliyor musunuz neden? Dünyada hiç bir kimse bize bir çiçeğin nasıl açtığını açıklayamaz. Fen bilimcileri atomu parçalayıp, jet uçakları ve televizyonlar yapabilirler ama hiç birisi size bir bitkinin çiçeğinin nasıl yapıldığını söyleyemez.” Nasıl söyleyebilirler ki? “Çiçekler, tıpkı sizler gibi Tanrı’nın marifetidir.”
Etkilenmiştim. Kimse itiraz etmedi, kimse dalga geçmedi. Cici küçük çocuklar olarak kiliseden sırayla çıktık gittik; ertesi günkü ilk komünyonumuz için hazırdık. Olay bir daha hiç aklıma gelmedi; tâ ki bu, gelişim biyolojisi sempozyumuna kadar. Caltech’ten bitkibilimci Elliot M. Meyerowitz, hayvanların gelişimi gibi daha moda konulara ilişkin başka iki konuşma arasında tıpkı sandviç gibi sıkıştırılmış bir sunuş yapacaktı. Meslektaşlarımın bir kısmı bitkilere ilişkin araştırmalarla ilgilenmediklerinden son konuşma öncesi hava almak için dışarı çıktı. Oysa ben ağzım kulaklarımda oturuyordum. Telâşla notlar alıyor, ekrana yansıyan şekilleri çiziktiriyor ve kenarlara kendi spekülasyonlarımı yazıyordum. Anlayacağınız, Meyerowitz bitkilerin çiçeklerini nasıl yaptıklarını anlatıyordu.
Çiçeklerin dört ana kısmı olan, çanak yaprakları, taç yaprakları, erkek organları ve dişi organları aslında hep evirilmiş yapraklardır. Bu, bitkilerin üreme hücrelerini neden hemen her yerlerinde üretebildiğinin nedenlerinden birisidir. Oysa hayvanlar çok özgül bir takım üreme organlarıyla kısıtlanmıştır. Küçük parmağınız çok yakın bir zamanda üreme hücreleri saçmaya pek başlamayacaktır. Ama bahar geldiğinde bir elma ağacının herhangi bir dalının ucu çiçek açarak çiçektozu saçabilir. Bitkiler yeni yaprak çıkarabildikleri her yerde çiçek de açabilirler. Çünkü bitkiler; sıradan bir yaprak kümesine, bir çiçeğin kısımlarına dönüşmelerini bir şekilde “söyleyebilmektedir”. İşte Meyerowitz’in laboratuarı işi buradan ele alıyor.
Yıllarca süren sabırlı bir genetik araştırması, anılan dört kısımdan yalnızca iki ya da üçünü yapabilen mutant (başkalaşık) türler izole edebilmiş; bu mutantları çaprazlaştırarak ise normal bir çiçeği yapmak için belli bir sıralamayla etkinleştirilmeleri ya da etkisizleştirilmeleri gereken dört tane geni belirleyebilmiştir. Bu genlerin her biri yeni filizlerin hücrelerine birer dizi im salarak bunların ne zaman sıradan bir yaprak yerine bir çanak ya da taç yaprağına dönüşeceğini “söylüyor”. Ayrıntılar dikkate değer; genler arasındaki etkileşmeler hayranlık verici. Benim için ise bu bilimsel ayrıntılar ilk komünyonumdan otuz yedi yıl sonra pastanın üzerindeki krema gibiydi. Asıl mesaj ise “Peder Murphy, yanılıyordun!” diyordu, “Çiçekleri Tanrı değil çiçek indükleyici genler yapıyor”. Bizim papazın hatası, herkesin her zaman yaptığı gibi Tanrıyı, bilimin henüz açıklayamadıklarında (vurgu çevirenin) bulmaya uğraşmaktı. O, Tanrının en iyi bulunacağı yerin, bilinmeyen yöreler, anlaşılmış olmanın aydınlığını henüz görmemiş karanlık köşeler olduğunu varsayıyordu. Buraları, öyle anlaşılıyor ki bakmak için tam da en yanlış yerlerdir.
Gölgeleri araştırmak
Peder Murphy, bir çiçeğin yapılma sürecini Tanrı’nın gerçekliğinin kanıtı olarak gösterirken, Tanrı’nın doğayı kendine yetersiz yarattığı düşüncesine sarılmaktaydı. Ona göre bir nergisin açması, kendi kendine yeten maddesel bir evrenin varlığını değil, Tanrı’nın doğrudan işe karışmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla Tanrı’yı çevremizdeki maddesel ve bilimsel açıklamaları bulunmayan şeylerde aramalıydık. Doğada, ele gelmeyen ve araştırılamamış yerlerde Yaratıcı iş başındadır.
Evrim düşüncesine karşı çıkan yaratılışçılar da benzer savlar ileri sürüyorlar. Onlar, yeryüzünde hayatın varlığının, yeni türlerin ortaya çıkışının özellikle de insanın kökenlerinin, evrimle de bir diğer doğal süreçle de açıklanamadığını ve de açıklanamayacağını savlıyorlar. Doğanın kendine yeterliliğini yadsıyarak, Tanrı’nın (ya da hiç olmazsa bir “tasarımcı”nın), varlığını bilimin eksiklerinde arıyorlar. Ne var ki, yeterli zaman tanındığında bilim, en çetin olguları bile genellikle açıklayabilmekte. Yaratılışçılara, bir strateji ögesi olarak, bilimcilere hiç bir zaman bulamayacakları şeyleri söylemekten kaçınmaları kuvvetle salık verilmelidir. Çünkü tarih onlara karşı. Doğanın nasıl işlediğini artık genel çizgileriyle eksiksiz anlıyoruz.
Evrim bu anlamanın kritik bir parçasını oluşturmakta. Evrim tam da, onu eleştirenlerin açıklayamaz dediği şeyleri açıklamakta. Dünyanın yaşını, fosil birikiminin ve de evrim mekanizmalarının yeterliliklerini reddeden iddialar, yakından incelendiklerinde yıkılıp gidiyorlar. Açıklamalar, en sıkı evrim karşıtlarının bile yadsıyamayacağı açıklıkta olma yolunda; onların pek sevdikleri “açıkları” kapatılmakta ve evrimin moleküler mekanizmaları gittikçe daha iyi anlaşılırken evrimin tarihsel kayıtlarının kabulü her geçen mevsim daha da zorunlu olacağa benzemektedir. Bu, bilimin onların evrime meydan okudukları alanlarda apaçık yanıtlar bulabildiğini gösterir: Tarihsel kayıtları göstermekte, verileri sağlamakta, mekanizmayı ortaya koymakta ve kuramla gerçekliğin birbirine yakınlaşması gerçeğinin altını çizmekte.
Ne var ki evrim karşıtlarının dinin başına sardığı daha derin bir sorun var. Onlar da Tanrı arayışlarını bizim papaz gibi doğanın kendine yeterli olmayışı düşüncesine dayandırarak başlatmakta. Bu akıl yürütmeye göre türleri yalnız Tanrı yaratabilir; tıpkı Peder Murphy’nin yalnızca Tanrı’nın çiçek yapabildiğine inanışı gibi. Her iki görüşte de Tanrı’nın varlığı yalnızca bu savlar gerçeklendiği takdirde kanıtlanabilir. Ama bunların yanlışlığı gösterildiğinde din için ciddi sorunlar doğar.
Bazı konularda bir bilimsel açıklamanın bulunmamasını Tanrı’nın varlığı için bir kanıt olarak kabul edersek, basit bir mantık zorunlu olarak başarılı bir bilimsel açıklamanın da Tanrı’ya karşı bir sav olarak görülmesi gereğini getirir. İşte bu yüzden yaratılışçı usavurmaların zararı, önünde sonunda bilimden çok daha fazla dine dokunacaktır. Elliot Meyerowitz’in, çiçek oluşumu üzerindeki güzel çalışması, sağduyu böyle bir şey olamayacağını söylese de, birdenbire tanrısal şeylere yönelik bir tehdit haline geldi. Yaratılışçılar, yeni türlerin oluşumunda doğanın kendine yeterli olamayacağını ileri sürerek, biyolojik değişimi sağlayacak doğal süreçlerin tamamlanması için onlarla bir tasarımcının (Tanrının) varlığı arasında zorlama mantıkla bir bağlantı kurmaktadırlar. Başka deyişle yaptıkları tam da tanrıtanımazlara Tanrı’nın yokluğunun nasıl kanıtlandırılabileceğini göstermektir; yani evrimin işlediğini gösterebilirlerse tapınağı yıkma zamanı geldiğini söyleyebileceklerdir. Bu tüm din karşıtlarının seve seve kabullenecekleri bir teklif.
Açıkça söylemek gerekirse yaratılışçılar Tanrıyı hep karanlıklarda arayageldiler. Biz neyi bulamamışsak ve de neyi iyice anlamamışsak bu onların ilahi inançlarının doğruluğunun en iyi, hatta yegâne kanıtları olmakta. Bir Hıristiyan olarak, bu mantıktaki kusuru özellikle sıkıntı yaratıcı buluyorum. Bu bize yalnızca bilgi edinmeden (inancımızı yıkabilir diye) korkmayı öğretmekle kalmayıp, aynı zamanda Tanrı’nın yalnızca anlayış yetimizin aydınlatamadığı yerlerde bulunduğunu söylemektir. Ben diyorum ki, eğer Tanrı gerçekten varsa, onu başka bir yerde görebilmeliyiz; insanlığın sahip olduğu, tinsel ve de bilimsel bilgilerin aydınlığında!
İnanç ve akıl
Batının tektanrılı dinsel geleneklerinden her biri Tanrı’yı doğruluk, sevgi ve bilgi olarak görür. Bunun anlamı doğal âlemi anlayışımızdaki her bir artışın, pek çok kimsenin sandığı gibi Tanrı’dan uzaklaşma yönünde değil, Tanrı’ya doğru bir adım oluşudur. Eğer inanç ve akıl Tanrı’nın armağanlarıysa bunlar çevremizdeki âlemi anlama yolunda zıt değil birbirini tamamlayıcı roller oynamalıdır. Bir biliminsanı ve bir Hıristiyan olarak benim inandığım da tam bu. Gerçek bilgi yalnızca inanç ile aklın bir araya getirilmesiyle sağlanabilir.
İnançlı olmayan birisi doğal olarak tüm güvenini bilime dayandırıp, inanca değer vermez. Ben ise bilimin, doğal âlemi, hem inançlıların hem de inançsızların, ortak bir gözlem, deney ve kuram merceğinden incelemelerine izin verdiğini tabii ki teslim ediyorum. Bilimin kültürel, siyasal ve hatta dinsel farklılıkların ötesinde olma yeteneği, onun kısmen dehasında, kısmen bir bilme yolu olmasındaki değerinde bulunur. Bilimin yapamayacağı ise, araştırdığı âleme ne bir anlam ne de bir amaç yüklemektir. Bu da kimilerinin bilim gözüyle bakılan dünyanın anlamdan yoksun ve amaçsız olduğu sonucunu çıkarmalarına yol açar. Hiç de öyle değil. Ben bunun için, “insanların amaç ve anlam yükleme eğiliminin, bilimin ötesine geçmesi ve önünde sonunda onun dışından gelmesi gerektiğini” ileri sürüyorum. Bu yolla varılacak bilim; inancın değer ve ilkeleriyle kuracağı ilişkisiyle zenginleşmiş olacaktır. Hz. İbrahim’in Tanrı’sı bize hangi proteinlerin hücre oluşumu döngüsünü denetleyeceğini söylemez. Ama bize, ona özen göstermek, bu yoldaki anlayışımızın değerini bilmek için ve de hepsinden fazla bilginin ışığını cehaletin karanlığına tercih etmemiz için bir sebep sağlar.
Birden çok biliminsanının da dediği gibi, evrenin gerçekten hayret uyandıran yanı ona bir anlam verilebilmesidir. Parçalar birbirine uyuyor, moleküller etkileşiyor, … mübarek sahiden işliyor! Evrimin inançlılar için anlamı doğanın eksiksiz olduğudur. Onların inandığı Tanrı öyle bir maddesel âlem yaratmıştır ki içinde gerçekten özgür ve bağımsız varlıklar evrilebiliyor. Her şeyi işin başında dosdoğru yerli yerine oturtmuş.
Kimilerine göre insan doğasının apaçık kötülüğü, Tanrı’nın yokluğunun ya da ölmüş olduğunun bir kanıtıdır. Aynı usavurma, Tanrı’nın bir evrim ağacının ne yönde gelişeceği önceden bilinemeyen dallanıp budaklanmalarında görülemeyeceği sonucuna da varır. Ancak gerçek daha da derindedir. Her iki görüşe karşı, bir tanrısal varlığın, kendisinin kaprislerinden gerçekten bağımsız, içindeki akıllı yaratıkların iyi ile kötü arasında seçim yapmak durumunda kalacakları ve belirgin, maddesel bir gerçeklik şekillendirmek zorunda kalacakları bir âlem kurup bu yaratısını kendi başına bırakmaya karar vermiş olduğu ileri sürülebilir. Doğanın kendisine yeterliliği de, dünyada kötünün varlığı da Tanrı’nın yokluğu anlamına gelmez. Dindar bir kimse için her ikisi de çok farklı anlamlara gelir: Bunlar Tanrı’nın sevgisinin gücü yanı sıra onun yaratıkları olarak özgürlüğe sahip olduğumuz gerçeğini gösterir.
İnançsızlığın silahları
Kendimizi türlerin en iyisi ve en parlağı olarak görmekten hoşlanırız. Sanki yaradılışın amaçlanmış, özel ve birincil yaratıklarıyız. Evrim ağacının tepesinde doğanın sonul ürünü olarak, kerametimiz kendisinden menkul ve kendimizden emin oturmaktayız. Evrimin hedefinde bizim üretilmemiz olduğunu düşünmeyi seviyoruz.
Doğadaki konumumuz hakkındaki bu rahatlatıcı görüş, biyolojik açıdan bile doğru olmayıp, hayatı anlamak için tuttuğumuz kahkaha aynalarının yansıttığı ve kendimizi dev aynasında gösteren çarpık bir görüntünün ürünüdür. Nesnel olarak biz doğanın en karmaşık hayvanları arasında bulunuyorsak da her bakımdan bu konumda değiliz. Vücut sistemleri arasında fizyolojik karmaşıklık bakımından yalnızca bir hususta, sinir sisteminde açıkça öndeyiz; ama orada bile bir omurgalı (yunuslar) bize rakip olabileceğini öne sürebilir.
Gene bu görüşü desteklemek üzere, evrim sürecinin herhangi bir sağlıklı değerlendirilmesinde bir hayat biçiminin bir diğerine göre daha ileri noktada bulunduğu görüşünün doğru olmadığı görülür. Her bir organizma, yaşayan her bir hücre geçmişte başarılar kazanmış atalar silsilesinden gelir. Bu atalar, başarılı evrim stratejilerinden tekrar tekrar yararlanarak bize bu stratejileri anlatacak kadar, ya da hiç olmazsa onları yeniden üretecek kadar yaşadılar. Kahve fincanımın ağzında tutunan bir bakteri evrimden benim kadar çok geçmiştir. Benim ondan cüsse ve evrim üzerine yazmamı sağlamakta etkili olan bilinçlilik avantajım var ama bakterinin de benden sayı, esneklik ve en çok da üreme hızı üstünlüğü bulunmakta. Bu bir tek bakteri uygun koşullar sağlandığında dünyayı bir iki gün içinde tam anlamıyla kendi soyundan canlılarla doldurabilir. Hiç bir insan, hiç bir omurgalı, hiç bir hayvan bu denli etkileyici bir şeyi, bununla uzaktan yakından kıyaslanabilecek ölçüde yapamaz.
Evrimin bize söylediği şu ki hayat, herhangi bir başlangıç noktasından çıkıp giderek dallanan sayısız yollar boyunca yayılmakta. Bunlar arasındaki incecik dallardan birisinin ucu bize uzanıyor. Bunu dikkate değer görüp nasıl olabildiğine şaşırabiliriz; ama hayat ağacının herhangi bir adil değerlendirmesi diğer dallarının binlerce farklı yöne uzanan kalabalığı arasında bizim dalcığımız önemsiz görünecektir. Türümüz, Homo sapiens’in, evrim çabalamasından bir sincap, bir papatya ya da sivrisinekten daha “başarılı” çıktığı söylenemez. Hepimiz şu an varız! Önemli olan da bu. Kendimizi bu noktada bulmak için hepimiz farklı yolları izledik. Doğal seçilim oyununda hepimiz kazananlar arasındayız. Şu an için (vurgu çevirenin) kazananlar arasındayız.
İşte, pek çok kimsenin aklındaki problem de tam bu. Dallanan binlerce yoldan birisinin tarihsel ve kaçınılmaz olarak bize gelmek zorunda olduğundan nasıl emin olabiliriz? Şunu bir düşünün: biz bugünkü memelilerin çoğu ekosistemde iri, başat kara hayvanları rolünü oynamaktayız. Ama tarihlerinin büyük bir kısmında memelilerin varlığı, yalnızca küçük hayvanların neslini sürdürebileceği habitatlarla sınırlıydı. Neden? Çünkü o zamanlar bir diğer omurgalı grubu dünyaya egemendi; taa ki Stephen Jay Gould’un işaret ettiği biçimde bir asteroid ya da kuyruklu yıldız dünyaya feci şekilde çarparak bu devleri yok olmaya götürene dek. Gould, bir iri ve us kullanan hayvan olarak varlığımızı kelimesi kelimesine “tamamen talih yıldızlarımıza borçluyuz” diyor.
Peki, ya kuyruklu yıldız ıskalasaydı? Ya dinozorlar değil de atalarımız yok oluşa sürüklenseydi? Ya Devoniyen döneminde Rhipidistia olarak bilinen küçük bir balık obası yok olsaydı? Onlarla birlikte ilk dört ayaklıların var olabilme olanağı da ortadan kalkacaktı. Omurgalılar hiçbir zaman karaya çıkma savaşımı vermeyebilirler ve orası Stephen Jay Gould’un sözleriyle ebediyen “böcekler ve çiçeklerin meydan okunmayan yöresi” olarak kalabilirdi.
Bunlar, gezegenimizde insanın ortaya çıkışının önceden tasarlanmış olmadığı anlamına gelir. Yani burada oluşumuz, kaçınılmaz evrimsel başarılar dizisinin bir ürünü değildir: Bugün anlıyoruz ki, ufak bir ayrıntının ürünü, tarihte belki bizi dışarıda bile bırakabilecek olan bir rastlantının sonucudur. Bunun götürdüğü, hem kuşkucuların hem de inançlıların yadsıyamayacağı sonuç şudur: hiçbir Tanrı, özendiği yaratısını ortaya koymak için böyle bir süreç kullanmazdı. İşi evrime bırakmanın her şeyi “istediği” yolda yürüteceğinden nasıl emin olabilirdi? Eğer bizi oluşturmak Tanrı’nın istenci olsaydı, evrimin ürünü olduğumuzu göstermekle Tanrı’nın yaratıcılığını yadsımış olurduk. Evrimin değeri ya da tehlikesi bunda yatmaktadır.
O kadar da ileri gitmeyelim. Bu gezegen üzerinde ortaya çıkışımıza götüren şanslı tarihsel olayların biyolojik açıklamaları kuşkusuz doğru; doğru olmayan bunun [rastlantısal olan bir şeyin] bir tanrısal istencin varlığıyla uyuşmayacağı sonucuna varmaktır. Böyle bir sonuca varmak ise Tanrı’nın (bu Tanrı Batı dinlerinin en konvansiyonel olanının anladığı şekliyle alınsa bile) Yaratan’ın öneminin ciddi biçimde küçümsenmesidir.
Evet, bu gezegende canlıların muazzam çeşitliliği önsöyülemez (önceden kestirilemeyecek) bir süreçti; ama Batı uygarlığının doğuşu da, Roma İmparatorluğunun çöküşü de, en son lotoda kazanan numaralar da öyledir. İnsanlık tarihindeki bu gibi olayların herhangi birindeki belirsizlik durumunu bir Yaratan’ın varlığı düşüncesinin yadsınması olarak görmüyorsak, doğa tarihindeki benzer olayları neden farklı görelim? Böyle görmek için ortada hiçbir sebep bulunmadığını ileri sürmek isterim. Ailelerdeki tek tek var olmamıza yol açan ardışık olguları bir Yaratıcının varlığıyla tutarsız görmüyorsak, türümüzü üreten olgular zinciri için de aynı şeyi yapabilmeliyiz.
Bunun almaşığı, her olayın önsöyülebilir (önceden bilinebilecek) sonuçlarının bulunduğu ve geleceğin ne şansa ne de insanın bağımsız eylemlerine açık olduğu bir dünyadır. Yalnızca evrilip gideceğimiz bir dünyada hiçbir zaman özgür olmayız. Bize kadar uzanan özel tarih, inançlı bir kimseye, bizim ne denli dikkate değer olduğumuzu, bilinçlilik yeteneğinin ne denli nadir ve anlayabilme şansının de denli değerli olduğunu gösterir.
Kesinlik ve inanç
Evrim dahil tüm bilimsel fikirlerin sırf tanıtlara dayanarak yükselip gözden düşeceğini düşünmek insana hoş gelebilir. Bu doğru olsaydı evrim herkesin zihninde şimdiki zıtlaşmalı konumu yerine çoktan sağduyunun parçası haline gelmiş olurdu ki, bilim çevrelerinde görülen tam da budur. Ne yazık ki durum herkes için böyle değil. Evrim ABD kamuoyunun geniş bir kesiminde hâlâ tehlikeli bir fikir ve biyoloji öğretmenleri içinse tükenmeyen bir sıkıntı kaynağı olmayı sürdürüyor.
Bana göre bunda kusurun çoğu, evrim biyolojisinin bulgularını her zaman kendi felsefî söylemlerini desteklemekte kullanan bilim çevrelerindedir. Bunlar kimi zaman yaşamın anlamsızlığına ilişkin sert ve kuru söylemlerdir. Kimi zaman da, bu gezegende varlığımızın rastlantısallığının herhangi bir insan amacının varlığından söz edilmesine olanak vermeyeceğinden söz edilir. Ayrıca sık sık doğanın çıplak gerçekliğinin, herhangi bir insanî ahlâk sisteminin otoritesini sarsıp yıkacağını dinleriz.
Biyolog E. O. Wilson’un dediğine göre yaratıklar evrimle şekillendirdikçe, genlerimizin süregitmesi bakımından önemli olan içgüdüsel tutumlarla yüklenmekteyiz. Bu davranışlardan kimileri, doğal seçilimle benimsense bile başımıza iş açabilir. Yiyecek, su, üreme ve statü arzularımız, kavgaya hazır oluşumuz ve sosyal gruplar halinde toplanma eğilimimiz, hep evrimsel başarıyı sağlama bağlayacak davranışlar olarak görülebilir. Toplumsal davranışların biyolojik temelleri üzerinde çalışan sosyobiyoloji, doğal seçilimin belli durumlarda işbirliği ve yavruların bakımı gibi içgüdülerden yana birlikte yaşamamıza yardım eden “iyi” genleri kayırarak işlediğini söylüyor. Öte yandan kimi durumlar, dostça rekabetten düpedüz cinayete kadar uzanan, özmerkezli saldırgan davranışların gelişmesinden yana işler. Böylesine Darwincil acımasızlık sevecen bir Tanrı’nın yaptığı planın bir parçası olabilir mi?
Evet, olabilir. Atalarımızın genleri, bu gezegende varlıklarını sürdürmek için, tıpkı diğer canlılarınkiler gibi kendilerini tehlikelerden koruyan ve özen gösteren, savunan ve de söz konusu genleri taşıyan bireylerin üreme başarılarını güvenceye alan davranışlar yarattılar. Bu gibi tutkuları içimizde taşımamız şaşırtıcı gelmemelidir; Darwincil biyoloji bunların varlığına biyolojik açıklama getiriyor diye kınanamaz. Gerçekten de Kutsal Kitap’ın kendisi de kibir, bencillik, şehvet, saldırganlık ve cinayet gibi bu tür insan eğilimlerine bol bol örnek vermektedir.
Darwin’i, bu güdülerin biyolojik kökenlerini gösterdiği için kınamak doğru değildir. Kınanacak olan türümüzün böylesi “geçmişten getirilen günahların”ın kaynaklarını bulurken evrimin sık sık bu eğilimleri göstermemizin insan doğasının en kötü yanları için bir tür haklılaştırma sağladığı yanılgısına düşülmesidir. Bu, en iyimser tarafından sosyobiyolojinin verdiği bilimsel derslerin yanlış algılanması; en kötüsü de biyolojiyi, her anlamlı ahlâk sistemini ortadan kaldırmak amacıyla kullanma girişimidir. Evrim en temel biyolojik güdülerimizin ve arzularımızın varlık nedenlerini açıklayabilir; ama bu bizim onlara uyarak davranmamızın her zaman doğru olacağı anlamına gelmez. Evrim bize biyolojimizin açıklamasını verir; ama neyin iyi, neyin doğru ya da ahlâkî olduğunu söylemez. Biyolojiyi ne denli iyi bilirsek bilelim bunların yanıtları için başka yerlere bakmalıyız.
Ne türlü bir dünya
Beğenseniz de beğenmeseniz de günlük yaşamımızda herhangi birimizin uyduğu değerler Charles Darwin’in yaptıklarından etkilendi. Dindarların ise ona özel bir sorusu var. Yaptıkları önünde sonunda Tanrının görkemini mi artırdı yoksa insanın doğasını ve yazgısını, dine derinden derine karşı olan profesyonel bilim kişilerine mi emanet etti? Darwin’in çalışmaları Tanrı fikrini pekiştirir mi zayıflatır mı?
Yaygın kanaat bilimine ilişkin ne düşünülürse düşünülsün Bay Darwin’in ortaya çıkmasının dine pek yararlı olmadığı yönünde. Genel düşünüşe göre, din, Darwincilikle zayıflatıldı ve öğretilerini evrimin isterleriyle uyuşabilmesi için eğip bükme sıkıntısına soktu. Stephen Jay Gould, besbelli ki keyif alarak şöyle ifade ediyor: “Şimdi, bilimin vargıları peşinen kabullenilmeli, dinsel yorumlar ise doğa ili ilgili yerinden oynatılamayacak bilgilerin sonuçlarına uyacak biçimde ince ince elenip ayarlanmalıdır!” Bilim ezgiyi seslendirirken din de buna uyup oynayacak.
Bu zayıflatılıp kenara itilmiş bir Tanrı’nın hüzünlü hayaleti dinin evrime karşıt tutumunun süregiden itici gücünü oluşturmakta. İşte bu yüzden yaratılışçıların Tanrı’sı, her şeyden önce evrimin geçmişte bir işlevinin olmadığının ve bu gün de işe yaramadığının gösterilmesini ister. Dini Darwinciliğin baskısından kurtarmak için yaratılışçılar, doğanın eksikliğini gösterecek bir bilime, yerküre üzerindeki hayatın olguları yalnızca doğaüstü süreçlerle açıklanabilecek bir tarihine gereksiniyorlar. Açıkça söylenmek gerekirse, yaratılışçılar kendilerini doğada sürekli var olan ama varlığının izi bulunamayacak bir gizem aramaya adamışlar. Böyle kafalara göre, hayal edebileceğimiz en mükemmel varlık bile, hayatın doğup kendi başına (vurgu çevirmenin) evrilebileceği bir yaratılışı tasarlayamaz. Doğa özürlü, duruk (statik) ve ilelebet eksik olsa gerektir.
Genelde bilimler, özelde ise evrim bilimi bize bundan farklı bir doğa gösteriyor. Karşımıza dinamik, esnek ve mantıksal olarak eksiksiz bir evren çıkarıyor. Gezegen boyunca sonsuz çeşitlilik ve karmaşık güzellikleriyle yayılan bir hayat görünümü sergiliyor. Bize, sihirli, gerçek olması olanaksız bir maddesel varlığa sahip olduğumuz yanılsamasını değil, sahici bir varlık, içindeki şeylerin tamı tamına göründükleri gibi olduğu bir alem sunuyor. Öyle bir alem ki, içinde bizler, Yaratıcının da bir zamanlar söylediği gibi, tam da yerin tozlarından oluşmuşuz.
Çoğu kez Darwincil bir evrenin, rastlantısallığından ötürü bir anlam taşıyamayacağı söylenir. Buna katılmıyorum. Gerçekten anlamsız olacak bir alem, içinde var olan bir tanrısalın her bir insan kuklasının, hatta her bir taneciğin iplerinden çektiği bir evrendir. Böylesi bir alemde fiziksel ve yaşamsal olgular dikkatle denetlenir, kötülükler ve acılar en aza indirilebilir ve tarihsel süreçlerin çıktıları kesinlikle düzen altına alınır. Her şey Yaratıcının açık seçik, belirgin ve belirlenmiş amaçlarına doğru gider. Ancak, böylesi denetim ve önsöyülebilirlik (önceden kestirilebilirlik) yalnızca bağımsızlık pahasına olur. Hep kontrol başında olan böylesine bir Yaratıcı, yaratıklarından onu bilmeleri ve ona tapınmaları yolunda gerçek fırsatları esirger. Sahici sevgi, manipülasyon değil özgürlük gerektirir. Böylesine özgürlük ise en iyi şekilde evrimin ucu açık rastlantısallığıyla sağlanabilir.
Yüzelli yıl önce Darwin’i böyle acımasız ve amaçsız bir determinizmle bağlaştırmamak olanaklı görülmeyebilirdi; ama bugün durum farklı görünüyor. Darwinci bakış yepyeni bir biyoloji alemini kapsayacak şekilde genişledi. Bu alemde bağlantılar moleküllerden hücrelere, hücrelerden canlı varlıklara dek gittikçe belirginleşiyor. Evrim görüşü ağır basmakta ama bu ilk öne süren kuramcısını şaşırtacak ve hiçbir şekilde öngöremeyeceği bir zenginlik ve incelikle yapılmakta.
Örneğin evrenin bir başlangıcı olduğunu astronomiden; geleceğin hem açık hem de önceden ne olacağı söylenemeyecek olduğunu fizikten; hayatın bütününün bir değişim ve dönüşüm süreci olduğunu ise jeolojiden ve paleontolojiden biliyoruz. Biyolojiden, dokularımızın sırrına erilemez bir hayat sihrinin kaynakları olmayıp, hayret verici karmaşıklıkta harikalar alanı oluşturduğunu ve önünde sonunda biyokimya ve moleküler biyoloji ile açıklanabildiğini öğreniyoruz. Böyle bir bilgiyle, belki de tarihte ilk kez olarak bir Yaratıcının neden kendi türümüzün evrim süreciyle biçimlenmesine izin verdiğini görebiliriz.
Çoğu Batı dinlerinin varlığını öğrettiği Tanrı, eğer istemiş olsaydı insan da içinde olmak üzere her şeyi ex nihilio (gaipten, yoktan) yalnızca isteyerek oluşturabilirdi. Bu, bir tür olarak çocukluğumuz sırasında tanrısal iradenin gerçekleşmesini hayal edebilmenin tek yolu olabilirdi. Ama artık büyüdük ve hayranlık verici bir şey gerçekleşti; hayatın kendisinin fiziksel temelini anlamaya başladık. Hücre oluşumunun her döngüsünde ya da bir tekhücreli kamçısının her çırpılışında sürekli bir mucizeler zinciri varsa bu Tanrı’nın parmağı her canlıya doğrudan dokunuyor demektir; o durumda O’nun insanın döküldüğü kalıbın başındaki varlığından kuşku duyulmazdı. Bu gibi vargılar belki inancımızı destekleyebilir; ama bunlar aynı zamanda bağımsızlığımızın altını oyar. Tanrı’nın varlığı ve gücü bu denli ortada görülür ve O’nun her nefesimizi resmen denetlediği düşünülürken Tanrı ile insan arasındaki seçimi adil olarak nasıl yapabiliriz ki? Onun yaratıkları isek özgürlüğümüz için biraz alan ve biraz tutarlılık gerekir. Bu ise, maddesel dünyanın kendine yeterli ve doğa yasalarıyla tutarlı olmasını gerektirir.
Evrim fiziksel dünyanın zaman içindeki gerçekliğine ve tutarlılığına saygı göstermenin ürünü bir düşünce olmaktan başka bir şey değildir. Maddesel yaratıkların bağımsız birer fiziksel varlık olabilmeleri için bir Yaratıcının bizim zaman içindeki evrimimizin rastlantısal bir olanaklılık biçiminde içinde barındıran bağımsız bir maddesel evren yaratması gerekirdi. İlâhî bir varlığa inançlı olanlar Tanrı’nın sevgisinin ve armağan ettiği özgürlüğün sahici olduğunu kabul eder. Bu, o denli gerçek bir özgürlüktür ki kendimizi özgürce cehenneme göndermek isteyecek gücü, kötülüğü seçme gücünü de içerir. Her inançlı bu pazarlığın böylesi katı koşullarını kabullenmeyecektir; özgürce davranabilmemizin fiziksel ve biyolojik bir temelinin bulunmasının gerektiğini kabul edecektir. Bu temeli de evrim ve konusu bilimler olan genetik ve moleküler biyoloji sağlıyor. Biyoloji kavramlarıyla söylenirse evrim, bir Yaratanın bizleri bugün olduğumuz gibi, yani gerçek, anlamlı, ahlâkî ve manevi bir tercihler dünyasında özgür varlıklar biçiminde yapabilmesinin tek yoluydu.
Bilimden, Tanrıya ilişkin anlaşmazlığın bir karara bağlanacağı bir sonul kanıt, bu yolda bir sarsılamaz tutum bekleyenler hep hayal kırıklığına uğrayacaktır. Bir bilimci olarak size yeni kanıtlarımın, devrimcil verilerimin, doğaya yönelik dengeyi şu ya da bu yöne doğru bozacak nefes kesici bir sezgimin olduğunu söyleyemem. Ama inançlı bir kimseye söyleyeceğim şeyler var: en geleneksel anlamda bile evrim biyolojisi çoğunlukla inanıldığı gibi [inancın önünde] bir engel değildir. Evrim pek çok bakımdan Tanrı’yla olan ilişkimizi anlamanın bir anahtarıdır.
Üniversite birinci sınıf öğrencilerine bir dizi evrim biyolojisi dersi verme onuru sunulduğunda dersleri, genellikle, evrim kuramının ekonomiden politikaya, dine kadar uzanan diğer alanlara olan etkisi üzerine birkaç sözle bitiririm. Bu sırada da, gerektiği gibi anlaşıldığında, evrimin ne dine ne de maneviyata karşı olduğunu anlatmanın bir yolunu bulurum. Öğrencilerin çoğu bu duygu ve düşüncelerimin değerini kavramış görünürler. Belki de Profesör Miller’in kibar bir insan, ama kesinlikle bir agnostik olduğunu ve üniversite papazını kırmamak için evrim konusunda yansız olmaya uğraştığını sanmaktadırlar.
Her zaman beni dersten sonra sıkıştırmak isteyen birkaç öğrenci çıkar ve dosdoğru sorar: “Tanrı’ya inanıyor musunuz?”
Ben de her birine “Evet!” derim.
Şaşırır ama sorarlar: “Peki, nasıl bir Tanrı’ya?”
Yıllar boyunca bu soruya yalın ama kesin bir yanıt bulmak için çok çabaladım. Ve en sonunda buldum: “Ben Darwin’in Tanrısına inanırım!”
Çevirenin notu: Yazar her ne kadar doğa bilimlerinin dinle bağlantılı vargılara üstünlüğünü çok güzel ifade ediyorsa da, Tanrı’ya ilişkin düşüncelerini ilke bakımından benimsemiyorum. Çünkü duygusal davranışlarımızın bile bir tür fiziksel temellerinin bulunacağına olan kanım bir yana, Tanrı’nın var olduğuna ve hele nasıl varolabildiğine ilişkin, “iman-inanç” dışında bir dayanak; hele hiçbir nesnel kanıt göremiyorum. Bu kanımı R. P. Feynman’ın -Nobel 1964- aşağıdaki sözleri çok güzel ifade ediyor:
“Benim bilime ilgim sadece aleme ilişkin bir şeyler bulmaktır… Bunları araştırmaya girişirken ne yapmaya uğraştığımızı, yalnızca daha çok şey bulmaktan öte önceden kararlaştırmamalıyız… Hasılı, evrenin bütünüyle olan ilişkilerimize dair kurulan özel öykülere inanamıyorum, çünkü bunlar bana fazla basit, fazla ilişkilenmiş, fazla yerel, fazla taşralı görünüyor… Kuşku ve belirsizlikle yaşayabilirim. Bana öyle geliyor ki bilmeden yaşamak yanlış olabilecek yanıtlardan çok daha ilginç.” (Richard Paul Feynman, “The Pleasure of Finding Things Out”, J. Robbins, ed., Perseus Books, Cambridge Mass., 1999.)