Ana Sayfa Dergi Sayıları 74. Sayı Maratoncu bilginlerden ders alalım

Maratoncu bilginlerden ders alalım

328
0

Arap dili ve tarih bilgini olan Teodor Adamoviç Şumovski, 22 dil bilmesi ve 80 yaşında Kuran’ın Rus diline şiirle tercümesini yapmasıyla son zamanlarda görülmemiş bir üne kavuşmuştur. Yazımızda biz bu bilim adamının geçtiği ömür yoluna kısaca bir göz atmayı hedefliyoruz. Bu arada vurgulamak istediğimiz husus, onun ömür boyu karşılaştığı akıl almaz zorlukları nasıl aştığını ve nerdeyse bir asır süren hayatı boyunca işlek durumunu nasıl koruyabildiğini ön plana çıkarmaktır. 

İsmihan Yusubov

 

Üniversite yıllarında seve seve okuduğum kitaplardan biri de V. D. Çistyakov’un “Matematikçiler hakkında öyküler” kitabı idi. Kitapta Rus ve Sovyet matematikçilerinin yanı sıra, ilk çağların düşünce insanları (Tales, Pisagor, Arşimed, Öklit vs.), Batı dünyasının, bir miktar da Doğu’nun düşünürleri (Al Harezm, İbn Sina ve Ömer Hayyam) hakkında ilginç bilgiler yer almaktaydı. Bu bilginlerin, esasen de matematikçilerin ortak yanları onların çocuk yaşlarında özel bir kabiliyet ve istidat sergilemiş olması ve daha sonra bu istidadını da kısa bir süre zarfında gerçekleştirip, kendi alanlarında zirveleri fethetmiş olmaları idi. Eğer spor terimi kullanmak caiz olursa, bunların çoğu birer sprinter idiler ve bu yönleriyle gençlerin gönüllerini fethetmek, onları arkalarınca seslemek açısından görünürde bir avantaj sahibiydiler. Ama bu meselenin bir tarafıydı yalnızca. Öte yandan bu tür sıra dışı diyebileceğimiz örnekler, sürekli merak, güçlü çaba ve sonsuz sabır sonucunda önemli sonuçlara varabilecek yapıya sahip bazı gençleri, başarıyı hızlı yakalayamadıklarından dolayı hayal kırıklığına itme gücüne de sahip idiler. O zamanlar ben bu tür insanları kaybetmemek, hem de adalet namına dengeyi bulmak için, “maratoncu bilginler” hakkında da benzer bir kitap yazılacağının uygun olacağını düşünmüştüm.

Teodor Adamovic Şumovski

O günden bugüne çok maratoncularla karşılaşmıştım gıyabında, fakat yalnız son günlerde karşılaştığım “maratoncu” beni harekete geçirdi ve bu yazının yazılmasına sebep oldu işte. İsmi Teodor Adamoviç Şumovski (1913 doğumlu) olan bu zatın hocası Saint Petersburg Üniversitesi’nin meşhur Arap dili uzmanı ve Kuran-ı Kerim’in Rus diline harfi tercümesini yapmasıyla ünlü İgnatiy Yulianoviç Kraçkovski olmuştur. Arap dili ve tarih bilgini olan Şumovski, 22 dil bilmesi ve 80 yaşında Kuran’ın Rus diline şiirle tercümesini yapmasıyla son zamanlarda görülmemiş bir üne kavuşmuştur. Yazımızda biz bu bilim adamının geçtiği ömür yoluna kısaca bir göz atmayı hedefliyoruz. Bu arada vurgulamak istediğimiz husus, onun ömür boyu karşılaştığı akıl almaz zorlukları nasıl aştığını ve nerdeyse bir asır süren hayatı boyunca işlek durumunu nasıl koruyabildiğini ön plana çıkarmaktır.

Aslında ben bu adamı ta 1970 yıllarında okumuş olduğum, popüler olmasına rağmen yeterince ün salmış “Araplar ve deniz” eserinden tanırdım. Daha sonra onun, nerdeyse tüm önemli yıllarını harcayarak kritik tercümesini yaptığı, 16. yüzyılın ünlü Arap-Türk denizcisi Ahmet bin Mecid’in kısaca “Denizcilik ilimleri kılavuzu” olarak adlandıracağımız kitabına da sahiplendim. Fakat nerdeyse 40 yıl sonra bu adamın hâlâ hayatta olduğunu ve bununla da yetinmeyip, işlerini aynı azim ve kararlılıkla sürdürmeye devam ettiğini öğrenince şaşırdım. Ve kabul etmemiz gerekiyor ki, bu gerçekten de insanı şaşırtacak düzeyde bir olay. Bu “akıllara durgunluk getirecek olay” adıyla millete sunulan ve üzerinden “oyun ve eğlence” yapılan televizyon olaylarından değil. Tam tersine, tabir caizse “akıllara aydınlık getirecek olay” türündendir bana göre. Yazının tamamı Şumovski’ye adanacağından, öncelikle onun hayat serüveninin hafızamda çağrıştırmış olduğu bazı olaylardan söz etmek istiyorum.

 

Büyük bir maratoncu: Gelfand

Bunlardan bir tanesi ünlü Sovyet matematikçisi İzrail Moiseyeviç Gelfand’la (1913 doğumlu) bağıntılı olaydır ki, bu Şumovski örneğini aratmayacak düzeyde bir olay. Adam cebinde beş kuruş para ve hatta lise diploması olmadığı bir ortamda, Karadeniz’in kuzey kıyısındaki Odessa kentinden kalkıp uzak Moskova’nın yolunu tutmaz mı? Burada uzak akrabalarına sığınan Gelfand, çeşitli işlerle geçimini sağlamaya çalışmanın yanı sıra Moskova’nın Lenin namlı en büyük halk kütüphanesinde kendini matematik alanında geliştirmeye uğraşıyor. Bir ara hatta buranın gece bekçiliğini de üstenmiştir ki, bu da çok doğaldı, zaten tüm boş zamanları orada geçiyordu. Bu arada, ders çalışmak için kütüphaneyi ziyaret eden Moskova Üniversitesi öğrencileri ile de irtibat kurmuş ve onların manevi desteğini de arkasına alarak, değişik matematik seminerlerde boy göstermeye başlamış. Kısa bir süre zarfında bu genç adam, o dönemin ünlü matematikçilerinden Kolmogorov’un (1903-1986) dikkatini çekmiş ve onun doktora öğrencisi olabilme şansını yakalamıştır. Tabi tüm bu gelişmeler onun gece-gündüz demeden çalışması, ortaya atılan ilginç problemlere ilginç çözümler bulabilmesi, engin bilgisi ve olağanüstü matematiksel mantığı sonucunda ortaya çıkmıştır. Daha sonra vatandaş kendi ekolünü oluşturmuş ve fonksiyonel analiz alanında dünya çapında tanınmış ve kabul görmüş bir merkez yaratabilmiştir. Onun isminin burada anılmasının esas sebebi ise hiç de bu akıl almaz başarıları değildir. Esas sebep onun gerçek bir maratoncu olmasıdır. Şöyle ki, 1990’larda, Sovyetler’in çöküşünden sonra ABD’ye yerleşen bu adam, halen bir üniversite profesörü olarak çalışmalarını eski azimle sürdürmeye ve yeni sonuçlar almaya devam ediyor. Eğer kısa bir zaman zarfında parlak başarılara imza atarak ebediyete intikal eden sprinter hakkında, “O, uzaydan gelen bir göktaşı hızıyla seçtiği alanın atmosferine girdi ve kendisini yakarak alanın ufuklarını aydınlattı” ifadesi caizse, Gelfand gibi maratoncu hakkında “O, bir yıldız olarak sayısız döngüler sonucunda kaostan doğdu, etrafında gezegenler oluştu ve sönme zamanı gelince de duruma bağlı olarak ya kırmızı dev, ya beyaz cüce, yahut da kara bir deliye dönüşecektir” ifadesini kullanmak caiz olur bence. (Yukarıdaki satırların yazıldığı zaman Gelfand halen ayaktaydı. Fakat 2009 yılının Ekim ayında ebediyete intikal etti.)

 

İnatçı Yun Su

Bu konuya ilişkin ikinci olay çocukluğumda bir Çin çocuğu hakkında okuduğum ve hafızamda derin iz bırakmış öyküdür. Öykünün adı “İnatçı Yun Su” idi. Aklımda kaldığı kadarınca Yun yetimdir ve geçimini özge kapılarında hizmet vermekle sağlıyor. Ama okuma yazmayı öğrenmek için çok güçlü bir isteği, nerdeyse tutkusu vardır. İşte bu tutkusu sayesinde, o, görevlerini yerine getirdiği sırada, sadece okulun penceresinden kitap okuyan ve yazı yazan çocukları izlemekle, okuma yazma yeteneğine sahiplenmiş oluyor. Tabi defter kalem adında bir şeyi yok, ama denizin ince kumlarla kaplı sahilleri her tür defterden daha büyük ve parmakları da kum üzerinde yazıp çizmek için oldukça müsait. Adamın okuması ise çok daha zor şartlar altında yapılmaktadır. Bin bir zahmetle edindiği kitabı ancak geceleri okuyabilir. Fakat mum yakmaya izin verilmediğinden bunu ancak Ay ışığında yapmak zorundadır. Aysız gecelerde ise kitaplarını, gündüzden toplayıp bir kavanoza koyduğu ateş böceklerinin zayıf ışınları altında sürdürmektedir. Hikâye şu cümlelerle sona eriyor: “Böylece inatçı Yun Su Çin memleketinin en büyük âlimlerinden biri oldu sonuçta”.

Sovyetlerin ünlü yazarı, Türkiye’de de yeterince tanınan Maksim Gorki, otobiyografik sepide kaleme aldığı “Çocukluk” adlı eserinde evin hanımının, hizmetli çocuğun geceleri mum ışığında kitap okumasını engellemek için kurguladığı tuzak ve çocuğun okuma aşkıyla bu tuzağı nasıl zekice atlattığı tasvir olunmuştur. Hanım yatağa giderken mumun uzunluğunu bir çubukla ölçer ve o ölçeği de bir yerde iyice saklarmış. İşte okuma yangısı ile tutuşan çocuk, önce bu çubuğu arayıp bulur, ancak bundan sonra okumasına başlar ve iş bittikten sonra, aynı ölçeği kullanarak kısalmış mumu bir daha ölçer, ölçeğin fazlasını kırıp eski yerine koyarmış. Gençlerin okuma tutkusu ve alışkanlıkları hakkında danışırken, Jack London’un yine otobiyografik sepide yazmış olduğu “Martin Eden” romanını da hatırlatmakta yarar var diye düşünüyorum. Aslında Doğu’da ve de Türk -İslam Dünyasında bu işler bir zamanlar çok daha büyük vüsat almış ve sonuçlarını da fazla gözlemek gerekmemiştir. Bu sonuçlar, örneğin meşhur İsviçre doğubilimcisi Adam Mets’in “Müslüman Rönesans”ı kitabının içeriğinde kendi ifadesini bulmuşlardı.

Ünlü Sovyet matematikçisi
İzrail Moiseyeviç Gelfand (1913-2009)

Okuma tutkusu

Bu konuda bir az da kendimizden deyelim ki, iş itmama yetsin. Moskova’da askerlik yaptığım sürenin başlarında, “uyumak” emrinden sonra oluşan sükûneti fırsat bulup, Bakû’den götürdüğüm kitaplardan okumak isterken, komutanlar tarafından çok baskılara maruz kaldığımı söylemem lazım. Hatta iş çarşafın altında elektrik fenerinin ışığı altında okuma çabasına kadar varmıştır. Bu okumaktan ziyade, okuma adına kendime yaptığım bir işkenceden başka bir şey değildi aslında. Odur ki, bazen yataktan kalkıp giyiniyor ve yine kitap okumak adına nöbette duran arkadaşıma, “Sen git uyu, ben senin yerine nöbet tutarım” diyordum ki, buna da herkes rıza göstermiyordu. Çünkü adamı cezalandırabilirlerdi. Bir defasında da (aslında bu olay sonra defalarca tekrarlandı) maişet odasında ışığı yakıp okumaya daldığım sırada, belli nedenlerden dolayı uyanmış komutan beni fark etti ve ceza olarak beni alayın mutfağına gönderdi. Yatsı vadesi gece saat 22 idi. Fakat mutfakta çalışanlar işlerini ancak gece saat 1-2’ye bitirebiliyorlardı. Burada hem temizlik işleri yapılıyor, hem de yarının yemekleri hazırlanıyordu. Kalkış ise sabah saat 6’ya ayarlanmıştı. Mutfakta normal nöbet tutanlar sabah kalkışından muaf tutuluyorlardı, ama cezalı olarak çalışanlara bu hak doğal olarak tanınmıyordu. İşte geç saatlerde mutfaktan döndükten sonra, arkadaşlarım bitkin halde yatağa yaslandıklarında, ben yine de maişet odasının yolunu tuttum ve kitapla çalışmalarıma kaldığım yerden devam dedim. O zamanlar beni ayakta tutan, düşmeye koymayan, hatta gücüme güç katan şey, tutku düzeyine ulaşmış okuma isteğimden başka bir şey değildi. Mesele burasındaydı ki, beni askere üniversitenin 3. sınıfından almışlardı ve asker öncesi ben bazen bir günde 1-2 kitap okuyup bitirme hızına sahiptim. Okumak benim için yemek ve içmekten daha önemli bir konumdaydı o zamanlar. Bu mücadele nerdeyse bir sene boyunca devam etti ve nihayet komutanlar bu işte bana yardımcı olma konusunda fikir birliğine vardılar. Askerlik süremin 3 yıl olduğunu göz önünde bulundurursak, yeterince önemli bir başarıya imza atmış durumdaydık bu işimizle, sabır ve direnişimiz sayesinde. İşte bu çalışmaların sonucu olarak, sene sonunda izine giderken 2 valiz, askerlik bitişinde ise tam 130 kg kitap götürmüşümdür Bakû’ye. İşte 6000 civarında kitabın bir araya getirilmesi, yaşam boyu sürecek bu tür mücadelelerin sonucunda mümkün olabilir yalnızca.

Son olarak büyüklerimizden duyduğum ve konuyla ilişkisi olması açısından uygun olacağını sandığım bir olaya da değinmek isterdim. İkinci Cihan Harbi zamanı ve ondan hemen sonra memlekette (Azerbaycan, Poylu köyü) kâğıt-kalem kıtlığı yaşanmış. Okuyan ve yazan insanlar bu durumda çıkış yolu olarak, ziraatta kullanılan gübrenin kâğıt keselerini keserek, onları defter, adi odun kömürünü ise kalem yerine kullanmış ve de bunların arasından tıpkı inatçı Yun Su gibi memleket çapında değerli bilim adamları çıkmıştır. Bu ve bu türden olayları, okuyup yazmak için her şeyleri var olan tembel gençleri ayıplamak ve okumaya teşvik etmek için söylerlerdi büyüklerimiz.

 

Şumovski’nin kısa özgeçmişi

Teodor Adamoviç Şumovski 1913 yılında Ukrayna’nın Jitomir kentinde doğmuştur. Babası Adam Şumovski Polonya kökenli Katolik olup, bankada görev yapıyordu. Annesi Amaliya Fominskaya piyanocu, abisi Stanislav Antonoviç ise Sovyetler Birliği’nde uçak sanayisinin temelini atanlardan biri olmuştur. 1914 -1918 Birinci Cihan Harbi sırasında tehlikelerden uzaklaşmak amacıyla aile Kafkasya’ya taşınmış ve Şumovski’nin çocukluğu Azerbaycan’ın Bakû’den 120 km uzaklıkta yerleşen Şamahı kasabasında geçmiştir. Şumovski’ye göre bu kasabayı yaklaşık 1000 yıl önce, Hilafet döneminde Arap sergerdesi Şammah tesis etmiştir ve kasabanın ismi “Şammah’a ait olan” manasına geliyor. Burası uzunca bir dönem Şirvanşahlar’ın ve Şirvan hanlığının başkenti olarak, İtalya ile Çin’i birleştiren büyük ipek yolu üzerinde önemli duracaklardan biri olmuştur. Burada sırasıyla Sasanidler, Araplar, Türkler, Moğollar, İsmaililer ve nihayet Ruslar söz sahipleri olmuşlardı. 1859 yılında baş veren dağıtıcı depremden sonra Şirvan hanlığının başkenti Bakû’ye göçürülmüş ve böylece bahsedilen dönemlerde Şamahı başkente bağlı kaza durumundaydı.

Çocuk yaşlarında eski Şamahı mezarlığındaki baş taşları üzerindeki Arap alfabesi ile olan yazılar Şumovski’nin dikkatini çekmiş ve bu yazılardan edindiği duygular zamanla onun kalbinde Arap diline karşı tutku düzeyine ulaşan bir merak uyandırmıştır. Liseden mezun olduğunda ilk kazandığı Moskova Dağ Enstitüsü olmuş ve birinci dönemin sonunda, onu diğer öğrencilerle birlikte Sovyetlerin esas kömür çıkarma merkezlerinden olan Donbas’a göndermişler. Orada, yerin 600 m derinliğinde çalıştığı sıralarda Sovyet Dil Kurumunun başkanlarından olan akademik N. Y. Marr’a Arap dilini sevdiği ve hayatını onu öğrenmeğe adamak istediği hakkında bir mektup gönderiyor. Akademik ise ona Leningrad (şimdiki Saint Petersburg) Tarih Edebiyat Enstitüsü’ne başvurmasını tavsiye ediyor.

Bu Enstitünün Doğu Dilleri fakültesinde Şumovski Arap dili ve Yakın Doğu tarihi üzere uzmanlaşmaya başlıyor. Burada o Sovyetlerin ünlü dilcileri olan N. V. Yuşmanov, V. V. Struve ve İ. Y. Kraçkovski’den ders alıyor. 1937 yılında Kraçkovski ona incelemek için 400 yıllık tarihi olan eski bir el yazısı sunuyor. Bu risale meşhur denizci, sonralarda Vasko de Gama’nın takımına Hindistan yolunu açacak olan Ahmet bin Mecid’e ait olmakla, dönemin Arap denizcilik ilminin temellerini ayrıntılı bir şekilde ihtiva ediyordu. İşte bu risalenin incelenmesi Şumovski’nin hayatının amacı ve manasına dönüşmüştür zamanla. Tercümesine 1938 yılında, 5. sınıfta başladığı bu risalenin üzerine bir daha 10 yıl sonra 1948’de dönmüş ve nihayet son noktayı yalnızca 8 yıl sonra 1956 yılında koyabilmiştir. Bu ertelemelerin nedeni ise onun 1938 yılından başlayarak, aralıklarla 1956 yılına kadar uzamış mahpus ve sürgün hayatı olmuştur.

Olaylar şöyle cereyan etmiştir: 1937 yılında “Marksizm’in Bayrağı altında” adında Merkezi Komiteye yakın bir dergide onun hocası Kraçkovski tenkit edildiğinde, Şumovski herkesin duyacağı bir şekilde, korkup çekinmeden “Bu makale başından sonuna kadar yalandır” diye beyan etmiştir. Bu beyanın sonucu olarak da onu Komünist Partisinin gençlik kolu olan Komsomol’dan (Gençlerin Komünist Birliği) ihraç etmişler. 1938 yılının Şubat ayında ise onun 18 yıl sürecek olan hapis ve sürgün hayatı başlıyor. Bu “uzun ve ince” yola Şumovski iki yakın arkadaşıyla birlikte başlıyor. Bunlardan biri sonralar Türk-Slav ilişkilerini konu alan eserleriyle dünyaca ünlü olmuş tarihçi Lev Gumilyov, bir diğeri ise hayat hikâyesi 1945’de Sibirya’nın kötü üne sahip Kolıma mahpus kampında son bulmuş, Eski Mısır tarihi bilimcisi Nikolay Yerohov olmuştur. Bunlar ortalıkta olmayan Terakki Partisinin gençlik kolunun üyeleri olarak hapis olunmuşlardı. Gumilyov’a grup başkanı sıfatıyla 10, ötekilere ise 8 yıllık bir ceza kesmişlerdi.

Onlar başlangıçta değişik yerlere gönderilmek üzere Snt. Petersburg’un “Haçlar” isimli hapishanesine konulmuşlar. Bir süre sonra bunları önce Leningrad’ın yaklaşık 600 km kuzey doğusunda yerleşen Belomorkanal islah müessesesine, meşede odun kırmak işine gönderdiler. Daha sonra yolları ayrılıyor: Gumilyov’u Leningrad’dan 2800 km kuzeydoğuya, Yenisey’in aşağı akarına yakın, Taymır yarımadasının güneyinde olan Norilsk ıslah emek kampına, Yerohov’u Leningrad’dan yaklaşık 5600 km doğuda, Kamçatka yarımadasının komşuluğundaki Doğu Sibirya’nın Magadan bölgesinde yerleşen Kolıma adlı ıslah emek kampına gönderdiler. Ve vatandaş orada, 1945 yılında hayata gözlerini yumarak, ıslah emek kamplarına has olan zorluklardan bir defalık kurtulmuş oldu. Bu zorluklar hakkında bir miktar tasavvur edinmek için ise, ünlü Rus yazarı Soljenitsın’ın “İvan Denisoviç’in bir günü” romanını okumak yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Yazar bu eserinde bir vatandaşın Osventsim, Buhenwald gibi esir kamplarını aratmayan ıslah emek kampındaki yalnızca bir gününü kaleme almıştır. Şumovski’yi ise önce Leningrad’ın 1800 km kuzeydoğusunda yerleşen Vorkuta’ya göndermek istemiş, daha sonra bundan vazgeçip, onu Leningrad’ın 3800 km güneydoğusunda yerleşen, Sibirya’nın Krasnoyarsk vilayetine etap etmişler.

8 yıl sonra 1946’da ceza süresinin bitiminde yeniden bBatıya dönen Şumovski’ye Leningrad’da yaşamak hakkı tanınmadığından, oranın 270 km güneyinde yerleşen, Novgorod bölgesinin Boroviçi kentine yerleşir. Amaç yarım kalmış işlerini bir an önce tamamlamak idi ve bu işte onun oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, 1946’da diploma tezini savunan Şumovski, artık 1948’de Leningrad Devlet Üniversitesi’nde “Ahmed ibn Mecit’in SSCB Bilimler Akademisinin Doğubilimleri Enstitüsünde bulunmuş, belli olmayan üç ender risalesi” konulu doktora tezini de başarıyla tamamlamıştır (!). Tabi bu tezin temelleri daha öğrencilik yıllarında sağlam bir şekilde atılmıştır ki, vatandaş iki yıldan çok olmayan bir zaman zarfında Sovyetler Birliği ve yabancı ülkelerde (örneğin Fransa’da) çok daha rahat ortamlarda bulunan, daha fazla olanaklara sahip bilim adamlarının yapamadığı veya yapmakta zorlandığı bir işi başarabilmiştir. İlave edelim ki, risaleler 400 yıl önce yazıldıklarından ve de çok sayıda denizcilik terimleri içerdiğinden dolayı, hatta Arapların kendileri bile orada yazılanları doğru dürüst anlamakta acizlerdi (!).

Savunmadan sonra yeniden Boroviçi kentine dönen Şumovski, bazı hayırsever bilim adamlarının desteği sayesinde il merkezi Novgorod kentinde bulunan Öğretmenleri Tekmilleştirme Enstitüsü’nün Yabancı Diller Şubesi’ne müdür olarak davet olunuyor. Ne yazık ki, mutlu diyebileceğimiz bugünler uzun sürmüyor ve 1949 yılının Ocak ayında onu önce Novgorod hapishanesine tıkıyor, oradan da kısa bir süre sonra Kuzey Akdeniz’in 500 km güneyinde Kuzey Dvina nehri üzerindeki Kotlas şehrine etap ediyorlar. Burada onun esas işi hamallık, nehirde duran gemiye tekerlekli el arabası ile değişik yüklerin taşınması olmuştur. Artık kötü görmeye başlamıştır. Bunun sebebi ise sağ gözünü besleyen kılcal damarların tamamen bozulmasıydı. Yaptıkları azmış gibi bu sefer onu daha uzaklara, Doğu Sibirya’nın en büyük ırmaklarından Yenisey’in kocaman kollarından biri olan, başlangıcını Baykal gölünden aldığından dolayı “Baykalın Kızı” olarak da anılan ünlü Ankara nehrinin küçücük bir kolu Biryusa (Firuze) nehri üzerindeki Tayşet’e, daha sert rejimli kampa etap ediyorlar. Bu şehir Leningrad’dan 3850 km güneydoğuda, Baykal gölünden 600 km mesafede yerleşirdi (Bu mesafelerin hepsini elimde cetvel harita üzerinden bulmuşumdur. Gönül ister ki, makaleyi okuyanlar da eski SSCB’nin haritasında bu yerlere bir göz atsınlar). Burada ise mahkumlar esasen ağaç kesmek ve doğramakla meşgul idiler. Burada artık isim yoktu, mahpusların sadece numaraları vardı ve onun numarası A-499 idi. 1948 yılında Sovyetlerde Milli Meclisin bir benzeri olan Ali Sovyet’e mektup göndererek, müebbet hapis cezası karşılığında bilimsel çalışmalarını tamamlaması için, ona bir süre tanınmasını istiyor. Fakat müracaatına cevap verilmiyor. Artık Sibirya’dan kurtulacağına inancını nerdeyse kaybeden Şumovski, 1950 yılının başlarında tıbbı öğrenmeğe başladı ki, Sibirya köylerinin birinde ekmek parasını çıkarabilsin. Arap veya başka bir dil bilgisi veya şiir yazmakla oralarda yaşam sürdürebilmek pek olacak gibi gözükmüyordu.

Nihayet Sovyetler Birliği’nde baş veren siyasi olaylar sonucu, 1955 yılında kamplardaki sert rejimler biraz yumuşatıldı ve 1956 yılının Şubat ayında onu serbest bıraktılar. İşte olaylar bundan sonra iyice hızlandı. Önce Şumovski doğal olarak Azerbaycan’ın Şamahı bölgesine gönderildi. Ama durumlar değiştiğinden, o, hemen Leningrad’a döndü ve 1956 yılının Aralık ayında Bilimler Akademisinin Doğu Bilimleri Enstitüsü’nde göreve başladı. Ve bilimsel çalışmalarının yanı sıra beraat etmesi için değişik hukuk makamlarına tam 110 dilekçe gönderdi ki, bunların da sonucunda nihayet 1963 yılında tüm suçlamalardan tam beraat etti. Enstitüdeki ilk işi olarak, nerdeyse hayatının manası durumuna gelmiş “Üç bilinmeyen Risale” kitabını bastırıyor ve bu kitap sonraları Portekiz ve Arap dillerine çevriliyor. 1965 yılında ise Tarih Bilimleri üzere, “XV. Yüzyıl Arap Deniz Ansiklopedisi” konulu ikinci doktora tezini savunuyor. Uzun tartışmalara neden olan bu eser nihayet 1968 yılında kabul gördü ve vatandaş hak ettiği “evraklarına” kavuştu eninde sonunda. Bu arada onun geniş kitleler için düşünülmüş “Araplar ve Deniz” isimli popüler kitabı da nihayet 1964 yılında basıldı ve Bakû Devlet Üniversitesi Coğrafya Fakültesi’nin öğretim üyesi rahmetli Göyüş muallim aracılığıyla, benim de Şumovski namlı bir bilim adamından haberdar olmama vesile oldu. Denilebilir ki, onun çalışmaları nihayet 1979 yılında (yaş 66) emekli olduktan sonra yeni bir ivme kazanmıştır. Yıllar boyu değişik ortamlarda edindiği ve içinde taşıdığı bilgileri nihayet beyaz kâğıda dökme fırsatı bulmuştur adamcağız. Bu alanda son işlerinden biri de, 1994 yılında başlayarak, aynı yılın sonuna doğru bitirmeyi başardığı ve artık 5 baskısını yapmış Kuran-ı Kerim’in Rus diline şiirle (manzum) tercümesi olmuştur ki, bu da nerdeyse 30 yıl sonra onu bana bir daha hatırlattı ve sonuçta bu satırların yazılmasına neden oldu.

Şumovski ile aynı sürgün hayatını paylaşan tarihçi Lev Gumilyov.

Peki, bu adam nasıl sağ kaldı, uzunca bir ömür yaşadı ve bu işleri başardı?

Türkiye’de ve o sıradan dünya basınında (küreselleşme ya!), uzun yaşamın sırrı olarak ilk baştan düzgün beslenme tezi ortaya konulur. Unutmayalım ki, bu tezin, insanları tüketicilik yönünde ruhlandırmak gibi, üreticilerin işine gelen önemli bir fonksiyonu da vardır ve belki de bu tezin temelini oluşturmak açısından sağlık meselelerinden daha ağır basıyor olabilir. Hatırladığım kadarıyla bir zamanlar basın yayında kırmızıbiberin kanser yaptığı tezi ortaya atılmış, ama bir süre sonra tam tersine, aynı biberin kanseri önlediği tezi ileri sürülmüştür. Kanaatimce kuş, domuz, keçi ve bu gibi gripler hakkında abartılı haberler de aynı çatı altında toplanmaya aday olacak haberler türünden herhalde. Aslında “her şeyde her şey var” ve önemli olan alınan gıdanın nasıl sindirileceği meselesidir. Bu hem kemiyet olarak enerji ve keyfiyet olarak neyi ithal, neyi ihraç meselesidir hem de. Bu işleri (sindirim işlerini) yürütenlerin başında ise hiç kuşkusuz bizim, kendi başına kocaman bir mucize, bizler için bir lütuf olarak nitelendirebileceğimiz baş beynimizdir yalnızca. Hatırladığım kadarıyla Japon araştırmacılarının çalışmaları sonucunda, beyinin sürekli çalışmasıyla uzun ömür sürme arasında çok ciddi bir korelasyon, bir bağıntı olduğu ortaya çıkmıştır. İşte neden! Yukarıdaki her üç sorunun cevabı!

Şundan başlayalım ki, daha Novgorod hapishanesinde, değişik yerlere gönderilene kadar üç dost, bu “üç silahşor” bu durumu değerlendirerek, orada bulunan daha altı üniversite öğrencisini de yanlarına alıp, “Serbest Üniversite” adlı bir takım oluşturmuşlar. Bu üniversitede Yerohov Eski Mısır’dan, Gumilyov Hazarlardan, Şumovski ise Arap Dilciliğinden dersler organize etmişler (Gayri iradi olarak Yılmaz Erdoğan’ın “Organize İşleri”ni hatırladım). Bu yerde en iyisi bu nedenleri Şumovski’nin kendi dilinden duymak.

“Nasıl sağ kaldım? Her zaman beynimin sağlam ve çalışkan olmasını koruma çabasındaydım. Beynimi sürekli olarak çalışmaya zorladım. Bunun için esasen belleğimde olan Er Rani ve diğer Arap şairlerinin şiirlerini Rus diline, yine beynimde çevirmeye koyuldum.”

Sadece şiirleri değil, hatırladığı Arap, İspanyol, Polonya, Fin, İtalyan, İngiliz metinlerini de şiir formasında Rus diline tercüme ediyordu “bizim kahraman”. Bu arada, o, sözlerin tarihi kökeni hakkında düşünüyor ve değişik halkların tarihleri arasındaki bağıntıları sözlerin yardımıyla aydınlatma konusunda bazı kanaatlere varma yolunda ilerlemeler kaydediyordu aynı zamanda. Kamplarda değişik milletlerden olan yeteri kadar bilim ve sanat adamları olduğundan, yeni diller öğrenmek konusunda vatandaşın fazla sıkıntısı olmamıştır. Kendisi de iyi ve deneyimli bir dilci olduğundan, işin neresinden başlayıp, neresinde bitireceğini biliyordu tabi. Başlangıç için hep Dünya, Ay, Güneş, ağaç, ev, kent, cadde gibi sade, ama önemli sözler seçilerdi her zaman. Böylece hapishane dönemi boyunca Gürcü, Azeri, Ermeni, Japon ve Çin dilleri de dâhil olmakla 22 kadar dili benimsemiş oldu bizim Teodor Adamoviç!

Şumovski kendi anı ve söyleşilerinde bu dilleri kimlerden ve nasıl öğrendiğine de açıklık getiriyor. Örneğin İspanyol dilini bir üniversite hocasından, Gürcü dilini ise onunla aynı akıbeti paylaşan Gürcistan’ın Baş Piskoposunun kendinden edinmişti. Japon ve Çin dillerinde hiyerogliflerle bağıntılı zorluklar çıkıyordu zaman zaman. Örneğin ağaç ve kitap sözleri belki farklı vurgularla, fakat aynı “şu” biçiminde okunurdu ve bunları ayrıt etmek için onların hiyeroglif yazılışları olmazsa olmaz niteliği taşıyordu. Ama nerde kâğıt ve kalem? İşte bu durumda onun yardımına tiryaki arkadaşlardan edindiği sigara ağızlıkları ve yanmış kibrit çöpçükleri yetişiyordu. Şöyle ki, o, bu başa bela hiyeroglifleri ağızlıklardan edindiği küçük dikdörtgen kâğıt parçalarına yanmış kibrit çöpünün kömürcüğü ile kaydediyordu. Sanırım vatandaşın bilimsel çalışma ortamı hakkında tasavvur edinmek için bu kadarı yeterli olur.

Hastalık hakkında ise onun düşüncesi çok ilginç ve yerinde: “Hastalıklar severler ki, onlara ilgi gösterilsin, benim ise buna zamanım yok, çok meşgulüm”. Hatırlatalım ki, bunu söyleyen kişinin ne az ne çok, tamı tamına 95 yaşı vardı söyleşi sırasında.

 

Şumovski’nin dünya dilleri hakkında düşünceleri  

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, dünya dilleri ve onların değişim aşamalarının öğrenilmesi ile dünya halklarının tarihinin öğrenilmesi arasında bir bağlantı olduğuna Teodor Adamoviç hapishane ve sürgün yıllarında artık sağlam bir kanaat getirmiştir. Biz burada onun sözlerden yola çıkarak değişik halklar arasında eski çağlarda var olmuş bağlantılara nasıl ulaştığına değil, yalnızca bizim açımızdan ilginç olan yorumlarına temas etmek istedik.

Şundan başlayalım ki, o da, Lev Gumilyov (“Eski Ruslar ve Büyük Step”) ve Oljas Süleymenov (“Az iYa”) gibi hesap ediyor ki, Avrupalılar birçok şeyler için Doğu halklarına borçlular. Örneğin dünyevi dinlerin hepsi Doğu’dan çıkmıştır. Alfabe, sayı sisteminin temeli olan rakamlar, astronomi, tıp, coğrafya ve diğer alanlara ait bilgiler de ayni şekilde Doğu’dan transfer edilmiştir bu veya diğer formda. Uzunca bir süre Doğu, bilim açısından (dolayısıyla her açıdan) Batı’dan asırlarca önde olmuştur. Öte yandan, ona göre bilim beşeri bir nesne olarak, milli mensubiyete sahip olmamalıdır. Tüm milletlerin ayrımcılık yapılmaksızın ortak beşeri değerlerden, hak ve hukuklardan yararlanabilmesi lazım.

Şumovski Rus dilinde sayıları yeterince fazla olan Fars ve Türk kökenli sözler ve genel olarak tarihi adlar hakkında ilginç, bazen bir manalı karşılanması zor olan yorumlar yapıyor. Örneğin ona göre temelini Abbasilerin 2. Halifesi olan Mansur’un attığı Bağdat şehrinin adı Fars kökenli olmakla, Bağ-Rab ve Dad-Veren sözlerinden oluşmuş ki, bu da “Allahın bir Lütfü” anlamına geliyor. Yeri gelmişken ilave edelim ki, Emeviler’in hakimiyetini devirmiş ve Abbasilerin iktidara gelmesini sağlamış kuvve, Ebu Müslim idaresindeki Horasan-Türk ordusu olmuştur (Sait Başer, “Türk inanma ve anlama modeline dair”).

Çağdaş Ukrayna’nın başkenti Kiev (aslında Kiyiv gibi okunur) hakkında da ilginç yorumu var Teodor Adamoviç’in. Yaygın olan yorum şu ki, bu kentin temelleri V-VI. asırlarda Kiy, Şek, Horiv gibi üç kardeş tarafından atılmıştır ve ismini de bu kardeşlerin isimlerinden almıştır. Şumovski’nin yorumuna göre ise, o dönemde İran’da Key’ler (Key: temiz, bakir demek Farsça) sülalesi iktidardaydı ve bu şehir İran’la ciddi ilişkileri olan, Hazar denizinin kuzey batısında meskûnlaşmış Hazarlar tarafından Keyabad (Key şehri) olarak inşa olunmuş. Yine o dönemlerde İran’da Key Şah Hosrov hükümdar olduğunu hatırlarsak, salnamede zikir olunan “Kiy, Şik, Horiv” kardeşlerin kökeni belli oluyor bir ölçüde.

Şumovski’ye göre Ari Ruslar ve Parslar Hindistan kökenli olmakla, bir zamanlar şimdiki İran arazilerine göç etmişler ve bir süreliğine yaşamlarını oralarda birlikte sürdürmüşlerdi. Bog (Rab), Vera (İnanç), boyarin (asilzade), gosudarstvo (devlet), mat (anne), otets (baba), doç (kız evlat), zemlya (toprak), zoloto (altın), mozg (beyin), hozyain (sahip olan), hudojnik (ressam) gibi Rus sözlerinin Fars kökenli olmasının sebebi olarak da bu ortak yaşam gösterilir.

Bu tür yazı ve söyleşilerde Rus dilinde olan Türk kökenli sözlere de değinilmiş doğal olarak. Tesadüfî değildir ki, Şumovski’nin kader yoldaşı ve dostu olduğunu söyleye bileceğimiz L. Gumilyov’a göre beşer tarihini belirleyen etkenlerin başını Türk-Slav ilişkileri çekmiştir her zaman. Şumovski’ye göre Türk kökenli sözler esasen Rus soyadlarını etkilemiştir. Ona göre Ruslarda geniş biçimde yayılmış Baskakaov, Arakçeyev, Kutuzov (feldmareşal), Suvorov (generalissimus), Mendeleev (meşhur kimyacı, elemanların tablosu ona mahsus) gibi soyadları Türk kökenli. Onun Ruslar’ın onur kaynağı ve tüm zamanların en büyük şairi gibi niteledikleri Aleksandr Sergeeviç Puşkin (1799- 1837) hakkında da “söyleyeceği bir çift sözü” vardır. Annesi taraftan Puşkin’in ulu babasının İbrahim adlı Arap olduğu nerdeyse herkesin malumu. Baba taraftan ise onun ulu babasının Radşa olduğu biliniyordu. Puşkin kendisi bu konuda yazıyordu: “Ulu babam Radşa savaşçı kaslarıyla kutsal Nevski’ye hizmet vermişti”. Şumovski’ye göre bu adam Türk kökenli Murad Şah’dır.

Bu konuda biz de ekleyelim ki, Rusya İmparatorluğu’nun en genç amirallerinden biri, Bolşevik devriminden sonra çıkan iç savaş sırasında Sibirya’da güçlü harbi faaliyet gösteren ve bu nedenle de kendisine esas anti-Bolşevik güçler tarafından Tüm Rusya Hükümdarı gibi bir makam tanınmış Kolçak da Türk kökenli bir Rus amirali idi ve son zamanlar Ruslar onun hakkında “Amiral” isimli güzel bir film çevirmişler. Resmettiği deniz manzaraları dünya çapında büyük beğeni kazanmış, meşhur Rus ressamı Ayvazovski de Türk kökenli idi. Onun büyük babası Tuna ırmağının sol kıyısında, Karadeniz’e döküldüğü yere yakın inşa olunmuş ve Ruslar tarafından alınmış İsmail kalesinde ayvaz (sekreter) görevinde çalışan bir Türk subayı olmuştur.

Teodor Adamoviç Rus dilinde kullanılan Arap kökenli sözleri de gözden kaçırmamıştır. Ona göre sadece astronomi alanında 210 kadar Arap kökenli söze rastlamıştır. Örnek olarak Lira burucunun Alfa-yıldızı olan Vega’yı, Altair’i (yine yıldız), zenit’i, nadir’i ve diğer sözleri göstermiştir. Bu konuda kullandığı son cümle ise gerçekten ilginçti: “Parantez içerisinde kaydedelim ki, (Rusların söz ve maddiyat açısından çok kullandıkları – İ.Y.) Alkol sözcüğü bile Arap sözüdür.”

 

Kuran-ı Kerim’in Rus diline tercümeleri hakkında

Öncelikle kaydedelim ki, Şumovski’nin kendi ifadesiyle, üniversite eğitimi sırasında dilcilik öğretmenleri açısından şansı yaver gitmiştir. Şöyle ki, esas danışmanı olan İgnatiy Yulianoviç Kraçkovski Kuran-ı Kerim’in Rus diline en kaliteli tercümecilerinden biri olmuştur aynı zamanda. Onun tercümesi harfi tercümeydi ve öğretmeni Viktor Romanoviç Rozen’e göre “Harfi tercüme sahih tercüme değildir…”. Teodor Adamoviç’in tahmin ettiğine göre, bu harfi tercümeyi düzene sokmak (daha sahih yapmak) için Kraçkovski’ye 1,5 yıl gibi serbest olacağı bir süreç gerekiyordu ve adamın vefatına kadar bu süreç bir türlü bulunamadı. Dolayısıyla Kraçkovski ile Süleyman Ateş’in tercümelerini karşılaştırdığımızda tercümelerin ilk 2/3 kısmında Rus, son 1/3 kısmında ise Türk tercümesinin kaynağa daha yakın olduğu dikkatli gözlerden kaçmıyor.

Yeri gelmişken, her tercüme hem de bir tecrübe (deney, gözlem) karakteri taşıdığından, onun sonuçlarının orijin ile çakışacağı prensip olarak mümkün değildir. Kuantum fiziğindeki Heisenberg Belirsizlik İlkesinden yola çıkılarak ortaya atılmış Bohr’un Tümleme Prensibine göre, gözlem sırasında obje gözlemcinin etkisine maruz kalarak doğasını değiştiriyor. Dolayısıyla biz ancak doğası değişmiş obje ile temas halinde oluyoruz ki, bu da gözlem sonuçlarının gerçeği sahih (olduğu gibi) yansıtabilmesini olanaksız kılıyor. Ekleyelim ki, sözlerin manasının dışında bir de fonetikle bağıntılı, seslerin sihri meselesi de vardır ki, bunun da göz önünde bulundurulması lazım. Örneğin Nas suresinde sözler manaya uygun olarak “fısıltı yapan” harflerden oluşmuş ki, Arap dilinden başka dile tercüme esnasında bu özelliğin sağlanması olacak gibi gözükmüyor.

Konuyla bağıntılı olarak Dedem Korkut’un Leton (Latış) diline tercümesini yapmış Uldis Berzinş’in bir sözünü de hatırlatmanın yararı olur diye düşünüyorum. Karabağ sorunu ile alakalı olarak 80’li yılların sonuna doğru Bakû’ye sefer etmiş Uldis Berzinş diyordu ki, yıllar boyu yaptığım tercümeyi evirip çevirdim, fakat bir türlü destanın havasını tutturamadım. Günün birinde aklıma geldi ki, tercümede ara sıra, kullanımdan kalkmış arkaik latış sözlerden istifade etmek belki işe yarardı. Gerçekten de bu yöntem işe yaradı ve destanın eski püskü havasını tutturabildim nihayet. Demek ki, tercümede esas meselelerden biri, belki de en birincisi eserin havasını, ruhunu tutturmak, ona sadık kalmak meselesidir. Ve bunun uğruna gerekirse bazı ayrıntılardan vazgeçmek, bazılarını ise değiştirmek lazım gelebilir.

Kuran-ı Kerim’in Rus diline başka tercümeleri de vardır doğal olarak. İlk tercümelerden birini Rus kraliçesi II. Katarina’nın saray şairi M. Veryovkin Fransız dilinden olmakla 1790 yılında yapmıştır ki, büyük Rus şairi A. S. Puşkin (1799 -1837) “Kuran’a benzetmeler”ini yazarken bu tercümeden yararlanmıştır. 1871 yılında, önceleri İstanbul’daki Rus konsolosunda görev yapmış, sonralar ise Ruslar tarafından esir alınmış Şeyh Şamil’in korunmasını üstlenmiş General D. N. Boguslavski’nin (1804 -1880) tercümesi, 1878 yılında ise Kazan’da, ilahiyat profesörü G. S. Sablukov’un (1826 -1893) yeterince ünlü olan tercümesi yayımlanmıştır. Sonralar Kraçkovski belirlemiştir ki, Boguslavski’nin tercümesi Osmanlı, özellikle İstanbul ilahiyat çevrelerinin etkisi altında yapılmıştır. Kraçkovski’nin tercümesi ise 1963 senesinde ışık yüzü görmüştür. Rus diline bir daha, bu sefer manzum tercüme son dönemlerde (1980 yıllarında) V. M. Prohorova tarafından yapılmıştır.

Şumovski’ye göre Kuran Arap dilinde yazılmış en büyük kitaptır (Kitabü-l Kebir) ve tercüme işinde onu motive eden de esasen bu olsa gerek. Öte yandan yine ona göre Prohorova’nın manzum tercümesi o kadar da başarılı olmamıştır, çünkü tercümeci belki iyi bir şairdi, fakat iyi bir Arap dilbilimcisi değildir. Şumovski kendi tercümesinde, bilgi ve deneyimi dışında esasen iki şeyden yararlanmıştır. Bunlardan bir tanesi kendi öğretmeni Kraçkovski’nin harfi tercümesi, bir diğeri ise Kazan İlahiyat Akademisi’nin kütüphane görevlisi Gotvald’ın özel olarak Kuran okuyanlara yardım için 1863 yılında tertip etmiş olduğu “Arapça-Rusça sözlük denemesi” kitabıydı. Meselenin ilginç yanı şu ki, tertipçi Gotvald tevazu sergileyerek, ismini sözlüğün kapağında göstermemiştir ve Şumovski bu, nerdeyse sıra dışı sayılacak olayı memnuniyetle vurguluyor.

Şumovski’nin kendi ifadesine göre tercüme sırasında (1994 yılı) yukarıda sözü geçen sözlüğü her zaman sol tarafında, Kraçkovski’nin harfi tercümesini ise sağ tarafında bulundurmuştur ve bu arada Kraçkovski’nin 500 kadar hatasını düzeltme fırsatını yakalamıştır aynı zamanda. Kuran’ın manzum tercümesi gibi zor bir işin bir yıl içerisinde tamamlanması olayına gelince, bana göre bunun temel nedeni Teodor Adamoviç’in bu tercümeyi on yıllar boyunca, belki kendisi bile fark etmeden içinde taşıması olmuştur herhalde.

Son olarak İhlas suresinin Rus diline Şumovski tercümesinin nasıl yapılmış olduğuna, Latin harfleri yardımıyla bir göz atalım:

Yedinstvennıy – skaji o Boge- On,

Dlya naşih duşi opora –Bojiy Tron.

Bog ne rodit detey i ne rojdyon.

Net ravnıh Bogu, vseh prevışe On.

 

NOT: Son zamanlar iki hem çok yaşlı, hem de çok meşhur olan iki şahsiyeti kaybettik. Bunlardan biri, yukarıda adı geçen, XX. asrın büyük matematikçilerinden olan İ. M. Gelfand’dır ki, onu 2009 yılının Ekim ayında kaybettik. Bir diğeri ise 1951 yılında yazmış olduğu “Çavdar tarlasında yakalama” (“The Catcher in the Rye”) romanı ile görülmemiş bir üne kavuşmasına rağmen, az sonra inzivaya çekilerek dünya ile her tür ilişkisini kesmiş Jerome David Salinger’dir ki, onu da 2010 yılının Ocak ayında kaybettik. Birincisi 96, ikincisi ise 91 yaşında ihtiyarlardı. Onlara Tanrıdan rahmet, Şumovski’ye de yeni uğurlar arzulamakla, bu yazıya burada son verelim.

 

KAYNAKLAR

1) Başer Sait, “Türk anlama ve inanma modeline dair”, www.turansam.org, 2009.

2) T. A. Şumovski, “Araplar ve deniz. El yazmaları ve kitapların sayfalarında”, Nauka, Moskova, 1964.(Rus.)

3) http://ru.wikipedia.org/wiki

4) Borisova Anastasya, “Çok meşgulüm”, Saint Petersburg Haberleri, 18, 2008. (Rus.)   

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz