Ana Sayfa 85. Sayı Anneannelerinden farklı yaşadılar! Cumhuriyet kadınları

Anneannelerinden farklı yaşadılar! Cumhuriyet kadınları

4080

1923’den sonra kadının yeri değişti ülkemizde. İlerleyen sayfaları okurken şaşıracaksınız. Birkaç yıl önce söz hakkı bile tanınmayan kadınlar, doktor olup kadın erkek herkesi tedavi etmeye başladılar, at üstünde köy köy dolaştılar, laboratuvarlara girip deney yaptılar, üniversitede kürsü kurdular, kitap yazdılar, gazete çıkardılar, meclise girip emekçilerin haklarını savundular. Toplumu ilerletmek için, emekçi bir cumhuriyet kurmak için mücadele etti çoğu. Anneannelerinden bambaşka hayatlar yaşayan kadınlar oldu hepsi.

Osmanlı hayranlarının iddiaları gibi yazmıyor tarih gerçekleri. “Ecdadımızın” 624 yıllık “şanlı” tarihinde, kadınlara eğitim hakkı 615. yılda verildi. Yani cumhuriyet ilan edilmeden 9, bu topraklar işgal edilmeden 5 yıl önce. Çünkü “ecdadımız” kız çocuklarını 12-13 yaşındayken “beğenip” haremlerine almayı, eş ve anne yapmayı uygun buldu! Kadınlar elinin hamuruyla, erkeğin işine karışmamalı ne de olsa! Okumamalılar, çalışmamalılar, erkeklerle eşit olduklarını iddia etmemeliler… Topraklarımızda, kadının bütünlüklü olarak hayata katılması, özgürce fikirlerini söyleyebilmesi Anadolu’daki direniş hareketiyle başlar. Kadınların düzenlediği ilk miting, kadınların konuşma yaptıkları ilk eylemler, yazdıkları ilk yazılar bu dönemde ortaya çıkar.

Cumhuriyet ilan edildikten sonra, yeni Medeni Kanun’la kadınlar da erkeklerle eşit koşullarda eğitim almaya, çalışmaya, üretmeye başladı. 1923’den sonra yurtdışına bilimsel eğitim almaya gönderilen gençlerin içinde, çok sayıda kadın da vardı. Anneanneleri, küçücük yaşlarda eve kapatılıp eş yapılırken, onlar 17-18 yaşlarında, devlet bursuyla dillerini bilmedikleri ülkelere gönderildiler. Kadın haliyle orada ne yapar bunlar denmedi! Gittiler, eğitim aldılar ve hiçbiri gittikleri ülkede kalmayı düşünmedi. Kurulan genç Cumhuriyete büyük bir borçları vardı, ülkelerine döndüler ve çalışmaya başladılar. Şu anda, en köklü üniversitedir dediğimiz üniversiteler hangisiyse, işte o üniversitelerde alın terleri var kadınlarımızın… Bölümleri onlar kurdu, hastaları onlar tedavi etti, yeni nesli onlar yetiştirdi, kitapları onlar yazdı…

Bunları yazarken, eksikleri unuttuğumuz düşünülmesin. Eşitliği sağlamak için cumhuriyetin tek başına yeterli olmadığının farkındayız. Tüm kadınların ve erkeklerin özgürleşmesi, eşit biçimde yaşaması için daha fazlası gerekir. Ancak bugün cumhuriyeti tartışıyoruz. Çünkü biz bugün, cumhuriyet kazanımlarının gerisine razı edilmeye çalışılıyoruz.

Bugün okutulmayan kız çocukları; ufacık yaşlarda birilerine “verilenler”, namus için sokak ortasında öldürülenler, bedenini satmak zorunda kalan kadınlarımız var. Artık daha fazla kadın evlere kapanıyor, bilimden özgür düşünceden, üretimden uzaklaştırılıyor. Neden? Çünkü Osmanlı hayranları böyle istiyor. Sultanımız üç çocuk yapın diye buyuruyor, sultan buyurur da peşindekiler eksik kalır mı? Çıkıyor bir “profesör” tecavüzün nedeni dekolte giyen kadınlardır diyor. Tecavüz ve taciz suçunun odağındakiler kadınlardır diye ekliyor. Polis tekmeleriyle bebeğini düşüren genç kadına, hamile haliyle ne işi var eylemde diyenler var. 23 erkeğin tecavüzüne uğrayan ufacık bir kız çocuğunu suçlu buluyor mahkemeler. Bu ülkede, 2002 yılından beri sokak ortasında öldürülen kadınların sayısı hızla artıyor.

Dergimizin bu sayısında tarihimizdeki kadınların öykülerini anlatıyoruz. Bilmeyenler için öğretmek, bilenler için hatırlatmak amacımız. Bize yalan söylüyorlar, doğruları anlatmak için yazıyoruz. Yeni Osmanlıcılar, kadını din ile, haremlere-evlere hapsederek, bedenini kapatarak, satarak “özgürleştireceklerini” söylüyorlar. Osmanlı düzenine hayran olanlar, cumhuriyetin gerisine düşmekten korkmayanlar öğrensin diye yazıyoruz bunları.

1923’den sonra kadının yeri değişti ülkemizde. İlerleyen sayfaları okurken şaşıracaksınız. Birkaç yıl önce söz hakkı bile tanınmayan kadınlar, doktor olup kadın erkek herkesi tedavi etmeye başladılar, at üstünde köy köy dolaştılar, laboratuvarlara girip deney yaptılar, üniversitede kürsü kurdular, kitap yazdılar, gazete çıkardılar, meclise girip emekçilerin haklarını savundular. Toplumu ilerletmek için, emekçi bir cumhuriyet kurmak için mücadele etti çoğu. Anneannelerinden bambaşka hayatlar yaşayan kadınlar oldu hepsi.

Gerçekler ortada, soru şu: Osmanlı’yı mı tercih edeceğiz, cumhuriyeti mi? Haremde mi olmak isteyeceğiz, eşit bir yaşamın her alanında mı? Mart ayında cevabı daha net verelim: Eşit yaşamak için mücadele eden, üreten kadınlara selam olsun! Tüm emekçi kadınların 8 Mart’ı kutlu olsun!

Kurtuluş Savaşı’nın simgelerinden, ilk kadın yazarlarımızdan
Halide Edip Adıvar

Halide Edip Adıvar 1884’de doğar, babası eğitimli bir genç olmasını istediği için onu Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ne kaydeder. Burada Fransız edebiyatı ile ilgili de dersler alır. 1901’de mezun olur. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle, gazetelere yazı yazmaya başlar. Özellikle kadın hakları ve kadınların eğitim sorunlarıyla ilgili eleştirel yazılardır bunlar. Bu yazıları nedeniyle gerici çevrelerden tehdit almaya başlar. 31 Mart Vakası yaşanınca, iki çocuğunu da yanına alarak bir süre için Mısır’a geçer. Mısır’dan İngiltere’ye gider, İngiltere’de kadın erkek eşitliği konusunda yapılan tartışmaları takip eder, önemli düşünce adamlarıyla tanışır. Balkan Savaşı yıllarında, Kadınları Yükseltme Derneği’ni kurar. Bu dönemde ayrıca öğretmenlik ve müfettişlik de yapar. Halide Edip, ikinci bir kadın daha almak isteyen kocasına tepki göstererek ayrılır.

Halide Edip, Anadolu hareketinin en önemli isimlerinden biridir. “Karakol” adlı gizli örgüte dahil olur ve Anadolu’ya silah kaçırma gibi önemli bir işin sorumluluğunu omuzlarına alır. Gün 19 Mayıs 1919’dur… İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda Asri Kadınlar Birliği bir miting düzenler. İzmir’in işgal edilmesini protesto etmek için yapılır bu miting. Miting aynı zamanda Osmanlı’da kadınların konuşmacı olduğu ilk mitingdir. Halide Edip bu mitingde yaptığı etkili konuşmayla, halkı direnmeye çağırır.

19 Mart 1920’de iki çocuğunu yatılı okula bırakarak, eşiyle birlikte Anadolu yollarına düşer. At üstünde, zorluklarla ve çocuk özlemiyle yaptığı bu yolculuğun tek bir nedeni vardır: Kurtuluş hareketine katılmak. Cephe gerisinde önemli görevler alır, bu sırada Mustafa Kemal’in yönlendirmesiyle Yunus Nadi ile birlikte Anadolu Ajansı’nı kurar. Sakarya Savaşı sırasında onbaşı olur.

Halide Edip, cumhuriyetin kuruluşundan sonra, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katılır, Takrir-i Sükun yasaları çıkınca, ülkesinden ayrılmaya karar verir. 1939’da İngiltere’ye gidip dört yıl orada yaşar, daha sonra Fransa’ya yerleşir. Yurtdışında yaşadığı yıllarda, bugün hâlâ okunan kitaplarını yazmaya devam eder, birçok üniversitede çeşitli konferanslarda konuşmacı olur.

Halide Edip, tüm bu çalışmaları dışında, edebiyatımızın en önemi yazarları arasında sayılır. Yazdığı yirmi bir roman, dört hikâye, iki oyun ve onlarca incelemeyle en çok yapıt veren yazarlar arasındadır. Kitaplarında özellikle, kadınların eğitim sorunlarını ve kadın haklarını inceler.

Sosyalist toplumbilimci
Cumhuriyetin ilk kadın gazetecisi Sabiha Sertel

Bir ömre neler sığdırılabilirse ondan daha fazlasını sığdırdı kendi ömrüne Sabiha Sertel… Çöken bir imparatorluk, işgale karşı direniş, yurtdışında sosyoloji eğitimi, yeni kurulan bir ülke, cumhuriyetle yönetilen bir ülkede kadın araştırmaları, gazetecilik, Resimli Ay Mecmuası, Sevimli Ay ve Görüşler dergileri, Tan gazetesi ve baskını, mahkemeler, cezalar, cep kitapları, çeviriler, tutuklanma, gurbetlik, ama her yerde sosyalizm mücadelesi, Budapeşte Radyosu çalışmaları, TKP Budapeşte sorumluluğu, Bizim Radyo, kitaplar, yazılar, yetiştirdiği iki aydın çocuk ve sosyalist bir aydın olarak ülkesinden uzakta bir ölüm… Bir solukta okunamayacak kadar mücadeleci ve üretken bir hayat.

Sabiha Sertel, liseyi bitirdiği yıllarda, sonradan evleneceği Zekeriya Sertel’in -ki o da bu dönemde Hukuk Fakültesi öğrencisidir- çıkardığı Yeni Felsefe dergisine yazmaya başlar. Bu yazılarda, sert bir biçimde Osmanlı düzeninde kadının aşağılandığını, eğitimden ve sosyal yaşamdan dışlandığını yazar. Yazılarında eleştirdiği düzenin çökmesi ve çöküşten sonra işgal edilen ülkesi için mücadele etmekten geri durmaz. 1919 yılında Sabiha Sertel’in de, eşinin de Anadolu hareketinde önemli görevleri vardır. Evleri, Anadolu hareketinin toplantı evlerinden biri haline gelir. Bu dönemde iki genç, Halide Edip’in ayarladığı bir bursla ABD’ye eğitim için gönderilir. Direniş hareketini bırakıp gitmek istememelerine rağmen ülkelerinin geleceği için eğitim almaları gerektiğinin farkındadırlar.

Sabiha Sertel ABD’de sosyoloji eğitimi alır, ama sadece eğitimiyle ilgilenmez, direniş hareketine bağış toplamak için çalışır. ABD’deki yıllarında Marksizm ile tanışır. 1923’de Türkiye’ye geri döner. Yeni kurulan bir ülkede yapacak çok şey vardır. İşe, kadınların sorunlarından, yetim çocuklara dair proje geliştirmekten ve tabi ki gazetecilikten başlar. 1924’de eşiyle birlikte Resimli Ay dergisini çıkarır. Böylece Türkiye’nin ilk kadın gazetecisi olur. Resimli Ay dergisi, halka cumhuriyet devrimlerini anlatma ilkesiyle çıkarılır. 1928’de Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Valâ Nureddin gibi yazarların katılmasıyla, dergi sosyalist düşüncelerin ve yeni bir edebiyat anlayışının doğum yeri olur. Sabiha Sertel, bu nedenle defalarca yargılanır, tutuklanır. Resimli Ay dergisi kapatılıp, eşi tutuklanınca, Resimli Perşembe, Sevimli Ay adıyla dergiyi çıkarmaya devam eder. 1934’de eşiyle birlikte Tan gazetesini kurarlar. Hem Tan’da yazar hem de Türkiye’de ilk kez “cep kitapları” adı altında bir kitap dizisi yayımlar. Felsefe, edebiyat, sanat ve bilim alanlarında temel bilgileri veren ve cebe sığabilecek boyuttaki bu kitaplar büyük ilgi görür. Sabiha Sertel Hayat Ansiklopedisi’ni hazırlayan ekip içinde de yer alır. 1942’de ırkçılığa karşı yazdığı bir makaleden yargılanır. 1945’de de Tan gazetesi basılır ve yakılır. Sürekli tutuklamalar ve yargılamalar nedeniyle, 1950’de ailecek Paris’e giderler. Bir süre sonra Nazım Hikmet’in çağrısıyla Sovyetler Birliği’ne geçerler, 1953’te Budapeşte’ye yerleşirler. Budapeşte Radyosu’nda Türk Seksiyonu Şefi ve TKP Budapeşte sorumlusu olur. 1958’de Bizim Radyo’da çalışmak için Leipzig’e taşınır.

Sabiha Sertel, gurbette ölen aydınlarımızdan, bir ömre tüm bu mücadeleleri, yazıları yanı sıra, yayımlandığı dönemde tartışma yaratan İlericilik-Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret, Nazım Hikmet’ten ve Sabahattin Ali’den Anılar ve Roman Gibi isimli kitaplarını da sığdırabilen değerli kadınlarımızdan…

Madam Curie’nin öğrencisi
Türkiye’nin ilk kadın kimyacısı Remziye Hisar

1902 yılında doğan Remziye Hisar, Darülmuallimat’ta (Kız Öğretmen Okulu) 5 yıl okuduktan sonra, Darülfünun’a gitmek için açılan hazırlık sınıfını birincilikle bitirir. Böylece Darülfünun’un Kimya bölümüne kayıt yaptırma hakkı kazanır. Remziye Hisar, neden kimya bölümünü tercih ettiğini şöyle anlatıyor: “Fen derslerinde, kanunlarda olsun, buluşlarda olsun hep yabancı isimler görmek beni kahrediyordu. Fen alanında bir tek Türk ismi görememenin ezikliğini, bu dalda başarılı olursam giderebilirim sanıyordum. Çocukluk işte…” (1) Remziye Hisar, ülkesine ve insanlarına duyduğu böyle bir sorumlulukla seçer alanını, hem de henüz 17 yaşında bir gençken. Remziye Hoca’nın hayatını incelerken, verdiği bu yanıtla karşılaşırsınız. Bu yanıtı gerçek kılabilmek için çalışmış bir bilim kadınıdır o.

Birinci İnönü Zaferi’nden sonra, kendisine yapılan çağrıya uyarak Adana Kız Öğretmen Okulu’nda öğretmenliğe başlar. 1,5 yaşındaki oğlunu ailesine bırakarak, görevini en iyi şekilde yapmak için Adana’ya gider. Bu arada Paris’te olan eşi Doktor Reşit Süreyya Gürsey, Remziye Hanım’a yazdığı mektuplarda, Paris’e gelirse, bilimsel çalışmalara katılabileceğini yazar. Remziye Hanım, istifa ederek Paris’e gider. Çünkü ülkesinin adını kimya alanında yapacağı çalışmalarla duyurabileceğine inanır. Sorbonne’da kimya eğitimi almaya başlar. Özellikle Madam Curie’nin dersleri ilgisini çekmektedir. Sorbonne’da doktoraya başlamak üzereyken bursu kesilir ve ülkesine çağrılır. Erenköy Kız Lisesi’ne öğretmen olarak atanmıştır. Yetkili makamlara, Sorbonne’da doktora yapmak konusunda ısrarcı olduğunu söyler, görüşmeler yapar. Devlet bursuyla Sorbonne’a gitmesi yönünde karar verilir. Büyük oğlu Feza’yı Galatasaray Lisesi’ne yatılı öğrenci olarak kaydeder. Küçük kızı Deha ile Paris’e doğru yola çıkar.

Remziye Hisar’ın doktora tez hocası Paul Pascal’dır. Yaptığı tez çalışması ve sunumuyla, tez jürisinin Özel Mansiyon Ödülü’nü kazanır. Tezi onaylanır onaylanmaz, doçent adayı olarak yurda döner. 1933’te İstanbul Üniversitesi’ne girer. 1947 yılında İTÜ Makine ve Kimya Fakülteleri’nde Kimya Doçentliği’ne başlar. 1959 yılında profesör olur.

Remziye Hisar, Avrupa’daki kadınların bile çok zor kabul edildiği bir dönemde, Sorbonne Üniversitesi’nde doktoraya kabul edilmiş ve hocası Pascal’ın yönlendirmeleriyle önemli kimya çalışmaları yapmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın kimyacısı ve Sorbonne’da doktora yapan ilk kadın olmuştur. Bu başarılara ulaşabilmek için, Paris’te ekonomik sıkıntılar çekerek, çocuğundan ayrı kalmanın üzüntüsünü göze alarak çalışmıştır. Devletin verdiği yarı bursla nasıl geçineceğini soran Maarif Vekili’ne “Kitaplara, yiyeceğe, diğer zorunlu ihtiyaçlara pay ayırdım, geçinebileceğimi sanıyorum” yanıtı üzerine, Maarif Vekili, “Peki, neyle giyineceksiniz Remziye Hanım” sorusuna verdiği cevapla, ne kadar kararlı bir kadın olduğunu ispatlamıştır: “Ben giyinmiyorum, örtünüyorum” Tıpkı hocası Madam Curie gibi bazen yemek yemeyi unutarak, ikinci bir kıyafete ihtiyaç duymadan, bilimsel çalışmalarını sürdürebilmek için bütün zorluklara direnen bir kadındır Remziye Hisar… (2)

Osmanlı polisinden kaça kaça tiyatro!
İlk Türk kadın oyuncu Afife Jale

1902’de doğan Afife Jale, 1918’de Darülbedayi’ye (Osmanlı’daki ilk konservatuvar) kabul edilen beş kızdan biridir. Darülbedayi’ye kabul edilmiştir edilmesine ama sahneye çıkması mümkün değildir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda, tiyatro sahnesine ancak gayrimüslim kadınlar çıkabilir. Müslüman kadınların tiyatro sahnesine çıkması yasaktır. Bu nedenle Darülbedayi’ye kabul edilen beş kızdan ancak ikisi (Afife ve Refika) eğitimine devam eder.

Refika tiyatroda suflör olur, Afife ise stajyer oyuncu. Refika, tiyatroda sahne gerisinde çalışan ilk Müslüman kadın olmuştur, Afife ise hâlâ sahneye çıkamamıştır. 13 Nisan 1919’da Hüseyin Suat’ın Yamalar adlı oyununda, Emel karakterini oynayan Eliza Binemeciyan Paris’e gider. Darülbedayi yöneticileri zor durumda kalınca, Afife Jale’ye Emel rolü verilir. Böylece Afife Jale, 22 Nisan 1919’da Kadıköy’deki şimdiki Reks, o zamanki adıyla Apollon Sineması’nda sahneye çıkan ilk Türk kadın olur.

22 Nisan gecesi tiyatroya gelen görevliler Afife Jale’yi sahnede görünce, Darülbedayi yöneticilerini uyarırlar. Ancak Afife Jale bu uyarıları dikkate almaz. Bir kez sahneye çıkmıştır artık, o sahneden bir daha inmek istemez. Bir hafta sonra, Tatlı Sır adlı oyun için tekrar sahneye çıkar. Oyun sahnelenirken, polisler tiyatroyu basıp sanatçıyı tutuklamak isteyince, arka bahçeye kaçarak kurtulur. Baskından kurtulur ancak birkaç gün sonra sokakta polis tarafından alınıp karakola götürülür. “Dinini, milliyetini unutup nasıl sahneye çıkarsın” diye hırpalanır. Tüm bunlara rağmen, tiyatro sevdasından vazgeçmez Afife Hanım. Üçüncü oyunu olan Odalık’ta sahneye çıktığında polis tekrar tutuklamaya gelir, makine dairesine kaçarak kurtulur polisin elinden Afife Hanım.

İstanbul Belediyesi, 27 Şubat 1921’de, Dahiliye Nezareti’nin emriyle Darülbedayi yönetimine bir yazı gönderir. Bu yazıda Müslüman kadınların sahneye çıkarılmasının yasak olduğu ve bu kuralın kesinlikle ihlal edilemeyeceği yazılıdır. Bu bildiri, Afife Jale’nin Darülbedayi kadrosundan çıkarılmasına neden olur. Afife Jale, yaşadığı rahatsızlıkları gidermek için doktorunun verdiği morfine bağımlı hale gelir. Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra, kadınların tüm bilim ve sanat dallarında üretim içine girdiği bir dönem açılmasına rağmen, Afife Jale sağlığının kötüye gitmesi nedeniyle bir daha sahneye çıkamaz.

Tedavi olmak için Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatsa da iyileşemez. Türkiye’nin ilk kadın tiyatro oyuncusu, sanatına doyamadan, 1941’de henüz 39 yaşındayken ölür.

Kadın haklarının savunucusu edebiyatçı
Başını eğmeyen kadın Suat Derviş

Edebiyatımızın ilk feminist yazarlarından Suat Derviş, tıp profesörlerinden İsmail Derviş Bey’in kızı. Osmanlı’nın modernleşmesini savunan, Kurtuluş Savaşı başladığında da direnişe destek veren İsmail Derviş Bey, kızının eğitimine önem vermiş bir baba. Bu nedenle Suat Derviş, önce özel ders alarak Fransızca ve Almanca öğrenir, sonra eğitimi için yurtdışına gider. Berlin Konservatuarı ve Edebiyat Fakültesi’ndeki eğitiminin üçüncü yılında Hitler’in iktidara gelmesi nedeniyle, eğitimini yarıda bıkarak Türkiye’ye döner. Suat Derviş’e yazarlık yolunu çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet açmıştır. Derviş’in genç yaşta yazdığı Hezeyan adlı mensur şiirini kendisinden habersiz Alemdar gazetesine gönderen Nâzım Hikmet, 1918’de bu şiirin yayımlanmasını sağlamıştır. Nazım, Suat Hanım için yazdığı şiirde, onu en kısa ve iyi biçimde özetlemiştir: “Eğemedim ben bu kadının başını”.

Türkiye’ye döndükten sonra birçok gazetede yazarlık, muhabirlik yapar, çeşitli röportajlar hazırlar. Tan gazetesine hazırlayacağı bir haber dizisi için Sovyet Rusya’ya gitmesi, kendisi için bir dönüm noktası olur. 1937 yılında yayımladığı bu röportaj dizisi ve 1944’te yazdığı Neden Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? adlı incelemesi uzun yıllar gazeteci olarak iş bulmakta zorlanmasına neden olacaktır. Hiç adlı romanın yayımlandığı 1939 yılından itibaren yaklaşık otuz yıl süresince, hiçbir yayınevi Derviş’in romanlarını yayımlamaz.

Suat Derviş, 1940-1941 yıllarında Marksist Yeni Edebiyat dergisini çıkartan grupta yer alır. 1941’de burada tanıştığı Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner ile evlenir. 1944 yılında, eşiyle birlikte tutuklanır, bir yıla mahkûm olur. Daha sonraki dönemde Paris’e kardeşinin yanına gider. 1953-1963 yılları arasını orada geçirir. Ankara Mahpusu romanı, kız kardeşi Hamiyet tarafından Fransızca’ya çevrilerek, 1957’de Le prisioner d’Ankara adıyla yayımlanır. 1961’de Türkiye’ye geri döner. 1968’de en çok bilinen eseri olan Fosforlu Cevriye adlı romanını yayımlar. Kitap, 1969’da filme çekilir ve geniş kitlelere ulaşır. 1970 yılında, Neriman Hikmet ve diğer arkadaşları ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’ni kuran Derviş, 1971 yılında tekrar gözaltına alınır. 1972’de ise ölür.

Suat Derviş, kitaplarını yazarken kadını eserinin merkezine yerleştirir. İlk dönem eserlerinde kadın sorunlarını, genel olarak özgürlük ekseninde değerlendirse de, Marksizm ile tanıştıktan sonra, sorunların sınıfsal analizini yapmaya ve eserlerini de bu düşünceyle yazmaya başlar. Türkiye’de röportaj yapan ilk gazeteci kadınlardandır, romanı başka bir dile çevrilen ilk yazarımızdır, mücadele eden ve kadın sorunlarını dillendiren önemli bir kalemdir.

Cumhuriyet geldi, artık kadınlar da doktor olacak!
Türkiye’nin ilk kadın patologu Kâmile Şevki Mutlu

1924 yılında İstanbul Kız Lisesi’nden mezun olur, Tıp Fakültesi’ne kaydolur. Cumhuriyetçi ve aydın bir ailede yetişen Kâmile Şevki, kadınların doktor olamayacağını savunan gerici çevrelere aldırmadan, hekimliğin cinsiyeti olmadığını ispat etmiştir. Tıp Fakültesi’nin ilk kadın öğrencileri, teorik derslerde herhangi bir sorun yaşamazlar, ancak uygulamalı derslerde ciddi sıkıntıları vardır. Kadınların başlarını örtme ve uzun-kapalı giyinme zorunluluğu nedeniyle, hastanın kalbini-ciğerlerini dinlemek, yani teşhis etmek için gerekli çalışmaları yapmak olanaksızdır. 1926’da bir öğrencinin laboratuvarda bu şekilde çalışmakta zorlanıp, tesettürü ve uzun mantoyu çıkarıp atmasıyla, kadın öğrencilerin diğerleri de aynı şeyi yapmış ve tesettür zorunluluğu -en azından üniversite öğrencileri açısından- aşılmıştır. Kâmile Şevki, daha öğrenciyken patoloji laboratuvarında gönüllü olarak çalışmaya başlar. Öğrenciyken yaptığı bu çalışmalarda ulaştığı bilgileri, Darülfünun Tıp Mecmuası’nda 1928 yılında yayımlar. Böylece, akademik bir dergide yazısı yayımlanan ilk kadın olmuştur. Mezun olduktan sonra Tıp Fakültesi Patoloji Kürsüsü’ne asistan olarak atanır. 1931 yılında, yaptığı çalışmalarla ilgili 4. Milli Tıp Kongresi’nde bir sunum yapar. 1933 yılında, Berlin Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Enstitüsü’ne gönderilir. Burada 2 yılını laboratuvar çalışmalarına adar. Böbreküstü bezi çalışmalarında yeni bir teknik geliştirir. “Şevki Metodu” adı verilen bu teknik, konuyla ilgili ders kitaplarında ayrı bir başlık altında açıklanmaktadır. Almanya’dan döndükten sonra Ankara Numune Hastanesi’nde çalışmaya başlar. Patolojinin birçok tıpçı için bile öneminin anlaşılamadığı bir dönemde, Kâmile Şevki tüm zorluklara rağmen çalışmalarına devam eder.

1945’de Ankara Tıp Fakültesi kurulunca, Kâmile Şevki, bu fakültede histoloji ve embriyoloji alanlarında çalışma görevini üstlenir. Böylece Türkiye’nin ilk kadın profesörü olur. Ankara Üniversitesi Senatosu’nun ilk ve tek kadın üyesi olmuştur. 1959-1962 yılları arasında ABD’deki Pennsylvania Üniversitesi’nde konuk öğretim üyeliği yapar.

Kâmile Şevki Mutlu, Türkiye’de histoloji ve embriyoloji alanında yaptığı çalışmalar, yazdığı ders kitapları ve tabii ki yetiştirdiği öğrencilerle, ülkemizde bu alanda yetişmiş insan sıkıntısı yaşanmasını tek başına engellemiştir. Öğrencileri ve beraber çalıştığı bilim insanları, Kâmile Şevki ile ilgili hep aynı tespiti yapıyor: “Yorulmak bilmez bir biçimde, herkesi kendine hayran bırakarak ve müthiş bir heyecanla çalışıyordu.” Kadınların mezun olduktan sonra, hekimlik yapmakta zorlandığı bir dönemde, inatçı ve aydın kişiliği sonucunda, ilk kadın profesör olmayı başarıyor ve tüm öğrencilerine şu nasihati veriyordu: “Öğrenecek şeyimiz çok, vaktimiz az!”

Anneannesi köleydi, kendisi ise bilim kadını
Türkiye’nin ilk kadın gökbilimcisi Nüzhet Gökdoğan

Nüzhet Gökdoğan’ın ve ailesindeki kadınların hikâyesi, bu dosyada incelediğimiz gerçeklerin bir özeti gibi. Nüzhet Gökdoğan’ın anneannesi bir Çerkez kızı, 12 yaşında küçük bir çocukken, bir paşa tarafından “güzel bulunarak” alınıyor ve küçücük bir çocukken, bir eş ve anne olmak zorunda kalıyor. Kadınları kapatan, “alıp veren” Osmanlı düzeninde büyüyen anneannesinden daha şanslı Nüzhet Hanım. Çünkü babası Miralay Zihni Bey, Anadolu hareketinin önemli komutanlarından, aydın bir askerdir. Böyle bir ailede küçük yaşlardan itibaren, annesinin uğraşları ve titizliğiyle eğitim almış bir çocuktur Nüzhet Hanım. Alman okullarında yetişir, öyle ki Alman okulları kapandığında, Türkçesi Almancasından kötü olduğu için, Türkçe özel ders almak zorunda kalır. Türkçesini geliştirdikten sonra, Şişli Terakki Lisesi’ne gider. Daha sonra Erenköy Kız Lisesi’nde yatılı öğrenci olur. 1928 yılında, devlet bursuyla eğitim için yurtdışına gönderilen “geleceğin hocaları” arasındadır. 17 yaşında bir gençken önce Clermon’a, daha sonra -eğitiminin daha iyi olduğunu düşündüğü için- Lyon’a gider. Burada matematik eğitimi alır. Matematiği de fiziği de çok sevdiği için astronomiyi tercih ettiğini dile getiren Nüzhet Gökdoğan, fizik alanında kendini yetersiz bulduğu için, fizik eğitiminin en zor olduğu yere Paris’e gider. Paris’te olduğu dönemde, 1932 yılında, gündüzleri okulda fizik eğitimi alır, geceleri ise rasathanede gözlem yapar. Paris’te eğitimini ve rasathanedeki stajını bitirdiğinde, hocaları tarafından üniversitede kalması teklif edilir. Ancak Nüzhet Hanım, “Ben altı senedir buradayım. Altı senedir devlet beni okutuyor ve bekliyor. Siz altı senelik saati geri çalıştırabilir misiniz? Bu millete bizim hizmet borcumuz var!” (3) diyerek İstanbul’a döner.

1934’te İstanbul Üniversitesi’ne doçent olarak atanır. Nüzhet Hanım, yaşıtı olan meslektaşlarıyla aynı sorunlarla karşılaşır. Genç Cumhuriyetin bilim insanları, Avrupa’dan gelen akademisyenlerin öncülüğünde, kürsüler-bölümler kurarlar ancak bu bölümlerde ne okutulacak ders kitapları ne de diğer materyaller henüz Türkçe’ye kazandırılmamıştır. Nüzhet Hanım da, astronomi alanında okutulacak ders kitaplarını hızla yabancı dillerden çevirir. 24 yaşındayken, gündüz okulda ders materyallerini hazırlar; geceleri ise rasathanede gözlemlerine devam eder.

1936’da şimdiki adıyla İTÜ’de ders vermeye başlar. İTÜ’de ders veren ilk kadındır. Nüzhet Hanım, İngilizce, Almanca, Fransızca ve Rumca’ya hakimdir. Astronomi alanındaki çalışmalarında bunun mutlaka ciddi bir katkısı olduğu görülüyor. Türkiye’de yeni başlayan akademik çalışmaların yurtdışında kabul görmesi, yurtdışından birçok önemli bilim insanının Türkiye’ye getirilmesi, Türkiye’nin en önemli astronomlarını yetiştirmesi, öğrencilerinin kendi çalışmalarını ve başarılarını geçmeleri ve daha başarılı olmaları gerektiğine gönülden inanması, deneyimi ne kadar az olursa olsun, beraber çalıştığı gençlere ilk günden itibaren “meslektaş” olarak yaklaşması, emekli olduktan sonra bile çalışmalarını devam ettirerek ulusal bir gözlemevi açmak için didinmesi… Nüzhet Gökdoğan anneannesine ve o dönemin kadınlarına dayatılan kölelikten tamamen farklı bir biçimde, ülkesinin öncü kadınlarından biri olmuştur. Yaşamının son gününe kadar, ülkesindeki bilimsel çalışmaları geliştirmek için savaşan bir kadındır.

Türkiye İşçi Partisi’nin liderlerinden
Emekçi halkın sosyologu Behice Boran

1910’da Osmanlı’nın son dönemlerinde doğan Behice Boran, 1931’de Arnavutköy Amerikan Koleji’ni birincilikle bitirdikten sonra Darülfünun’da felsefe eğitimi alır. Okulu yarıda bırakır, pedagoji derslerini aldıktan sonra, Manisa’da öğretmenlik yapmaya başlar. Bu sırada bir hocasının ayarladığı burs ile ABD’ye Michigan Üniversitesi’ne doğrudan doktora öğrencisi olarak kabul edilir. ABD’de sosyoloji okumaya başlar başlamasına ancak kendi deyimiyle Marx ve Engels’i okuyana kadar toplumun bilimi nasıl olur sorusuna doyurucu bir cevap bulamamıştır. Marksizm ile tanışınca toplumun incelenmesi ve değiştirilmesi gerektiğini anlar.

1939’da AÜ DTCF’de doçent olur. Öğrencilerine sosyolojiyi daha iyi anlatabilmek için ders materyalleri hazırlar. Birçok makale çevirir. Bu arada Manisa’da dağ köylüleri ve ova köylülerini sahada araştırır. Tarım toplumlarının günlük yaşamlarındaki değişimlerle ilgili olan bu çalışma, o zamana kadar Türkiye’de örneği olmayan bir araştırmadır. Boran, bu araştırmasını daha sonra kitaplaştırır.

1941’de, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes ile birlikte Yurt ve Dünya dergisini çıkarır. Bu dergi ırkçıların ve dinci çevrelerin tepkisini çeker. Yurt ve Dünya’dan görüş ayrılıkları nedeniyle koparak 1943’de Adımlar dergisi çıkarır. Bu dönemde iktidar, üniversitelere müdahale eder ve DTCF’de çalıştığı kürsü kapatılır. Şerif Mardin, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav ile beraber Behice Boran da üniversiteden atılır, işsiz kalır. Atılmasını sağlayan iddialar arasında, sınav kağıtlarını kırmızı kalemle okumak gibi komünist olduğunu “ispatlayan” kimi iddialar bulunur. Meslektaşları yurtdışındaki üniversitelere gitmeyi tercih ederken, Behice Boran ABD’den gelen teklifleri reddeder. Bunun nedenini yakın dostu Mina Urgan şöyle özetliyor: “Bunun başlıca nedeni, Behice Boran’ın tutkulu yurtseverliğiydi. Memleketini sadece soyut bir kavram olarak değil, elle tutulur bir gerçek olarak severdi. Azgelişmişliğiyle, yoksulluğuyla, eşitsizlikleriyle, haksızlıklarıyla, buruk acılarla severdi.” (4)

İşsiz kaldıktan sonra eşiyle İstanbul’a gelerek, tercüme bürosu kurar. Ciddi ekonomik sorunlarla boğuşur. Ancak hiçbir zaman başka bir ülkeye gitmediği için pişman olmamıştır. 1950’de Basışseverler Cemiyeti’nin kurucusu ve başkanı olur. “Kore Nire?” başlıklı bildiriyi dağıttığı için tutuklanır. Tahliyesinden üç ay sonra, 1951’deki TKP davasından da tutuklanır. İki ay sonra beraat eder. Tutuklamadan 1961’e kadar geçen dönemde, yaşamına tercüme bürosuna hapsedilmiş olarak devam eder, çocuğunu büyütür. 13 Şubat 1961’de TİP kurulunca Behice Boran’ın da hayatı değişir. Toplumu değiştirmek için bireysel mücadele etmenin sonuç getirmeyeceğini, bu nedenle mutlaka örgütlü bir biçimde mücadele etmek, ülke gündemine partiyle müdahale etmek gerektiğine inanan bir aydın olarak, 1962 sonlarında TİP’e üye olur. 1964’te TİP kongresinde, toplumun öncüsünün işçi sınıfı olduğunu anlatan konuşma, dönemin tartışmalarını berraklaştırır. Görüşleri parti tarafından kabul görür. 1965’te TİP’ten Urfa milletvekili olur. Seçim çalışmaları kapsamında doğu illerini dolaşır, etkili konuşmalar yapar. Bölge insanının sorunlarını analiz eder. Kürt halkının eşit haklı vatandaşlık ilkesine göre, haklarını alması gerektiğini ifade eden miting konuşmaları, bölge halkı üzerinde etkili olmuştur. Ekim 1970’de TİP Başkanı Behice Boran’dır. Bir yandan örgütü güçlendirmek ve halkı bilinçlendirmek için durmadan çalışırken, diğer yandan Türkiye’deki güncel tartışmalara dair kuramsal katkılar yapar. 26 Mayıs 1971’de tutuklanıp 15 yıla mahkum edildiğinde, mahkemedeki uzun savunması hakimler tarafından bile ilgiyle dinlenir. 1974’de tahliye edilir edilmez,  TİP’i yeniden kurma çalışmalarına başlar. 1979 1 Mayıs’ında sokağa çıkma yasağına karşı, Merter’den Taksim’e yürüyüş başlatır. Gözaltına alınıp mahkemeye çıkartılır. 12 Eylül darbesinden sonra parti kararı ile yurtdışına çıkar. Ülkesinden uzakta ölür.

Tütün işçilerinin önderi
Üzüm gözlü işçi kızı Zehra Kosova

Zehra Kosova, tütün işçilerinin önderi olan kadın… Tütün işçisi bir ailede doğdu, eğitim görmeyi çok istemesine rağmen, ilkokul üçüncü sınıfta okulu bırakmak zorunda kaldı. Küçük bir çocukken çalışmaya başladı. Tıpkı ağabeylerinin Kavala’dayken Kızıl Hareket’e katılmaları gibi, çocuk işçi Zehra büyüdükçe anladı, öğrendi ve sosyalist bir devrimci oldu.

1931’de çalışmak için abisinin yanına, İstanbul’a göç etti. Çalıştı, para biriktirdi ve ailesini yanına aldırdı. 1932 yılında babası kanserden ölünce tüm ailenin sorumluluğu omuzlarına yüklendi. “Bütün bu açlık, yoksulluk, zor yaşama koşulları bana bir şeyler anlatıyordu.” diyor anılarında Zehra Kosova…“O yıl yani 1933’te bu düzenin çarkının nasıl döndüğünü daha rahat anlamaya başlamıştım. Gün geçtikçe olaylar hakkında yaptığım yorumları daha doğru buluyor, bir süre önce kavramadığım konuları anlayabiliyordum. Bir süre önce anlamını bilmediğim 1 Mayıs’ın da ne olduğunu öğrenmiştim. O yıl bir Mayıs’ta işçilerin bazısı birbirine kırmızı karanfil ve gül verdi. Sokaklarda sabahın erken saatlerinde bırakılan bildirilerde 1 Mayıs’ın ne olduğu, tarihçesi anlatılıyordu. O sabah bildiriler sanki ağaçlardan dökülen yapraklar gibi dört bir yana saçılmıştı.” (5)  Zehra Kosova, 1933’de TKP ile ilişki kurdu. 1934’ün son aylarında TKP tarafından eğitim için Rusya’ya KUTV’da (Doğu Halkları Komünist Üniversitesi) gönderilir. Geride annesini, kardeşlerini bırakmanın tedirginliğini hissetse de, daha güzel günlere ulaşmak için mücadele etmesi gerektiğine inanıyordu. Mücadele etmek için de öğrenmeliydi, okumalıydı… 1937 yılında eşiyle birlikte ülkesine döndü ve önce Samsun’da sonra Bafra’da tütün işçilerinin örgütlenmesi için çalışmaya başladı. Samsun’da 11 ay kaldıktan sonra, partinin aldığı kararla İstanbul’a döndü. Gizli çalışan Tütüncüler Sendikası’nın yöneticilerinden biri oldu. Eşinden ayrıldıktan sonra, hem kızını büyütmeye uğraşıyor, hem fabrikada çalışıyor, hem de işçi sınıfı hakları için mücadelenin en önünde yürüyordu.

Zehra Kosova 1946 yılında Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, 1951 TKP ve 1957 Vatan Partisi davaları nedeniyle tutuklandı, Sansaryan Han’da işkence gördü. TKP davasından 14 ay, Vatan Partisi davasından 16 ay hapiste tutuldu. Dışarıda olduğu dönemlerde iş bulmakta zorlanıyordu. Bu nedenle tekstil sektöründe çalışmaya başladı. Bu kez de tekstil işçilerinin örgütlenmesi için mücadele etti.

Zehra Kosova, sosyalist mücadelenin en önemli isimlerinden biridir. Ülkesinin geçtiği en zor dönemlerde bile, sosyalizm hedefinden vazgeçmeyen bir kadın önderdi.

“Ben işçiyim, elimin emeğiyle bu ana kadar çalıştım, mücadele ettim ve yaşayabildim. Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları alt etmek, geleceğe, sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de…” (6)

Aydınlanma savaşçısı bir Sümerolog
Tabletleri kitap gibi okuyan kadın Muazzez İlmiye Çığ

97 yaşında genç bir cumhuriyet kadını, hâlâ çalışmalarına devam eden bir araştırmacı Muazzez İlmiye Çığ. Yoksulluk ve zorluklarla dolu hayatı, ülkemizin tarihini de içeriyor elbette. 1914 yılında, savaşa doğan bir çocuk… Babası ilimle uğraşsın diye adını İlmiye koymuş, nitekim bu aydın ailenin çocuğu olan Muazzez İlmiye Çığ babasının dileklerini yerine getirerek Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli Sümerolog olmuş.

Muazzez İlmiye, 1929 yılında Bursa Kız Muallim Mektebi’ni bitirdikten sonra, Eskişehir’de öğretmenliğe başlar. Yoksul ailesini geçindirebilmek için üniversiteye gitmeyi çok istemesine rağmen, mesleğini yapmayı tercih eder. Ancak ailesi, kızlarının üniversite okumasını çok istediğinden, onu Ankara’ya gönderirler. Üniversite kayıtlarının son gününde, boş kalan birkaç bölümden biri de Sümeroloji’dir. Ne olduğunu, neler öğretildiğini bilmeden, babasının ısrarıyla bölüme kaydını yaptırır. Yaptırır yaptırmasına ama masrafları karşılamak için çalışması da gerekiyordur. Muazzez İlmiye gündüzleri öğrencilere ders verir, akşamları ise kendi derslerine çalışır. Bu zor ve yorucu yılların ardından, 1940 yılında DTCF’den mezun olur. Mezun olduktan sonra İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne girer. Müzede çiviyazılı tabletler arşivi oluşturmak üzere göreve başlar. Müzede çalıştığı 30 yılı aşkın sürede, meslektaşı ve yakın dostu Hatice Kızılay ve Nazilerden kaçıp Türkiye’ye gelen Dr. F. R. Kraus ile müzenin deposunda bulunan Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılmış binlerce tableti temizler, sınıflandırır ve depolar. 74 bin tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturur, üç bin tabletin kopyasını yapıp katalog halinde yayımlar.

Muazzez İlmiye Çığ, Sümerlerle ilgili onlarca kitap ve makale yazdı. Yurtdışında ve yurt içinde birçok konferansa ve seminere konuşmacı olarak katıldı. 2000 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından, kendisine “Fahri Doktor” unvanı verildi. Muazzez İlmiye, sadece bilimsel çalışmalarıyla değil, ülkemizde ve dünyada yaşanan gelişmelere dair yaptığı açıklamalar ve savunduklarıyla da tanınıyor. Aydınlanma mücadelesinde önemli isimlerden biri haline geldi. Cumhuriyetin nasıl kurulduğunun ve ülkenin geçirdiği değişimlerin tanığı bir aydın olarak, dinci gericilikten, kurumların özelleştirilmesine, işçi direnişlerinden, önemli davalara ve çevre sorunlarına kadar yaşanan tüm gelişmelerde, hâlâ mücadele ediyor.

Toros dağlarında at üstünde bir kadın
Türkiye arkeolojisinin öncülerinden Jale İnan

Jale İnan, İzmir Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu olan babası Aziz Ogan sayesinde, küçük yaşlardan itibaren arkeolojiye ilgi duyar. Lise yıllarında babasının iş için yaptığı gezilere katıldığında, bu toprakların ne kadar zengin bir tarihi olduğunu öğrenmeye başlar. Liseyi bitirdikten sonra, burs alarak Almanya’ya arkeoloji eğitimi görmek için yola çıktığında, 2. Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Doktora tezini, sığınaklarda, savaşın ortasında, yarı aç yarı tok, zor koşullarda tamamlayarak, ülkesine döner. Türkiye’de o yıllarda bir arkeoloji kürsüsü olmadığı için, İÜ Edebiyat Fakültesi Eskiçağ Kürsüsü’nde asistan olur. 1946 yılında İÜ Edebiyat Fakültesi’nde Klasik Arkeoloji bölümü kurulur. Jale İnan, bölümün ilk asistanı olmuştur. Fakat Cumhuriyet Türkiye’sinde yeni kurulan bir bölüm, hiçbir ders materyali, araç gereci olmamak anlamına gelmektedir. Bugünden baktığımızda arkeoloji ile ilgili birçok Türkçe kaynak kolayca bulunabiliyor, arkeoloji eğitimi veren tüm üniversitelerde, bölümün eğitiminde kullanılan dialar hazır. Ancak o yıllarda, İÜ Arkeoloji Bölümü’nde bulunan iki akademisyen müthiş bir sorumluluk duygusu ve çalışkanlıkla, yoktan var ederek yaratmışlardır bu materyalleri.

Jale İnan ve bölüm başkanı Arif Müfit Mansel, terimlerin henüz oluşmadığı bir dönemde, derslerde okutulacak kitapları dilimize çevirirler. Jale İnan, giriş derslerinin sorumluluğunu üstlenir ve Yunan ve Roma Sanatı isimli değerli kitabı dilimize kazandırır. Sadece çeviri yapmaz Jale İnan, arkeoloji eğitiminde zorunlu olan görüntü arşivini oluşturmak için, çeşitli kaynaklardan görüntülere ulaşır, fotoğraflarını çeker ve dia arşivi oluşturur. Bölümün eğitim verilebilecek bir duruma gelmesi için büyük bir özveriyle çalıştıktan sonra bir arkeolog olarak, asıl işine yani kazı yapmaya yönelir.

İlk önce Perge’de sonra da Side’de 40 küsur yıl devam edecek olan kazı çalışmalarına başlar. Perge’deki kazı çalışmaları sonucunda Antalya Müzesi iki defa genişletilmek zorunda kalmıştır. Jale İnan, 1940’lı yıllarda, bir bilim kadını olarak, çocuğunu ve eşini İstanbul’da bırakıp, kazı yapacağı köylere yolu olmadığı için at üstünde gider. Side ve Perge’de uzun yıllar sürecek olan kazılara devam edebilmek için yöre insanıyla sıcak bir ilişki kurmak gerektiğinin farkındadır. Kısa süre içinde bölge insanının “Ceylanum”u olur. (İsmini söylemekte zorlandıkları için köylüler, Jale Hanım’a böyle seslenirler.) Ufak yaralanmalar ya da hastalıklarda bile köylüler, “Ceylanum”a başvurur. 1940’lı yıllarda bir kadın, hem iki antik kentin kazısının başında, hem de köylülerle yan yana, daha önce hiç gitmediği, hiç alışkın olmadığı yerlerde yaşamayı öğrenir. Köylülerin tarihi eser konusunda bilinçlenmesi için çalışır. Tarihi eser kaçakçılığı ile savaşır. Bu arada onlarca yeni arkeolog yetiştirir, önemli eserleri Türkçe’ye çevirir, Türkiye’nin ilk arkeoloji bölümünün tüm kuruluş sancılarını göğüsler.

‘Umudum, Cumhuriyet’in kuruluşunu yaşamaktan gelir’
İngiliz edebiyatı üstadı Mîna Urgan

Şair ve oyun yazarı bir babanın, özgürlüğüne düşkün bir kadının kızı Mîna Urgan. Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ndeki öğreniminden sonra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi’ni bitirip aynı fakültenin İngiliz Filolojisi Bölümü’nde doktora yaptı. “Elizabeth Devri Tiyatrosunda Soytarılar” adlı çalışmasıyla doçent ve 1960’ta profesör oldu.

Urgan, ülkemizin en başarılı çevirmenlerinden biridir. İngiliz edebiyatının en önemli isimlerinin eserlerini, dilimize kazandırmıştır, hem de üst düzey bir çeviri titizliğiyle. Shakespeare’i Mîna Urgan çevirisinden okumak başkadır bu nedenle. Sadece çeviri yapmakla kalmaz, yazarların eserleri üzerine yaptığı incelemelerle, edebiyat külliyatına önemli çalışmalar katar. İngiliz Edebiyatı Tarihi adlı çalışması başta olmak üzere, Thomas Moore, Shakespeare, D. H. Lawrence ve Virgina Woolf üstüne yaptığı incelemeler, Türk edebiyatına kazandırılmış çok önemli başvuru kitaplarıdır.

Mîna Urgan, iki çocuğuna ve annesine bakmak için çabalarken yapar tüm bu çalışmalarını. Sadece üniversitede çalışan ve kendini toplumdan soyutlayan bir aydın olmamıştır hiçbir zaman. Türkiye İşçi Partisi kurulunca, partiye katılır. Her zaman komünist ve ateist olmakla övünmüştür. Öyle ki 80 darbesinde başına bir şey gelmediği için, hayıflanır. Utanır arkadaşlarının başına gelenlerden.

1977 yılında üniversiteden emekli olur, ancak çalışmalarına devam eder. Ürettikleriyle İngiliz edebiyatı alanında ülkemizin en önemli ismi olur. Türkiye’de geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan ölmeden önce yazdığı iki kitaptır.  “Evet ben bir dinozorum, çünkü eskiden ne düşünüyorsam şimdi de aynısını düşünüyorum” diyen Mîna Urgan, Bir Dinozorun Anıları kitabında, bugünden geçmişe doğru yazdığı biyografisiyle ses getirir. Kitap kısa zamanda altmış baskıya ulaşır. Bir Dinozorun Gezileri adlı ikinci kitabı ise altmış altı baskı yapar.

Oral Çalışlar, Mîna Urgan’la yaptığı röportajda tüm yaşadıkları, ülkenin geçirdiği aşamalar ve geç yaşına rağmen nasıl hâlâ bu kadar umutlu olduğunu sorduğunda şunları söylüyor Mîna Hanım:

“Umudum, Cumhuriyet’in ilk kuruluş günlerini yaşamaktan geliyor. Cumhuriyetin ilan edildiği vakit ben yedi yaşındaydım, çocuktum ama kavrıyordum. Mesela tramvaylarda kadınla erkek arasında perde vardı. Ben o atılımlar sırasında anladım ki ütopyalar gerçekleşebiliyor. O günler çok umutlu günlerdi. Yıkılmış, ekonomik açıdan perişan olmuş, işgal altında itibarını yitirmiş bir devletten Cumhuriyet’e ulaştık. Bir mucize oldu. Yani biz sizin gibi değildik. Türkiye o zaman onurlu bir memleketti. Bağımsız ve onurlu. Ben bunu yaşadım. Onun için bu düşüncelere her zaman inandım.” (7)

Karatepe’yi bulan arkeolog
Halk önderi bir bilimci Halet Çambel

Halet Çambel 1916 yılında Berlin’de dünyaya gelir, 1924 yılında ailesi ile beraber Türkiye’ye yerleşirler. Arnavutköy Kız Koleji’ne kaydolur, lise yıllarının sonunda arkeoloji alanına ilgi duymaya başlar. 1935 yılında Fransız Hükümeti’nin verdiği bursla Sorbonne Üniversitesi’nde arkeoloji okur. Sorbonne’da arkeoloji yanı sıra Hititçe ve eski İbranice eğitimlerini de alır. Lise dönemlerinden beri ilgilendiği eskrim sporuna Fransa’da da devam eder. 1936 yılında Berlin Olimpiyatları’nda Türkiye’yi eskrim alanında temsil eder. Böylece bilimsel çalışmalarının yanında, Türkiye’nin olimpiyatlara katılan ilk kadın sporcusu olur.

Halet Çambel, tatil için yurda döndüğünde, önemli arkeolog Dr. Kurt Bittel’le tanışır ve Bittel’in stajyeri olarak Boğazköy kazısına katılır. 1938 yılında Sorbonne’da sürdürdüğü doktora eğitimine, 2. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle devam edemez. İstanbul’da kalmak zorundadır. Bu dönemde İstanbul Üniversitesi’nde Prof. Dr. H. Th. Bossert, Çambel’e asistanlık teklif eder. Çambel’in akademik hayatı böylece başlar. Bossert ile birlikte, Anadolu’nun birçok bölgesini gezer ve arkeolojik çalışmalar yapar.

Karatepe antik kentini ortaya çıkaran arkeolog olarak tarihe geçmesi ise 1946 yılında yaşanacaktır. Her yıl olduğu gibi, 1946 yılında da, Halet Çambel hocası Bossert ile birlikte özellikle Orta Anadolu bölgesinde araştırma yapar. Anadolu’da Hitit kalıntıları ararken, Karatepe kazılarına başlarlar. Çambel, Karatepe’de 40 yılı aşkın bir dönem devam edecek kazının başındaki isimdir. Yolu olmayan Karatepe’de ve civar bölgelerde yaşayan insanların eğitimsiz ve işsiz olduğu bir dönemde Çambel bir kadın olarak bölgeye hakim olur. Sadece kazı çalışması yapmaz, bölge halkının hayatını da değiştirir. Kazıda çalışan işçileri yetiştirdiği gibi, okulu olmayan bir bölgede büyüyen işçi çocuklarına eğitim vermeye başlar. Karatepe’de bulduğu eserlerin başka bir yere taşınmayacağını anladığında yılmaz, bölgeyi bir açık hava müzesine dönüştürmek için yıllarca emek verir. Müzenin zarar görmeden ayakta kalabilmesi için, çevresine orman kurulması gerektiğine karar verip köylüleri bu konuda ikna eder.

Halet Çambel, sadece arkeolojik kazı yapmaz, bölgeye içme suyu getirtir, yol yaptırır. Eşi sosyalist şair, gazeteci ve alaylı mimar Nail Çakırhan da Karatepe’ye gelerek, açık hava müzesini, lojmanları yapar. Binaların hem mimarı hem inşaat işçisi olur. Yörenin çocuklarına kazılardan sonra ders vermeye başlarlar. Daha sonra, yöreyi ziyarete gelen Sabahattin Eyüboğlu öğretmenlik işini üstüne alır. Halet Çambel, gençlerin okuldan sonra işsiz kalmaması için, bölgede bir Meslek Yüksekokulu açtırır. Burada özellikle kadınların kilimciliği öğrenmesini sağlar. Böylece, Karatepe’ye dünyanın her yerinden ziyarete gelenler kilim satın alarak geri dönmeyi alışkanlık haline getirirler.

Halet Çambel, Karatepe’de devletin halkına vermesi gereken hizmetlerin hepsini sağlayan bir kadındı. At üstünde bölgeyi gezen, yöre halkı tarafından kabul edilen, saygı duyulan bir kadın oldu. Kısacık kestirdiği saçlarına geçirdiği kasketiyle, yöre halkının her türlü sorununa çözüm üretmeye çalışan toplumculuğuyla, “bilimi fildişi kulelerden çıkarmak gerekir” düşüncesiyle yetiştirdiği yüzlerce öğrencisiyle, prehistorya bölümüne bıraktıkları ve bilimsel eğitim anlayışıyla, toplumuna öncülük eden bir kadındır Halet Çambel.

Cumhuriyet tarihinin ilk kadın senatörü
Sosyalist ziraatçı Fatma Hikmet İşmen

Harp Okulu mezunu babası nedeniyle, cepheden cepheye göç eden bir ailenin çocuğu Fatma Hikmet İşmen. 1916 yılında Yanya’da doğar. Adapazarı’nda ilkokulu okuduktan sonra İstanbul Kız Ortaokulu’nun ilk öğrencileri arasına girer. İstanbul Kız Lisesi’ni 1933’te bitirdikten sonra, Ankara’da Ziraat Fakültesi’nde okuyan öğrencilere maddi destek sağlandığını öğrenir. Babasına daha fazla yük olmamak için Ziraat Fakültesi’ne girer. Üniversite yıllarında hem çok şey öğrenir hem de çok keyifli yıllar geçirir. 1937 yılında Ziraat Fakültesi’nden mezun olduğunda, bir kadın olarak Türkiye’nin ilk ziraat mühendisleri arasındadır.

Mesleğini çok sever İşmen, araştırma yapmak için bölge bölge, il il dolaşır. Mezun olduktan sonra, ilk olarak İzmir Ziraai Mücadele Enstütüsü’nde Bitki Hastalıkları Bölümü’nde çalışmaya başlar. Ege bölgesinde birçok yerde araştırma yapar. Meyve yetiştiriciliğinde verimi arttıran çözümler önerdiği için, köylüler tarafından sevilir ve saygı duyulur. 1941 yılında Ankara Ziraai Mücadele Enstitüsü tarafından laboratuvar derslerini vermek için davet edilir. Bu davet üzerine Ankara’ya taşınır. Birkaç yıl burada çalışmalarına devam eder.

1945 yılında İstanbul Ziraai Mücadele Enstitüsü’nde bitki hastalıkları uzmanı olarak görev yapmaya başlar. Bitki hastalıkları konusunda çok önemli çalışmalar yapar, literatürde olmayan hastalıkları tespit eder. Bu hastalıklardan birisi kendi adıyla anılır: Phacidium infectaus var Hikmetia.

Fatma Hikmet, bilim kadını kimliğinin yanında sosyalisttir. 1964 yılında tanıştığı ve üyesi olduğu TİP tarafından 1966 seçimlerinde Kocaeli’nden Senatör adayı olarak gösterilir. Bilimsel araştırmalar için gittiği bölgelere, bu kez parti çalışmaları için gitmeye başlar. Köyleri, şehirleri dolaşır. Emekçilere sosyalizmin bir seçenek olabileceğini anlatır.

Seçimlerde senatör olarak seçilir. Böylece Cumhuriyet tarihinin ilk kadın senatörü olmuştur. Bilimsel çalışmalarından uzaklaşacağı için üzülmesine rağmen, TBMM’deki yemininden sonra yaptığı ilk konuşmada, iktidar partisinin sıralarından gelen itiraz ve hakaretlerle, toplumu geliştirmek için siyasetin de bilimsel çalışma yapmak kadar önemli olduğunu anlar. Bu ilk konuşmadan sonra İşmen, Alevi- Sünni meselesinden, toprak meselelerine, köylü sorunlarından, öğrenci ve öğretmenlere dönük baskılara, siyasi partilerin hazine yardımı almasından, özel işletmelerin kamuya verdiği zararlara, Kanlı Pazar’da polis- yobaz işbirliğinden, Ortak Pazar sömürüsüne, ülkemizde yaşanan tüm sorunları titizlikle inceleyerek konuşmalar yapmış, Senato’da bulunduğu 9 yıl boyunca 40’tan fazla soru önergesi vermiş, ancak hiçbir soru önergesi iktidar partisi tarafından cevaplanmamıştır.

Türkiye’nin ilk kadın felsefecilerinden
Bedia Akarsu

Anadolu’daki mücadelenin zafer kazanabilmesi için, asker ve silah kaçıran grupta, memleketi için çalışan ve yaşadığı sıkıntılar nedeniyle 36 yaşında ölen bir babanın, Millet Mektepleri açıldığında hemen başvuran ve kızı ilkokul 1. sınıftayken, kendisi de okuma yazma öğrenen bir annenin kızıdır Bedia Akarsu. Evlerinde her akşam kitaplar okunur. Kitaplar okunan bir evde yetişip, Türkiye’nin ilk kadın felsefecilerinden birisi olmuştur.

Çapa İlkokulu, Çapa Ortaokulu ve İstiklal Lisesi’nden sonra, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde eğitimine devam eder. Üniversitedeki ilk yılında, Tıp Fakültesi’nin de derslerine girmiştir. Felsefe ve tıp bölümleri arasında tercih yapmaya çalışırken, o dönemde İÜ Felsefe Bölümü’nde bulunan Von Aster’ın dersine girer. Aster’ın ders anlatımından çok etkilenir, felsefeyi anladığına ikna olur ve okuduğu bölümü hep çok sever. 1943’de mezun olur ve Von Aster’ın danışmanlığında doktora eğitimine başlar. 1956-1958 yılları arasında Almanya Heidelberg Üniversitesi’nde fenomonoloji eğitimi alır. 1968’de felsefe profesörü olur. Özellikle dil, kültür ve ahlak felsefesi alanlarında çalışma yapmıştır. Türk Dil Kurumu’nda 35 yıl üyelik yapar. Dil felsefesi alanında Türkiye’de çalışma yapan ilk felsefecidir. Macit Gökberk ile birlikte, felsefe terimlerinin Türkçeleşmesi çalışmalarını yürütür. Bu dönemdeki çalışmalarının bir sonucu olarak Felsefe Terimleri Sözlüğü’nü yazmıştır. 1984’te emekli olmasına rağmen, 1988-1989 yıllarında Çukurova Üniversitesi Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü’nün kuruculuğunu yapar. 1990-1996 yılları arasında ise İÜ Atatürk Enstitüsü’nde doktora öğrencilerine ders verir.

Kadın araştırmalarının öncülerinden
Hukukçu ve siyaset bilimci Nermin Abadan Unat

Nermin Abadan Unat, ilginç bir hayat öyküsüne, birbirinden farklı ilgi alanlarına ve bitmek bilmez bir enerjiye sahip kadınlarımızdan. Alman bir anne ve Türk bir babanın kızı olarak dünyaya gelmiş. Babasını erken yaşta kaybedince, eğitimine bir türlü başlayamamış. Ufak yaşlardan itibaren mürebbiyelerle büyümüş, 14 yaşında Almanca, Fransızca ve Macarca dillerine hakim hale gelmiş. Okumayı çok istemesine rağmen, annesinin onaylamaması üzerine, 14 yaşında küçük bir kız çocuğu olarak Türkiye konsolosluğuna başvurup okumak istediğini söylemiş. Türkiye’deki akrabalarının da yardımıyla, tek başına Türkiye’ye geldikten sonra, önce Türkçeyi öğrenebilmek için özel ders almış, daha sonra da İzmir Kız Lisesi’nde öğrenci olmuş. Liseyi başarıyla bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırmış. Üniversite yılları boyunca çeşitli işlerde çalışmak zorunda kalmış, yani hem çalışıp hem okumuş Nermin Hanım. Birçok öğrencinin o dönemde zorlukla bitirdiği Hukuk Fakültesi’ni başarıyla bitirmiş.

Nermin Hanım 1944 yılında mezun olduktan sonra, küçük bir gazetede çevirileri ve haberleri yayınlanınca, dönemin büyük gazetesi Ulus’tan aldığı teklif üzerine Ankara’ya yerleşir. Ulus gazetesinde henüz yerleşmiş bir yazıişleri çalışması olmadığı için zorlanır, buna rağmen başarılı haberlere imza atar. Bu dönemde bir kadının dönemin önemli gazetelerinde çalışması yaygın değildir. Dönemin birkaç kadın gazetecisinden biridir Unat.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doktorasını yaptıktan sonra, burs alarak ABD’ye gider. Minnesota Üniversitesi’nde “kamuoyu” üzerine tez yazıp, 1953’de Türkiye’ye döner ve Ankara SBF’de, yani kadın öğrencilerin ve kadın hocaların olmadığı Mülkiye’de doçent olur. SBF’nin ilk kadın hocası olmuştur. Doçentlik tezinde “bürokrasi”, profesörlük tezinde ise “Anayasa, seçim kanunu ve siyaset sosyolojisi açısından 1965 seçimleri” konularını çalışmıştır. Nermin Abadan, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin ilk Basın Yayın Yüksekokulu’nu kurma çalışmalarına başlar, bu okulda birçok önemli gazeteci yetiştirmiştir. 1962 yılında Üniversiteli Kadınlar Birliği’ni kurar. 1978-1980 yılları arasında TBMM’de senatörlük yapar. TBMM’de yaptığı konuşmalarda özellikle kadınların yaşadığı sorunlar ve eğitim sıkıntıları gibi güncel meselelere dair çözüm önerileri geliştirmeye çalışır. 1989 yılına kadar SBF’de görevine devam eder. Emekli olduktan sonra köşesine çekilmez, Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nde ders vermeye devam eder.

Nermin Abadan Unat, Türkiye’de kadın sorunu üzerine önemli araştırmalar yapan bir aydındır. Yıllarca bu alanda yaptığı araştırmaları, Türk Toplumunda Kadın adlı kitabında toplamıştır. Kitap, İngilizce ve Fransızca’ya da çevrilir ve ilgi görür. Türkiye’nin 60’lı ve 70’li yıllarda yaşadığı bir diğer gelişme, Almanya’ya işçi gönderilmesidir. Unat, Almanya’da göçmen işçilerin yaşamları-sorunları üzerine de araştırmalar yapar.

Cumhuriyet’le yaşıt toplumbilimci
Mübeccel Kıray

Cumhuriyetin ilan edildiği yılda doğdu, bu yüzden ülkemizde yaşanan tüm gelişmelerin izini onun hayatında takip etmek mümkün… Cumhuriyetçi bir ailede büyür, nerede bir demiryolu kurulması gerekiyorsa, babasıyla birlikte tüm aile il il gezerler. Liseyi bitirdikten sonra, henüz Ankara’da biyoloji bölümü olan bir üniversite olmadığı için DTCF Felsefe bölümüne girer. Mübeccel Kıray bir sene devam ettiği felsefe bölümünden, Behice Boran, Niyazi Berkes gibi önemli isimlerin ders verdiği sosyoloji bölümünün derslerini dinledikten sonra ayrılır ve kaydını sosyoloji bölümüne aldırır. O yıllarda, Türkiye’de henüz üniversite eğitimi için materyaller çok azdır. Behice Boran ve Niyazi Berkes, Mübeccel Kıray’ın da aralarında bulunduğu istekli öğrencilere, ders saatleri dışında İngilizce çeviri yapmayı öğretirler. Behice Boran’ın tavsiyesi ile doktora konusunu “Ankara’da Tüketim Normları” olarak belirler. Kıray, farklı sınıf profillerini barındıran tüm mahalleri tek tek dolaşır, insanlarla konuşur, incelemeler yapar. Türkiye’de o tarihlerde yapılan nadir sosyoloji çalışmalarından biridir, doktora tezi.

Doktorasını bitirdikten sonra, yine hocalarının yönlendirmesiyle, burs alarak, ABD’ye ikinci doktorasını yapmaya gider. Princeton Üniversitesi, antropoloji tezini bitiren Kıray’a okulda kalmasını teklif etse de, ülkesinde çalışma yapmak, ülkesinde sosyolojiyi geliştirmek isteyen Kıray, Türkiye’ye döner. Döndüğünde, onu sosyolog yapan hocalarının üniversiteden atıldığını öğrenir. Dönemin iktidarı tarafından üniversitelere yapılan müdahaleler nedeniyle ve Behice Boran’ın öğrencisi olduğu için hiçbir üniversitede kadro bulamaz. İstanbul’a döner ve Amerikan Haber Bürosu’nda çalışmaya başlar. 31 Mart 1952’de TKP davasından tutuklanır. Önce 45 gün Sansaryan Han’da tecrit edilir, işkence görür. Davanın bir an önce görülmesi için 20 gün açlık grevi yapar. Harbiye Cezaevi’nde, Zehra Kosova ve 1980’de faşistlerce katledilen doktor Sevinç Özgüner ile beraber yirmi ay kalır. İlk duruşmada beraat ettikten sonra, doçentlik tezini dışarıdan vermek için çalışmaya başlar. Doçentlik tezi kabul edilmesine rağmen, çok geç bir yaşta, ODTÜ’de hocalığa başlayabilmiştir Kıray. ODTÜ Sosyoloji bölümünün kurucularındandır. Sosyolojide yaptığı önemli saha araştırmaları ile genç kuşak sosyologlar yetiştirmiştir. Özellikle Ereğli’de demir-çelik fabrikaları kurulmadan önce yaptığı saha araştırması ve Turizm Bakanlığı’nın isteğiyle Side’de yaptığı araştırmalar, dönemin en önemli çalışmaları olmuştur. Üniversitede yaşanan sorunlar nedeniyle, 1973’te ODTÜ’den istifa eder. Daha sonra London Schools of Economic, Bergen, İTÜ ve Marmara Üniversitesi’nde ders verir. Tüm bu yoğunluk nedeniyle 1985’de kalp krizi geçirince üniversitede ders vermeyi bırakır.

Mübeccel Kıray, cumhuriyetin kuruluşundan, üniversite reformuna, Demokrat Parti iktidarından, 1960, 1971 ve 1980 darbelerine, Türkiye’deki tüm sosyal, toplumsal ve ekonomik değişimleri, hem bir sosyolog hem de toplumuna sorumluluk duyan bir bilim kadını olarak yaşadı, inceledi, düşündü ve analiz etti. Türkiye’ye önemli birçok sosyal bilimci yetiştirdi.

Cüzamlıların Türkân’ı, ‘Kardeleneler’in annesi
Çağdaş yaşamın öncüsü: Türkân Saylan

Türkân Saylan… Başarılı bir hekim, hekimliği sadece hastayı tedavi etmek olarak değil, hastalarının içinde yaşadıkları koşulları incelemek, iyileştirmek, hastalarının çocuklarının eğitim ihtiyaçlarını karşılamak, iş bulmak, memleketin neresinde bir ihtiyaç varsa oraya koşmak olarak algılayan ve yaşamının her anında bu ilkeleri gözeterek çalışan bir kadın.

Türkân Saylan denilince akla önce, hekimliğe başladığı ilk yıllarda çok yaygın olan ve çözümsüz sanılan cüzamı bitiren insan geliyor. İhtisasını yaparken, cüzam hastalarını kaldıkları koğuşta ilk kez gördüğünde kararını vermiştir. Ömrünü bu koğuşlara konulan ve doğru düzgün tedavi edilmeyen hastaları iyileştirmeye adayacaktır. Türkiye’ye cüzamın kader olmadığını öğretecektir. Türkân Saylan, İstanbul Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra, burs kazanarak, iki küçük çocuğunu yanına alıp İngiltere’ye gider. Bir yıl sonra döndüğünde, çalışmalarına hız verir, Deri ve Zührevi Hastalıklar Bölümü’nde yaptığı araştırmalar nedeniyle hızla doçent sonra da profesör olur.

Yurtdışında katıldığı gönüllü çalışmalardan edindiği deneyimle, Türkiye’de bir an önce cüzamla ilgili yasal prosedürlerin geliştirilmesi ve taramaların yapılması gerektiğine karar verir. Tüm bürokratik yazışmaları ve görüşmeleri yapar, bu uzun ve zorlu süreçten sonra Sağlık Bakanlığı ile protokol imzalamayı başarır. 1976’da Cüzamla Savaş Derneği’ni kurar. Cüzamla Savaş Dispanseri açılmasını sağlar, hem bu dispanserde çalışmaların düzenli gitmesini sağlar, hem de okuldaki görevlerine devam eder. Ayrıca İstanbul Tıp Fakültesi’nde Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin kurulmasını sağlar. Cüzamlı hastalarını tedavi etmek için, onların iyileşip hayatlarına devam etmeleri için didinir.

Bu dönemde Elazığ’daki cüzam hastanesiyle de ilgilenmeye başlar. Dört ayrı koldan devam eden çalışmalar zamanını yeteri kadar almıyormuş gibi, gönüllü öğrencilerini de yanına alarak, 1980’lerin başından itibaren, yazın doğuda kışın batıda cüzam taramaları yapmaya başlar. Kadınlarla konuşulmayan bölgelerde, köylülerle anlaşmanın yollarını bulur, taramalara katılmalarını sağlar, cüzamla ilgili bilgi verir, tedavi eder. Türkiye’de cüzam hastalığının yaygınlığını bitiren kişidir. Bununla yetinmeyip, cüzam hastalarının çocuklarını okutmanın yollarını arar. Kendi çevresinden bulduğu bu burslar için daha fazla aile başvurmaya başlayınca, kurucusu olduğu ÇYDD ile çalışmalarına devam eder. On yedi kız çocuğuna burs vererek başladığı bu yolda, derneğin yaptığı çalışmalarla 5 binden fazla kız çocuğunun eğitim görmesini sağlar. Artık sadece hastalarının çocuklarını değil, özellikle okumak isteyen ancak yokluklar nedeniyle okutulamayan çocukların, kendi bölgelerinde okula gitmelerini sağlamaktadır. Üniversite okumak isteyen öğrencilere burs bulunmasına önayak olur. Binlerce doktor, avukat, öğretmen, mühendis yetiştirir.

Türkân Saylan kendi öğrencilerine önce şunu öğretti: Hastalarınızla konuşacaksınız, onların dertlerini dinleyeceksiniz, onlara dokunacaksınız, onlarla eğlenmenin, onları mutlu etmenin yollarını bulacaksınız ve tabi ki onları en doğru biçimde tedavi edeceksiniz. Mesleğinize ancak bu bütünlükle bakarsanız, memur değil gerçek bir hekim olursunuz…

Dipnotlar

1) “Bir “Çalıkuşu” öyküsü… İlk kadın kimyacımız, Remziye Hisar”, Füsun Oralalp, Bilim ve Teknik dergisi, Ağustos 1995, s. 57.

2) “Bir “Çalıkuşu” öyküsü… İlk kadın kimyacımız, Remziye Hisar”, Füsun Oralalp, Bilim ve Teknik dergisi, Ağustos 1995, s. 62.

3) Cumhuriyet’te İz Bırakanlar – 10. Yıl Kuşağı, Firdevs Gümüşoğlu, Kaynak Yayınları, 2001, s. 54.

4) Bir Dinozorun Anıları, M. Urgan, YKY, s. 216.

5) Ben İşçiyim…, Zehra Kosova, İletişim Yayınları,

6) Ben İşçiyim…, Zehra Kosova, İletişim Yayınları,

7) Umut Peşinde, Oral Çalışlar, Çınar Yayınları, 2000, s. 13.

Kaynaklar

1) Biyograyfa – Behice Boran, Bağlam Yayıncılık, 2002.

2) Biyografya – Sabiha Sertel, Bağlam Yayıncılık, 2010.

3) Umut Peşinde, Oral Çalışlar, Çınar Yayınları, 2000.

4) Cumhuriyet’te İz Bırakanlar – 10. Yıl Kuşağı, Firdevs Gümüşoğlu, Kaynak Yayınları, 2001.

5) Hocaların hocası Nermin Abadan Unat, Sedef Kabaş, Doğan Kitap, 2010.

6) Hayatımda Hiç Arkama Bakmadım, Mübeccel Kıray, Bağlam Yayıncılık, 2001.

7) Tek ve Tek Başına Türkân, Ayşe Kulin, Everest Yayınları, 2009.

8) Yer Gök Dört Duvar, Türkan Saylan ve öğrencileri, Cumhuriyet Kitap, 2009.

9) Bir Dinozorun Anıları, Mina Urgan, YKY, 2010.

10) Akıntıya Karşı Behice Boran, Güzellâ Bayındır, Yazılama Yayınevi, 2010.

11) Roman Gibi, Sabiha Sertel, Belge Yayınları, 1987.

12) Ben İşçiyim…, Zehra Kosova, İletişim Yayınları, 1996.

13) Kâinatta bir nokta: Nüzhet Gökdoğan, İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları, 2010.

14) “Türkiye’de değişimin toplumbilimcisi Mübeccel B. Kıray”, Gökhan Tok, Bilim ve Teknik dergisi, Mart 1997.

15) “Türkiye arkeolojisinde bir “hanımefendi” Jale İnan”, Murat Dirican, Bilim ve Teknik dergisi, Ağustos 1998.

16) “Toplumcu Gerçekçi Türk Edebiyatında Suat Derviş’in Yeri”, Çimen Günay, 2001, Yüksek lisans tez çalışması.

17) “Cumhuriyetin gururu kadın hekimimiz Kâmile Şevki Mutlu”, Füsun Oralalp, Bilim ve Teknik dergisi, Nisan 1995.

18) “Bir “Çalıkuşu” öyküsü… İlk kadın kimyacımız, Remziye Hisar”, Füsun Oralalp, Bilim ve Teknik dergisi, Ağustos 1995.

19) “Yaşamını arkeolojiye ve Anadolu’ya adamış bir bilim kadını Halet Çambel”, Murat Dirican, Bilim ve Teknik dergisi, Ekim 1997.

20) “Karatepe- Aslantaş kazıları, Açık Hava Müzesi ve Bir Cumhuriyet kızı”, Nalân Mahsereci, Bilim ve Gelecek dergisi, Haziran 2005.

Önceki İçerikHarun Yahya’nın bilimin yanıt veremediği iddiaları Dünya böyle bir âlim görmedi!
Sonraki İçerikYaratılışçılığın çürütülmesine taksonomi katkısı Harun Yahya’nın çakma fosilleri