Ana Sayfa Dergi Sayıları 85. Sayı Osmanlı düzeni nasıl çürüdü?

Osmanlı düzeni nasıl çürüdü?

Kapak Dosyası

989

Toprak ekonomisi dirlik kontrolünden çıkıp, üstü kapalı şahıs mülkiyeti halinde malikaneleşerek derebeyleştikçe, devletin mali temelleri adeta birdenbire boşta kaldı. Yıldırım çabukluğuyla yıkılan devlet maliyesi, imparatorluğun bütün idari, siyasi, askeri, dini üst katlarını berhava eden özel bir mekanizma haline geldi.

Sunuş

Okuyacağınız makale, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı kitabından (Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul, 2007) alınmıştır. Kıvılcımlı, bu oldukça hacimli eserinde Osmanlı sistemini bütün ayrıntılarıyla inceliyor. Aktardığımız bölüm bir özet niteliği taşıyor. Fakat okurlarımıza kitabın tümünü okumalarını öneriyoruz.

 

 

Osman Gazi’yi gösteren bir resim. İlk Osmanlılar İstanbul’da yerleşinceye kadar göçebe sadeliklerinden çok şey kaybetmemişlerdi.

İlk göçebe fazileti
İlk Osmanlılar, gerek Hıristiyan (Bizans) gerek Müslüman (Selçuk) medeniyetlerinin kördüğümü üstüne, Gordiyon’un düğümünü kesen İskender kılıcı gibi indiler. İstanbul’da yerleşinceye kadar göçebe sadeliklerinden çok şey kaybetmediler. Başta padişah, daima halka yakın ve hizmetkâr görünmeyi ideal bilen bir gazi evliya sayılıyordu. İdare edilen halkı soyup, ezmek hiçbir zaman, İstanbul fethinden sonraki derecelerde sistemleşemedi. Tabii göçebe demokrasisi, şeriat kılığı ile içerdeki vatandaşlara emniyet veriyordu. Yalnız dışarıya karşı zalimleşmiş kadim idarelere karşı Osmanlılık yaman ve korkunç bir kuvvetti.
Böyle bir kuvvet, Müslüman, Hıristiyan, bütün komşu ülkelerin üst sınıflarına dehşet verdiği kadar, alt sınıflarına cazibe taşıyordu. O sayede, başka dinden ahali bile, kendi büyüklerine karşı ihanet, hatta isyan ederek Osmanlı’ya teslim olabildiler.

“Yüce Osmanlı Devleti, daha ilk adaletli çıkışında, Müslüman olmayan reayadan, baş vergisi (cizye) dışında vergi almayıp, reayanın ektiği ve topladığı ürünlerden öşür (ondalık) ve cizyelerini almakla yetindiğinden, reaya rahat ve huzur içindedir. Yüce Osmanlı Devleti’nin bu tür reayanın güvenlik asayişini sağladığı ve adalet ve iyilikle davrandığı görülüp, Müslüman olmayanların hem din hem de mezheplerinden olan kendi krallarının aşırı zulüm ve eziyetlerine de tahammülleri kalmadığından perişan bir durumdadırlar. Bu yüzden, Rumeli taraflarındaki bütün reaya, Osmanlı Devleti’nin hükmünde olmayı temenni etmekte, kendilerine de adalet ve yardım bahşedileceğini bilmektedirler. Müslüman ordusunun zahire ve malzemelerini bulma ve kale ve hisarları ele geçirme yollarını sağlama konusunda istekli davranmaktadırlar. Devleti Ali, Rumeli’nin değerli, itibarlı ve verimli yerlerini kendi hükümleri altında görüp, şan, şevket ve azametleri…” (Beriyyelşamlı’nın “Nizam Devlet Hakkında Mütalaat”ı) olmuştur.

Derebey eğilimleri giderek Osmanlılığın kaderi haline girer. Beylik her şeyden önce gösteriş palavrası ile yaşar.

Bütün kadim (antik) barbar akınlarının bütün sırrını Osmanlı fûtuhatına dair Osmanlı kaleminden çıkmış bu birkaç satır açıklar.

Yerlileşme zilleti
Sonra ne olur? Bazı skolastik ve metafizik mantıklara “Tarih bir tekerrürdür” dedirten devridaim ve fasit daire başlar. Raporcunun tabiriyle “Fevait’i hareket ve nushat” (göçebe gezginciliğinin yararlıkları) unutulur. Eski medeniyet topraklarında yerleşme kökleştikçe, o medeniyet münasebetleriyle beraber faziletleri de, rezaletleri de yeniden gelişir. İlk zamanların fütuhat savaşlarında dövüşen, dövüşü güden göçebeler kurban gidiyorlardı. Kavgadan rahata ve sefahata vakit bulunmuyordu. Zaferler istikrarlaşınca, Bizans ve Selçuk devrinin yırtınan ve kendi kendini yiyen kısır kavgaları mayna etti. Yani rejimin şefleri at üstünde seğirtmekten kaldılar. Oturup sefa sürme çağı geldi. Beryetülşamlı’nın güzelce anlattığı gibi, mesela:

“Elli, altmış seneden mütecaviz (aşkın) selatin’i azam hatıratı (saltanat çevresi), Darülhılafetül İslâmbolda meks ve aram” ettiler (yerleştiler). “Alellensal (aralıksız) otuz seneden mütecaviz o katta dahi seferler terk” olundu.

Barbar toplumun manevi meziyetlerini taşıyan ilk gaziler, hareket halinde iken, yalnız av, seyahat ve sefer yapmakla kalmazlar. “Zulümlere mümanaat” (engel olma) ile de uğraşırlar. Çünkü gazi, ilk İslam geleneğinin mukaddes demokrat ülküsüyle savaşır. İnsanlara fisebilüllah adalet sunmaya kendini Tanrı elçisi bilir. İnancında yerden göğe kadar haklıdır da. Çünkü bir lokma bir hırka ile kalıp dediğini yapar. Onun en koyu taassuplu dinciliği halk yığınları için güzel, kuvvetli, yüksek bir fazilettir. Onun için rastladığı mazlumları kucağına çeker.
Aynı gaziler medenileştikçe: “Bir mahalde tûl’i (uzun süre) ikamet” ahlaka da tesir eder. Evvelce ömürleri at üstünde geçerdi. Giydikleri kendi üzerlerinde çürüyüp dökülmedikçe değişmezdi. Yedikleri at terkisi altında pişmiş etti. İçtikleri aynı atın sütünden yapılmış kımızdı. Şimdi eski saltanatların saraylarına girmiştir. Oradaki süslü hayat muhteşem yapılar, bir çeşit “Hanei berduş: evi omzunda” çadır insanınca elbet umulmaz tesirlerini yapacaktır. Göz kamaştırıcı hazineler emrindedir. Yalnız boyun eğmeye alıştırılmış dedikoducu yığınlar içine düşülür düşülmez, tiksinti ile karışık bir şaşkınlık başlar. Lâkin, medeniyet, barbarlıktan üstün ve rahat, göçebelikten ince ve baş döndürücü bir topluluktur. Gazi de ne kadar kendini Allah ve cihada vakfetse nihayet bir insandır. Hem de coşkun, kanlı, taşkınlıklara elverişli, ayrıca çapulu meşru “ganimet” bilen, gözüpek, hırslı bir insan… Neden içine girdiği medeni nimetler hazinesinden bir parçacığını koparmasın? Neden, ağzına kadar sihirli içkiyle dolu, dudaklarına kadar kolayca uzatılan medeniyet kadehinden bir yudum çekmesin?
Üstelik, yapacağı, başka iş de kalmamış gibi. Gözünün alabildiğine ülkeler ayağının altında. Kendi inancına zıt başlar yerde. İnsan yığınları, yuvaları üstünden medeniyet kayası kaldırılınca güneşe çıkmış karıncalar gibi kaynaşıyorlar. “Asiyab’ı devlet” kurulmuştur. Onu “bir 0 oluşa döndürür.” Çünkü eski göçebe gazi başların demokrat meclislerindeki hesaplaşma yok. İşaret et, kelleler uçsun. Etrafındaki kölelerin mi sana kafa tutacak? Önlerine birer kemik atarsın, dua ederler. Eski medeniyetin güzel yapıları yıkılamaz. İcabında çadırlar taşlaştırılıp yapılaştırılır. Göz kamaştırıcı ve korkutucu heybet, yukarıdakilerin aşağıdakilere karşı mehabeti de biraz kabul edilir. Yoksa, bir avuç adamın (“küllet’i cünûd’ muvahhidin”in) o, ayrı dinden, ayrı dilden, ayrı kökten milyonlar mahşeri içinde zabtı rabtı kurması kolay olmaz.
Göçebe hayat ölmüştür. Bütün şekil ve şiarlarıyla, bütün müessese ve kaideleriyle yeni bir medeniyet şafağı sökmektedir. Eski ruhtan ilham almış, yeni ruha uygunlaşan idare kadrosu, geniş fütuhat ülkeleri içinde belirip kemikleşir. Gazi beyler, çevrelerini saran adamlarıyla yeni hayata ısınırlar. Cemiyette, yeni toprak düzeninin canlandırdığı refah, sınıflaşma temayülünü geliştirir.

Lüks ve borç
Otuz yıllar sefersiz, hareketsiz kalındı mı: “Barışın nimetleriyle meşgul olma, gerek komutanlar, gerekse tüm askeri ve savaş ehlini seferi ihmal eder ve görmezden gelir yapmış, özellikle asker zümresinin çoğunluğu, barış yanlısı olup, sanayi ve tüccar kalabalığına katılmıştır. Bunların, bol kazanç ve mal biriktirme eğilimleriyle doğal olarak seferden nefret ettikleri” (Beriyetülşamlı’nın “Nizam Devlet Hakkında Mütalat”ı) görülür.
Kısacası eski ülkücü göçebe asker gazi, yavaş yavaş menfaat düşkünü sivil bezirgâna döner.
Edinilen zenginlikler ne olacak? Tefeci-bezirgân efradı irat hazır yiyiciliğini ahlâk haline sokar. İradın en garantili biricik tekeli, toprak beyliğidir. Onun için, memleketimizde hâlâ ağır basan derebey eğilimleri Osmanlılığın kaderi haline girer. Beylik her şeyden önce gösteriş palavrası ile yaşar. Şimdiki reklâm ve propaganda vasıtalarının yerini, beylerin lüksü tutar. Etrafa gözdağı vermek için o zamanlar matbuat ve radyo yoktur. Cahil halk içinde yakın akisler yaratan ve geri ülkelerde hâlâ geçer akçe sayılan şevket ve satvet gösterileri alır yürür.
Köyde ağalaşan, etraftakilere yukarıdan bakmak için, damının üstüne bir kat çıkmakla, fani halktan ayrılmaya başlar. Sosyal yükseliş basamaklarının elle tutulur sembolü bina katlarıdır. Göçebe çadırının yerinde medeni yapılar başverir. Yapı, sadece dört duvar olarak kalmaz. İçine, dışına bin bir yeni harç, borç ister. Ona göre döşem, dayam, giyim, kuşam, yeyim, içim, hadem, haşem, çorap söküğü olur.
“Cümleye istirahat ‘huzuriyet tabiat’ saniye olmakla, rical ve kibar’ı devletse derun’u İslâmbolda eflâke ser çekmiş haneler bina ve inşa ve Boğaziçinde kezalik refi’ülbünyan sahilhaneler peyda ve mefruşat esaslarında dahi tekellüfat’ı azime ederek, ebniyeye muvafık sair levazım ve metumat ve hadem ve haşem (yardakçılar) ve elbise ve merkübatta (ayakkabılar) hadd’ı itidali tecavüz” (Yazarı belirsizNizam Devlet Hakkında Mütelaat, Tarihi Osmanlı Encümeni Mecbuası, n.941-943) başlar.
Ok yaydan çıkmıştır. Medeniyet, divan edebiyatındaki “Kan dolu fena çeşmesi”dir:

“Bir kere için çeşmei perhun’u fenâdan, başın alamaz bir dahi baran belâdan”

Feragatlı göçebe lokma lokma kopardığı medeniyet nimetlerine doyamaz; yudum yudum içtiği medeniyet iksiriyle sarhoştur. “Üzüm üzüme bakarak kararıp kızarır”. “Kişi eşinden azar”. Masraflar israfa döner. İsraflar suiistimali getirir.

“Herkes haddinden çok binalar, süslü giysiler, ev eşyaları, her türlü israftan çok fazla masraf ettiğinden, çok fezle borca girmiş” (Beriyetülşamlı) olur.

 

Süleyman “Kanunî” ile birlikte mukataalar devri başmış, derebeylik kanunlaştırılmıştı.

Soysuzlaşma
Borçlanan bey ne yapar? Toprakları işleyen hür çiftçiyi soyar. Soyulan çiftçiyi çalınan toprağa zorla bağlı tutar. Çiftçilerin toprakbentleşmesi toprakların çalınması ile atbaşı gider. Toplumun kendilerine bir emâneti olan dirlikleri, “sahibülarz”lar çalıp çırpıyorlar demek, “Müslümanların beytülmalı” soyuluyor, devletin maddi gelir kaynakları tükeniyor demektir. Devlet, başının çaresine bakarken, yağmurdan kaçanın doluya tutulmasına uğrar. Derebeylerden kurtulmak için, para babalarına, tefeci-bezirgân sermayeye başvurur. Beylerin yapı, döşem, giyim, yiyim ve süslerinin sarfları, oldukça geniş bir önsermaye gelişimine kapı açmıştır. Bey borçlanmaları, zaten küçük çiftçi işletmesinin kaçınılmaz paraziti tefeciliği son dereceye ulaştırmıştır.
Devlet, dalında olgunlaşmış tefeci-bezirgan gelişimini dev ölçüsüyle bir darbede “kanun”laştırır. Süleyman “Kanunî”nin mukataalar devri başlar. Miri topraklar, o zamana kadar, hiç olmazsa şer’en toplum mülkiyeti ipoteğinde kalmışlardı. Kesim düzeniyle beraber “Malikâne”leşen miri topraklar ansızın, tabiri caizse menkulleşirler. Arşimet’in dünyayı kaldırmak için aradığı mesnet! İmparatorluğu berhava edecek mukataa (kesim) manivelası bulunmuştur.
Aynı gidiş, hemen bütün eski medeniyetlerde olduğu gibi, Batı Avrupa’da dahi görülmüştür. Barbar akınları, kavimler göçü (muhaceret’i akvam), bir nevi bağ bozumudur. Göçlerin arkasından, bir çeşit cemiyette “ıstıfai tabii” (tabii arınım) yoluyla kurulan büyük saltanatlar: Derlenmiş salkımların bir hazinede çiğnenip şıraya çevrilmesine benzer. Bu şıra ne olacaktır?
O zamana kadar tarihte daima, tefeci-bezirgan mayalanma en sonra dozunu ve tuzunu kaçırarak şırayı sirkeye çevirmiş: Önsermayeyi derebeylikle soysuzlaştırmıştı. Batı’da, insanlık için birinci defa olmak üzere, ortaçağ mayalanışı, soysuzlaşmadan, bildiğimiz ileri rejime, modern kapitalizme doğru, tabir caizse şaraplaştı. Osmanlılıkta ortaçağ, hiçbir senteze varamadan çürüyüp ekşidi, sirke kesildi.
Yeryüzünün en gözde parçasından, asırlar boyunca küpünü çatlatan ve çatlakları bir türlü tıkanmak bilmeyen keskin Osmanlı sirkesi hangi mayalanışların mahsulüdür? Bu süreç, canlı tarihin en baş döndürücü giriftlikleriyle doludur. Burada sebeplerle neticeler, ucu bucağı gelmez kıvrılışlarla birbirlerine girerek kasırgalaşır, girdaplaşırlar. Sebebi neticeden ayırmak yalnız güç değil, olayların canlılığını bozan bir yapmalıktır da.

Kesim düzeninde miri toprak hırsızlığı
Mukataalar sistemi, biliyoruz, Osmanlı toprağından ordusuna ve dinine kadar sosyal, hatta bir bakıma coğrafi bütün sahaları ansızın tefeci-bezirgan hegemonyasına şartsız kayıtsız teslim eden bir kanun, bir yeni anayasadır. Kesim düzeninde Osmanlılığın bütün zenginlik kaynakları, bütün insan ve teşkilâtları önsermayenin hükümleri ve icapları altına girer.
Bu darbenin acısını, son duruşmada gene halk ve bilhassa o zamanki çiftçi çeker. Toplum toprakları iki sinsi kanalla beytülmalden şahsi mülkiyet kesimine doğru aktarılır:
1) Lâik şahsî mülkiyet kesimi: Malikâne
2) Dinî şahsî mülkiyet kesimi: Evkaf.
İlk zamanlar, ortaçağın mistik havai nesîmisi (atmosferi) içinde görülen her değişiklik gizli mukataalarda keskin sınırlarıyla göze çarpmaz. Malikaneler, âdeta lâik bir çeşit evkafa benzerler; evkaflar, dini bir çeşit malikane özelliğini taşır. Ama, her iki müessese de, birkaç hatta bir nesil sonra aynı yola çıkarlar: Müslümanların orta malı sayılan topraklar, parababalarıyla anlaşmış din ve dünya ağalarının ve beylerinin kontrolü altına geçer. Lugat manasıyla kontrol (“rakabe”) sözde gene “beytülmalındır.” Fakat, Beytülmalın fiilen kontrolü sıfıra düşmüştür.
Küçük ekinci durumlarını muhafaza eden çiftçi “reaya”nın zaten toprak üzerinde mülkiyeti evvelce de yoktu. Lâkin dirlik düzeninde hiç değilse “tasarruf” hakları vardı. Kesim düzeniyle beraber, çiftçinin toplum toprakları üzerindeki tasarruf hakkı kalkar; malikane ve evkaf sahiplerine geçer. Avrupa ortaçağının din ve dünya derebeyleri, Osmanlılığa evkaf ve malikane kılıklarıyla girerler.
İslamlıkta Hıristiyan manastırı ve Batı Avrupa derebeyliği yoktur. Amenna! Lakin tekkelerle evkafın manasını kim inkâr edebilir? İslamlık derebeyi “kabul” etmese bile, derebey İslamlığı kabul etti mi, mesele kalmaz. Kabahat dinde, imanda değil: İnsanda. İnsan parayla satın alındı mı, dini imanı da beraber gider. Ve İslamlık kadar temiz demokrat bir din bile, ağalar ve beylerce mükemmelen maskelenebilir.

Dirlik düzeni ile kesim düzeni farkı
“Mukataanın malikane verilmesi”, “Nizam Devlet Hakkında Mütalaat” yazarlarının dedikleri gibi, ilk zamanlar güya sırf “mamuriyeti teşvik” içindi. Dirlikçi beylerin zulüm ve irtikaplarıyla pek züğürt düşmüş çiftçilere tohum, vesaire vermek gibi üretimi hedef tutan bir tedbir sayılıyordu. Tarihte hiçbir sömürü düzeni, kendini haklı çıkaracak iddialar yapmadan yığınlara mal edilemez.
Uygulamaya bakalım. Hiçbir “malikane” sahibi mukataacı, ele geçirdiği büyük toprakları kendisi başına geçip işletmez. Zaten “malikane”nin işletme denilecek zirai faaliyet kısmıyla mukataacının doğrudan doğruya hiçbir ilgisi yoktur. O, sadece malikane topraklarında üretim faaliyeti yapan çiftçilerden toplanacak gelirler için araya girmiştir. Ama ayrıca, bu gelirleri dahi bizzat toplamaz. Tefeci-bezirgan aracılara ısmarlar.
Böylelikle mukataa düzeninin çiftçisi, kesimci beylerden ziyade mültezim, cizyedar, sarraf gibi ikinci, üçüncü el istismarcıların önsermaye adamlarının insafına bırakılmıştır.
Gerçi köylüden toplanan iratlar hep aynı ismi taşıdılar:
1) Toprak vergileri (öşür ve haraç).
2) Baş vergileri (Cizye).
Lâkin bunları alanlarla, alış tarzı değişmişti.
“Dirlik Düzeni” çağında “sahib arz” adını alan tımar, zeamet, hatta has sahipleri toprak gelirini bir nevi memur maaşı gibi alırlardı. Bugün aynı devletin bir memuru köylüden vergiyi toplar, başka memuru toplanan paradan memura maaşını verir. Dirlik düzeninde vergiyi toplayan da, ondan geçim payını, maaşını alan da aynı şahıstı… Burada bir sadelik ile beraber, yük hafifliği de vardı. Sürü sepet bir idareci kalabalığı beslenmiyordu. Dirlik sisteminin bütün kusuru, “sahip arz”ların şahsi karakterlerine dayanmasından ibaretti. Şahıslar lükse, tamaa kaçıp derebeyleştikçe, dirlikçiliğin düzeni bozulacaktı.
“Kesim Düzeni” çağı da başlarken, bütün sosyal ilişkileri alt üst ediyordu. Daha doğrusu, fiilen üstün çıkmış olan tefeci-bezirgan ilişkileri hükmen, kanun haline sokuyordu. Çiftçinin üzerine, falan veya filan iyi veya kötü “sahip arz”ın şahsı değil, biri iflasa giden devlet; ikisi, bu devleti fiilen kontrolleri altına sokan sosyal sınıf olmak üzere, başlıca üç kuvvet muazzam bir sistem halinde dikiliyordu.
Dirlik düzenindeki devlet, halkın içine karışmış toprak iktisadiyatını teşkilatlandırıp asayişe (“dirliğe”) kavuşturmayı hedef güden bir çeşit üretici devletti. Kesim düzenindeki devlet, istihsaldeki kontrolünü mukataacı malikane sahiplerine devir etmişti. Kendisi mukataacıların eline bakan hazır yeyici, sırf tüketici bir devlet durumuna düşmüştü.
Bu karakteriyle kesim düzeninin devleti, elbet topluma ve çiftçiye daha ağır bir yüktü.
Halbuki, bu ağır ve fuzuli yükün altına giren devlet, geçemediği deliğin başında kuyruğuna kabak bağlayan fare gibi, iki yeni sosyal sınıfı, gayrı meşru durumlarından meşru vaziyete çıkardı. “Sahip arz”ın dirliğini malikane şeklinde kullanması, vaktiyle bir suçtu. Şimdi hem de hiçbir üretici görevi bulunmayacak mukataacılara miri topraklar resmen malikane olarak veriliyordu.
Toprağın tasarruf hakkı evvelce bilfiil toprağı işleyen çiftçinin hakkı idi. Şimdi bu hak çiftçiden alınıyor, aracı bezirganlara, mültezim ve cizyedar adlı sömürücülere bağışlanıyordu. Tefecilik, İslamlıkta, Kur’anı Kerim’in ateş püskürttüğü en büyük günahtı. Kesim düzeninde, “zemmî” (gayri-müslim) sarrafların arkasında gizlenen tefeci sermaye, “Müslümanların beytülmal”ine ait, dolayısıyla mukaddes bir vedia olan toprakların özünü kemirmek için görevlendiriliyordu.
Müslümanların orta malı sayılan topraklar, parababalarıyla anlaşmış din ve dünya ağalarının ve beylerinin kontrolü altına geçti. Lakin, artık saltanat, eski ülkücü gazileri çoktan temizlemişti. Müslümanlıktan kim bahis açabilirdi? Hak kuvvetindi. Kuvvet paradaydı. Para, bezirganla mültezim ve cizyedarlarla, sarraf ve tefecilerindeydi. Devlet zümreleri de rüşvet ve irtikâp yoluyla aynı sınıflara çoktan katılmışlardı. Rüşvet ne idi? Bir nevi devlet nüfuzuyla tefecilik yapmaktı. İrtikâp ne idi? Bir nevi devlet nüfuzuyla bezirganlık yapmaktı.
Görünüşte belki hâlâ “El sultan ibnissultan halifeuyiziyşan sallallahü fi’arz efendimiz” padişah mutlak hükümdardı. Ama, onun dizginleri, geriden tefeci-bezirgan zümrelere geçmişti. Devlet, gelirini mukataacıdan, mukataacı ise, mültezim ve cizyedardan bekliyordu. Mültezimle cizyedar, iki ahbap çavuş bezirgan sıfatıyla, tefeci sarrafla baş başa veriyorlar, çiftçiden koparılacak aslan payı ile bundan yukarıdaki efendilere, kesimci beyle devlet hazretlerine ayrılacak payı kestiriyorlardı.

Kesim soygununun dehşeti
Normal bir kesim düzeninde:
1) En yukarıya gelen devlet: “Malikane” sahiplerinden “mukataa bedelini” alır.
2) Onun arkasında mukataacı: Mültezimden malikanenin “kira”sını alır.
Bu iki zümre güruhlarına, normal olarak, toprak üretiminin yarattığı mahsullerden yalnız irat (rant) kısmı düşmelidir. Rant, arazi tekelini elinde tutanlara geçen fazla üründür.
3) Tefeci-bezirgan sınıfı: Toprak üretimindeki fazla mahsulden köylüye düşecek payı, kârı benimser.
Kesim düzeni çiftçisi için, yarattığı ürünün ne irat, ne kâr kısmında hiçbir ümit kalmamıştır. Ona, yalnız ve daima ancak zaruri geçimi için gereken bir iş ücreti kabilinden ölmeyecek pay düşer.
Unutmayalım ki, normal ve klasik Avrupa kapitalizmi çağında değiliz. Osmanlı ortaçağındayız. Malikaneleri bilfiil emirlerine alıp, çiftçilere işletir durumuna giren bezirgan sermaye (müteşebbis mültezim), yalnız mukataacıya devir edeceği irat payını ve köylüde kalması icap eden kâr payını almakla kalmaz, bizzat köylünün zaruri geçim payını da sömürmekte hürdür. Tayin ve takdir, tamamen bezirgan sermayeye kalmıştır. Mültezimde parayı sarraftan, yani tefecilerden bulduğuna göre, çiftçinin mukadderatı, zamane faiz raicine göre tefeci-bezirgan sermayenin insafına kalmıştır.
Böylece, ortaçağ toprak ekonomisi denilen ateşin üstüne konulan çapul sacayağı: (Mukataacı + Bezirgân + Tefeci) üçüzü olur. Devlet ancak bu üçüzlü sınıfın gerisinde, onların diş ve tırnaklarından artanlarla geçinir. Dolayısıyla da bu dişleri tırnakları bilemekte fayda umar.

Devlet zümreleri de rüşvet ve irtikâp yoluyla derebeyi sınıfına çoktan katılmışlardı. Rüşvet ne idi? Bir nevi devlet nüfuzuyla tefecilik yapmaktı.

Halbuki iratçı sınıf (mukataacılar) ile tefeci-bezirgan sınıf (mültezim, cizyedar, sarraflar) babaları hayrına var olmamışlardır. Her sosyal sınıf gibi, önce kendilerini düşünürler. Bu sebeple, “velinimet”leri olan devleti dahi soymaya bakarlar. Onun için, devlet, iratçı ve bezirgan-tefeci sınıflara bel bağladıkça, iflas tehlikesi ile yüz yüze gelir. İflas tehlikesine uğradıkça iratçı-bezirgan sınıfların kucağına düşer.
Bu “fasit daire” denilen “lanet çemberi”, şüphesiz, en son duruşmada gene halkın (başta çiftçinin) boynuna asılır. Devlet, züğürtledikçe işi kalpazanlığa vurup züyuf akçe kanalından bütün milleti veya mansıp ticareti, caize, ubudiyet, harç buyrultu vesair yollarından üstün sınıfları soymaya bakar. İratçı sınıf (mukataacılar vesaire) lüks hayata düştükçe, geliri temiz olan mukataa topraklarını, mültezime verirken, 50 yıl evvelkinin üç, dört misli bedel ister ve alırlar.
O zaman tefeci-bezirganlar ne yapacaklar? Madem, “gücü gücüne yetene”dir, onların da güçleri çiftçilere yeter: Hazır yeyici devletin ve iratçı sınıfın dilediklerini verir. Sonra, emme basma tulumba felsefesiyle, yukarıya verdiklerini, devlet ve malikane sahiplerinin idari, siyasi, dini, askeri, maddi, manevi her türlü yardımları veya göz yummaları sayesinde aşağıda çiftçiden istediği gibi ve istediği kadar alır.

“Beş kuruş ziyade veren mültezimlerin zulmüne muavenet (yardım) olunmak sagire ve kebire (büyük, küçük devlet mensuplarının hepsine) tabiat’ı saniye makamında olmakla” (Mehmet Şerif ef. lâyihası).
“Mültezimler dahi, iltizam bedelinden başka, daha çok kazanç için, aciz çiftçilere dayanacaklarının ötesinde, türlü türlü zulme cesaret etmeleriyle, bütün halk, gece gündüz, çoluk çocuklarıyla, aç ve çıplak çalışıp” (Beriyyelşamlının Layihası) çabalarlar.

“Zulüm ve eziyetin çirkinliği, baş vergilerinin tahsilinde, şeriata ve kanunların menfaatine aykırı olarak, cizye toplayanların haddi aşan cezalandırmaları” (Beriyyelşamlının Layihası) alır yürür.

“Balık baştan kokar” denir. Osmanlı imparatorluğunun “kokması” da ilkin başından belirdi. Elbet, asıl derin sebepler, yukarıda işaret ettiklerimizdi. Fakat bu sebeplerin satha vuran ufuneti (iltihabı) en çok devlet zümreleri içinde göze çarptı.
Toprak ekonomisi dirlik kontrolünden çıkıp, üstü kapalı şahıs mülkiyeti halinde malikaneleşerek derebeyleştikçe, devletin mali temelleri adeta birdenbire boşta kaldı. Yıldırım çabukluğuyla yıkılan devlet maliyesi, imparatorluğun bütün idari, siyasi, askeri, dini üst katlarını berhava eden özel bir mekanizma haline geldi.