Tarihsel sosyoloji mirası, küçümsenmeyecek ölçüde bir külliyat oluşturmuştur. Sosyologların ve din eksenli düşünen ulemaların ideal yaşam arayışları hep olmuştur. Fakat yaşamın bütünlüğü ve parçalara ayrılmaz özelliğiyle, var olan girişim ve tespitlerin çoğu tek yönlü kalmıştır. Bütün düşünür ve bilimcilerin tek tek doğrularını bir araya getirdiğimizde, yaşamın çok boyutlu gereksinimlerinin toplamını oluşturduğu bir gerçektir.
Tarihsel süreç içinde ütopyacı düşünürler, amaç edindikleri mutlu, özgür ve eşitlik ilkelerine dayalı ideal toplumu tasarlamışlardır. “İdeal toplum” tasarlayıcılarının başında gelen düşünürler Platon, Farabi, Thomas Moore, Campanella.
Platon’a göre insanda duygu, cesaret ve akıl (itaat eden, eylemde bulunan, buyuran) olmak üzere üç yeti vardır. Toplumda da üç sınıf vardır. Bunlardan birincisi, zanaatkârlar yani işçilerle köylülerden oluşan üretici sınıf; ikincisi askerlerden oluşan savaşçılar ve üçüncüsü de filozoflardan oluşan yönetici sınıftır. İdeal devlete yönetici olacak insanlar; uzun bir eğitimden geçmek zorundadır. Yaklaşık elli yaşına kadar süren bu eğitimde, felsefe eğitimi almaları zorunludur. Çünkü ona göre ancak filozoflar kral olduğunda ideal devlet gerçekleşmiş olacaktır. Onun ideal devletinde özel mülkiyet yoktur ve kadın erkek eşitliği vardır.
Farabi ütopyasına “Erdemli toplum” adını vermiştir. Ona göre “erdemli toplum” yöneticilerin eliyle oluşturulabilir. Erdemli yöneticiler tarafından yönetilen toplumda insanlar, tanrı inancını içlerinde hisseder, birbirlerini sever, dayanışma içinde yaşarlar, birbirlerine yardım ederler. Erdemli toplumda başkan (yönetici) bilginler arasından seçilir. Ona göre toplum sağlıklı bir insan bedenine benzer. Bir bedende bütün organlara hükmeden kalp ise, erdemli toplumda da, topluma yön veren filozof yöneticidir. Ona göre evrensel barışın olması ise, ancak tüm sınırların ortadan kalkması ve herkesin istediği yerde yaşamasıyla mümkündür.
Thomas Moore ise, esasında Platon’un Devlet’inden esinlenerek yazdığı Ütopya adlı romanında, erdem ve eşitlik temeline dayalı ideal bir toplum sistemi tasarlamıştır. Moore, ideal devletinde “sınırsız bir toplum” tasarlar. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini savunur. Mülkiyet ortaklığından söz eder.
Campanella da Moore’a benzer bir ütopya tasarlamıştır. Güneş Ülkesi adını verdiği ideal bir toplum düzeni tasarlayan Campanella tıpkı Platon gibi bilim ve felsefeyi önemsediğini hatta esas aldığını, ideal bir toplum için zorunlu olarak gördüğünü söyler. Devletin başında hem filozof hem de rahip olan bir hükümdar bulunur. Güneş Ülkesi’nde de özel mülkiyete yer verilmez. Birlikte üretilen her şey birlikte tüketilir.
İdeal düzenin olabileceğini savunanlar eşitlik, özgürlük, adalet, ahlak, hukuk devleti, devrim gibi kavramları temel alarak görüşlerini ortaya koyarlar.
Özgürlüğü temel alan yaklaşım liberalizm olarak adlandırılır. Bu görüşün temsilcileri, Adam Smith ve John Stuart Mill’dir. Bunlara göre her şeyden önce inanç, vicdan, düşünce ve ekonomi alanında serbest girişim özgürlüğüne önem verilmelidir. Özgürlük temel ilke olarak kabul edilmelidir.
Eşitliği temel alan yaklaşımın ise liberalizme tepki olarak geliştiği söyleniyor. Eşitliği esas alanların önde gelen temsilcileri, Saint Simon ve Karl Marx’dır. Eğer üretim alanında eşitsizlik düzeltilemezse toplumun ve ülkenin bütünlüğü tehlikeye girebilir. Bunlar özgürlüğün yerine temel ilke olarak eşitliği önerirler. Bu düşüncelere göre, ideal düzen insanlar arasında eşitliğin gerçekleştiği düzendir. Bu da ancak üretim araçlarının ortak mülkiyetiyle sağlanabilir. Eşitlik sağlandığında, özgürlük de gerçekleşecektir.
Bu tür düşüncelerde temel ilkeler insanlığın mutluluğu için doğru düşüncelerdir. Ama tarih bize tek başına kavramsal yaklaşımların, hiçbir zaman toplumları ideal düzene kavuşturamadığını göstermiştir.
Nietzsche’ye göre toplumda iki tür toplumsal sınıf vardır. Bunlardan biri halk, diğeri de seçkinler sınıfıdır. Ona göre halk sürü durumundadır. Var olan din ve ahlak kuralları halk için yeterlidir. Ama artık sıradan kimselere yarayan bu ahlaktan kurtulmak ve bunun yerine güç ahlakını koymak gerekir.
Sartre ise, insan önce var olur sonra kendisini nasıl yaparsa öyle olur diyor. Evrende kendi varlığını yaratan tek bir canlı vardır, o da insandır. Örneğin ağaç ağaçlığını kendi yapmaz, ancak insan insanlığını kendi yapar. Değerlerini kendi yaratır, yolunu kendi belirler. Ona göre insanın varoluşu onun özünden önce gelir. Özünü kendi yaratabilme özelliğine sahiptir. Varololuşçuluk evrensel ahlak yasasının varlığına karşı çıkar. Sartre’a göre genel bir ahlak yoktur. Çünkü dünyada bize yol gösterecek bir işaret yoktur. Bu görüşe karşı olarak, evrensel ahlak yasasının varlığını kabul eden düşünürler, evrensel ahlak yasasını belirleyenin insan ve onun yaşamı olduğunu savunur.
Bergson, sezgiciliğin kurucusu olarak tanınır. O, evrensel ahlak yasasını öznel özelliklerin belirlediğini savunur. Doğru eyleme sezgiyle ulaşılabilir. Neyin iyi neyin kötü olduğu ancak sezgiyle kavranabilir. Buradaki ilkeyi şöyle özetleyebiliriz: Kendi sezgine uy ki hem kendin hem de başkası için iyi olanı yapmış olasın. Bergson, akla dayanan toplumsal ahlak ve sezgiye dayanan evrensel ahlak olmak üzere iki tür ahlaktan söz eder. Toplumsal ahlak, toplumun kendini kurma çabasında düzeni sürdürme isteğinden doğmuştur. Bu ahlak toplumsal yapı ve alışkanlıkları, töreleri ve yasaları korumayı sağlar. Ona göre toplumsal ahlak evrensel değildir. Sezgisel ahlak ise evrenseldir.
Sokrates’e göre bedenimizde herhangi bir değişiklik yapabilmemiz elimizde değildir. Fakat karakterimizi değiştirmek, geliştirmek ve daha iyi bir insan olmak elimizdedir. Ona göre ahlaki eylemin amacı mutluluktur. Ahlaki eylemin kaynağı ise bilgidir.
Montesquie, bütün yönetim biçimlerinin eksikliklerini ve üstün yanlarını açıkladıktan sonra, iktidarın gücünü kötüye kullanmasını önlemek için ne yapılmalıdır sorusunu sorar. Ona göre, iktidar ancak iktidarla durdurulabilir. Başka bir deyişle iktidarın gücünü başka güçlerle sınırlamak gerekir.
Devletin üç gücü vardır: yasama, yürütme, yargı. Bu güçlerin tek elde toplanması, güçler ayrılığının olmadığını gösterir ki, bu durum tehlikelidir. Bundan dolayı bu güçler ayrı ellerde toplanmalıdır. Bu sayede iktidar, diğer bir iktidarla sınırlandırılmış olur. Ancak böylesi bir durumda bireyin hak ve özgürlükleri güvence altına alınabilir. Böylece birey-devlet ilişkisi emreden-itaat ilişkisinden çıkar.
Spinoza, ahlak sistemi tanrı temellidir diyor, ona göre tanrı kesin olarak özgürdür. Ahlakın görevi, olumsuz ve yıkıcı tutkuları yenmektir.
Kant’a göre ise iyi niyete dayanan ve ödev duygusundan kaynaklanan her eylem sonucu ne olursa olsun ahlakidir. Kant’a göre insanlar öyle davranmalılar ki eylemlerine ölçü olarak aldıkları ilkeler tüm insanlar için geçerli ve genel bir yasa haline gelsin.
Hayal gerçeğin tanrısıdır, gerçeği yaratan hayalin olmasıdır. Toplumsal sistemin oluşturması önce hayalle başlar. Toplumsal sorunlar salt filozofların ütopyaları ile çözülmüyor. Dünya ütopya oluşturmakla değişime uğramıyor. Dünyayı yorumlamak kadar değiştirmek de en önemli görevimizdir.