Ana Sayfa 89. Sayı Kompartımanlaşmış kafayapısı ile ‘gece ve gündüz mitosu’ bağlantısı

Kompartımanlaşmış kafayapısı ile ‘gece ve gündüz mitosu’ bağlantısı

761

Bir ilahiyatçı profesör, Gece ile Gündüz’ün, Güneş’ten bağımsız varlıklar olduklarını Kur’an ayetlerine dayanarak ileri sürmekte. Ortada “komik” olmaktan öte “trajik” bir durum var. Bunlardan biri, savı ortaya atanın bir ilahiyatçı “profesör” olması yanı sıra, yanına savını kanıtlamak üzere Norveç’e “araştırmaya” götürdüğü bir astronomi ve uzay bilimleri profesörünü alabilmesi. Dolayısıyla durum, ciddiye almaya, yanıt vermeye değmeyecek tekil bir fantezi olmaktan öte.

Son günlerde (12 Haziran seçimleri ertesinde) “gündüz” ve “gece” doğa olguları hakkında günlük ve bilimsel bilgilerimizi “altüst edeceği” söylenen bir görüş ileri sürüldü. Ondan yana ve ona karşı haberler ve görüşler gazetelerde ve internet sitelerinde tartışılmakta. Sıra dergilerde.

 

Çıkışı bulunmayan giriş

Bir ilahiyatçı profesör, Dünya’nın ekseni (yanılmıyorsam) 23 derece eğik olarak kendi çevresinde ve Güneş’in çevresinde dönmesinin ürünü olarak oluşan Gece ile Gündüz’ün, Güneş’ten bağımsız varlıklar olduklarını Kur’an ayetlerine dayanarak ileri sürmekte. (1)

Bu görüş, doğa bilimcisi ama aynı zamanda köktendinci oldukları anlaşılan kimi akademisyenler arasında yandaş bulmaya başlamış görünüyor. Böylece “bilim üstü” tanrısal bir gerçek olarak benimsenme yolunda. Kimilerince ise “gülünç, saçma, safsata” gibi aşağılamalarla eleştirilmekte.

Ortada “komik” olmaktan öte “trajik” bir durumun varlığını gösteren ipuçları da var. Bunlardan biri, savı ortaya atanın bir ilahiyatçı “profesör” olması yanı sıra, yanına savını kanıtlamak üzere Norveç’e “araştırmaya” götürdüğü bir astronomi ve uzay bilimleri profesörünü alabilmesi. Dolayısıyla durum, ciddiye almaya, yanıt vermeye değmeyecek tekil bir fantezi olmaktan öte. Toplumumuzda onyıllardır izlenen eğitim politikalarının acı meyvelerinin devşirilmeye başlanacağını gösteren “kültürel alarm” niteliği taşımakta.

 

“Nato kafa nato mermer”

Olayı öğrendiğimde, çocukluğumda sık sık duyduğum “nato kafa nato mermer” sözünü çağrıştırdım. Ana babalar çocuklarını, çocuklar birbirlerini, işaret parmaklarını büküp kafalarına tıklatarak bu sözü söyleyip, onları kimi zaman yarı şaka kimi zaman gerçekten azarlarlardı. Nato’ya “alındığımız” o yıllarda bu sözün anlamını kavramakta zorlanıyordum. Sonradan öğrendim ki söz aslında, Trakyalı şivesiyle “Na te kafa, na te mermer” (ha kafa ha mermer) anlamında bir taşlamaymış. Yıllar sonra sözün bu anlamıyla bile gerçekliği doğru yansıtmadığını anladım. Kimse deyişte üstü örtülü olarak belirtildiği gibi doğuştan “kalın kafalı” değildi. Öyleyse, bu söze yol açan düşünüş örnekleri, gerçekliği bir parça bile yansıtıyorsa, karşılaşılan (“gündüz gece olayı” örneğindeki gibi) durum, belli bir eğitim, belli bir düşünüş biçiminin ürünüdür.

İdeolojik savaşımda, kutsal kitaplardaki bilgilerin bilimsel bilgilerimizle uyuştuğunu, hatta onları aştığını kanıtlama cephesini açan köktendinciler ya da “siyasal dinciler” baltayı hasımlarının kalesinin taşına vurmuş olduklarını çok geçmeden anlayacaklardır. Anlayana dek öteki insanlara ve kendilerine kim bilir ne zararlar verecekler? Çünkü karşılarında, Tevrat’ta olsun, İncil’de olsun, Kur’an’da olsun doğa bilimlerinin verileriyle uzlaştırılamayacak istemedikleri kadar ayet bulacaklardır. (2)

 

“Gündüz ile Gece” mitosunun kökeni ve sorunları

Kutsal Kitap’ın (eski Türkçe çevirisindeki adıyla Kitabı Mukaddes’in) “yaratılış” (Tekvin) kitabının başında, “Tanrı ‘ışık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı” denmektedir. Anlatı: “Işığa ‘Gündüz’ karanlığa ‘Gece’ adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu” diye sürmektedir. Benzer biçimde Kur’an’da (Türkiye Diyanet Vakfı çevirisine göre) Enbiyâ suresinin 33. ayetinde “O geceyi, gündüzü, güneşi, ayı… yaratandır” denerek, Gece’ye ve Gündüz’e güneş yanı sıra bağımsız varlıklar olma konumu tanınmaktadır.

Gece ile Gündüz’ün, Güneş’ten bağımsız varlıklar olduklarını Kur’an’a atıf yaparak ileri süren ilahiyat profesörü Abdülaziz Bayındır, “Süleymaniye Vakfı İlmi Heyeti”yle Norveç’e gidip “araştırmalar” da yapmış!

Buradan, tektanrıcı dinsel düşünüşün kutsal kitaplar geleneğinde, ışığın bir doğa olgusu olmaktan çok bir varlık, daha doğrusu bir yaratık olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Tanrının gündüz ile geceyi birbirinden ayırdıktan sonra yer ile göğü de ayırdığı belirtilmektedir. Bu, elimize “gece ile gündüz” mitosunun kökenine inebileceğimiz ipucunu vermektedir. Gerçekten, mitosun geçmişi, İsrailoğlulları dincilerinin Babil sürgünü sırasında tanıyıp etkilendikleri Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı’na dayanmaktadır. Tektanrıcı geleneğin bu çoktanrıcı kaynağında, baştanrı Marduk’un ejder tanrıça Tiamat’ı öldürdükten sonra bedenini ikiye ayırıp, yarısı ile göğü yarısı ile yeri “yapışı” anlatılır. (3) Aya ışık saçtırıp geceyi ona emanet edişi, ay yanı sıra gecenin de bir özne, bir varlık olarak algılandığını göstermektedir.

Konunun bütüncü bir yaklaşım ve çözümleme gerektirdiğini gösteren örnekler verildikten sonra, gece ile gündüzün birer doğa olgusu değil birer “varlık”, dolayısıyla dinsel düşünüşte birer yaratık olarak algılandıklarını düşünenlerin kafa yapılarıyla doğrudan bağlantılı bir mitos geleneğinden söz edilebilir:

 

Seher ile Selim (Gündüz ile Gece) mitosu

Filistin’deki (MÖ 14. yüzyıldan kalma) Ugarit kenti kalıntıları arasından çıkarılan tabletlerde bulunan, ama geçmişinin daha eskiye (Sümer’e) dayandığı ileri sürülen gece ile gündüzün doğuşu anlatılan bir mitos var elimizde: (4) Seher (Sabah) ile Selim (Akşam olmalı) esirgeyici ikiz tanrılardır. El’in, yani (İlah, Allah sözcüğünün etimolojisinin dayandırıldığı anlaşılan tanrı) tanrıların babasının, Aşerah’ı (adı aşermeyi anımsatan tanrıçayı) gebe bırakmasının sonucu doğmuşlardır. Adlarının ve adlarına düzenlenen törenlerin, kısırlık tanrısı Mot’un uğursuz etkilerinin uzaklaştırılmasında kullanıldığı ortaya konmuştur.

Aşkınözneleştirilmiş doğa olguları olan gündüz ile gece mitosunun geçmişinin ise daha gerilere, MÖ 2. binyılın başlarında derlendiği bilinen Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı’na dayandığı anlaşılıyor. Orada ırmakların tatlı sularının tanrısı Apsu ile körfezin tuzlu sularının tanrıçası Tiamat’ın (cinsel) sularını karıştırdıkları söylenir. Bundan Lahmu ile Lahumu adlı bir tanrı çifti doğar. Adlarının Işık ile Karanlık ya da Gündüz ile Gece anlamına geldiği sanılıyor.

Tüm bu mitoslar, dinsel düşünüş öncesi düşünüşte doğa güçlerinin ve doğa olgularının, onları düşünen insanlar gibi duygu ve düşünce sahibi varlıklar olarak görülüp “özneleştirildiklerini” (5) göstermektedir. Bunu, doğa güçlerinin ve doğa olgularının (özellikle tarımla ilgili olanların) tarımsal üretime başlanışının sağlayacağı olanaklarla geçilen sınıflı, devletli, ideolojili uygar toplumda, çalışan-çalıştıran, yöneten-yönetilen eşitsizlikçi farklılaşmasına takılarak, onların çalıştıran efendilere ve yönetenlere benzetilerek aşkınözneleştirilip tanrılaştırılması izleyecektir. Tüm bu bilgiler bize, tektanrıcı dinin kutsal kitaplarının özneleştirilmiş doğa güçlerinin din öncesi bir ilkel düşünüşün kalıntıları olduklarını gösterir.

Doğa güçlerinin ve olgularının özneler olarak algılanmasının dinsel düşünüş ve inançlar geleneğine geçerek varlığını Kur’an’a dek sürdürdüğü anlaşılıyor. Gerçekten Enbiyâ suresinin 30. ayetinde: “İnkar edenler göklerle yer bitişik bir halde iken bizim onları birbirinden kopardığımızı … görüp düşünmediler mi?” yazılıdır. Türkçeye çevirenlerin yaptığı (aynı sayfadaki) açıklamada ise, “Tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Nitekim bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla … (ondan) küreler biçiminde parçalar kopmuş” sözleriyle din ile bilimi uzlaştırma çabasına girilmiştir.

Dahası, aynı surenin iki sonraki (32.) ayetinde (Enuma Eliş’e daha yakın bir benzerlikle) “Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık” sözleri karşısında ise çevirmenler, gene bir açıklamayla, metne karışma gereği duymuşlardır. Okuyucuyu ” korunmuş tavan” deyişinin “bir benzetme” olduğu yolunda uyarmaktadırlar. Bilimsel gerçeklerle dinsel inançları uzlaştırma yolundaki bu tutum, yeni yeni sorunlar yaratır. Bir kez doğrudan doğruya Kur’an’da, bazı ayetlerin “müteşabih” (teşbih, benzetme taşıyan) nitelikte olduğu belirtilmektedir. Hangilerinin benzetmeci (mecazi anlamda) olup hangilerinin olmadığıysa, çözülmesi olanaksız bir kördüğüm oluşturur. Böyle bir durum karşısında her üç tektanrıcı dinde (daha doğrusu tektanrıcı dinin her üç evresinde) de köktendinciler her bir sözün sözlük anlamıyla anlaşılması ve onlara o durumlarıyla (yorumlamadan) inanılması görüşünü savunmaktadırlar.

 

 

YAŞAYIŞ VE DÜŞÜNÜŞ BİÇİMLERİ

 

Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı’nda baştanrı Marduk’un ejder tanrıça Tiamat’ı öldürdükten sonra bedenini ikiye ayırıp, yarısı ile göğü yarısı ile yeri “yapışı” anlatılır.

Doğa güçlerine ve doğa olgularına “öznelik” yükleyen köktendinci, siyasal dinci ve din ile bilimi uzlaştırmacı kafaların işleyişini çözümleme girişimi, insanlığın kültürel birikimini oluşturmuş yaşayış ve düşünüş biçimlerinin etkilerine bakılarak başlatılmalıdır.

Birçok yazımda ve konuşmamda (6) insanlığın düşünüş biçiminin evriminin üç evreden geçtiği görüşünü (ayrıntılarıyla) işledim. Bunlar sihirsel, dinsel, bilimsel düşünüş biçimleridir. Yalın (ilkel) topluluk döneminin (üretimin bilinmediği) “asalak” geçim ve yaşayış (avcılık ve toplayıcılık) koşullarında, “sihirsel düşünüş biçimi” görülür. Düşünüş daha çok analoji (benzetme) mantığına dayandırılır. Sihrin özünü oluşturan bir düşünüş ve eylemle; bir şeyin benzeri ya da simgesi etkilenerek aslı etkilenmeye çalışılır.

Üretimin (bitkisel ve hayvansal besin üretiminin) başlamasının sağladığı olanaklarla geliştirilen sınıflı, devletli, ideolojili uygar toplumun endüstri öncesi döneminde dinsel düşünüş yaygınlaştırılıp kurumsallaştırılmıştır. Sihirsel düşünüş döneminde (insanın kendine benzeterek) özneleştirdiği doğa güçlerinden ve doğa olgularından bazıları (özellikle tarımla ilgili olanlar) egemen sınıflara ve yöneticilere benzetilerek “aşkınözneleştirilip” tanrılaştırılırlar. Bu yolda kurulu düzeni doğal, tanrısal görüp gösteren, yaratma kavramına, yaratan-yaratılan (tanrı-kul) ilişkilerine dayandırılan inançlardan “tümdengelim” mantığıyla yapılan çıkarsamalar yoluyla bir “dinsel düşünüş biçimi” geliştirilir.

Uygar toplumun, endüstri (mal ve endüstriyel tarım) üretiminin ağır basmaya başlamasından sonraki üretim ve yaşayış evresinde, ona uygun bir “bilimsel düşünüş biçimi” belirmeye başlar. Bu düşünüşte, daha çok, olayların nedenlerini araştırıp onları etkileyerek sonuçlarının istenen yönde değiştirilmesine çalışıldığı “nedensellikçi” düşünüş yöntemi, dinsel düşünüş döneminin her olgunun ve olayın Tanrının istenciyle (ereğiyle) açıklanmaya çalışıldığı “ereksellikçi” yöntemini yerinden etmeye başlar.

Bu açıklamalardan, tarihin çeşitli evrelerindeki çeşitli düşünüş biçimlerinin yapısı ile çağımızda görülen çağdaş ve bazı çağdışı düşünüş alışkanlıklarının (bu ara din ile bilimi uzlaştırma girişiminin) çözümlenmesine yardımcı olabilecek kuramsal araçlar olarak yararlanılabilir.

 

Egemen yan ve kalıntı düşünüş biçimleri

Endüstri Devrimi ile Batı Avrupa’dan başlayarak, dünyanın dört bir köşesine yayılan endüstrinin ağır basacağı üretimle, ona uygun bir yaşayış biçimi gelişmeye başladı. Bu gelişmeye koşut bir “bilimsel düşünüş biçimi” evresine girildi. Ancak, egemen konuma geçmiş olan toplumlarda bile endüstri ve endüstriyel tarım üretimi yanında geleneksel tarımsal üretim biçimlerinin varlığını bir “yan üretim biçimi” olarak, dünyanın çeşitli bölgelerinde çeşitli oranlarda sürdürdüğü görüldü. Böyle bir altyapının bir “yan düşünüş biçimi” olarak dinsel düşünüşün de sürmesini sağlayacağı açıktır.

Gerisinde sınıflı toplumun binyıllarının deneyiminin yattığı bu çağdışı düşünüş biçiminin (üstyapı hemen ve tümden değiştirilemeyeceğine göre) varlığını azalarak da olsa sürdürmesine şaşılmamalı. Ayrıca, endüstri üretimine verilen kapitalist yön, çalışan-çalıştıran, yöneten-yönetilen ilişkilerindeki eşitsizlikleri daha artıracaktır. Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki örneğine dayandırılan dinsel düşünüş ve değerler, böyle bir düzenin açıklanıp, aklanıp, yeniden üretilmesinde kullanılabilmektedir. Bu işlevi yüzünden, üretim araçlarını denetleyen sınıfların (Alman İdeolojisi içinde belirtildiği gibi) (7) düşünce üretim araçları (eğitim) üzerindeki denetimleri yoluyla desteklenip canlı tutulmaktadır.

İnsanlar, bir endüstri toplumunda ve bilimsel düşünüş çağı olması beklenen zamanda, astroloji (burçlar) büyü gibi “kalıntı düşünüş” sayılabilecek düşüncelere bile kapılabilmektedirler.

İşsiz emekçiler yedek ordusu yoluyla ücretlerin ve maaşların düşük tutulabildiği kapitalist düzende emekçiler geleceklerini kendi denetimlerinde ve güvende görmedikleri oranda, aşkınöznelerden yardım umarak psikolojik destek arayacaklardır. Hatta kapitalistler arası yarışmanın, dönemlik ekonomik ve toplumsal bunalımların yarattığı iflas tehlikesiyle; iç ve dış savaşlar, artan suç oranları gibi nedenlerle işverenler, onların temsilcisi siyasal kadrolar bile, yarınlarını güvende bulmayarak, kültürel gelenekte hazır bekletilen inançların yaratacağı umutlardan ve korkulardan etkilenebilmektedirler. Öyle ki, söz konusu belirsizlik ve risk koşulları nedeniyle insanlar, bir endüstri toplumunda ve bilimsel düşünüş çağı olması beklenen zamanda, astroloji (burçlar) büyü gibi “kalıntı düşünüş” sayılabilecek düşüncelere bile kapılabilmektedirler.

Bu koşullarda, endüstri üretimi ilişkileri içinde bile, düşünce üretim araçlarını denetleyen sınıfların, onların siyasal erki ele geçirmiş partilerinin ve adamlarının denetimindeki aile, cami, okul, medya, içindeki örgütlerinin ve etkinliklerinin biçimlendireceği kafa yapıları, düşünüş biçimleri nasıl olabilir? Bu sorunun yanıtını; dünya genelinde ve soyutta araştırdıktan sonra toplumumuzun yakın tarihinin somutunda da araştırarak tamamlamak güç olamayacak.

 

 

KAFALARIN KOMPARTIMANLAŞTIRILMASI

 

Çağdaş, bilimsel teknolojilerle yürütülen üretim yaşamının besleyeceği bilimsel düşünüş ile çağdışı üretim ilişkileri ve boş zaman etkinlikleri alanında beslenen bilimdışı düşünüş, aynı kafalarda yan yana gelişebilmektedir. Sonuç: kompartımanlaştırılmış kafa yapılarının oluşmasıdır. Örneğin iş yaşamında rasyonel bilimsel düşünen ve sorunları bilimsel bir düşünüşle, nedenleri araştırıp onları etkileyip sonuçları değiştirerek aşabilme alışkanlığı edinmiş bir yapı mühendisini ele alın. Küçük bir yersarsıntısıyla yıkılan yapısını ve içinde yaşamını yitiren, sakat kalan kişilerin başına gelenleri, ereksellikçi düşünüşle (tanrının ereğinin gerçekleşmesi demek olan) yazgıyla,” takdir-i ilahi” ile açıklayabilmektedir.

Kompartımanlaştırılmış kafaların içinde bilimsel düşünüş kompartımanıyla, dinsel hatta (kalıntı, marjinal düşünüş biçimleri olan) sihirsel düşünüşü, burçlara inancı da içeren kompartımanı arasında sanki sızdırmaz bir duvar örülmüş. Bu tür kafalarda, inançlar alanında, günaha girileceği korkusuyla, rasyonel, eleştirel, nedensellikçi, bilimsel uslamlamalardan ve sınamalardan kaçınılmaktadır. Gene yersarsıntısı örneği yeter. Diyelim sarsıntının üçüncü gününde, yıkıntılar arasından (ileri, bilimsel teknolojik araçlarla) bir bebeğin canlı çıkarılması, Allah’ın onu korumasıyla açıklanabilmektedir. Binlerce yetişkinin, yüzlerce bebeğin ölmüş olması ise, sarsıntının şiddetine, yerleşim yerinin fay hattındaki konumuna, yapıların sarsıntıya dayanıklılık derecesine değil, “yazgıya” bağlanıvermektedir.

 

Kompartımanlar arası sızma

Sihirsel düşünüş döneminde (insanın kendine benzeterek) özneleştirdiği doğa güçlerinden ve doğa olgularından bazıları (özellikle tarımla ilgili olanlar) egemen sınıflara ve yöneticilere benzetilerek “aşkınözneleştirilip” tanrılaştırılırlar.

Kompartımanlaştırılmış kafa yapıları, salt toplumsal sorunları (hatta doğa ile bağlantılı toplumsal sorunları) ne ölçüde kavrayıp, yorumlayıp, çözebilir? Kompartımanlaştırılmış kafalarda, ister istemez bir kompartımandan ötekine sızmalar olabilmektedir. Bu sızmalar, giderek aradaki setin yıkılıp o ya da bu kompartımanın içeriğinin ötekini basması, iç ve dış savaşlarda, büyük ekonomik bunalımlarda toplumsal patlamalara yol açabilmektedir. Setlerdeki sızdırmanın bireysel kafalarda kaldığı durumlarda ve setin yıkılması durumunda, bireyleri hatta tüm bir aileyi sarmalına çeken trajediler doğurabilmektedir. (8)

 

Gerçekliğin yadsınıp gerçeğin tepetakla edilebilmesi

Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi adıyla çevrilen yapıtında, Pythagorascıların matematikte geometride rasyonel, tutarlı düşünceler, hatta buluşlar geliştirmişken, din felsefesinde sayı mistisizmine ve ruhgöçü inancına sarılabilmelerini açıklayan bir yorum geliştirmiştir: Yorumda (“kompartımanlaşma” benzeri bir kavram kullanılmamakla birlikte) kompartımanlaştırılmış kafalardaki settin yıkılışını andıran bir durumdan söz edilmektedir.

Aristokratik dinsel düşüncelerle (aristokratların tanrısoylu oldukları inancıyla) yetişmiş Pythagoras’ın, doğup büyüdüğü Samos (bugünkü Sisam) toplumunu, aristokratların atalarından kalıttıkları doğuştan hak ve yetenekle yönetmeleri gerekirken, bir devrim sonucu yönetimin halkın (demosun) eline geçmesini kafasına sindiremediği ileri sürülür. İçine düştüğü durum, kuramla olgunun uyuşmaması, hatta çelişmesidir. Russell bu gibi durumlarda insan kafasının, iki düşünsel tepkiden birini geliştirebilme olasılığını saptar: Biri kuramı olgulara, gerçekliğe uyacak bir biçimde düzeltmek ya da değiştirmektir. Ötekisi, kuramın doğruluğuna eksiksiz bir inançla, gözle görünen olguların, yaşanan yaşamın, gerçekliğin kısacası “bu dünyanın” yadsınmasıdır. Bu ikinci tepkiyi gösterip Samos’dan Kroton’a göçen Pythagoras orada çevresine topladığı aristokratik inançlı bilgelerle birlikte değişmez “gerçeği” araştırmaya girişir: Gerçek, yerden yere, zamandan zamana değişmez. Zamanında yönetim biçimlerinin değiştiği görülüyorsa, bu, duyu organlarımızın bizi aldatmasının ürünü olan bir yanılsamadır. Bu durumda gözlerimizi, kulaklarımızı kapayıp değişmez, evrensel gerçeği kafamızda aramalıyız. Orada sayıları buluruz. Dünyanın her yerinde iki ikidir ve iki kere iki dört eder. Öyleyse sayılar gerçektir. Bu yolda 1 sayısının tanrı, kendisiyle çarpılan herhangi bir sayının sonucu olarak oluşan karesayının (ve kare biçiminin) adalet olduğu inancına varır. Çünkü dört kıyısı birbirine eşittir. Adalet eşitlik olduğuna göre, kare eşitliktir. Toplumda ise, eşitlik, ancak herkesin “hak ettiğine eşit” işi görüp ona eşit konumda (eşitsiz) yerinde tutulmasıyla sağlanır. (9)

Gerisini Platon tamamlamıştır: Ruh (akıl) bir zamanlar bedenin tutsağı olmaksızın idealar (düşünceler, sayılar) evreninde yaşarken gerçeği kavramıştır. Sonra (nedense?) nesneler evrenine düşüp bedene hapsolmuştur. Bu evrende önce, görüp yaşadıklarını gerçek sanır. Oysa onlar birer sanı (Yun. doksa) değerindedir. Gerçeğe ancak aristokrat çocuklarından yeteneklilere felsefe, diyalektik öğretilmesiyle ulaşılabilir. O zaman bu dünyada gördüklerinin, ideaların gölgeleri, bozuk kopyaları olup, ruhlarının idealar dünyasında yaşarken tanıdığı ideaların doğru bilgisine (Yun. episteme) ulaşabileceklerdi. Öyleyse doğru bilgi duyu organlarımızla edinilenler değil akıldan çıkarılanlardır. (10) Bu açıklamaların ışığında, tek tanrıcı dinsel düşünüşte karşılaşılacak “ötedünyacılık” ve Brahmacılıkta karşılanacak “öteyaşamcılık” bir tür bu dünyayı yadsıma tepkisi olarak yorumlanabilir.

 

Köktendinci ve Siyasal İslamcı kafayapısı

Tarihin çeşitli dönemlerinde dinsel dogmalarla dönemin uygulamaları arasında çelişki görenler, dinlerin “yozlaşmamış” ilk değerlerine dönülmesini isterler. Bu kimselerin, “köktendinci” başlığı altında toplanabilecek topluluklar oluşturup, akımlar yarattıkları görülmüştür. Dinsel metinlerin çeşitli ve birbirine zıt yorumları karşısında söz konusu akımlarda birleşen kimseler, onları yoruma yer vermeyecek biçimde yazıldıkları anlamıyla mutlak doğrular olarak görme eğilimi gösterirler.

Köktendinciler yanı sıra dinsel dünya görüşünü benimsemiş kimi bilimciler ve politikacılar da benzeri eğilimler içine girebilmektedirler. Hele siyasal erki ele geçirmeye çalışan dinci partilerce örgütlendirilmişlerse! Onlar gerçekliği yadsımayıp, uzmanlık alanları gereği edindikleri bilimsel bilgilerle dinsel bilgilerini uzlaştırma yoluna gireceklerdir. Bu yol kafalarını, kutsal saydıkları metinlerde okuduklarının bilimsel doğruları içerdiği sonucuna götürebilmektedir.

Yakın tarihimizde, Cumhuriyet’i kuran yöneticiler, bilindiği gibi, toplumsal sorunlarımızı çözemez duruma düştüğünü düşündükleri kafaları yetiştiren dinsel eğitim kurumlarını kapatma yoluna gittiler. Latince alfabeye geçip, Batı bilim, teknoloji ve değerlerine yönelme amacını gerçekleştirme yanı sıra dinsel kültürün beslendiği damarları kesme gibi bir işi başararak, bir taşla iki kuşu vurma becerisi gösterdiler.

Ancak, kurdukları yeni, budünyacı, batıcı eğitim kurumlarının varlığını ve güvenliğini “eğitimin birliği” (tevhidi tedrisat) politikasıyla sağlamaya çalıştılar. Geçmiş yönetimlerce ve yaşlı kuşaklarca kitlelere ve çocuklara dayatılıp, onlarca içselleştirilen inançlara gösterilen baskıların bir tepki ve birikim yaratması kaçınılmazdı. Bu baskının, toplumsal patlamalara varmamasına, ya da barışçı denebilecek siyasal, örgütlü çıkış noktaları aranmasına yol açmaması, belki Kuran kurslarının yasaklanmamasıyla sağlanabilirdi. Kitleler, buralarda öğretilen, ezberledikleri Arapça sözlere, anlamlarını bilmeden, törensel bir saygı göstermeyi sürdürmekle yetinebilirlerdi. Böylece baskının yarattığı basınç ve toplumsal gerilim (belki) azaltılabilirdi.

Tek partili düzenin ve dünya konjonktürünün (İkinci Dünya Savaşı koşullarında) yarattığı ekonomik ve siyasal olumsuz sonuçlar inanç sorunuyla birleşti. Çözümleri de, çok partili yaşama geçiş sonrası gerçekleştirilen önce üstü örtülü, sonra açık “Siyasal İslam“ yolunda arandı. Bu yolda çağdaş bilimsel eğitim ve eğitimin birliği ilkeleri üzerinde iki gedik açıldı:

Bunlardan biri, ortaöğrenimde meslek eğitimi bahanesiyle imam hatip liselerinin açılmasıdır. Buralarda bilim dersleri yanı sıra din derslerinin öğretilmesidir. Böylece dinsel eğitimin ve dinsel düşünüşün devlet okullarında kamusal çapta geri çağrılıp desteklenmesidir. Sayılarının ve öğrencilerinin, genel liselerinkine varacak dereceye dek artırılmasıdır. Böyle bir ikili eğitim dizgesi, kafaların, okullardan başlanarak kompartımanlaştırılması sonucunu doğuracaktı. Kompartımanlardan birinde dinsel, ötekinde bilimsel bilgi birikimi, aynı kişilerde, bazı alanlarda bilimsel, bazı alanlarda dinsel düşünüş yolunu işletecekti. Sıradan ortaöğretim okullarına zorunlu din bilgisi derslerinin konması ise bu eğilimin tüm ortaöğretime yayılması demekti.

Liseden, meslek lisesinden çıkıp üniversiteye kompartımanlaştırılmış kafalarla gelen öğrencileri her alanda bilimsel düşünüş kanallarına yönlendirmek kolay olmayacaktı. Dinci örgütlenmelerin, bu tür kafalarda kompartımanlara ayıran setlerin yıkılması yönündeki çabaları, kompartımanlar arası sızmaları artıracaktı.

Öğretimin birliği ilkesinde ikinci gedikle, üniversitelere bağlı ilahiyat fakültelerinin açılıp, sayılarının herhangi bir bilim dalındaki fakülteninkini aşacak hedefe ulaşılması yönünde artırılacaktı. Sonuç, yükseköğretimde yalnızca ilahiyat fakültelerinde değil, toplum bilimleri, hatta doğa bilimleri dallarında, yalnızca kafaları kompartımanlaştırılmış öğrencilerin değil, böyle öğretim üyelerinin de yetiştirilmesi “başarısına” (!) ulaşılması oldu.

Tüm bu gelişmeler, eğitimin birliği ilkesinin, imam hatip liseleriyle arkadan hançerlenirken, bilimsel kurumlar olmaları beklenen üniversitelere Troya atı işlevi görecek ilahiyat fakültelerinin sokulması olarak özetlenebilir.

Üniversitelere din sosyolojisi gibi bilimsel derslerin konması, bölümlerin açılması, üniversite kavramına ve kurumuna ters düşmeyebilirdi. Ama bir yüksek okulda ya da meslek yüksek okulunda okutulabilecek dinsel bilgilerin, bilimsel bilgi ve eğitim kurumları sayılıp “fakülte” adı bağışlanan yerlerde okutulması, buralarda doktor, doçent, profesör gibi akademik sanlı öğretim üyelerinin kendilerini göstermelerini sağladı.

Buralarda yetişen öğretim üyelerine, kitle iletişim araçlarında, yalnız dinsel konularda değil toplumsal, felsefi konular kadar doğa bilimleriyle, hukukla ilgili güncel sorunlarda yazılarıyla ve konuşmalarıyla bol bol boy gösterme olanakları sunuldu. Bir TV tartışmasında, doğa bilimcisi bir akademisyenin, ilahiyatçı olsun olmasın, Dr., Doç. Dr., Prof. Dr. sanları taşıyan bir dinci karşısında, bilimsel düşünüşe yöneltilen saldırıyı püskürtme yolunda fazla şansı olamazdı. Saldıran hele bir de imam hatip kökenliyse. Çünkü bu okullar (belki yarısından fazlasını oluşturan kızların imam yapılmayacağı başından bilindiğine göre) aslında söylevcilik okullarıdır. Dinsel inanç ve düşünüşü yaygınlaştırma görevi üstlenecek hatip yetiştirilen kurumlardır. Uzmanlık alanında uluslararası çapta katkıda bulunmuş bir doğa bilimcisi bile, magazin basını okuruna, televizyonların izleyici kitlesine seslenme düzeyini tutturabilen ve onların inanç ve duygularını harekete geçirebilecek “dinci bilimci” karşısında yenik düşmüş görünebilecektir. (11)

Kompartımanlaştırılmış kafalarda dinsel bilgilerle bilimsel bilgilerin birbirine bulaşmadan yaşatılması dönemi kapanmak üzeredir. Bilim eğitimi verilen ortaöğretim kurumları köktendincilerce ve siyasal dincilerce büyük ölçüde ele geçirilmiş bulunmaktadır. Son olarak, YÖK yönetiminin de ele geçirilmesiyle bilimsel öğretimin “karargâhına“ girilmiştir. Bunun anlamı “kompartımanlaştırma“ analojisiyle dillendirilirse, kompartımanlar arası setin giderek daha fazla sızdıracak derecede çatlatılıp yıkılması olasılığıdır. Kompartımanlaştırılmış kafalarda setin yıkılıp dinsel inançların, bilimsel birikimi, üretimi, eğitimi ve bilimsel düşünüş kompartımanını basması tehlikesinin doğmasıdır.

 

Kompartımanlar arası ilişkinin geleceği

Samos’dan Kroton’a göçen Pythagoras orada çevresine topladığı aristokratik inançlı bilgelerle birlikte değişmez “gerçeği” araştırmaya girişti.

Kafaların kompartımanlaştırılması açısından bakıldığında, gözü ve kafası olan bir canlının günlük yaşam deneyimiyle ulaşabildiği bilgilerin dinsel inançların tehdidi altına girdiği görülüyor. Gece ve gündüz gibi bilimsel gözlem ve deneylerle ayrıntılarına dek saptanmış olgular hakkındaki bu doğabilimsel gerçekler, dinsel inanç ve düşünüşün meydan okumasıyla karşı karşıya. İçinde bulunduğumuz koşullarda böyle bir meydan okumaya karşı koymak kolay değil.

Ama bilime meydan okuyan köktendincilerin ve siyasal dincilerin işi de kolay olmayacak. Öyle ki “kendi çöplüğümüzde eşelenip bilimin sınırları içine keşke dalmasaydık” diyecekleri günler yakın. Acıklı durumları birkaç örnekle gösterilebilir: Diyelim ki insanları, Enbiyâ 33’de yazılanlara dayanarak, gece ile gündüzün güneşten bağımsız olarak yaratılan iki varlık olduğuna inandırabildiler. İki önceki ayetin de bilimsel bir gerçekliği yansıttığına inandırabilecekler mi? Enbiyâ 31’de “Onları sarsmasınlar diye yeryüzünde bir takım dağlar diktik”. (12) Sıradağların, fayların çarpışması ürünü yükselip sık sık yersarsıntılarına neden oldukları, volkanların ise patlarken sarsıntılara yol açtıkları “nedensellikçi” saptamalarıyla Allah’ın onları insanları yersarsıntısından korumak amacıyla diktiği gibi “ereksellikçi” açıklama uzlaştırabilir mi? (13)

Başka bir örnek, Tarık suresinin 5., 6., 7., 8. sureleri aktarılarak verilebilir: “İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı. (O su) sırt ile göğüs kafesi arsından çıkar”. (14) Hangi anatomi Prof. Dr.’si bu ayetlerin ersuyunun üretildiği organlar olan testislerin sarktığı yer ile ilgili bilimsel bilgilerimizle uyuştuğunu ileri sürebilir?

Enbiyâ 30’daki “… ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi?” ayetiyle, canlılığa geçişte bilimsel nedensellikçi açıklamalara kulak verecek olanlar korkutulabilir diyelim. Bununla insan türünün balçıktan yaratıldığı belirtilen ayetler arasındaki tutarsızlık Türkçeye çevirenlerin bile gözünden kaçmamış. Tutarsızlığı, hemen ekledikleri açıklamada “Allah en mükemmel canlı türü olarak da yine içinde suyun bulunduğu özel bir çamurdan insanı yaratmıştır” açıklaması (aslında tevil) ile örtmeye çalıştıkları anlaşılıyor. Örtebilmişler mi? Hayır. Çünkü bazı ayetlerde (örneğin Hicr 26’da, “pişmiş” sözü eklenerek) “kuru çamur” deniyor. Sudan yaratılma ise, en azından suyun çamurlu olduğu belirtilmedikçe canlının kimyasal yapısı hakkındaki bilimsel bilgilerimizle uzlaştırılamaz.

Kompartımanların oluşmasını sağlayan settin sızdırmasıyla, hatta yıkılmasıyla, ilk elde dinsel kompartımandaki inançlar ve düşünüş biçimi inancın ve propagandanın gücüyle, bilimsel bilgi birikimi ve bilimsel düşünüş alanını basabilse bile, bu bizi gelecek hakkında karamsarlığa düşürmemeli. Biyoteknolojideki gelişmeler bugünden “takdir-i ilahi” denen kalıtsal hastalıkların ana karnında saptanıp sağaltılmasına olanak verecek düzeye ulaşmış bulunuyor. Moleküler biyolojideki gelişmeler, yeni yetme genomik adı verilen bilim dalında, yaşayan ve yok olup gitmiş türlerin (fosillerinden) tüm genetik yapılarını biyokimyasal formüllerle bir bir ortaya çıkarma yolunda ilerletiliyor. (15) Öyle ki türlerin ortak ataları saptanarak, evrimin aşamalarının matematik kesinlikte, kimsenin yaratılışçı inançlarla karşı çıkamayacağı açıklıkta ortaya konabileceği yıllar uzak değil. Bunun anlamı ise, uzun erimde, tersine dönmüş görülen gidişin de tersine dönüp, bilimsel düşünüş kompartımanının seti zorlayıp yıkarak dinsel düşünüş kompartımanındaki inançları silip süpüreceğinin söylenebileceğidir. “O zaman insanlık inançsız (değersiz) kalır” yaygarası da geçerli değildir. İnançların yerini eleştirel düşünüşün almasıyla çeşitli dinlerde ötedünyacı, insanı kullaştıran, din-mezhep savaşlarına yol açan değerler yerine, budünyacı ve bütün halkları kapsayan, evrensel, insancı değerler konup geliştirilebilecektir.

Ancak böyle bir sonuca, “bilim nasıl olsa dini alt edecek” diye, bilimden yana, bilimsel düşünüşten yana olanların ve bilimcilerin elleri ceplerinde beklemeleriyle ulaşılamaz. Toplumun çeşitli kesimlerindeki kimselerin doğanın, toplumun gerçeklerini görmelerini engelleyen koşullara karşı sürekli bir siyasal ve düşünsel savaşım verilmelidir. Yoksa bilim ve teknoloji yolunda atılan her adımın rantını, başka birilerinin kapması durumu sürüp gidebilir. Bir kazada ya da saldırıda kafası parçalanan, yüreği duran birinin, bilimin ve teknolojinin en son olanakları kullanılarak toparlanıp yaşama döndürülmesi durumunda, bilimin değerinin, bilimcilerin emeğinin anılması yerine, Allah’a şükredilmesi örneğindeki gibi, Allah’ın adını ağızlarından düşürmeyenler toplumda dinsel inanç ve düşünüşü sürdürme olanağı bulabilirler.

 

Din ile bilimi uzlaştırma girişimlerinin değeri?

Çağdaş bilimsel eğitim ve eğitimin birliği ilkeleri üzerinde açılan gediklerden biri, ortaöğrenimde meslek eğitimi bahanesiyle imam hatip liselerinin açılmasıdır.

Değil genel olarak insanlığın kültürel evriminde, kimi (köktendinci, siyasal İslam gibi) toplulukların, grupların kompartımanlaşmış kafalarında bile bilimsel bilgi ve düşünüş kompartımanının boşaltılması olanağı yok. Din insanlık tarihinde bir “inanç” dizgesi olarak başlamıştı. Bir soyut düşünce ve etik olan felsefe akımları karşısında ayakta kalabilmek için kendini akılla desteklemek zorunda kaldı. Bu görevi örneğin Hıristiyanlıkta onu akılla, felsefeyle desteklemeye çalışan ilk Hıristiyan filozof diyebileceğimiz Augistunus (MS 5. yüzyılda) üstlendi. İnancın, imanın akılla çelişmediğini ileri sürdü. İslamlıkta aynı yol izlendi. Gene bir inanç dizgesi olarak başlayan bu dini akılla, felsefeyle destekleme girişimlerini Eski Yunan filozoflarının düşüncelerinden beslenen “Kelam” çalışmaları izledi. Din ile felsefenin uzlaştırılması çalışmalarına İmam Gazali (MS 11. yüzyılda) aklın imanı zayıflatıp inançsızlığa yol açacağı korkusuyla karşı çıkmıştı.

Endüstri Devrimi’ne koşut gelişen bilimsel düşünüş çağında dinci düşünürler, inançları akıl yanı sıra bir de bilimsel bulgularla uzlaştırma gibi çok daha çetin bir görevle karşı karşıya kaldılar. Akıl odaklı “Bilimsel Yaratılışçılık” ve onun ülkemizdeki uzantısı Harun Yahyacılık bu girişimin ne ilk ne son örnekleriydi. (16)

 

“Kur’an Ayetleri ve İlmi Hakikatler”

Kompartımanlaştırılmış kafalarda din ile bilimi uzlaştırma yolunda ilk girişim Bayındır’ın “Gündüz ve Gece” mitosu değil. Daha öncekilerden Dr. Haluk Nurbaki’nin bir kitabı örnek gösterilebilir. Onyıllar önce yazılıp bugüne dek satın alınabilen söz konusu kaynağın bir de İngilizce çevirisi bulunmasaydı (17) ve Türkçe son baskısını turistlerin gezmesine sunulan bir İstanbul camisinin kitap satış vitrininde bu yıl (2011) da görmeseydim daha yeni bir kaynaktan örnekler sunacaktım.

İlginç yapıtında Dr. Nurbaki en büyük buluşlarından biri olarak (bir şekil ile) insan yüreğinde Arapça harflerle “Allah” sözünün yazılı olduğunu ortaya çıkarmakla övünmekte. Bir o kadar önemli buluşu Kur’an’dan petrol çıkarması; petrolü yeniden keşfetmesi: “O yemyeşil çayırlardan şimdi boz bulanık sular akar” sözleriyle Türkçeye çevirdiği bir ayeti (18) bakınız nasıl yorumlayarak bilimle uzlaştırmaktadır: “O çayırlar” meğer bugün gördüğümüz, ama jeolojik zamanlarda sık ve dev gibi atalarının devrilmesi, toprak altında basınç altında kalmasıyla petrolü oluşturan eğrelti otlarıymış. Üzerlerinden şimdi akan “boz bulanık sular” sözü petrolün oluşumunu anlatıyormuş. Üstelik petrolün sanıldığı gibi kuyularda uslu uslu durmayıp (batılı bilginlerin ancak 20. yüzyılda keşfedebilecekleri bir ilmi hakikati) bin beş yüz yıl kadar önceden beri apaçık göstermekteymiş.

Biyoteknolojideki gelişmeler bugünden “takdir-i ilahi” denen kalıtsal hastalıkların ana karnında saptanıp sağaltılmasına olanak verecek düzeye ulaşmış bulunuyor.

Din ile bilimi, üstelik kutsal kitap içindeki bilimsel bilgileri tıp kitaplarındakinden üstün göstererek uzlaştırma çabası gösterilen daha yeni bir kaynak Mehmet Dikmen (der.) Merak Ettiklerimiz dizisi 2. kitabı. (19) Burada, bir Alman doktorun yazıp Ayhan Halaç’ın “Bıçaksız Ameliyat” başlığıyla çevirdiği yazıda orucun sağlığa yararları sayıp dökülerek onun bir tür bıçaksız ameliyat olduğu görüşü savunuluyor. Kanıtlarından biri oruçlu kişinin soluk kokusu olup, bedene zararlı maddelerin atılışının ürünüymüş.

 

Sonuç: Düşünsel kulluk

Akıl ile imanın, din ile bilimin uzlaştığı savlarına karşı inanmanın, imanın bir “düşünme” etkinliği bir “düşünme” özgürlüğü olmadığı görüşümü bugün de koruyorum. İnanma, düşünme özgürlüğünden vazgeçme (“teslim” olma sözcüğünden türetilen “teslim olan” anlamına gelen İslam’ın çoğulu “Müslüman” sözcüğünün de gösterdiği gibi) bu özgürlüğü inanılan bir aşkınözneye ya da gerçek özneye gönüllü olarak bırakmaktır.

Ancak, inanmanın aynı zamanda bir “düşünme” eylemsizliği, bir düşünme tembelliği olduğu yolundaki, geçmişi liseyi bitirdiğim yıla dayanan görüşümü bıraktım. Bu görüşümü değiştirmeme yol açan nedenlerden biri Elmalı’nın Kur’an tefsirine göz atmam oldu. Orada insanın omurga ile kaburgalar (Ar. sulb-u teraib) arasından fışkıran bir sudan yaratıldığı ayetinin bilimsel gerçekliğini göstermek için, ayetin cima (cinsel birleşme) durumunu betimlediğine dek bin dereden su getirilişine tanık oldum. Bunun bir düşünmeme değil gereğinden çok düşünme durumu olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Böylece “kölece bir düşünme” etkinliğine yol açabileceği sonucuna vardım.

Gerçekten, maddesel üretim araçlarını denetleyen sınıflar düşünsel üretim araçlarını da tekellerine geçirmişlerdi. Egemen sınıfların temsilcisi, ideoloğu olup onların hizmetinde çalışan dinciler (din adamları) ise “kölece üretim ilişkileri” benzeri bir konumdadırlar. Az değil çok düşünce üretirler. Ancak üretimleri kölenin, serfin, ev kadınının ürettiklerine benzer, başkalarına gider. Efendilerin, beylerin, kocaların üretim araçlarıyla, onların istediklerini, onların istediği tutarda (çok) üretirler. Dinci düşünürlerin üretimi de böyledir. Özgür düşünce üreticileri değildirler. İnançlar kanalı boyunca, onun dışına çıkamadan, inandırma hedefine yönelik düşünceler üretirler.

Bu hazır düşünceler öteki kullar için bir “inanç” niteliği taşır. Kendilerinin düşünüp üretmesi gerekmez; hatta istenmez. Doğruluklarından kuşkulanmadan inanmaları yeterlidir. Dolayısıyla, hele onlar için inanmanın bir düşünme özgürlüğü olduğu hiçbir biçimde söylenemez. Kendilerine sunulan düşünceleri içselleştirerek bir “gönüllü düşünsel kulluk” konumunu benimserler. Kulluk ettiklerini kendileri de övünerek kabul etmektedirler.

Bu gerçek gerek Kutsal Kitap gerek Kur’an içinde açıkça dile getirilmiştir. İnsanların (kulların) kendilerini yönetecek özgür istence (iradeye) sahip olmadıkları, dolayısıyla Rab’bın, yani efendinin (İng. Lord) buyruklarına boyun eğip gereklerini yerine getirmelerinin kendi yararlarına, tersinin zararlarına olacağı yolunda umut ve korku duyguları yaratılan sözlerle durmadan yinelenmiştir. Bu yolla insanın hayvandan onu ayırt eden özelliği “bilen özne” olma niteliği bile elinden alınıp (19) aşkınöznelere, gerçekte, kendilerini onun temsilcisi, sözcüsü olarak atayan peygamberlere, üst düzey dincilere sunulmuştur.

 

DİPNOTLAR

1) Söz konusu sav, İslam dünyasında ve onu eleştiren çevrelerde, oruç zamanının belirlenmesinde, Kur’an’daki “ak iplik kara iplikten ayırt edilene dek yiyin için” olarak çevrilebilen ölçütün dünyanın çeşitli bölgelerinde, örneğin altı ay gündüzün altı ay gecenin yaşanabildiği kutuplarda uygulanıp uygulanamayacağı tartışmasına bir yanıt bulmak için öne sürülmüştür. Yüzeydeki bu tartışmanın altında, Kur’an’ın bilimsel doğruları içeren evrensel geçerli bir kaynak olup olmadığı gibi daha derin sorunlar yatmaktadır.

2) Birer örnek: Tevrat “Yeşu” kitabı 10:12-13’te İsrailliler’in Amorluları yenilgiye uğrattığı bir savaşta Musa’dan sonra başlarına geçen peygamber yönetici Yeşu’nun “Dur ey güneş, Givon üzerinde. Ve Ay sen de Ayalon Vadisi’nde dur” buyruğu üzerine, Amorluları kılıçtan geçirme işlerini bitirene dek karanlığın basmayıp “Güneş yaklaşık bir gün boyunca… batmakta gecikti” inancı doğa yasaları ile bağdaştırılabilir mi? İncil “Yuhanna” kitabı, 9:6’da İsa’nın bir körü iyileştirdiği anlatılan “… yere tükürdü, tükürükle çamur yaptı ve çamuru adamın gözlerine sürdü” sözleriyle açtığı gözlerin “bilimsel açıklaması” bulunabilir mi? Kur’an’da, Kamer suresinde anlatılan ayın yarılması mucizesini “kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı” sözlerinin bilimsel bir gerçekliği yansıttığını bana ay üzerindeki kanalların varlığıyla kanıtlamaya çalışan bir lise astronomi öğretmeni, dinsel ve bilimsel gerçekleri uzlaştırmış sayılabilir mi? Bir de hukuk yasaları alanından örnek vermek gerekirse, Maide:33’teki “Allah ve Resûlune karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut bulundukları yerden sürülmeleridir” buyruğunu uygulama tarzı karşısında köktendinciler ne düşünmektedir?

3) Bkz. Alexander Heidel (der. ve çev.) Enûma Eliş Babil Yaratılış Destanı, Türkçeye çev. İsmet Birkan, Ankara 2000. Ayraç Yayınevi. IV. Tablet’in 136-138. dizeleri “Ucubeyi [Tiamat’ın korkunç bedenini] kesip biçerek… ayırdı onu midye (?) gibi iki (parçaya). Yarısını yerleştirip yukarı, göğü yaptı (onunla) yere dam olsun diye” sözleriyle Babil baştanrısı Marduk’un güneşi, ayı, yıldızları ve insanı yaratma eylemine başlayışı anlatılmaktadır.

4) Bkz. S.H. Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, çev. A.Şenel Ankara, çeşitli yıllardaki baskıları, İmge Kitabevi, “Ugarit Mitolojisi” bölümü.

5) Bunun yazılı tarihe geçebilmiş en açık örneği Kutsal Kitap, Eyüp 38’de, Rab’bın dünyayı yaratışı sırasında, sabah yıldızları birlikte şarkı söylerken, denize “Buraya kadar gelip öteye geçmeyeceksin / Gururlu dalgaların burada duracak” sözleridir (bkz. ve krş. S. H. Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, “İbrani Mitolojisi” bölümü). Kur’an’da da doğa güçlerinin özneleştirildiği, onlar üzerine and içildiği birçok ayet bulunmaktadır. Örneğin Ahzâp 72’de “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular, onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”

6) Örneğin bkz. “Erkenbilimden Bilimsel Bilgi Çağına Bilim ve Bilimciler”, Bilim ve Gelecek, sayı 33, s.14: Siyasal Düşünceler Tarihi (1996 baskısı) s.276 ve İnsanlık Tarihi, s.207.

7) Krş. Marx-Engels, Alman İdeolojisi, çev. Hüseyin Boz, İstanbul, 1976, Taban Yayınları, s.68.

8) Bu tür bireysel trajedi durumlarına kutsal kitaplardan ve yaşamdan çocuğunu kurban etme girişimleri verilebilir.

9) Bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.128; krş. Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi, İstanbul, 2008, Bulut Yayınları, s.130.

10) Bkz. Şenel, s.143; Timuçin, 141.

11) Bu konuda, yazının konusu olan tartışmanın (gece ile gündüzün güneşten bağımsız varlıklar oldukları savının) kahramanı İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Süleymaniye Vakfı Din ve Fıtrat Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır ile doğa tarihi ve canlıların evrimi hakkındaki bir kuramıyla dünya akademik çevrelerinde ilgi toplayan Cumhuriyet Bilim Teknik eki yazarı Prof. Dr. Celal Şengör arasındaki daha eski bir tartışma incelenmeye değer görünmektedir.

12) Ayetin İngilizce J. D. Davood (Penguin,1974) ve Maulana Wahiduddin Khan (Goodworks Book, Türkiye 2009) çevirilerinin Türkçe çevirisinden tek önemli farkı, dağların sağlam (İng. firm) olduğunun belirtilmesidir.

13) Gerçekten en sık ve en büyük sarsıntıların görüldüğü bölgeler, Güney Amerika’da And Sıradağları ülkeleridir. Japonya’daki Fuji gibi yanardağların çevresidir. Avrasya Fayı ile Dakka (Hindistan) Fayı’nın 25-30 milyon yıl önce birbirlerine yaklaşıp yüklenmelerinin sonucu olarak yükselen Himalaya Sıradağları, onun uzantısındaki Zagroslar, Amanoslar, Toroslar’ın etekleri, Gılgamış Destanı içinde sözünün edildiği tarihlerden beri en şiddetli yersarsıntısı bölgeleridir. Bu bölgelerin çoğunda (Pakistan’da, Afganistan’da, İran’da, Türkiye’de) İslam halklarının yaşaması yer sarsıntısını “Allah’ın cezası” olarak yorumlayanların bir başka açmazıdır.

14) Ersuyunun çıktığı yer olarak aynı ayetin Davood çevirisinde “bel ve kaburgalar” (İng. The loins and the rib) Khan çevirisinde “omurga, belkemiği ve kaburgalar” (İng. the backbone and the brestbone) gösterilmiş.

15) Bkz. Peter Forbes, The Origin of Our Species (2011).

16) Bu girişimin evrimcilikten yana bir çeşitlemesi için bkz. A.Şenel “Yaratılışçılığa Karşı Bir Hıristiyan Bilimcinin Evrimciliği Savunan Savları”, Bilim ve Gelecek, sayı 72, s.14-25.

17) Bkz. Dr. Haluk Nurbaki, Kur’an Ayetleri ve İlmi Hakikatler, çeşitli baskıları ile İngilizce çevirisi Verses from the Glorious Koran and The Scientific Facts, Diyanet Vakfı Yayınları, 1993.

18) Krş. A’lâ suresi 4-5: “O yeşillikler bitmiştir; sonra da onları siyah çerçöpe çevirmiştir.” Bu çeviriye bakılarak, Dr. Nurbaki’nin çevirisinin daha çok savına göre ayarlanmış bir yorum niteliği gösterdiği söylenebilir.

19) Örneğin bkz. Nur 19: “Allah bilir siz bilmezsiniz” ayeti.

Önceki İçerikGece ve gündüz nedir, nasıl oluşur?
Sonraki İçerikBüyük Fransız Devrimi