Ana Sayfa 90. Sayı Peki, sana biliminsanı demeyelim…

Peki, sana biliminsanı demeyelim…

S.Erdem Türközü , Forum

195

“Cerrahpaşa Tıp Fakültesi eski öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta”nın yazdıklarına en uygun sıfatı Pınar Öğünç, 22 Haziran 2011 tarihli söyleşisinde bulup yazmış: “cinsiyetçi gösteri” (1)

Biliminsanı ve bilimkadını kavramlarına karşı çıkan ve bunu da redactio ad absurdum (saçmaya indirgeme –bilim travestisi) yöntemini, nefret söylemiyle harmanlayarak savunan birini görünce ister istemez 59. Hükümet’in Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un “Hatırım için, Ani değil Anı diyin” dediği günleri hatırladım. Komik ve tonton olduğunu sanan bu teyzelere ve amcalara ne komik ne de tonton olmadıklarını hatırlatmak gerek.

Dilin doğal bir kendilik (entity) olduğu varsayımından hareket eden Küçükusta gibiler, dile bariz bir müdahale gibi gördükleri girişimleri boşa çıkarmak için çaba gösterseler de onlara söylenecek tek bir şey vardır: Geçmiş olsun…  Dil tüm insan etkinlikleri gibi bir yapıntıdır (artifact) ve aynı zamanda bir hegemonya mücadelesi alanıdır. Kimilerinin sandığı gibi ortada bir “akıllı tasarım” yoktur: dil tamamen insanlığın biyolojik-kültürel evriminin ürünüdür ve Küçükusta bu konuda yazmak ihtiyacı duyduğuna göre mücadele artık Türkiye’de de kazanılmıştır.

  1. yüzyılda toplumsal hareketlerin ilk dalgasının yükselişinin dil açısından iki önemli sonucu oldu. Henüz kendi nesnesine -milletine/ulusuna- sahip olmama anlamında geç kalmış ve henüz bir gelenek icat etmek zorunda olan kültürel milliyetçilikler, nesnelerini oluşturma kaygısıyla dilde sadeleştirme ve özleştirme üzerinde yoğunlaştı. Önce yeryüzündeki tüm dillerden mümkün olduğu kadar az etkilenmiş, dünyanın en güzel dili olmalıydı ki, onu konuşan insan topluluğu bir millet/ulus olarak kendisini kurabilsin/kurgulayabilsin ve böylece de sadece kendisine ait bir devlete sahip olma hakkını talep edebilsin. Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı sorunlar bile İttihad ve Terakki’nin bu sadeleştirme çabalarını sürdürmesine engel olamadı.

Toplumsal hareketlerin diğer dalgaları da milliyetçilikler kadar olamasalar da dile dönük girişimlerde bulundu. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde işçilerin temsilcileri, kendilerine amele değil işçi denmesini talep etti. Bu, yüzeysel bir talepmiş gibi görünebilir ama insanın – sadece adamın değil- dil ve kavramlar aracılığıyla düşündüğünü göz önünde bulundurduğumuzda hiç de öyle değildir.

Aynı dönemde feministler de patriarşinin kendisini dil aracılığıyla doğallaştırarak, meşrulaştırdığı savunarak dilin erilliğine karşı mücadeleyi yükseltti. “History of Mankind”ın (2) yazıldığı dönemleri çoktan geride bıraktık. Artık insanlık tarihini sadece erkeklerin yapıntısı olarak okumak zorunda değiliz. Feminist mücadele tüm dünyada önemli kazanımlar elde etti. Bu mücadele sayesindedir ki kadınların görünür emeği artık eskisi kadar görünmez değil ama katedilecek daha uzun bir yol var.

Öyle ki kendi anlam dünyalarında feminizmin yarattığı çatlağı fark eden Küçükusta gibi patriarşinin yılmaz bekçileri,  bu “doğal olmayan” ve “bilimsel olmayan” sürece karşı kendi alanlarının sınırlarını işaretleyerek, koruma çabası içine girdi. Hâlâ kendi alanlarına kadınların yaptığı katkıyı görmezden gelerek ve onların sırtına basarak ayakta durmaya çalışıyorlar. Evet pek matah bir şeymiş gibi patlayıcılar konusunda uzmanlaşmış Alfred Nobel’in vicdanını rahatlatmak için vermeye başladığı ve mirasçılarının da sürdürdüğü Nobel ödüllerini alan kadın sayısı şimdilik az.

Ammavelakin, tıp ve sağaltım salt doktorların at oynattıkları bir alan değildir, geçmişte de değildi bugün de değil: Bu satırların yazarı neredeyse tamamı kadınlardan oluşan hemşirelerin katkısı olmaksızın doktorların ne yapabileceğini hep merak etmiştir. Birileri hemşire olmaya zorunlu olduğu/zorlandığı için, Küçükusta’lar doktor olabildi: Yakın zamanlara dek kadınların rekabetinden kurtulmuş erkekler uzmanlaştı ve “toplumun saygın bireyleri” haline geldi. “Yardımcı sağlık personeli” dendiği her seferinde aslında doktorların yaptığı işe eşdeğer bir işi yapan kişilerin emeği görünmez kılınıyor. Yardımcı işi yapan biri varsa tali işi yapan biri de var.

Hepimiz yaptığımız işin “anlamlı” olmasını isteriz ve kimse sadece para için -hadi biraz daha zorlayalım ve daha “anlamlı” bir şekilde ifade edelim, sofraya ekmek koymak için- çalıştığını kabul etmek istemez. Ama kapitalist toplum bir “anlam yitimi”yle maluldür: üretim sürecinin hızlandırılması adına işin parçalara bölünmesi ve işi yapanın işin bütününe hâkim olamaması bu anlamsızlaşmanın temel nedenidir. Ne yazık ki üniversiteler de bu sürecin dışında kalamadı. Üniversitelerin değeri, insanlığın ortak bilgi birikimine yaptığı katkıyla değil kapitalist üretim sürecinin maliyetini düşüren teknolojilere yaptığı katkıyla ölçüldüğünden, üniversiteler de kuruluş ideasından çok şey yitirdi. Her şeyden önce birer meslek edindirme merkezi haline geldiler.

Bu da üniversite çatısı altında faaliyet gösteren herkesi bir anlam arayışı içine soktu. Bu bağlamda tıbbın bir bilim olduğunu düşünmek de bu anlam arayışının bir parçasıdır. Günümüz tıbbı insanın yeniden üretim maliyetinin düşürülmesini hedefleyen bir faaliyettir. Tıp, diğer tüm uygulamaya dönük meslekler gibi, bilimsel yöntemleri kullanan bir uygulamadır ve herhangi bir mühendislik dalından bir farkı yoktur. Bir mesleğin öğretildiği kurumun, üniversitelerin çatısı altında yer alıyor ve o mesleği öğretenlere akademik sıfatlar veriliyor olması, o mesleği öğretenleri biliminsanı kılmaz. Küçükusta da bu nedenle ne biliminsanıdır ne de bilimadamı.

Ayrıca bir insanın o mesleği yapmadığı durumlarda bile (diyelim emekli olduktan sonra), o mesleği icra ederken kullandığı sıfatları kullanıyor olması, kendisine güvensizliğin bir göstergesi olarak okunabilir. Sıfatlara sıkı sıkı yapışmanın bir güvensizlik sorunu olmadığı durumlardaysa, kişi o sıfatları kullanarak çıkar elde etme peşindedir. Bunun en güzel örneklerini 12 Haziran seçimlerinde gördük. Birçok adayın, vekil olma yetkinliğini kanıtlamak için kendisini akademik sıfatlarla tanıttığını gözlemleme şansımız oldu. (3)

Ama bugünler de geçecek ve bir gün gelecek sözü söyleyen kişinin adının başındaki sıfata, cinsiyetine, cinsel kimliğine, ait olduğu etnik gruba vs. bakılmayacak. Sadece söylediği sözün anlamı üzerinde düşünülecek. Ve o zaman geldiğinde insanlığın ortak mirası üzerine bir tarih çalışması daha yapılması gerekecek.

 

DİPNOTLAR

1) Pınar Öğünç, “’Bilim lezbiyeni’ meselesi”, Radikal Gazetesi, 22 Haziran 2011.

2) UNESCO insanlığın ortak mirasını ortaya koymak için bir insanlık tarihi yayınlamaya karar verdiğinde seçtiği ad buydu ve ilk cilt bu adla yayınlandı: “İnsan/Erkek Türünün Tarihi”. Aradan geçen yıllarda feminizmin ikinci dalgası gerçekleşti; UNESCO yeni bir insanlık tarihi yazılması gerektiğine karar verdi ve yeni metnin adı “History of Humanity”dir.

3) Oysa bu adaylar uzmanlık alanlarının, yapmaya talip oldukları vekillikten kendilerini uzaklaştırdığının farkında değil görünmektedir. Vekil olan aslî olana mümkün olduğu kadar benzemelidir ki vekilliği yerine getirebilsin. Bir de bu benzeme işini sağa sola küfrederek yerine getirdiğini düşünenler de vardır ki onlara örnek göstermek gereksizdir.

 

  1. Erdem Türközü

 

Önceki İçerikZombi karıncaların beynindeki mantarlar
Sonraki İçerikFeza Gürsey Enstitüsü’nü savunalım