Ana Sayfa Dergi Sayıları 99. Sayı ‘Y’* harfiyle başlayan tepkisel bir söylem ya da bir ses bin bir...

‘Y’* harfiyle başlayan tepkisel bir söylem ya da bir ses bin bir renk üzerine

229

Ahmet Özbek

Bir yazıya, bir harfin çağrıştırdığı olumsuz söylem içeren bir başlıkla başlamak pek de anlamlı değil; ama Fazıl Say’ın düşüncelerine ve söylediklerine ancak bu şekilde ‘gönderme’ yapılabilirdi. Öncelikle söyleyeyim; konu bu an için güncelliğini yitirse de, arabesk tarzı müziğin sosyolojik dayanaklarını ve nedenlerini biz her an tartışmaya devam edeceğiz. Sorun, bu duruma sağlıklı bir açıklama getirme sorunu belki de. Öncelikle ‘olanları’ kısa bir anımsamayla gündeme taşırsak, gördüğüm kadarıyla, Fazıl Say’ın, belki de ‘beyninde fazla tartışma konusu biriktirmesi’ sonucu, (eğer varsa) toplumsal dayanaklarını da açıklamaksızın, pek acele ve biraz da düşünmeden söyledikleri üzerine, bir televizyon kanalında alelacele toplanan, genelde ‘popüler’ isimlerden oluşan ve modern müziğe ve sanata karşı duruşları belli müzisyen topluluğunun, bu konuyu ‘savunma yapmak’ dışında müziksel anlamda tartışabilme olanakları da, çağdaş anlamda yeterlilikleri de yoktu. Tıpkı yoksul ve acılı kalplerin sömürülmesinden yararlanarak yaptıkları rant kavgasının sonuçlarının bilincinde olmadıkları gibi. Bu nedenle haklı olabilecekleri birkaç küçük konuda bile müziksel birikimleri anlamlı bir savunma yapmalarına yetmedi. Acı olan şeyse ülkeyi neredeyse bir ‘ince hastalık’ gibi sarmalamış ve verdiği zarar tartışılmaz boyutlara ulaşmış bir müzik türünün temsilcilerinin, bu müziğin kaynağı, ortaya çıkışı, diyalektik anlamda kalitesi, diğer müziklerle karşılaştırılabilmesi üzerine hemen hemen hiçbir şey söylemiyor oluşlarıydı. Aslında sorun arabesk müzik de değil. Yürüyüşümüzde, düğünlerimizde, Mercedes arabalardan sokağa atılan izmaritlerin ‘atılma biçiminde’, kısacası her tür kabalığımızda, arabesk ötesi bir çirkinliğin varlığını yok saymak olanaksız.

Genel anlamda arabesk müziğin ilk ortaya çıkışı, “gecekonduların, şehir zenginliğine direnen” talihsiz yaşamların varlığıyla özdeşleşen bir şeydi. Bu durumu sayın Timur Selçuk, “Arabesk, yabancı pop’un yaydığı kültürel emperyalizme kahramanca direndi” diye açıklıyordu bir televizyon söyleşisinde. Bu söyleme katılmamak da, bence geçmişteki durumu sorgulamak anlamında mümkün değildi. Ancak gün geçip de bu tarzın, yalnızca icra edenini zenginleştiren, zayıf ekonomik coğrafyalardan pahalı, varlıklı ancak biçimsel çirkinliğin kol gezdiği mekânlara ulaşarak anlamsal bakımdan bir değişim geçirmesi günümüzün bilinen sorunu. Ben sayın Fazıl Say’ın itirazının bu yönde olduğunu sanıyorum. Aslında dünyaca ünlü bir çoksesli müzik sanatçısının bu konulara girmesi, yurtseverlik temelinde algılanabilecek toplumsal bir tartışma başlatması, kendi adına bir ‘duyarlılık’ taşıyor.

Ben bu ilkeli duruşu sevgili tenor Bülent Bezdüz’de de gördüm. Kariyerlerinin görkemliliği nedeniyle başka bir ülkede mutlu ve rahat yaşamayı seçebilirlerdi bu insanlar; oysa onların, geçmişin halk sanatçılarından ve toprağın şu anki ‘acı kokusundan’ hiç de ayrı durmayan bir sanatçı kimlikleri var; ne yazık ki sanatın diğer dallarında hasret kaldığımız, sanata ve ülkeye evrensel bakışı yansıtan bir eylem biçimi bu. Ancak bunun yetersizliği de, çoksesli ve de modern müziğin, dar bir çevrede, adeta bir ‘kulüpçülük’ sınırlamasıyla ve de yalnızca kapitalist çerçevede değerlendirilebilecek bir biçimde sesini duyurabilmesinin nedenleri de bir yana atılabilecek şeyler değil. Sanatın ulusallığı ve evrenselliği konusunda pek çok sanatçıyla ayrı düşüncede olduğumuzu düşünmüyorum. Ancak estetik değerlerin ‘renginden’, gün gün kabalaşan ve acısını ifadede de sorunlar yaşayan koskoca bir halk kitlesinin neden yararlanamadığını sormak yalnızca sosyologların ve gerçek aydınların görevi değil: sanatçıya da bu konuda büyük görevler düşüyor, insanına ulaşma konusunda. Bunu yapmayan bir sanatçının, çevresindeki ‘sanata bakış problemini’ de yadırgamaması gerekiyor. “Ben müziğimi yaparım, gerisi dinleyenlerin sorunu” diyerek eğitimsel olanakların yokluğundan söz edenlerin, halkı estetik açıdan eğitme görevini zaten sanatsızlığı bir politika edinmiş bir devlet yapısına bırakmanın da anlamsızlığını da görmeleri gerekir. Bu konuda öylesine iç yakıcı şeyler var ki: Örneğin, ünlü piyanistimiz Gülsin Onay, (sanırım New York’ta yaşıyor) durmadan, yorulmadan, sözgelimi, “Salzburg konseri müthişti, Bodrum’da, Güllük’te seçkin bir izleyici topluluğu vardı” demeyi yinelerken, burjuvazinin de burjuvaziyi bile gerçekleştirememiş bir yapının da, insanına yabancı estetik söylemini gerçekleştiriyor sanki: Ona “Hakkari’ye Varto’ya, Batman’a da gidecek misiniz?” şeklindeki (özel olarak kendisine soruldu bu soru) sorduğum sorular da yanıtsız kalıyor ne yazık ki. Ayrıca “Lübnan’ın yemekleri bir farklı” şeklindeki sözünün, “Oradaki acıdan önemli mi bu olay?” sorumla yanıtlandığında da, karşı yanıt alamadığım gibi.

Aslında arabeski yaratan sorunlardan habersiz olduğumuz taktirde bu tür söylemlerin de pek anlamı da yok. Ancak son otuz yılda negatif bir evrim geçiren arabesk, bizim bildiğimiz müzik ve eylem tarzı değil artık; bunun nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ayrıntılarıyla anlatmıştım yukarıdaki satırlarımda.
Şimdi, bir müzik tarzını, bir yaşam biçiminden, bir ülke düzeninden, hatta şiir, roman, sinema gibi sanatlardaki bozulmalardan soyutlamak neredeyse olanaksız gibi; bir de batı tarzının çok kötü kopyası olan bir ‘pop’ müzik tarzından… Bunlara bakarak Fazıl Say’ın söyleminin, ya da çok sevimli durmayan söyleme biçiminin, bir açıdan eksik kaldığını söyleyebilir miyiz? Bu bir soru. Yani sevgili Fazıl Say, o ‘bir olaya çok yönden bakma’ yetisini sınırlamış olabilir mi? Daha da somut açıklarsak, karşılığı resimde kübizm olan dördüncü boyuttan bakılabilir mi bu duruma: önyargısız olarak bunları araştırmalıyız, diyorum ben. Eksik kalan dördüncü bakış açısının, ilkel acılar yaşayan bir toplumun, soylu dışavurumlar gerçekleştiremeyeceği gerçeği üzerine kurulup kurulamayacağı olduğu söylenebilir mi acaba? Bence üzerinde durmamız gereken şeylerden biri bu; yani sorunu kaynaklarından bağımsız olarak ele alamama gibi bir düşünce söz konusu sanki bu tür çıkışlarda.

Bu soru bence üzerinde dikkatle durulması gereken bir ayrıntıyı içeriyor. Örnekse, sınıf ayrımının, kapitalizmi -ne kadar olabilirse- insanına yaklaştırmaya çabalayan yönetim biçimlerinin (ki, bu tür ülkelerin insanına dürüstçe yaklaştıkları çok tartışılır) çok uzağında olan ve neredeyse kültürel anlamda tam bir deprem yaşayan Türkiye’nin insanının da, ‘toprağa ekilen şeyin, doğayı tehdit eder duruma gelmesinden’ dehşet duyan aydınlarının, yöneticilerinin düşüncelerinin tersine, kendini ifade etme biçimlerinin, bizi rahatsız etse de nereden bakarsanız bakın, bir insani ihmal sonucu olduğunu söylemek zorundayım. Sanatçı bu ülkede toplumunu aşağılıyor, onlara karşı bir görevi olduğunu düşünmüyor/kabul etmiyor, sonra da onları eleştirirken (haklı bile olsa) suçun tamamını sistemden bağımsız olarak algılayıp, hoyrat bırakılmışlığın suçunu onlara yüklüyor. Aristokrasinin, kaba ve cahil bir burjuvaziyle birleşmesi sonucu ortaya çıkan bu ‘manzarada’, sevinçlerini, acılarını ifade etmenin tek yolunun ‘sınıf atlamadan’ geçtiğini düşünen bir (bizim aydınımıza göre) alt tabaka insanının, Güstav Mahler’le estetik bir akrabalık kurmasını beklemek de eşyanın tabiatına aykırı bir şey. Sözünü ettiğim, kendisini üst bir sınıf olarak görenlerin ise, sisteme uymak koşuluyla yaşamlarında (sevgisizliği saymasak) insani acılarla tanışma olasılığı yok gibidir. Bu durumda, güzeller güzeli bir genç kızın, her gün peşinden dakikalarca yürüyüp yürüyüp de tek söz edemeden evine dönen yoksul delikanlı, aynı kızın kendi ‘çevresindeki’ sahte parıltılarla dolu bir gencin arabasına binip de son sürat uzaklaşışını gördüğünde, çektiği acıyı çözme şansı da, bunu çağdaş bir biçimde ifade etme şansı da yoktur. Bu kişinin “Şofördüm vermediler” söylemiyle, bizim öfkelendiğimiz müzik tarzıyla özdeşleşmesi de bizim için şaşırtıcı olmamalı.

Türkiye’de arabesk, Ahmet Sezgin’le, Nuri Sesigüzel’le hatta Arif Sağ’la başlama sinyalleri verirken, gerçekten de yetenek anlamında da müzik bilgisi açısından da hiç de ‘boş’ olmayan Orhan Gencebay’ın kaba acının müziğinin ‘prensi’ oluvermesi de bir rastlantı değil. O dönemlerde doğal sanılacak bu direniş ve yükseliş eylemi, günümüzde çirkinleşmiş yaşam biçimlerinin, çarpık ve kültürel kimlikten uzak zenginleşmelerin sonucu olarak, salt Fazıl Say değil, incelikli düşünenlerin de artık “yeter” diyebileceği noktaları çoktan aşmış görünüyor. Bu tür bozulmanın aslında anıtsal özellikler taşıyan Klasik Türk Müziği adına da bir rant kapısı olarak değişim geçirmesi de anlattığım nedenlerden dolayı, şaşırtıcı değil. Ancak, bir Türk sanatçısının eleştirel sözlerinin, her açıdan olduğu gibi sanatsal açıdan da geri bıraktırılmış bir halk kesimini hedef almadığını ummak istiyorum. Çünkü onlar ilkel acılarını ilkel bir expresyonizmle ifade ettiler, acının estetik anlamını bilmedikleri, öğrenme şansı bulmadıkları için. Kaldı ki yaşamımızın tamamı estetik olmak zorunda değildi. Örnekse, çoksesli müziğin ulusal ve evrensel bir değeri olan Fazıl Say’ın zaman zaman arabesk kimliklerle olan gönül bağlarının yadırganmaması gerektiği gibi. Bir de şu var: Fazıl Say bu tür ‘birlikteliklerinde’ o birlikte olduğu kişileri sanatsal anlamda eğitebilmiş midir? Bu da yanıtı çok net “Hayır” olan bir soru.
Başka bir olay daha var: Türk şiirinin bir yıldızı olarak parıldayan Murathan Mungan’ın, Müslüm Gürses’le olan müziksel ilişkilerinin bu sorularla dolaylı bağı da epey karmaşık.
Olayın diğer bir yönü ise Orhan Gencebay’la başladığı söylenen (ancak bence tarihi daha farklı zamana ve adlara dayanan) bir müzik türünün kendi içinde evrim geçirerek gün gün çirkinleşebilmesi. Oysa yazar Selim İleri’nin “Ben arabeski bile zarif buluyorum; çünkü duygudan söz ediyor”; Firuzan’ın “Ben Mahler’i de Orhan Gencebay’ı da dinleyebilen, algılayabilen biriyim” sözleri; Enis Batur’un, Gencebay’dan söz ederken “Anlaşılmakta geç kalınmış bir Türk aydını” benzeri nitelemeleri, arabesk müziği yok saysak da Orhan Gencebay bakışına özel bir sayfa açmamız gerektiğini söylüyor sanki. Orhan Gencebay’daki kısmen incelikli gerçekleşmiş bir hüznün, kabalıktan törpülenerek oluşturulmuş bir yarımlık olduğunu ben de duyumsayabiliyorum, ancak böylesine birikimli olduğu söylenen bir insanın neden müziğine bunu yansıtamadığına da şaşırmamak olanaklı değil.

Arabeskin yalnızca kaderci bir söylem biçimi olduğunu söylemek sanırım bir ölçüde eksik kalıyor gibi. Yani nüfusunun binde dokuz yüz doksan dokuzu inanan kişilerden oluşan bir ülkenin zaten ‘yapısı’ kadercidir; şarkılardaki sözcüklere takılmak gerekmiyor bunu anlamak için. Kaldı ki “Mevsim bahar olunca… yaşamak ne güzel “dediğinizde arabesk’ten uzaklaşmıyorsunuz; ya da çok sesli bir müzik yaparken onu kaderci söylemlerle bezerseniz o da arabesk olmaz. Bunun örneklerini, pek çok klasik müzik sanatçısının yapıtlarında görmek mümkün. Sanırım günlerdir üzerinde tartıştığımız bu müzik tarzı, özellikle kalitesizliğiyle bazı yargıları hak ediyor; salt sözleriyle değil.
Sanat bir eylem biçimi olur da; herkes, her sanatçı, her sanatsever ülkesinin acı kokusunu duyarsa içinde, bütün sanatsal ve insani çirkinlikler gün gün azalacaktır. Acaba bunu mu yapıyoruz, ne dersiniz? Ayrıca önemli olan, bütün sanatlarda çoksesli eylemleri küçük bir ‘adacıkta’ dedikodu ortamlarında, kendi aramızda paylaşmak yerine, bu insanüstü sanatsal gösterilerin koskoca acılı bir halka ulaşmasını neyin engellediğini araştırmaktır. Bizler, sanatın çeşitli dallarıyla uğraşan insanlar olarak, Ravel’in, Picasso’nun, Tolstoy’un şartlandırdığı bir bakışla sanata, ya da sanat olmayana bakamayız; yüzde yüz emin olduğumuz konularda bile karşı görüşü yok saymayan bir objektiflik gerekiyor bize. Bu açıdan eylemine bir ölçüde katıldığım Fazıl Say’ın ‘söylemine’ katılmakta zorlandığımı belirtmeliyim.

(*) Kıyameti koparan sözler: Yani Fazıl Say’ın “Arabesk’in yavşaklığından utanıyorum” şeklindeki sözleri üzerine.