Ana Sayfa 102. Sayı İslam Medeniyeti: Kan kardeşlikten yağma ve talana

İslam Medeniyeti: Kan kardeşlikten yağma ve talana

296

Mehmet Harun Özer

İslam Medeniyetine yönelik inceleme-eleştiriler yapılırken sıkça yinelenen: “İslam’ın daha doğuşundan itibaren yağma ve talan üzerine kurulu bir din olduğu” yanlı ve yanlış yargısı bu yazının kaleme alınmasına sebep oldu.

Genelde yaptığım tartışmalarda ilk olarak şunu belirtirim: İslamiyet’i sadece bir din olarak değerlendirdiğimiz sürece aslında farkında olmadan onu kutsamış ve ortaçağcı güçler ile aynı kefeye düşmüş oluruz. İslamiyet’i doğru anlamak istiyorsak; öncelikle onun bir medeniyet olduğunu kavramamız ve onu medeniyetin işleyiş kanunları içerisinde ele almamız gerekiyor.

O zaman ilk soru “İslam Medeniyeti nasıl kuruldu?” olmalı.

Burada “nasıl?” sorusu yöntem gereği can alıcı sorudur. “Neden?” ya da “niye?” soruları amacı açıklamaya yöneliktir ve bize bir şey katmaz, olayın oluşu hakkında objektif bilgi sunmaz.

İslam Medeniyeti nasıl kuruldu?
İslamiyet’in doğuş koşullarındaki Mekke ve Medine’den yola çıkalım… Mekke bir ticaret başkenti konumunda olmasına rağmen, Kâbe’de her kavimin putları bir arada durabiliyor. Hiç de bize Cahiliye dönemi olarak anlatılagelen olumsuz şekilde değil. Tersine, kavimler-kabileler barış içerisinde güven ile buraya gelip, Kâbe’ye tanrılarını teslim edip alışverişlerini yapıyorlar. Bu alışveriş elbette ki sadece ticari değil. Mekke’ye gelen konar-göçer kabileler ve yerleşik toplum kervanları, tüccarları, pazarlar, panayırlar, şiirler, müzikler aracılığı ile kültürel alışverişlerde de bulunarak işlerini tamamlayıp yurtlarına dönüyorlar.

Bu bize neyi gösteriyor: Mekke de yerleşik hayata geçilmiş olsa da hala kabilelerin hüküm sürdüğünü. Her tanrının dolayısı ile her kabilenin putunun eşit olduğunu. Medeniyetin temel özelliği olan yazı+para+devlet üçüzünden temel ayak olan devletin henüz olmayıp, kabileler demokrasisinin halen ayakta olduğunu… Dolayısıyla Mekke’nin henüz medeniyet aşamasında değil de konar-göçer toplumdan yerleşik topluma yeni geçmiş ama henüz “medenileşememiş” yani medeniyeti tüm kurumları ile yerleştirememiş bir geçiş sürecinde olduklarını, göçebe toplum hayatı izlerinin halen canlı olduğunu gösteriyor.

Medenileşmemiş derken bunu bir aşağılama olarak kullanmadık. Tersine insancıl anlamda medeni insan, sınıflı toplum ilişkileri içerisine bataklığa batarcasına girmiş insandır. Dolayısıyla köle-efendinin, ezen-ezilenin olduğu, sömürünün haklı çıkarılabilmesi için yalanın kol gezdiği, insani değerler açısından çürümüş toplumun diğer adıdır medeniyet.

Medine ise medeniyet yolunda Mekke’den daha çok yol almış. Göçebe kavimlerin tersine yerleşik düzene geçmiş, medeniyetin kurumları ile var olduğu, göçebe toplumda hayati derecede önemli olan kan (İngilizcede gens olarak geçiyor. Hikmet Kıvılcımlı ise Türkçede kan olarak kullanıyor. Ben de kan’ı tercih ettim.) bağlarının daha da çözülmüş ve bunun doğal sonucu sınıf farklılıklarının daha yoğun ve keskin olduğu kent Medine. Tefeci-bezirgânlığın ilerlemiş, halkın üstüne asalak bir kene gibi yapışıp kan emdiği kent Medine. Özellikle Yahudi tüccarlardan bıkmış olan halkın kardeş toplum günlerini daha çok özlediği bir kent Medine.

İslamiyet, işte bu kan kardeş toplumdan, medeniyete yani sınıflı topluma geçiş döneminde ortaya çıkıyor. O yüzden olsa gerek, Kur’an-ı Kerim bu her iki toplumun da etkilerini, izlerini, özlemlerini bağrında barındırıyor. İslamiyet’in yayılması ve bir medeniyet haline gelmesi döneminde daha çok ön plana çıkan, ezilen kitleler tarafından benimsenen yan, özellikle konar-göçer toplumun o eşitlikçi değerleri oluyor.

Çağının devrimcisi Hz. Muhammed
Medine’ye gider gitmez tefecilerden bunalan halkın acılarını görüyor Hz. Muhammed ve faizi kesin bir dille yasaklıyor. Bununla kalmıyor, Kur’an’ın ikinci ve en uzun suresi Bakara’da tam on üç kez malınızı, mülkünüzü infak edin diyor. Yani malın, mülkün ihtiyacı olanlara paylaşılmasını savunuyor.

Neyi infak edecekleri sorulunca: “Ve sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Helal kazancınızın, size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.” diyerek malların paylaşımını Tanrı buyruğu haline getiriyor.

Yani kendinize yetecek kadarını alıkoyun, gerisini ihtiyacı olanlara dağıtın. Bizim de savunduğumuz bu değil mi? Bu, gerçek sosyalizmin özü: Herkese ihtiyacı kadar prensibi değil mi? İşte sadece bu bile Hz. Muhammed’i çağının devrimcisi yapmaya yeter: Bilimsel sosyalizmin kurucularından neredeyse 1200 yıl önce sadece sezileri ile bunu yaşama geçirmeye çalışmak…

Burada bir parantez açalım ve yanlış anlamaya izin vermeyelim: Bu yazılanlardan İslam’ın günümüzde olumlanması gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Kendi çağında ilerici bir yanı olsa bile bu durum kendi koşulları içerisinde değerlendirildiğinde geçerlidir. Günümüzde bunları savunmak ortaçağın karanlığını savunmak anlamına gelir. Tarihin tekerlekleri çoktan ilerledi ve İslam da medeniyetler müzesinde diğer medeniyetler ile birlikte tozlu raflarda yerini çoktan aldı…

Hz. Muhammed’i çağının devrimcisi yapan, İslam Medeniyeti’nin kurucusu ve doğal önderi yapan bir başka özelliği de onun olağanüstü gerçekçi bir kişiliğe sahip olmasıdır… Gerçekçi kişiliği sayesinde çok önemli bir önsezisi daha var Hz. Muhammed’in: Süreç içerisinde sınıflı topluma geçişin kaçınılmaz olduğunu görüyor. Ve köleliği kınasa da faiz gibi kesin bir dille karşısında durmuyor, duramıyor… Yasaklayamıyor… Çünkü yeni toplumun, (aslında kendisinin yaratacağı medeniyetin de -yn) ekonomik temelini oluşturuyor kölelik! Ne kadar insanlık dışı olduğunu bilse de engellemek istese de köleliği yasaklamanın hem kendisini hem de daha doğmamış medeniyetini zora sokacağını, yaratmaya çalıştığı hareketin daha doğmadan yok olacağını, gelişemeyeceğini görüyor. O yüzden sadece kölelerin azad edilmelerini salık veriyor. Bunu İslam’ın şartı haline getirmiyor, getiremiyor.

Dikkatli bakınca Kur’an’da; sınıfsız kardeş toplumun özlemleri (faizin yasaklanıp, infakın yüceltilmesi gibi vb.) ile sınıflı toplumun özlemlerinin (köleliğe göz yumularak onanması gibi vb.) birbirlerine tezat olmasına rağmen bir arada yer aldığı onlarca farklı örnek bulabiliriz…

Amacım İslam Medeniyeti’nin çıkış döneminde hem ekonomik hem de sınıfsal dayanaklarını gözler önüne serebilmek ve onu şekillendiren mayanın sadece yağma ve talan olmadığını anlatabilmek.

Ezilenlerin sesi olan İslam yerini egemenlerin sesi İslam’a bırakır
Her medeniyetin başına gelen, kaçınılmaz bir biçimde İslam’ın da başına gelecekti ve geldi de. “Medeniyet ilerledikçe, eşitliğin ve kan kardeşliğinin yerine eşitsizlik kanunlaşıp, zulüm geçer.” (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm) kanunu İslam Medeniyeti için de geçerliydi.

İslam, kabile demokrasisini yıktığı ölçüde başarılı oldu, bir medeniyet haline geldi ve yayıldı. Ancak bunu her yaptığında aslında kardeş toplumu da ekonomik anlamda baltalamış, sınıflı topluma geçişi ayak bastığı topraklarda hızlandırmış oldu.  Bir dönem ezilenlerin sesini ve özlemlerini dile getiren İslam giderek egemenlerin sesi oldu.

Eşitlikçi toplumun arzuları daha kısık sesle, sınıflı toplumun arzuları ise giderek daha güçlü bir sesle çıkmaya başladı. Arap’ın (hatta o Arap’ın da egemen olanının -yn) söylemleri değişmez kurallarmış gibi aktarılmaya başlandı. Böylece sırtını egemenlere yani tefeci-bezirgânlara dayayan Resmi İslam: günümüzdeki adı ile Sünnilik şekillendi.

Ezilenlerin sesini duyurmak, onların özlemlerini yaşatmak ise tam da onun ortaya çıktığı göçebe toplum biçimleri elinde şekillenip, güçlenerek Şiilikte vücut buldu. İşte günümüz İslam “bilgin”lerinin iktidar mücadelesi ya da hırsı diye açıklayarak geçiştirmeye çalıştıkları mezhepler aslında İslam Medeniyeti’ndeki sınıflar savaşının doğal sonucu oldular.

Son söz yerine
Tekrar öze dönersek; sadece yağma ve talan yani zor ile bir rejimi kurmak, kursak bile ilerletmek, ilerletsek bile yaklaşık 1300 yıl ayakta tutmak mümkün değildir.

Alman faşizmi de değnek zoru ile bir kitle hareketi yaratmış kısmen başarılı da olmuştur. Ancak o zor, ya da sürüyü yönlendiren çobanın değneği kalktığı anda bildiğimiz gibi hemen dağılmaya uğramıştır.

Oysa günümüzde hala insanların bin küsur sene sonra bile onun yolundan gitmeye çalıştığı bir medeniyetin özünde insana dair, insanlık değerlerine dair bir şeyler olmak zorundadır.

Halen İslamiyet’in ayakta kalmasını sadece din olmasına ya da egemenlerin propagandalarına bağlayamayız. İslamiyet’in içinde barındırdığı ve onu yaratan insancıl değerleri göz ardı ederek, İslamiyet’i doğru şekilde açıklayamayız…

Önceki İçerikKentsel dönüşüm: Değişim değeri olarak kent
Sonraki İçerik“Gündem COVID-19” yayınları sürüyor: Gıda ve su kaynakları bulaş riski taşıyor mu?