19. yüzyıl Batı sosyal düşüncesi, Aydınlanmanın düşünsel mirasının da etkisiyle, ağırlıklı olarak evrimcidir. Bir başka deyişle, doğal ve toplumsal dünyanın görüngülerinin, basitten karmaşığa, ilkelden gelişkine, tek-hatlı, tedricî ve evrensel bir ilerleme içerisinde dizildiği öncülüne dayanır. Bu, şeylerin oldukları hâlleriyle ilahî bir kudret tarafından yaratıldığı yolundaki dinsel ideolojiye köklü bir meydan okumadır kuşkusuz. Ama aynı zamanda, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın sanayileşmiş toplumlarının, uygarlık zincirinin en gelişkin halkalarını temsil ettiği Batı-merkezci evrensel bir gelişim şeması yanılsamasının biçimlenmesine de olanak sağlamıştır.
ABD’li liberal hukukçu/antropolog Lewis Henry Morgan’ın Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni’nde (AÖMDK) temel aldığı başyapıtı Ancient Society (1877) insanlık tarihinin her biri belirli bir kültürel gelişmeyle başlayan “yabanıllık, barbarlık ve uygarlık” evrelerde geliştiğini savunmakla bu evrimci “zeitgeist”ın yetkin örnekleri arasında yer alır.
Tüm insan toplumlarının kaçınılmaz olarak geçtikleri varsayılan çeşitli evrelerden oluşan evrensel ve tek-hatlı bir evrim tasavvuru: Engels’in yapıtında da açığa çıkan temel zaaf budur. Amerika yerlilerinin, Greklerin, Cermenlerin, Keltlerin, Romalıların farklı evrelerini temsil ettiği varsayılan tek-hatlı bir tarih kurgusu. Engels’in, dönemin ruhuna damgasını vuran tek hatlı, evrensel evrim görüşüne karşı Marx’tan daha az eleştirel olduğunu vurgulamak gerek. Ancak bu zaaf, yapıtın maddeci tarih kavrayışı ve kadınların kurtuluşu perspektifi açısından önemini yadsımaya yol açmamalı.
Kuşkusuz ki AÖMDK, çağdaş araştırmaların açığa çıkardığı pek çok eksiklik ve maddî hatadan malûldür. Çünkü yapıt, her şeyin ötesinde, etnografik çalışmaların henüz neredeyse tümüyle namevcut, antropologlarınsa kuramlarını dayandırdıkları veriler açısından tümüyle gezginlerin, misyonerlerin ya da sömürge görevlilerinin anlatılarına ve antikite literatürüne bağımlı olduğu ve bu nadir ve dağınık verileri evrimsel bir nizama sokmak üzere çabaladıkları bir dönemin ürünüdür. Bilinebilen az sayıdaki çağdaş küçük ölçekli toplum ile tarihsel örnekler, analoji yoluyla evrimsel bir süregenliğin evreleri olarak kurgulanmakta, aradaki boşluklar ise, spekülatif bir tarzda doldurulmaktadır.
Bizzat etnografların yürüttüğü alan araştırmaları yoğunlaştıkça, bu kurguların zaafları açığa çıkacaktır. Örneğin çağdaş etnografik araştırmalar, 19. yüzyıl etnologlarının, Engels’in de paylaştığı, anayanlı soyun atayanlı soy hattını öncelediği varsayımını desteklememektedir. Dahası, anayanlı soy hattını izleyen topluluklarda da “kadınlar yönetimi” gibi bir şey söz konusu değildir. Bir başka deyişle, “insanlığın ilk evrelerini” temsil ettikleri varsayılan çağdaş küçük ölçekli toplumların (avcı-toplayıcı ve hortikültüralist) “anaerki”si bir “galat-ı meşhur”dur. Bu tip toplumlarda ne bir “kadın(lar) iktidarı”ndan söz edilebilir, ne de sistematik iktidar konumlarından. Toplumsal örgütlenişleri ekolojik, tarihsel, toplumsal vb. koşullar uyarınca büyük bir değişkenlik gösterebilen çağdaş küçük ölçekli toplumların insanlığın ilk evreleri için bir “model” oluşturduğu fikri ise, bir yanılsamadan ibarettir.
Ne ki, bu hataların Engels’in geliştirdiği kuramsal çerçeveyi gözden kaçırtmaması gerekir. Yukarıda kaydedilenleri bilmek, küçük ölçekli toplumlarda kadın-erkek ilişkilerinin, sınıflı toplumlara göre daha eşitlikçi olduğu, kadınların çok daha özerk davranabildikleri olgusunun üzerini örtmez – bunu destekleyen devasa bir antropolojik literatür mevcuttur. Avcı-toplayıcı ve hortikültüralist toplumların çoğunda, toprak ve diğer kaynaklar her iki cinsiyetten toplum üyeleri arasında ortaklaşa tasarruf edilmekte, kadınlarla erkekler arasında tahakkümden çok karşılıklılık ilişkisi hüküm sürmektedir. Dahası, daha gevşek bir toplumsal örgütlenişe sahip, eşitlikçi avcı-toplayıcılar ile yerleşik, kalıcı soy grupları olarak örgütlenmiş ve toplumsal farklılaşmaların boy gösterdiği hortikültüralistler karşılaştırıldığında, kadınların sahip olduğu özerkliğin ilk grupta daha geniş olduğu gözlemlenmektedir. Bu durum, avcı-toplayıcıların istikrarlı toplumsal ilişkileri gereksinmezken, toprağı ve onu işleyecek kalıcı bir işgücünü gereksinen hortikültüralistlerin üretim ve yeniden üretimin bünyesinde gerçekleştiği istikrarlı akraba grupları hâlinde örgütlenme eğiliminde oluşlarıyla açıklanabilir. Akraba (soy) grupları yalnızca ürünlerin değil, aynı zamanda potansiyel işgücü olarak çocukların da üreticileri olan kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde denetim sağlamanın locus’udur.
Böylelikle kadın ile erkek arasındaki biyolojik farklılıkların toplumsal eşitsizliklere tercüme edilmesinin zemininin, hortikültüralistlerde açığa çıktığını söyleyebiliriz. Kadınlık-erkeklik ve gençlik-yaşlılık gibi biyolojik farklılıklar sosyal-kültürel anlamlar yüklenerek siyasal-toplumsal konum farklılaşmalarına temel oluşturacaktır.
20. yüzyılın ikinci yarısı antropolojisinin toplumsal eşitsizlikler ile kadın-erkek eşitsizliğinin kaynak ve tezahürlerine ilişkin araştırmaları, Engels’in AÖMDK’deki, birkaç madde hâlinde sıralayabileceğimiz görülerinin isabetliliğine işaret eder:
– Öncelikle kadının ikincilliği, evrensel, ezelî-ebedî bir görüngü değil, üretim ilişkilerinin karmaşık biçimlenişi içerisinde şekillenen tarihsel-toplumsal bir olaydır.
– Bu ikincillik, kadının üretim (maddi yaşam araçlarının üretimi) ve yeniden üretim (yeni kuşakların üretimi) süreçleri içerisindeki konumuyla bağlantılı olarak biçimlenmiştir.
– Geçim kaynaklarının kolektif olarak temellük edildiği küçük ölçekli toplumlarda gerek bireyler, gerekse toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki ilişkilere eşitlik ilkesi damgasını vurur. [Bu ilke Engels’in yapıtında (hatalı olarak) varsaydığı üzere büyükbaş hayvancılığın tarımı öncelediği ve sürülerin erkekler tarafından temellük edildiği sınıf-öncesi bir “tarihsel durak” yerine, üzerinde çalıştıkları toprakları soy grupları olarak temellük eden hortikültüralist kabile toplumlarında ihlâl edilmişe benzemektedir. Devletin -neredeyse evrensel olarak- biçimlendiği geniş ölçekli tarımcılardaysa eşitsizlik(ler) kalıcı iktidar konumlarına dönüşerek sabitlenmektedir.]
– Her durumda, özel mülkiyet ve devletin biçimlenişiyle kadın cinsinin ikincilleşmesi arasında bir koşutluk saptamak mümkündür.
– Engels’in bir başka önemli görüsü, kadın-erkek eşitsizliğinin özel (domestik) ve kamusal alanlar ile ilkinin kadınlara, ikincisininse erkeklere münhasır kılınacak şekilde ayrışması ve kamusal alanın özel alan karşısında öndelik kazanmasıyla bağlantısını -feminist literatürden yaklaşık yüz yıl kadar önce!- keşfetmesidir. Bu görü, özellikle -sanayi öncesi- sınıflı toplumlar için doğrudur: Bu tip toplumların hemen tümünde kadınların emeği (ve konumu) hane içerisine (yeniden üretim çabalarına) hasredilmiştir. Ve yine hemen tümünde, erkekler kamusal olduğu kadar hane içi iktidar pozisyonlarını da ellerinde toplamaktadır.
Özetle, AÖMDK’yi yakın etnografik verilerin ışığında yeniden okumak, Marksist görünün kadınların kurtuluşu tasavvuruna hâlâ ne denli içkin ve ilişkin olduğunu gösterir bizlere…