Bu çalışmayı yazmaya karar verdiğimde, Türkiye siyasetiyle ve halkın devlet adamlarına bakışıyla ilgili düşüncelerimi mümkün olduğunca akademik bir üslupla kaleme almayı planlamıştım. Bu konuyu uzun uzun siyasal ve tarihsel analizlerle değerlendirebilirdim. Toplumsal ve ekonomik tahliller yaparak konuya yaklaşımımı açıklayabilirdim. Ama uzun ve “akademi” kokan cümlelerle meseleyi ortaya koymak yerine size Türkiye tarihinden değil, kendi kişisel tarihimden bahsedeceğim. Küçük bir çocukken gözlemlediğim bir olguyu aktararak derdimi anlatmaya çalışacağım.
Benim çocukluğumda ilkokul beş yıldı. Ve bu beş yıl boyunca büyüdüğüm şehirde, yani Samsun’da, eğitim çevrelerinde son derece tanınmış bir kadın öğretmenin tedrisatından geçtim. Öğretmenimiz ne yazık ki son derece ceberrut bir insandı. Öğrencilerine şiddet uygulayarak ders anlatmak onun için alışılageldik bir eğitim yöntemiydi. Beş yıllık ilkokul maceram boyunca saçından tutulup yerlerde sürüklenen, yüzünde cetvel parçalanan, herkesin içinde akıl almaz hakaretlere uğrayan arkadaşlarımın çektiği acıya ve işkenceye şahit oldum. Bense hem son derece başarılı ve uslu bir öğrenci olduğum için hem de ailem okulda şiddet uygulanması konusunda son derece hassas olduğu için “ayrıcalıklı” bir konumdaydım. İlkokul hayatım süresince arkadaşlarım sürekli ve sistematik şekilde işkenceye maruz kalırken ben bunlardan muaf şekilde eğitim hayatımı sürdürüyordum.
İlginç bir şekilde 8-9 yaşındayken bile öğretmenimizin yaptıklarının korkunçluğunun bilincindeydim. Oysa ki ne arkadaşlarım ne de arkadaşlarımın velileri, yaşanan çarpıklığın farkındaydılar. Sınıfta dayak yemeyen tek kişi olan ben durumdan şikâyetçiyken ve birkaç kez bunu sınıfta öğretmene karşı da ifade etmişken, dayak yiyen çocuklar ve onların aileleri öğretmenin zulmü karşısında sessiz ve tepkisiz kalıyorlardı. Ben, en azından arkadaşlarım büyüdükçe ve olgunlaştıkça, onların öğretmenimizin yaptıklarının yanlış olduğunu fark edeceklerini sanıyordum. Küçükken olan biteni belki algılayamamışlardı ama yetişkin birer birey olunca öğretmenimizin “işkence seanslarının” kabul edilemezliğini göreceklerdi.
Ne var ki uzun yıllar sonra bu beklentimin ne kadar safça olduğunu anladım. Facebook gibi sosyal mecralarda karşılaştığım ilkokul arkadaşlarım o gaddar öğretmeni hâlâ sevgiyle ve saygıyla anıyorlardı. Sanki saçlarından tutulup yerlerde sürüklenen onlar değilmiş gibi, sanki yüzlerinde cetvel parçalanan çocuklar başkalarıymış gibi kendilerine beş sene boyunca aralıksız işkence eden bir insana sahip çıkıyorlardı. Bunu yapanların çoğu Türkiye’de kaliteli üniversitelere gitmişler ve son derece üst düzeyde eğitim almışlardır. Önemli bir kısmı, ciddi şirketlerde kritik pozisyonlarda çalışıyorlardı. Ama her nasılsa, kendilerine işkence eden bir insanı hâlâ seviyorlardı. Sınıfta bu dayak ve işkence seanslarına maruz kalmayan tek kişi olan ben, öğretmenimizi nefretle anarken, dayak yemeden bir gün geçirmeyen arkadaşlarım onu yere göğe sığdıramıyorlardı.
Üniversitede öğrenciyken bir dönem insan psikolojisinin işleyişi üzerine odaklanmış ve psikoloji üzerine yazılmış çok sayıda kitap okumuştum. Bu dönemde, son yıllarda ülkemizde de sıkça değinilen, “Stockholm Sendromu”nu incelemiştim. İnsanın “cellâdına âşık olması” olarak özetleyebileceğimiz bu sendromun sadece bireysel psikoloji açısından değil toplumsal psikoloji açısından da geçerli olduğunu o zamanlarda fark etmiştim.
Kendi yurttaşlarına zulmeden bir devletin aynı yurttaşlar tarafından her şart altında korunması, eleştirenlerin vatan haini ilan edilmesi bu sendromun, devletin halkla ilişkisinde de belirleyici olduğunu ortaya koyuyordu. Özellikle AKP iktidarıyla kurumsallaşan anti-demokratik eylemler; her 1 Mayıs’ta gördüğümüz halka uygulanan şiddet; aydınların, akademisyenlerin, öğrencilerin komik gerekçelerle hapislerde çürümesi ve buna karşın halkın hâlâ kendisine “Ananı da al git” diyen bir zihniyete destek vermesi artık siyasetin değil psikolojinin ilgi alanına giriyor olsa gerek.
Akıl almaz bir biçimde yukarıdan aşağıya uygulanan şiddet arttıkça, aşağının yukarıya duyduğu sadakat ve sevgi de artıyor. Hükümetin ve yönetimindeki güçlerin uyguladığı şiddet, ister fiziksel ister psikolojik düzeyde olsun, karşılığında isyanı değil biat etmeyi getiriyor. İktidar partisi bu yöntemi ne kadar bilinçli kullanıyor, bunu bilemiyorum. Ama uyguladıkları şiddet ve zulüm kendilerine her seferinde artı puan olarak geri dönüyor. Biz istediğimiz kadar gazetelerde, dergilerde 1 Mayıs’ta uygulanan polis şiddetini eleştirelim, halkın Stockholm Sendromu’ndan muzdarip çoğunluğu hâlâ “Çok Yaşa Padişahım” psikolojisi içinde “anarşist komünistlere!” uygulanan şiddeti destekliyor. Ülkede yoksulluk arttıkça, gelir dağılımındaki uçurum büyüdükçe, bunun sorumlusu olan hükümetin halk nezdindeki itibarı artıyor. Sağlıklı bir psikolojik yapısı olan toplumlarda daha ilk seçimde iktidarı kaybedecek bir siyasal hareket, Türkiye gibi “deliliğin anavatanı” bir ülkede yıllar boyunca iktidarda kalabiliyor. Galiba “Çılgın Türkler” sözünü “Çıldırmış Türkler” olarak değiştirmek gerekiyor.
Böyle durumlarda bireysel psikolojinin yanında toplumsal psikolojinin de bir ülkenin geleceği için ne kadar önemli bir faktör olduğunu daha iyi anlıyorum. Ruh sağlığı bozuk bir insanı tedavi etmenin çeşitli yolları vardır. Hatta çoğu kez birden fazla farklı yöntem bulunabilir. Peki toplumsal psikolojisi yüzyıllar süren işkence seanslarıyla bozulmuş bir halkı nasıl tedavi edebilirsiniz? Yüzyıllar boyunca ezilen, horlanan ve bunun normal bir şey olduğuna inandırılan bir halkın içinde bulunduğu hayal âleminden uyanmasını nasıl sağlarsınız?
Bir toplumu değiştirmenin zorluğu, bunları düşününce daha net ortaya çıkıyor. Bu sebeple iyi niyetle ülkesinin refahı için çaba gösteren yurtsever insanlara daha çok saygı göstermek ve onlara sahip çıkmak gerekiyor. Türkiye’de “toplum mühendisliği” yapmakla suçlanan aydınları da anlamaya çalışmak ahlaki bir zorunluluk haline geliyor. Zira ya bu aydın kesim başarılı olacak ve yüzlerce yıllık bu baskı ve zulüm düzeni bitecek ya da bu halk annesinden babasından gördüğü gibi ezilmeye ve dayak yemeye devam edecek.
Bana gelince… Yıllarca arkadaşlarımı döven öğretmenimin temsil ettiği bir “dünyayı algılayış şeklini” her gün televizyonlarda, gazetelerde görüyorum. Hükümetin gaddarca her eylemi ve halkın tepkisizliği hatta egemenlere olan desteği, bana sıra dayağından geçirilen ama koyun gibi kendisine her söylenene inanan arkadaşlarımı getiriyor. Türkiye’nin baskı ve zulüm tarihinde kendi kişisel tarihimi görüyorum.
Ne yazık ki ilkokul arkadaşlarım için çok geç. Ne söylersem söyleyeyim, onları, yaşadıklarının kabul edilemez olduğuna inandıramıyorum. Ama belki Türkiye için hâlâ bir şans vardır. Belki Türkiye’nin gelecek nesilleri yaşananları atalarından daha doğru şekilde algılayıp değerlendirirler. Ve cellâtlarına âşık olmayı bırakıp o cellâtları alaşağı ederler.