Totalitarizmin dilini düşünmek
Victor Klemperer, Nazizm döneminde Almanya’da sıkışıp kalmış bir Yahudi filolog. Önceleri üniversitede ders verirken işi elinden alınıyor. “Ari” bir kadınla evli olduğu için fabrikada çalışmak ve göğsünde sarı yıldız taşımak şartıyla yaşamasına izin veriliyor, tabii birçok kısıtlama ve yasakla birlikte. “Ari”lerle konuşması, tramvayda onlarla aynı bölümde oturması, kitap okuması, yazması, özgürce düşünmesi yasak. Bir Gestapo tarafından veya sokaktaki herhangi bir insan tarafından, her ân aşağılanmayla, kötü muameleyle karşılaşması işten değil çünkü onun doğuştan gelen eksikliklere sahip olduğu varsayıldığından en insani eylem bile ona hak görülmüyor.
Ancak insan beyni, en kötü şartlarda bile çalışmaya ve ışıldamaya devam ediyor. Klemperer da yılların alışkanlığıyla, etrafta uçuşan kelimelere kulak kesiliyor. Bunu türlü engellemeler ve zorluklar içerisindeyken yapıyor; karısının getirdiği gazetelerle, haberlerle, onun kütüphanelerden aldığı kitaplarla, sokaktayken veya çalıştığı fabrikada kulağına çalan kelimelerle. Esas olarak kelimelerin Nazi Almanya’sında kazandığı yeni anlamları veya Nazi Almanya’sında ortaya çıkan yeni kelimeleri kendisine yaptığı çağrışımlarla beraber defterine not ediyor. Savaş sonrası basılan kitabı LTI (Lingua Tertii İmperii) bu not defterinin temelinde olduğu, yarı anı, yarı deneme tarzında bir kitap. Klemperer’in kitabın başlığı olarak tercih ettiği kısaltma, Latince “Üçüncü İmparatorluğun Dili”, Nazi rejiminin kendisine 3. Reich adını takmasından esinlenmiş.
LTI’yı Türkiyeli bir okuyucunun kendi yaşadıklarıyla paralellik kurmadan okuması mümkün değil. Klemperer’ın dikkatini çektiği gibi Yunanca polis kelimesinden gelen politika, Eski Yunan’da örneğin bir pazar yerinde halka seslenme fiiliyle, yani hitabetle doğrudan bağlantılıydı. Hitabetin tekrar öne çıkması eski çağlardan uzun bir süre sonra, sinema, radyo, televizyon gibi araçların ön plâna çıktığı 20. yüzyılda oldu.Tekrar ortaya çıkan biçimiyle de, bir zamanlar Yunan polisinde pazar yerinde az sayıda insana seslenen politikacı, bu sefer büyük bir ülkeye ve milyonlarca insana seslenme imkânına sahip oldu. Şüphesiz bunu ilk kez olmasa da en başarılı şekilde kullanan, Nazi rejimiydi. Klemperer’in not defterinden Nazi rejiminin sansür mekanizmasını, tek sesli basınını, muazzam propaganda aygıtını okurken Türkiyeli okuyucunun aklına, Gezi eylemleri sonrasında aynı manşetle çıkan gazetelerin, basına uygulanan sansürün, farklı düşündüğü için işten atılan gazetecileringelmemesi mümkün değil. Kısacası totalitarizmin öncelikli yönelimi mümkün olabildiğince tek sesliliği sağlamak.
Tek seslilik sağlandığı andan itibaren ise muktedir, gerçekleri çarpıtma adına,kelimelerin anlamlarıyla bile oynayabildiği bir ortama sahip oluyor. LTI’da bununla ilgili çok sayıda örnek var. “Dinsel cezbeye kapılmış vecd halinde bir insan” anlamına geldiği için akla önem veren Fransız aydınlanmacıları tarafından her zaman olumsuz anlamda kullanılmış bir kelime olan “fanatik”, Almancada da uzunca bir süre aynı muameleyi görüyor. Ancak nasyonal sosyalizm, özündeki fanatizm sebebiyle, kelimeye tamamen olumlu bir anlam yüklemek durumunda kalıyor. Nasyonal sosyalizmin gazetelerinde ve Hitler’in nutuklarında “fanatikçe iman”dan, “fanatikçe sadakat”tan veya “fanatikçe yemin”den söz edilmeye başlanıyor.
Bir Türkiyeli açısındanparalel örnekler bulmak zor değil. En çarpıcı olanı ise 40 yıldır ismi Türkçede “Hafız Esad” olarak telaffuz edilen eskiSuriye Devlet Başkanı’nın oğlu bugünkü başkanBeşar Esad’ın bir ânda “Esed” oluvermesi. Kuşkusuz bu dönüşümün nedeni, değişen Türkiye politikaları gereği artık “katliamcı” ve “diktatör” olarak algılanması gereken Esad’ın, çok kısa bir süre öncesine kadar, medyada Tayyip Erdoğan’ın “aile dostu” olarak lanse edilmiş olması. Böylesi bir ani dönüşümü Türkiye halkının algılaması elbette mümkün değil. Dünün dostunu bugünün düşmanı olarak gösterebilmek, ancak adını değiştirmekle mümkün gibi görünmüş olmalı. Aynı şekilde bir süre öncesine kadar gerçek mağduru olan kesimler hariç kimsenin gündeminde olmayan, hatta yaygın olarak Türkiye’ye huzur ve sükûn getirdiği düşünülen,siyasete askerin müdahalesiyle ilgili “darbe”, “darbeci” ve Türkçede son yıllara kadar pek kullanılmayan “vesayet” gibi kelimelerin dönüşümüne bakmak da oldukça öğretici. AKP’nin özellikle 28 Şubat ve 27 Nisan’la birlikte asker müdahalesinin mağduru olduğu doğru olmakla beraber, ülke tarihindeki bütün kötülüklerin atfedildiği bir argüman olarak “darbecilik” suçlamasının, sağ muhafazakâr dilde bu denli yoğun kullanımı yenidir. Bu dönüşüm esas olarak AKP’nin dün askerlere karşı verdiği iktidar mücadelesinden kaynaklanıyor, bugün ise “demokrasi sadece sandık değildir” diyen, hatta sandık dışındaki muhalefet yöntemlerini kullanmaya çalışan herkesi hedef alıyor. Son günlerde Mısır’daki olaylar vesilesiyle aynı algı yönetimi mekanizmasının işlediğini görmek mümkün. Propaganda makinası tarafından sandık ve demokrasi kelimeleri kutsanıp göklere çıkarılırken, darbenin kötülükleri, Mısır ordusunun uyguladığı devlet şiddeti görüntüleriylebirleştirilerek kitlelere pompalanıyor. Üstelik iktidar bu şekilde, son derece meşru gerekçelere dayanan Haziran Direnişi’ne karşı, darbeci yaftası yapıştırıp psikolojik savaş yürütmenin peşinde.
En değerli dostu “gerçek” olan devrimciler için, iktidarın dildeki manipülasyonlarına karşı uyanık olmak ve bunları ifşa etmek kuşkusuz önemli. Çünkü propaganda makinasının yarattığı tahribat ve kitleler nezdindeki etkisi sanıldığından çok daha fazla. LTI,bu sebeple, totalitarizmin içsel mekanizmalarına dair iyi bir düşünme fırsatı sağlaması açısından, değerli bir kitap.