Denizin dibinde miydin ey batık, yoksa tarihin koynunda mı?
Batıktan çıkarılacak bilgi hazineden kıymetlidir. İsterse binlerce yıl önce batmış olsun, batıklar, deniz ticaretinin arkeolojik niteliklerinden gemi yapım teknolojisinin gelişimine; ait olduğu dönemin sosyal, ekonomik, kültürel boyutlarından doğasına; geminin yola çıktığı ve varması planlanan limanlardan rotasına; mürettebatlarından batış öyküsüne çok geniş bir çerçevede bilgi sağlar. 15 m’den derine inen batıklar, hele bir de kumla örtülmüş ve insan tahribatından paçayı sıyırabilmişlerse, zamanın hoyrat ellerinden saklanabilirler. Onlara dalmak tam olarak tarihe dalmaktır.
Nalân Mahsereci
Arkeoloji bilimi sualtına ilk kez denizlerimizde indi. Daha önce de sualtından eserler çıkarılıyordu; ama sualtında, karadaki bilimsel kazılarla aynı ilkelerle, alanın tüm bilgisini toplamaya dönük belgeleme yöntemleriyle çalışılması, ilk kez bundan 50 yıl önce, Gelidonya Burnu batığında George Bass öncülüğünde gerçekleşti.
Sualtı arkeolojisinin doğumunu üstlenen sularımız, büyümesinde de etkin oldu: George Bass’ın kurduğu INA (Institute of Nautical Arcaeology=Sualtı Arkeolojisi Enstitüsü), Akdeniz – Ege sularında yürüttüğü, özellikle kıyılarımıza odaklanan çalışmalarla alanın dünyadaki öncüsü haline geldi; çıkarılan eserlerin yerleştirildiği Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi de, sualtının zengin tarihsel mirasının sergilendiği dünya çapında önemli bir müzeye…
Akdeniz, hele Ege’yi de bu büyük iç denize dahil edersek, MÖ 3. binden itibaren deniz ticaretinin baş sahnesi olmuştur. Akdeniz’in tüm kıyılarında kurulmuş kentler arasında, deniz yoluyla mal değiştokuşu (ve tabii kültürel etkileşim de) bu tarihlerden başlar, bütün arkeolojik dönemler boyunca yoğun olarak sürer. Üzerinde yaşadığımız topraklar uygarlıkları beşiğinde sallarken, kıyılarımız da erken denizcilik uygulamalarını, giderek daha geniş bölgeleri kapsayan deniz ticaretini ve su yoluyla kolonileştirme etkinliklerini beslemektedir. Bu geçmişin doğal mirası, Anadolu kıyılarında tarihe tanıklık etmeyi bekleyen yüzlerce, hatta binlerce sessiz batığın varlığıdır.
Elbette, sualtı arkeolojisi sadece arkeolojik dönemlerden kalan batıklarla ilgilenmez; sualtında kalmış yerleşmeler, limanlar, tersaneler ve eski çağlardan yakın dönemlere tüm batıklar, ayrıca denizciliğe dair kara buluntuları, örneğin karada bulunmuş batıklar da ilgi kapsamındadır. Örneğin kara batıklarıyla ilgili olarak sualtı arkeolojisi alanına son bomba, gene ülkemizden, İstanbul’dan düşmüştür. Marmaray-Metro kurtarma kazıları çerçevesinde yürütülen Theodosius Limanı (Yenikapı) kazılarında çıkarılan Bizans Dönemi’ne ait 37 gemi, arkeoloji dünyasında önümüzdeki yıllarda da kendisinden söz ettirmeye devam edecek gibi görünüyor.
Sualtı arkeolojisinin ülkemiz için taşıdığı önem giderek daha fazla kavranıyor. Son on yılda gerek akademik ve kurumsal düzeylerde, gerek bireysel girişimlerle sualtı arkeolojisini geliştirici önemli adımlar atılıyor. Üniversitelerimizde alanla ilgili birçok anabilim dalı, yüksek lisans programı kuruluyor; önemli projeler geliştiriliyor. Dokuz Eylül Ünv. Deniz Bilimleri Anabilim Dalı’ndan Harun Özdaş başkanlığında yürütülen, Türkiye Batık Envanteri Projesi, başlığının da işaret ettiği gibi, önemli bir proje. Özdaş ve ekibi, 2005’den bu yana yaptıkları çalışmalarda onlarca yeni batık saptamışlar; gerçek sayının bini geçtiği, kimi kayıtlardan da yola çıkarak tahmin ediliyor.
Bu yazıda, Türkiye sularında bilimsel olarak (çoğu INA tarafından) kazısı yapılmış tüm batıkların öyküleri var. Sayfalara, kazılış sıralarına göre değil, battıkları tarihlere uygun yerleştiler. Batıkların batış öyküleri, kazı ekibinin batığın konumundan, enkazın durumundan, buluntular kadar bulunamayanlardan, coğrafi ve tarihsel bilgilerden ve kendi denizcilik deneyimlerinden yola çıkarak oluşturdukları varsayımsal senaryolardır.
Şeytan Deresi batığı (MÖ 17. yüzyıl)
Günümüzden 3600 yüzyıl öncesine gidelim, MÖ 17. yüzyıla, Gökova Körfezi’ne. Bu körfezin eski çağlardaki adı Kerameikos’du, bugün Kerme de deniyor. O da ne, fırtınanın içinde bir o yana bir bu yana yatan küçük bir tekne. Körfez içinde kısa mesafelerde seyreden, yeni üretilmiş keramikleri bir yerleşmeden diğerine taşıyan ticari bir tekne olmalı. Olasılıkla körfezle aynı adı taşıyan Keramos kentine adını veren bir keramik atölyesinden yüklenmiş çeşitli depolama kaplarını taşıyor. Ahh, kıyıyla paralelliğini korumaya çalışan tekne, burnu dönmek üzereyken, yandan çarpan şiddetli rüzgârın etkisiyle tehlikeli bir şekilde yan yatıyor; su almaya başladı; çok geçmeden alabora olacak… Yükünün çoğunu denize dökerken, dalgalarla birlikte kıyıdaki kayalara sürükleniyor. Kayalara çarpma anında dağılan tahtalarıyla birlikte, teknede son ana kadar kalan iki pitos da, bütün halde suyun dibine iniyor. Daha önce denize dökülmüş ve yüzmekte olan çömlekler kayalara çarparak parçalanıyorlar. 27-33 m derinde yatan, tekneden artakalan 42 m2’lik enkaz alanı, yükünü ve bilgisini günyüzüne çıkaracak ekibi binlerce yıl sessizce bekleyecek.
Şeytan Deresi batığı, 1973’de süngerci Cumhur Ilık’ın INA ekibine deniz dibindeki 2 küpten söz etmesiyle bulunuyor. Enkaz alanında George Bass başkanlığında, 1973 ve 75 yılları arasında çalışma yapılıyor. Şeytan Deresi’nden bulunan iki kulplu pitosların, Beycesultan, Troya ve bir Minos kenti olan Crete’de bulunanlarla gösterdiği paralellikler, teknenin battığı tarihi MÖ 17. yüzyıl olarak veriyor. Pitosların altındaki kumluk alanda ahşaptan herhangi bir iz bulunamaması, tekne batmadığı, alabora olduğu için hiçbir ahşap kalıntının korunamamış olduğu düşüncesini güçlendiriyor. Pişirme araçları, kandiller ve diğer günlük eşyalara rastlanmaması, teknenin kısa mesafeli yolculuklar için kullanıldığını düşündürüyor. Şeytan Deresi batığından çıkarılanlar, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
Uluburun batığı (MÖ 14. yüzyıl)
MÖ 1325-1300 yılları arasında bir sonbahar. Suriye-Filistin arasındaki bir limandan 15 m uzunluğundaki bir yelkenli yola çıkar. Sonbaharın yumuşak havalarını geçirmeden sezonun son seyrini yapacaktır. O dönemde denizciliği doğuran Akdeniz sularında seyrüsefer yapmakta olan diğer teknelerden bir farkı vardır bu yelkenlinin: Ancak krallar arasında yapılabilecek ticarete malzeme olacak zenginlik ve çeşitliliktedir yükü. Ama Ortadoğulu kralın Ege dünyasından bir diğerine (bir Miken kentine) yolladığı bu sıradışı yük, ne yazık ki son limanı yerine günümüze ulaşacaktır. Gemi, Anadolu’nun ikinci en güney ucu olan Uluburun’u dönerken, belki dümen tertibatında bir sorun oluştuğundan, belki yelken manevrası yaparken kıyıya çok yanaştığından, tersten esen bir rüzgârla kayalara çarpar ve yükünü bir zaman kapsülü gibi koruyacak olan denizin koynuna gömülür… 3300 yıl denizin 43-51 m derininde yatmış olan Uluburun batığı, bugüne dek bulunmuş, dünyanın en eski deniz ticareti yapan gemisidir. Bu keşiften, pek çok arkeolojik kaynakta geçen yüzyılın en önemli 10 keşfinden biri olarak söz edilir.
Uluburun kazıları, şimdiye dek en derinde ve en uzun süre yürütülen sualtı arkeoloji kazısıdır. INA ekibi, Akdeniz-Ege kıyılarındaki süngercileri, Gelidonya batığından çıkanlar gibi bakır külçeler aradıklarından haberdar ederler. Bilgi süngerciler arasında yayılır ve Mehmet Çakır adlı süngercinin haber vermesiyle batık bulunur. Uluburun batığındaki kazılar Cemal Pulak başkanlığında 11 yıl boyunca sürer. Yükü arasında 10 ton bakır külçe; renkli cam külçeler; 1,5 ton menengiç reçinesi; hurda altın ve gümüş, altın ve gümüş madalyonlar, takılar; 160 terazi ağırlığı (muhtemelen 4 ayrı terazi takımını oluşturuyordu); kılıçlar, kamalar, abanoz kütükler, fildişleri, altın varakla kaplanmış bir Tanrıça heykelciği, devekuşu yumurtası, 1300 tane balık ağı kurşunu, olta, zıpkın, havan taşları, zeytin, badem, çam fıstığı kalıntıları vardır.
Tonları bulan yük kaldırıldıktan sonra, altındaki kumluk alanda, gemi ahşabının yüzde 2-5’i bulunmuştur. Analizler geminin Lübnan sedirinden, zıvanaların ise meşeden yapıldığını açığa çıkartır. Gemi gövdesinden kalan bu az miktardaki malzeme, teknenin bilgisayar ortamında modellemesinin yapılmasını sağlar; Uluburun batığının bir kopyası yapılarak, içindeki buluntuları gösterir biçimde Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne yerleştirilir.
Uluburun buluntularının zenginliği, krallar arasında mal değiştokuşuna dayalı bir ticareti işaret eder. Bu niteliklere sahip ticaretin varlığı, dönemin tabletlerinden de bilinmektedir. Uluburun batığı, Tunç Çağı’nda Akdeniz deniz ticaretinin Mikenlerin elinde olmadığını, Yakındoğulu denizcilerin de bu ticarette etkin roller üstlendiklerini göstermiştir. Aynı şekilde, cam üretimini ilk kez gerçekleştirenlerin de Mikenliler olmadığını ortaya çıkarmıştır. Pulak, gemiden çıkan malzemeye dayanarak, gemide biri diğerlerinden daha önemli konumda olan 4 tüccarın yolculuk etmekte olduğunu ve yolcular arasında, taşınmakta olan yüke eşlik eden iki Mikenli’nin de yer aldığını düşünüyor.
Batıktan, iki kanatlı ve ortasında fildişinden yapılma menteşesi bulunan şimşir ağacından bir defter de bulunmuştur. Bu defterlerin oyulmuş iç yüzeylerine bir balmumu tabakası sürülerek, üzerine yazılırdı. Ne yazık ki, suda eriyen balmumuyla birlikte yazılar da kaybolmuştur. Böyle bir defterin varlığı da yolcularının seçkinliğini belgeler; o dönemde okuma-yazma sadece üst sınıflarca kullanılırdı.
Şimdilerde, Uluburun buluntuları üzerinde ileri araştırmalar yürütülmektedir. Gemiden çıkan her türlü malzemenin nereden geldiği anlaşılmaya çalışılmaktadır: Örneğin bakır, Kıbrıs maden yataklarından çıkmış; kalay Toroslar’ın güneyinden ya da Afganistan-Kazakistan’daki bir bölgeden gelmiş; menengiç reçinesi İsrail’in kuzeybatısından toplanmıştır. Bütün bu malzeme, geminin Suriye-Filistin arasında yer alan limanında ayrı zamanlarda toplanarak, aynı gemiye yüklenmiş ve Batı’daki limanı yerine, 3300 yıl sonrasına varacağı yolculuğuna ulaşmıştır.
Gelidonya Burnu batığı (MÖ 13. yüzyıl)
MÖ 1200. Suriye’de bir limandan yola çıkan, 13-14 m uzunluğunda, olasılıkla kare bir yelkeni olan ticari teknenin ilk uğradığı liman Kıbrıs’da. Kaptan buradan mal değiştokuşuyla bakır külçeler aldıktan sonra, teknenin yüzünü Anadolu’nun güney kıyılarına döndürüyor. Anadolu kıyılarına ulaştığında, kıyıyı Batı’ya doğru takip edecek. Tekne, Antalya Körfezi’nin batı ucunda yer alan, kayalık küçük adalarla denize doğru uzanan Gelidonya Burnu’na yaklaşıyor. Adaların arasından geçerken, Akdeniz’in pek çok yerinde olduğu gibi, birdenbire ortaya çıkan güçlü bir akıntıya yakalanıyor; sürüklenerek yüzeye yakın sivri kayalıklara çarpıyor. Altı parçalanan tekne, dümdüz aşağıya doğru batarken, kıç tarafı dipten birkaç metre yükseklikteki kayalık uçuruma vuruyor ve sancak kısmına doğru yavaşça devrilmesine yol açıyor. Birkaç yıl içinde geminin gövdesinin büyük bölümü deniz kurtçukları tarafından yok edilecek; maden yükü ise 3200 yıl sonrasını yeşil bir tabakayla örtülerek bekleyecek…
Sualtında bilimsel kazısı yapılan ilk batık olan Gelidonya batığı, süngerci Kemal Aras tarafından George Bass ve arkadaşlarına gösterilmiş; 1960’da da kazılmıştır. Bu batık, bireysel ticaret yapan bir tekneye aittir. Kaptanı, gemisine doldurduğu hurda metallerden, ulaştığı limanlarda ihtiyaca göre yeni aletler üreten bir zanaatkâr-tüccardı. Bu varsayımı destekleyen bulgular, batıkta yer alan kırık dökük saban, kazma, çapa, bıçak, balta ve keser gibi hurdaya çıkmış pek çok metal alet, metali işlemek için kullanılan araç gereçler, döküm kalıntıları ve örs görevi gören bir taştır. Batıktan, Kıbrıs maden ocakları kökenli 34 adet bakır külçe ve tunç yapımında bakırla birlikte kullanılacak olan kalay külçeler çıkarılmıştır. Geminin madeni yükü 1 ton kadardır. Kimi külçelere yapışmış durumda hasır parçaları bulunmuştur; bunların gemi ahşabını yükün tahrip ediciliğinden korumak için sarıldığı düşünülmektedir. Gemide, kalıp yapmakta kullanmak için kil de bulunuyordu. Geminin kıç kısmından alışveriş sırasında malları tartmak için kullanılan 60 kadar yassı terazi ağırlığı, beş adet skrabe, mühür ve aşık kemiği çıkmıştır. Kaptana ait olduğu düşünülen mühür, hem ticari belgelerin altına basılacak, hem de malları taşıyan kapları mühürleyecekti. Skrabelerin ise mürettabata ait olduğu düşünülüyor. Batıktan çıkarılan yarım düzine çömlek, kızıl-kahve renkli, çift kulplu ve süssüzdür. Olasılıkla içleri su, şarap ve zeytinyağı ile doluydu. Bir çömlekten de cam boncuklar ve tunç bir bilezik çıkmıştır.
Pabuç Burnu batığı (MÖ 6. yüzyıl)
MÖ 6. yüzyıl. 17-18 m uzunluğunda, orta büyüklükteki teknede dört tüccar, son limanlarında yaptıkları kârlı alışverişi konuşuyorlar. Tekne 200’ün üzerinde amforayla dolu. Ne yazık ki amforaları dolduran şarap ve zeytinyağı alıcılarına ulaşamayacak; bunun yerine Ege’nin berrak sularına karışacak. Tekne Bodrum’a 25 km uzaklıktaki Pabuç Burnu’nu aşamayarak; tüccarların hevesleriyle birlikte karanlık sulara dalıyor.
42-45 m derinde bulunmuş olan Pabuç Burnu batığı kazıları, INA tarafından 2002-2003 yıllarında yürütülmüş. Çıkarılan amforaların formu, Güney Ege’de Halikarnassos (Bodrum) ve Rodos etrafında yaygın olan kaplardan. Herodotos gibi antik tarihçiler, Güney Ege’nin bölgesel ve uzak bölgelerle ticaret ağında birlikte davrandığını yazmışlardır. İşlenmiş tarım ürünlerinin Doğu Akdeniz çevresinde hem bölgesel, hem de bölgelerarası boyutta ticareti yapılmaktadır. Batıktaki kapların içinde ne taşındığından bilgi veren, içlerinde ve etrafında bulunan üzüm ve zeytin çekirdekleridir. Büyük miktarda tekstil ürünleri taşındığı da sanılmaktadır. Zira Halikarnassos ve civarındaki İyon kentleri, yün, sünger, üzüm, şarap ve zeytinyağıyla ünlüdür. Batıkta, tarımsal ürünlerin tartılması ve satılmasında kullanılan kaba sığ kaselerden bulunmuştur. Teknenin, yolcuların kişisel mülklerinin yer aldığı kıç kısmında, tartım için kullanılan tartı malzemeleri 4 ve 4’ün katları şeklindedir. Bu nedenle, teknede dört ayrı tüccarın bulunduğu düşünülmektedir. Buluntular üzerindeki araştırma ve koruma çalışmaları, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi ve INA’nın Bodrum Araştırma Merkezi’nde yürütülmektedir.
Tektaş Burnu batığı (MÖ 5. yüzyıl)
MÖ 450-425. İyonya kıyılarında bölgesel ticaret yapan, olasılıkla Erithyrai kenti (bugünkü Ildırı; Çeşme’nin kuzeyinde bir İyon kentidir) ya da Sakız Adası çıkışlı bir tekne, Çeşme Yarımadası’nın güneyinde seyretmekte. Teknenin iki yanında bulanan mermerden yapılma gözler parlamaktadır. Dönemin inancına göre, denizciler, tehlikeli sularda yollarını bulabilmek için, gemilerini gözlerle süslerlerdi. Bu bölgede, bütün öğleden sonra esen meltem, kimi geceler hiç dinmeyecekmiş gibi gözüken bir fırtınaya çevirir. Ne olduysa olmuş, gözler kör olmuştur; tekne Tektaş Adası açıklarındaki kayalık sularda batar. Mürettebat çapayla teknenin batışını engellemeye, yükü tasfiye etmek için zaman kazanmaya çalıştıysa da, işe yaramamıştır. Tekne şarap ve karaçam reçinesi ile dolu amforaları da içeren 200 amforalık yüküyle 38-45 m derine, kayalık ve engebeli zemine dağılır.
Batık, INA tarafından 1996 yılındaki yüzey araştırması sırasında bulunur. Gene INA tarafından 1999-2001 yılları arasında çok-uluslu bir ekiple kazılmış, 2002 yılında ise buluntular üzerinde çalışılmıştır. Çıkan amforalardan bir bölümünün Mendean amforası tipinde olduğu anlaşılmıştır. Bu amforaların üretildiği Mende kenti, Kuzey Ege’de yer alan bir Erithyrai kolonisidir. Mende, antik dönemde çok çeşitli şaraplarıyla ünlüydü. Batıktan çıkan Mendean amforalarının içinden çam katranı bulunmuştur. Bu katran, gemiyi ve halat takımını onarmak, kalafatlamak için kullanılmış olabilir; ama belki de şaraba lezzet katmak için kullanılıyordu. Nitekim Yunanistan’da bugün hâlâ reçine şarabı yapılmaktadır.
Tektaş Burnu batığından, Sisam’da üretilmiş kaplarla biçimsel olarak benzemesinden ötürü, pseudo-Samian olarak adlandırılan amforalardan bol miktarda çıkmıştır. Karadeniz’in doğu kıyılarında bolca bulanan bu amforaların nerede üretildiğini arkeologlar şimdiye dek çözememişlerdi. Tektaş Burnu batığından çıkan pseudo-Samian amforaların birkaçının boynunda, omuzlarında ya da kulpunun dibinde, 2 cm çapında bir daire şeklinde damga vardır, bu daire Yunan harfleriyle ERU yazısıyla çevrelenmiştir. Bu monogram, Erithyrai’yi anımsatır.
Batıktan iki tane de Sakız Adası amforası çıkmıştır. Sakız Adası, Erithyrai’nin tam karşısında yer alır. Sakız Adası ve Mendean amforaları, batığın tarihini tam olarak MÖ 5. yüzyılın üçüncü çeyreğine tarihlemiştir. Diğer küçük bulgular Sakız Adası, Milet ve Rodos ile paralellikler taşır. Gemiden çıkan pişmiş toprak kapların çoğu süssüz olmasına rağmen, su mermerinden ve siyah astarlı bir içki kabı da bulunmuştur. Batığın en şaşırtıcı bulgusu, mermer gözlerdir. Tektaş batığı bulunana kadar, antik dönem gemilerinde yer alan bu gözlerin çizim olduğu düşünülüyordu. Mermer disklerden yapıldıkları böylelikle anlaşılmıştır. Geminin çapaları ahşaptan yapılmıştır. Bir çapaya ait, günümüze ulaşmış kurşun çubuğun üzerinde kalmış küçük bir parça ahşabın analizi, çapanın karaağaçtan yapıldığını belgelemiştir.
Serçe Limanı Helenistik batığı (MÖ 3. yüzyıl)
MÖ 300-250 yılları. Bugünkü Marmaris’in açıkları, Akdeniz suları. Güneydoğudan esen lodos yol almakta olan tekneyi fena hırpalıyor. Tekne yakınlardaki, korunaklı bir koy olan Serçe Limanı’na sığınabilirse, güvende olacak. İş limanın girişindeki darboğazı tutmuş kayaları aşabilmekte. Ama tekne bir süredir ensesinde hissettiği kaderine, tam liman girişinde yakalanıyor; kayalara çarparak 35-37 m derine gömülüyor. Deniz dibindeki uzun uykusundayken, yanındaki kayalıktan kopan büyük bir kaya da üzerini bir yorgan gibi örtecek…
Serçe Limanı’nda bulunan birçok batıktan biri olan Helenistik dönem batığı, Süngerci Mehmet Aşkın tarafından Geoge Bass’a gösterildiğinde, epeyce yağmalanmış durumdadır. Aynı limanda batmış MS 11. yüzyıl cam batığı teknesinin bilinmeyen bir dönemi veriyor olması ve yükünün albesini, Helenistik batık buluntusunu gölgeler ve üzerinde ileri düzeyde araştırmaların yapılmasını erteler. Cam batığının kazısı bitirildikten sonra, 1979-80 yıllarında, üzerini örten kayaya rağmen Helenistik batık üzerinde çalışılır; ama kayayı yerinden oynatmak ya da tehlike yaratmadan altını oymak mümkün olmaz.
Batıktan çıkan amforaların bir bölümü Knidos amforalarıdır; diğer amforalarda rastlanan çeşitlilik ilginçtir. Çoğunda şarap taşındığı anlaşılan amforaların damgalı kulpları, batığın tarihlemesini kesinleştirmiştir. Kaldırılan 3 sıra amforanın altından, sapları olmayan, bir düzineden fazla, küre biçimli cam kap çıkmıştır. Taştan yapılmış bir yükleme kepçesi milinin iki parçası ve biri büyük, biri küçük iki değirmen bulunmuştur. Bir değirmenin diğerinden daha eski çağlara ait olması, kullanılan değirmentaşının, kendinden sonra geliştirilmiş modellere dayanabilecek ölçüde uzun ömür garantisi bulunduğunun da bir göstergedir. Geminin gövdesine ait olduğu düşünülen bir ahşap parçası da bulunmuştur.
Kızılburun batığı (MÖ 1. yüzyıl)
Milada yaklaşan yıllar. Marmara Adası’ndan yükünü sırtlanıp yola çıkmış olan gemi, güzergâhının büyük bir bölümünü kat etmişken, Karaburun Yarımadası’nın Çeşme’nin güneyindeki kayalık kısmını aşamaz, Kızılburun’da batar. Bulunan pek çok batıktan ayrıksı bir yükü vardır geminin. Sekiz iri parça mermer sütun gövdesi ve Dor stilinde kabaca işlenmiş bir başlık: Bir araya kümelenmiş olan bu dokuz parça, üst üste konulduğunda yaklaşık 10 m uzunluğunda anıtsal bir sütunu oluşturmaktadır. Böylesi bir anıtsallık ancak bir tapınağın cephesi için tasarlanmış olabilir.
Kızılburun batığı, INA’nın yürüttüğü 1993 yüzey araştırmaları sırasında, Kızılburun’da bulanan beş batıktan biridir. Donny Hamilton ve Deborah Carlson yönetiminde bir ekipçe, 2005 yılından itibaren dört sezon kazılmıştır. Gemi batığının bordasındaki kalıntılardan alınan örneklerin izotop analizleri sonucunda, mermerin yüzde 81 olasılıkla Marmara Adası’ndan olduğu gösterilmiştir. Eski çağlarda adı Prokonnesos olan Marmara Adası’ndan çıkarılan mermerler, Helenistik Dönem ve Roma Dönemi boyunca, Troya, Pergamon gibi Anadolu kentlerine ve Akdeniz, Karadeniz, Mısır ve Suriye’de çeşitli kentlere yollanmıştır.
Batığın 1993’de keşfi sırasında tarihlendirilmesini sağlayan eser, MÖ 2. ya da 1. yüzyılda Adriyatik’te üretilen Lamboglia 2 tipinde amforalar olmuştur. Kazılar sonucunda bulunan şarap kapları, kadehler, tabaklar, kandiller, kaba yapım çömlekler gibi küçük buluntular da MÖ 1. yüzyılın son çeyreğini işaret etmektedir. Bu parçaların çoğu, Akdeniz çevresinde yaygın, tipik Geç Helenistik kaplardır. Tel Aviv Üniversitesi’nden Nili Liphschitz, sütunların altında korunmuş olan ahşap kalıntıların analizini yapmış, geminin döşemesinin siyah çamdan, kaburgasının ise dişbudak ağacından yapıldığını göstermiştir.
Gemi bu sütunları nereye götürüyor olabilir? Dor stilindeki mermer sütunların boyutları ve oranlarının birbiriyle uyumlu olmaması, bu mimari parçaların önceden hazırlanıp ihraç etmek için stokta bekletilmediğini, bir amaca yönelik özel bir siparişle yapıldıklarını ortaya koyar. MÖ 1. yüzyılda anıtsal ölçekli Dor mimarisi çok olağan değildir. Belki daha önce yapımına başlanmış ama bitirilmemiş bir yapıyı tamamlamak için kullanılacaktır. Arkeologlar, Kızılburun’un güneyinde veya batısında, Dor stilinde inşa edilen bir tapınağın neresi olabileceği üzerine iz sürerler. Sütunların stilistik analizi ve detaylı ölçümler sonucunda, yükün varması planlanan yerin Klaros Apollon Tapınağı olduğu sonucuna ulaşılır. Klaros Apollon Tapınağı’nın yapımı MÖ 3. yüzyılda başlamış, takip eden yüzyıllarda da sürmüştür. Tapınak, 30 Dor sütunu düzeniyle tasarlanmıştı. Roma döneminde çok fazla müşterisi vardı, önemli bir kehanet merkeziydi. Anlaşılan, tapınağı tamamlayacak sütunları taşıyan geminin batacağını kehanetle öngörememişlerdi…
Yassıada Roma batığı (MS 4. yüzyıl)
Bodrum açıklarındaki Yassıada, maksimum yüksekliği 11 m olan düz bir adadır; Turgutreis ile Yunanistan’ın Pserimo (Keçi) Adası arasında uzanmaktadır. Boyutları sadece 200 x 150 m olan Yassıada, gemiciler için tam bir kabustur. Adanın güneybatısından güneydoğusuna uzanan, kıyıdan 125 km uzaklıktaki sığlığın derinliği sadece 2-3 m’dir ve gemiler için büyük tehlike yaratır. Bölgede, aralarında 1993 yılında batan Lübnan bandıralı modern bir şilebin de bulunduğu birçok batık yer almaktadır.
George Bass ve ekibi, araştırmalar sırasında, Yassıada açıklarında üç tane arkeolojik değeri olan geminin üst üste yattığını fark ederler. Birbirinden yüzyıllarla ayrılan üç gemi aynı kaderi paylaşmış, Yassıada kayalıklarında altlarını parçalamış ve batarken, biri diğerinin üzerine yerleşmiştir: MS 4. yüzyıl Roma dönemi, MS 7. yüzyıl Bizans dönemi ve MS 16. yüzyıl Osmanlı dönemi batıkları.
MS geç 4. yüzyıl, erken 5. yüzyıla tarihlenen Roma batığı, 1967-69 içinde Pennslyvania Üniversite Müzesi’ne bağlı olarak kısmen kazılmıştır; 1974’deki ikinci kazı INA’ya bağlı gerçekleşir. Bu yıl içinde Kıbrıs’ta baş gösteren savaş, çalışmaları durdurmuştur.
Roma batığı, 19 m uzunluğundadır, genişliğin uzunluğa oranı 1/3’dür. Geminin gövdesi serviden, omurgası ise beyaz meşeden yapılmıştır. Yassıada Roma batığı, gemi yapım teknolojisinde bir aşamayı temsil eder: Greco Romen tarzında ilk gemi kabuğu inşasıdır. Bu 4. yüzyıl batığının kaplama zıvanaları, bir önceki döneme göre daha seyrek ve çok daha ufak boyutludur. Zıvana içine yerleştirilen kamalar ise zıvanalara göre çok daha küçük ve bu nedenle de gevşektir. Tüm bu değişimler gemi yapımında zaman, malzeme ve işçilik tasarrufu sağlar. Çünkü gevşek zıvanalar kaplamaların alıştırılarak oturtulmasında büyük kolaylık getirir.
1100 amfora taşıyan Roma batığı içinde çapa bulunamamıştır. Geminin kıç tarafından, Geç Roma dönemine tarihlenen mutfak kapları çıkmıştır: Bir tabak, bir kase, bir fincan, ibrikler, pişirme kapları, iki tane geniş depolama kabı ve dört tane pişmiş toprak kandil. Döneminin ünlü bir Atinalı kandil yapımcısının imzasını taşıyan kandiller, tarihlendirme için özellikle işe yaramıştır. Gene 1969 kazısında bulunan, bütünlüğünü korumuş, sarı renkli, kalıba üfleme şişe, Geç Roma İmparatorluk Çağı özelliklerini yansıtır.
Yassıada Bizans batığı (MS 7. yüzyıl)
Yassıada açıkları, MS 626. Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans’ın) başkenti Konstantinapolis’ten yola çıkmış olan gemi, Ege’yi kuzeyden güneye doğru kat ettiği yolculuğunu sürmektedir. Ama Yassıada’nın bir önceki batıkta anlattığımız derin gözüküp sığlığıyla tuzak kuran açıkları, geminin yolunu orta yerinden keser. Bizans batığı, yüzlerce yıl, Yassıada’nın 75 m güneyinde, 32-39 m derinlikte, Geç Roma ve Osmanlı batığı ile kucak kucağa yatar.
Bizans batığının kazısı, 1961-64 yılları arasında, George Bass tarafından yapılmıştır. Batığın tam olarak tarihlemesini, batıktan çıkan 54 adet bakır ve 1 adet altın sikke sağlamıştır. Batıktan 1000 adet şarap amforası çıkarılmıştır. 24 adet kandil, balık ağları, zıpkın bulunmuştur. En ilginç buluntu, üzerinde sahibinin (kaptan ya da tüccar) adının (“Yorgo”) yazılı olduğu bir adet el kantarıdır. Kantarın topuzu, Yunan mitolojisinde akıl ve adaletin simgesi olan Tanrıça Athena büstü şeklindedir. Kantarın yanında bir tartım ağırlık seti ile geminin marangozu ve lostromosuna ait kimi aletler bulunmuştur. Çiviler yolculuk sırasında gemide kimi tamiratların yapıldığını gösterir. Ayrıca batıkta ele geçen kurşun levhalar ve kurşun eritme potası, seyir halindeyken de, balık ağlarına takmak için kurşun ağırlıkların üretildiğini düşündürür. Batığın ilginç buluntulardan biri de, amforaları eğmeden içinden şarap çekmeye yarayan ve “şarap hırsızı” diye adlandırılan alettir.
Bu Bizans batığının kıç kısmının 1/1 ölçeğinde bir kopyası, buluntularıyla birlikte, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin salon kısmında sergilenmektedir. Sergide yer alan kopyanın baş kısmı ise, su altındaki şekliyle gösterilmiştir.
Bozburun Bizans batığı (MS 9.-10. yüzyıl)
MS 880. Datça’nın güneydoğusunda kalan Hisarönü Körfezi’nde, 15 m uzunluğunda, 5 m genişliğinde bir Bizans teknesi yol alıyor. Küçüven Koyu’na girmek üzere. Erken yaz rüzgârı, burada sıklıkla kuzeybatıdan eser; ama şimdi tekne koyun girişine yaklaştığı anda, rüzgâr ansızın kuzeydoğuya çeviriyor. Tekne limana giremiyor. Kaptan, fırtınadan önce tekneyi batıya, Hilal Adaları sığınağına döndürmeye çalışıyor, ama rüzgârı iyi hesaplayamıyor ve sereni çatlıyor. Rüzgâr tekneyi kıyıdaki kayalığa üflüyor, çapa atmaktan başka seçenek yok. İlkönce bir çapa bırakılıyor, sonra bir tane daha, ama kanal derin ve eğimli bir dibi var; çapalar dibi kavrayamıyor…
Bozburun batığı, Bozburunlu sünger avcısı Mehmet Aşkın tarafından 1972’de INA’ya bildirilir. Batık bulunduğu zaman bir gemi kalıntısından çok; kumlu yamaca serili, 20 m uzunluğunda ve 8 m genişliğinde bir amfora yığını görüntüsündedir. Yığının en üst noktası deniz yüzeyinden 23 m, en alt noktası da 36 m derindedir.
Ön çalışmalar sırasında Bozburun’daki batık alanından çıkarılan amfora örnekleri, geminin 9. ya da 10. yüzyıl başında battığını gösterir. Bu, Doğu Akdeniz’de dramatik değişimlerin yaşandığı, Bizans İmparatorluğu’nun Altın Çağı’na girdiği bir dönemdir. Akdeniz kıyılarında bu döneme ait çok az kazı gerçekleştirilebildiği için, bilinen şeyler kısıtlıdır. Bozburun’da yatan gemi; malzemesi, yapım tekniği, kargosu ve mürettebatının kişisel eşyasıyla ait olduğu dönemin somut bir yansıması olabilir Arkeologlara dönemin ekonomisi, teknolojisi, sosyal ilişkiler ve çevresel koşullarını inceleme fırsatı verebilir. Bütün bunlar göz önünde tutularak, Bozburun Bizans batığı, Fred Hocker yönetimindeki bir INA ekibince, 1995-97 sezonlarında kazılmıştır.
Batıktan, 1200-1500 amfora çıkarılmıştır. Amforaların bir kısmının içinde zeytin ve üzüm olduğu; bir kısmının şarap içerdiği tespit edilmiştir. Kum ve çamurla örtüldüğü için batığın hem taşıdığı yük, hem de gövdesi çürümekten büyük oranda kurtulmuştur. Mutfaktaki kuş kemiklerinden, amforaların tahta tıpalarına ve geminin ahşap bölümlerinin temeli olan omurgaya kadar hemen tüm organik madde dağılmadan adeta kazılmayı beklemiştir. Döneme ait paralara, pişirme kaplarına, içki kadehlerine, cam şişelere vb. birçok eşyaya ulaşılmıştır.
Bu dönemden kazılan Yassıada ve Serçe Limanı batıkları, bu çağların gemi yapım tekniklerinde önemli gelişmelere işaret etseler de, yeterli bilgi verecek kadar sağlam kalmamışlardı. Bozburun Bizans batığı ise, geniş bir ahşap malzeme sağlamıştır; üzerinde çalışılmaktadır. Dendrokronojik analizler, gemi omurgası ve döşemesinin beyaz meşeden ve iç kerestelerin (çerçeveler, kirişler ve tavanın) tamamının çamdan olduğunu ortaya çıkarmıştır. Meşe çalı meşesine çok benzemektedir, bu yalnızca Doğu Akdeniz ya da Karadeniz bölgesinde yaygın bir meşedir. 13. ve 14. yüzyıldan önce meşenin gemi yapımında bu kadar yaygın olarak kullanıldığı düşünülmüyordu. Bozburun Bizans batığı, meşeden yapılmış bir gemi olarak, alışılmadık, erken bir örnektir. Buluntular üzerindeki araştırma ve koruma çalışmaları, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi ve INA’nın Bodrum Araştırma Merkezi’nde yürütülmektedir.
Yenikapı batıkları (MS 4. yüzyıl-12. yüzyıl)
İstanbul Marmaray-Metro çalışma alanında, kurtarma kazıları sırasında ortaya çıkarılan Theodosius Limanı, gemi arkeolojisine çok önemli bilgiler sağlıyor. Bayrampaşa Deresi (Lykos) tarafından doldurularak karanın bir parçası olmuş bu limanda bulunan 37 kara batığı, batık arkeolojisi alanının en önemli keşiflerinden birini oluşturuyor. En eskisi MS 6. yüzyıla tarihlenen batıklar, dünyanın en geniş Ortaçağ tekne koleksiyonunu oluşturuyor. Bu koleksiyon, Bizans İmparatorluğu başkentinin yüzyılları kapsayan geniş bir zaman diliminde kullandığı yük gemileri, balıkçı sandalları ve savaş gemilerinin tipleri, ayrıca yapım tekniklerine ilişkin önemli bilgiler barındırıyor.
Theodosius Limanı MS 4. yüzyılda kurulduğunda, adeta antik dünyanın ticaret merkezi haline gelmiştir. Konstantinopolis başkent olduktan sonra, kentte hızlı bir imar faaliyeti başlar. Nüfus ve ticari etkinlikler artar. Theodosius Limanı çok gelişir ve Mısır ile yapılan, o dönemin dünyasında büyük bir öneme sahip olan buğday ticaretinin merkezi olur.
Theodosius Limanı’nda, bu dönemden ticari gemilerle birlikte, askeri amaçlarla kullanılan batıklar da bulundu. Örneğin, el yazması eserler üzerindeki resimlerden şekilleri bilinen, ama maddi kalıntılarına şimdiye kadar rastlanmamış olan kürekli kadırgalardan 6 adet çıkarıldı. Bizans Donanması’na ait bu gemiler, Akdeniz’de şimdiye kadar bulunan en eski, kürekli savaş gemisi örneklerini oluşturuyorlar.
Batıklar üzerindeki konservasyon çalışması, Doç. Dr. Ufuk Kocabaş’ın bölüm başkanlığını sürdürdüğü, İÜ Edebiyat Fakültesi Sualtı Kültür Kalıntılarını Koruma Anabilim Dalı tarafından yürütülüyor. Batıkların koruma ve onarım çalışmalarının yapılmasını sağlamak amacıyla, kazı alanının hemen yanında, İÜ bünyesinde Türkiye’nin İlk Antik Gemi Koruma, Onarım ve Yeniden İnşa Laboratuvarı kuruldu. Bu çalışmalar çerçevesinde, ilk etapta, yükleriyle birlikte en iyi korunmuş batık olan Yenikapı 12 batığının bir kopyasının yapılması düşünülüyor. 10 m uzunluğundaki bu batık, kıyı ticareti yapıyordu. Uzun vadede batıklar arasından seçilmiş örnekler, İstanbul’da kurulacak bir müzede ve arkeolojik park alanında sergilenecek.
Serçe Limanı cam batığı (MS 11. yüzyıl)
MS 1025 civarı, bugünkü Marmaris’in açıkları, Akdeniz suları. İki direkli, üçgen Latin tipi yelkeni olan, yaklaşık 16 m boyunda, 5 m enindeki gemi, fırtına ile boğuşuyor. Doğu Akdeniz’de bir limandan yola çıktı, Anadolu kıyılarını takip ederek buraya kadar geldi. Fırtınayla baş edebilirse varacağı liman, Karadeniz, Kırım ya da Tuna Nehri’nin güney boylarında bir yerde. İslam-Bizans Devletleri arasında serbestçe gidip gelen bu ticari tekne, ağırlığı birkaç tonu bulan cam yüküyle birlikte, fırtına dinene dek güvende olabilmek için, Serçe Limanı’na sığınmak istiyor. Ne yazık ki deniz tanrılarının gazabından kurtulamıyor; Serçe Limanı’na girerken, ters esen rüzgâr yolculuğun sonunu yaklaştırıyor. Kayalara bindiren gemi, kıyıya yakın bir yerde, iskele tarafına (sol yanına) yatarak sulara gömülüyor. Gövde 32 m derinde kumla örtülerek, binyıl sürecek uykusuna uzanıyor.
Süngerci Mehmet Aşkın’ın gösterdiği batığı yaklaşık bin yıllık uykusundan uyandıran George Bass ve ekibi olacak. Batığın kazısı 1977-79 yılları arasında yürütülüyor. Bu batığın önemi, antik gemi yapım teknolojisiyle, modern gemi yapım teknolojisi arasında geçiş dönemini temsil etmesi. Eski çağlarda gemilerin önce kaplama tahtaları çakılırdı, modern teknikte önce iskeleti çakılıyor. Bu batığın da önce iskeleti çakılmış, yani ilk modern teknikteki gemi denebilir. Günümüzün Bodrum tersanelerinde de, tekneler bu teknikle yapılmaktadır.
Kum, örttüğü gemi gövdesini bir zaman kapsülü gibi korumuş. Batığın ahşabının yüzde 25’i günümüze ulaşabilmiş durumda. Ahşap kalıntılarda yürütülen araştırmalar, geminin omurgasının karaağaç, kaburga ve kaplama tahtalarının çamdan yapıldığını, ahşap ve bakır çiviler kullanıldığını ortaya çıkarmış. Geminin kutuyu andıran düz tabanı, nehirler gibi sığ sularda da seyir yapabilmesini sağlıyor olmalı. Batığın bir rekonstrüksiyonu, buluntularıyla birlikte, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi, Cam Batığı Salonu’nda sergileniyor.
Arkeologlar taşıdığı yüke bakarak, geminin Müslümanlara ait olduğunu ama, Hıristiyan yolcuları da bulundurduğunu düşünüyorlar. Geminin ticari nitelikteki 3 tonluk yükü, cam külçeler, kırık parçalar ve çeşitli kaplardan oluşuyor. 200 tipe ayrılan cam eserlerden oluşan bu koleksiyon, İslam sanat tarihinin önemli bir dönemine ilişkin büyük bilgi sağlamıştır. Buluntular arasında yer alan, Fatımî halifelerinin adı yazılı kalıp baskı cam senceler (ağırlıklar) geminin MS 11. yüzyılın ilk yarısında yola çıktığını belgeler. Bunlardan birinde Fatimi Halifesi Ebu Ali El-Mansur El-Hakim bin Emru İlah 386-411 (996-1021), bir diğerinde gene Fatimi Halifesi Ebu’l Hasan Ali El-Zahir li Azim Dini İlah 411-1427 (1021-1036) isimleri okunmaktadır. Serçe Batığı camları dört ana gruba ayrılır. Birinci grup sofra eşyalarıdır. Bunlar büyük servis tabakları, sürahiler, meyvelikler, kâseler ile bardak ve fincanlardan oluşur. İkinci grup, kavanozlar, şişeler ve damacanalar gibi sıvı depolamak amacıyla kullanılan kaplardır. Üçüncü gruptakiler kandiller gibi aydınlatma araçlarıdır. Dördüncü grupta bulunan koku şişeleri, mürekkep hokkaları ve hacı şişeleri anı eşyası olarak üretilmiştir. Cam külçeler ve kırık camların ise, atölye ve dükkânlara hurda olarak pazarlanmak amacıyla taşındığı düşünülüyor.
Batıktan, Bizans İmparatoru Basileios II. Bulgaroktonos’a (963-1025) ait bazı bakır paralar da çıkmıştır. Diğer metal nesneler arasında, Arapça mühürlü bakraç ve Mısır karakterli emzikli gargaretler (süzgeçli kap) gibi mutfak eşyaları, mızraklar, bıçaklar ve mitolojik kuş motifli kılıç kabzası bulunmaktadır. Bu kılıcın o çağda Hindistan’da yapılmakta olan kılıçların Ortadoğu taklidi olduğu sanılmaktadır. Küçük kantarın kol uçlarında domuz başları görülmektedir.
Batıktan çıkarılan 110 amforanın içinde mercimek ve üzüm çekirdekleri bulunmuş, kimi kaplar içinde de şeftali çekirdeklerine rastlanmıştır. Üzerlerine Yunanca bir ismin ve harflerin kazındığı amforalar, suyun yanı sıra, şarap da taşındığını düşündürmektedir. Balık ağlarına ait mantarlar ve kurşun ağırlıklar vardır. Bazı ağırlıklar haç motifleri ile süslenmiştir. Tahta taraklar, gemide uzun yolculuk sırasında oynandığı düşünülen tavla ve satranç takımlarıyla ilgili zar, pul ve taşlar da çıkarılmıştır.
Çamaltı Burnu 1 batığı (MS 13. yüzyıl)
MS 13. yüzyılın ortaları. Bizans İmparatorluğu zor zamanlar yaşamaktadır. 1204 yılında, 4. Haçlı Seferleri ile, Konstantinopolis ele geçirilmiş ve 1261’e kadar dayanacak olan Yeni Latin İmparatorluğu kurulmuştur. İşte bu sıralarda, Marmara Denizi’nde, yaklaşık 25 m uzunluğundaki bir tekne, büyük olasılıkla beklenmedik biçimde patlayan ve bölgede sık rastlandığı gibi kuzeyden esen sert fırtına ile boğuşmaktadır. Büyük olasılıkla, bugünkü Şarköy (Tekirdağ’a bağlı) yakınlarında bulunan Ganos (Gaziköy) tarihi kenti dolayındaki bir Bizans manastırından yola çıktı. Fırtınanın patladığını gören rahiplerin duaları, teknenin İstanbul’a sağ salim varabilmesi için. Kendi ihtiyaçlarını kendi üretimleriyle karşılayan manastırlar, tüketeceklerinden fazla ürünü, İstanbul’a satılması için yollarlardı. Fırtınaya karşı umutsuzca mücadele eden teknenin esas yükü, şarapla doldurulmuş 800 amfora, yani 50-80 ton ağırlığında bir yük. 100 tonluk kapasitesi olan teknede, satılmak ya da tamir edilmek üzere yüklenmiş 30 hurda çapa da bulunuyor. Bu 30 çapanın tamamı, fırtına sırasında Marmara Adası’nın bir koyuna sığınmaya çalışılırken, demir atma uğraşı sırasında kullanılacak. Ama ne dualar, ne onca çapa, ne de kaptanının varlıklı oluşu, tekneyi fırtınada batmaktan kurtarabilecek… Tekne, Marmara Adası’nın kuzeybatısındaki Çamaltı Burnu açıklarında, 750 yıl sonra bir bilimsel araştırma ekibince günyüzüne çıkarılana dek sessizce yatacağı 20-32 m derinliği boylayacak: İkiye bölünerek, yükünü geniş bir alana dağıtarak, deniz şarabını kana kana içerken…
Prof. Dr. Nergis Günsenin ekibiyle birlikte Marmara Adası çevresinde yaptığı dip araştırmaları sırasında, çoğunluğu MS 7. yüzyıl ile -11. yüzyıl arasına tarihlenebilecek 16 tane batık bulmuş. Bunlar arasından Çamaltı Burnu 1 batığını seçmesinin arkeolojik, tarihsel ve ekonomik nedenleri var. Çamaltı Burnu 1 batığı, tarihsel olarak ticari malların amforalarla taşınması geleneğinin sonunu temsil ediyor; bu tarihlerden sonra mallar daha hafif, kırılmaya daha dayanıklı ve kapasitesi daha büyük olan ahşap fıçılarla taşınmaya başlayacak. Batıkta, Günsenin tarafından ilk kez bilim dünyasına tanıtılan, onun adını taşıyan 4 ayrı tipte amfora yer alıyor.
Batığın arkeolojik kazısı, 1998-2004 yılları arasında 7 sezon yapılmış. Kazının sonunda, tekneden günümüze kadar gelebilen yüzde 3 oranındaki ahşap, konservasyon için İÜ Konservasyon Laboratuvarı’na teslim edilmiş; çapalar ekipten Ufuk Kocabaş tarafından aynı zamanda tez konusu olarak incelenmeye alınmış; diğer buluntular ise kazı alanına en yakın yer olan Bandırma Müzesi’ne koruma çalışmaları ve sergileme için teslim edilmiş. Kazı ekibi, teknede bulunan tabak çanak takımlarının niteliğinden kaptan ve yolcuların varlıklı olduklarını; gemide çıkan sorunları çözmek için gereken marangozluk aletleri ve savunma silahlarının yokluğundan ötürü de, teknenin kısa mesafeli ticaret için kullanıldığını düşünmektedir.
Yassıada Osmanlı batığı (MS 16. yüzyıl)
Yukarıda söz ettiğimiz diğer Yassıada batıklarıyla koyun koyuna yatmakta olan bu batık, 1981-1984 arasında INA tarafından kazılmıştır. Batığın tarihlendirilmesini 16. yüzyıla ait 4 reallik bir Sevil sikkesi sağlamıştır. Buluntular Bodrum Sualtı Müzesi’nde sergilenmektedir.
KAYNAKLAR
- http://nauticalarch.org/projects/all/southern_europe_mediterranean_aegean sayfasından girilebilen; Şeytan Deresi, Tektaş Burnu, Yassıada 4. yüzyıl, Yassıada 7. yüzyıl, Serçe Limanı, Bozburun batıkları kazı sayfaları.
- http://www.nautarch.org/cms/camalti-burnu-i-wreck-excavation
- “Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Tunç Çağı Batıkları”, http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,43904/tunc-cagi-batiklari.html
- Cemal Pulak ile (Söyleşi: Nâlân Mahsereci), “Yenikapı’da çıkan bilgi yüklü tarihi gemiler”, Bilim ve Gelecek, S.22, Aralık 2005, ss.69-77.
- Cemal Pulak ile (Söyleşi: Nalân Mahsereci), “Dünyada kazılan en eski batık: Uluburun”, Bilim ve Gelecek, S.29, Temmuz 2006, ss.70-79.
- Dosya: “Arkeoloji Sualtına İniyor”, Aktüel Arkeoloji, S.5, Mart 2008, ss.38-112.
- Dosya: “Marmaray: İlk İstanbul”; Atlas, S.72; Temmuz 2007,
- Deborah N. Carlson, “Denizde Kaybolan Bir Kargo Gemisi: Kızılburun Batığı”, ss.56-71; Elizabeth S. Grene, “Antik Çağ’a Ait Bir Ticaret Gemisi: Pabuç Burnu”, ss.72-79; Aktüel Arkeoloji, S.12, Temmuz 2009.
- George Bass, Su Altında Arkeoloji / Bir Arkeoloğun Türkiye Macerası, Homer Yayınları, 2003, 282 s.
- Mehmet Bezdan, “Sualtı Arkeolojisi”, Aktüel Arkeoloji, S.2, Eylül 2007.
- Mehmet Bezdan, “Sualtı Arkeolojisi”, Aktüel Arkeoloji, S.4, Ocak 2008.
Derinlere gömülü savaş yaraları
Topraklarımızı çevreleyen üç deniz, bütün savaşların her daim yenileni olan emekçi halklar gibi, savaş yaralarını derinlerinde saklar.
Osmanlı kalyonu Burc-u Zafer ile Rus kalyonu Yestafi
Çeşme Koyu’nda, 5-7 Temmuz 1770 tarihlerinde karşı karşıya gelen Rus Donanması ve Osmanlı Donanması’nın iki gemisi koyun koyuna yatmaktadır. Osmanlı’ya ait Burc-u Zafer gemisinin omurgası hâlâ sapasağlamdır, Yestafi’nin de (Sv. Evstafii) kalıntıları belirgin biçimde görülmektedir. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nın bir parçası olan Çeşme Deniz Muharebesi’nden Rus Donanması galip çıkmıştır. Muharebe sırasında birbirine yanaşan iki kalyondan, Osmanlı kaynaklarına göre önce Yestafi’de, İngiliz kaynaklarına göre önce Burc-u Zafer’de yangın çıkmış, yangın hızla diğer gemiye sirayet ederek, sonunda ikisinin de batmasına yol açmıştır.
Çanakkale Savaşları batıkları
Çanakkale Savaşları boyunca, İtilaf Devletleri, Çanakkale’yi denizin üstünden ve altından geçmeye çalışmış; 13 kez de denizaltılarıyla Marmara Denizi’ne geçebilmişlerdir. Onları geri püskürten, batıran ya da teslim olmaya zorlayan Osmanlı güçleriyle birlikte Alman denizaltılarıdır. Belgesel yapımcısı Savaş Karakaş, sualtı araştırmacısı Selçuk Kolay, derin su dalgıcı Enis Edis ve Avustralyalı tarihçi Bill Sellars’dan oluşan bir ekip, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı ile TINA’nın (Türkiye Sualtı Arkeolojisi Vakfı) desteğiyle, Çanakkale Savaşları’nda batırılan denizaltılar ve gemilere ait batıkları araştırmıştır. Bölgede Avustralya’ya ait 1 tane (AE2), İngiltere’ye ait 4 tane (E7, E14, E15, E20), Fransa’ya ait 3 tane (Saphir, Mariotte, Joule) denizaltı bulunmaktadır.
Saphir, 15 Ocak 1915’de Osmanlı gemileri ve kıyı tabyalarının çapraz ateşiyle batırılmıştır; Çanakkale Boğazı’nda Nara Burnu askeri akaryakıt iskelesine yakın bir mevkide, 150 m açıkta, 55 m derinde, kulesi ve kıç tarafı sökülmüş olarak yatmaktadır. E15, 17 Nisan 1915’de Çanakkale Boğazı’nda Kepez’de karaya oturduktan sonra vurulmuştur; 1920’de enkazı sökülmüştür, sökümden kalan döküntüler 4-6 m derinde bulunmuştur. AE2, 30 Nisan 1915’de Sultanhisar torpidotu tarafından batırılmıştır, Marmara Denizi’nde 72 m derinde yatan AE2, 54 m uzunluğunda, 800 ton ağırlığındadır; TINA ve Avustralyalı bir dernek tarafından AE2’nin sualtından çıkarılıp müze olarak sergilenmesi yönünde çalışılmaktadır. Joule 1 Mayıs 1915’de mayın hattına çarparak batmıştır; Kepez-Havuzlar arasında 44 m derinde yatmaktadır. Mariotte 26 Temmuz 1915’de Çimenlik Kalesi’nden açılan ateşle vurulmuştur. Karada uzun süre kaldıktan sonra sökülmüş, bir bölümü Nara’da askeri bölgede bir iskelenin altına temel olarak kullanılmıştır. E7 4 Eylül 1915’de Nara’da 30-35 m derinlikteki denizaltı mania hatlarımıza takılmış, Alman denizatlısı UB14 tarafından yüzeye çıkmaya zorlanmış, mürettebatı esir alınırken, kendi komutanı tarafından batırılmıştır. Nara Burnu yakınlarında 96 m derinde yatmaktadır. Mürettebatıyla birlikte ele geçirilen Turquoise denizaltısından elde edilen istihbarat bilgileri ışığında Alman UB14 denizaltısının pusu kurduğu E20, 4 Kasım 1915’de batırılmıştır; Marmara Denizi’nin kuzeydoğusunda, 700-800 m derinde yatmaktadır. E14 28 Ocak 1918’de Nara’da ağlara takılmış, su yüzüne çıkmaya zorlanmış, geri çekilirken Kumkale civarında karadan açılan topçu ateşiyle batırılmıştır; enkazı henüz bulunamamıştır.
Çanakkale Savaşları’nda denizaltılarla yapılan saldırılarda, her iki taraf da büyük kayıplar vermiştir. Osmanlı Ordusu’na malzeme taşıyan nakliye gemilerinin çoğu batırılmıştır. Marmara’ya ulaşabilmiş İngiliz denizaltıları 1 Osmanlı savaş gemisi, 1 destroyer, 5 gambot, 11 nakliye, 44 buharlı ve 148 yelkenli gemi batırmışlardır. Bunlardan kimileriyle ilgili bilgiler şöyledir: Osmanlı’ya ait Mesudiye gemisi, 13 Aralık 1914’de, Boğaz’daki mayın hatlarını korumak için Sarısığlar’da demirliyken, İngiliz B11 denizaltısı tarafından torpillenerek batırılmıştır. Sökümden artakalan enkaz, 10-12 m derinde yatmaktadır. İngiliz savaş gemisi Triumph, 25 Mayıs 1915’de, Kabatepe açıklarında, Alman denizaltı U21 tarafından batırılır. Aynı denizaltı 27 Mayıs’da da Seddülhabir açıklarında gene bir İngiliz savaş gemisi olan Majestic’i batıracaktır; 25-30 m derinde yatan geminin top mermileri, köprü üstü, gemi direkleri ve zırhlarının büyük bölümü sualtında görülmektedir. İngiliz denizatlısı E14 tarafından, 1 Mayıs 1915’de torpilenerek batırılan Siri-ül Türk (Nur-ül Bahir), Şarköy açıklarında 50 m derinde yatmaktadır.
Antalya Körfezi’nde bir Fransız
4 Temmuz 1941: Sıcak öğle saatleri Antalyalılar için hiç de olağan geçmiyor. Gelidonya Burnu tarafından körfeze giren 99 m boyunda 14 m genişliğindeki gemiyi takip eden savaş uçakları var. Gemi, savaşta taraf olmamaya büyük gayret gösteren Türkiye Hükümetinin onay vermemesi yüzünden limana giremiyor. Gece saatlerinde yoluna devam etmek üzere, açığa demirliyor. Ama uçaklar onu rahat bırakmayacak, saatler boyunca saldıracaklar. Uçaklar gemiyi torpille vuramayınca, makineli tüfeklerle dümenini kırıyorlar; birkaç saat sonra yeni bir taarruzda bırakılan dört torpilden biri hedefi ıskalayıp Antalya rıhtımında patlıyor, üç torpil ise, gemiyi ambarından, makine dairesinden ve kazan dairesinden vuruyor. Gemi mürettebatı teknelerle kıyıya çıkarılıyorlar. Gemi ise, limandan 250 m uzakta, burnunu havaya dikerek, Antalya Körfezi’nin 30 m derinine gömülüyor.
Fransız ticaret gemisi olan Saint Didier, İngiliz savaş uçaklarının takibine yakalandığında, 480 ton askeri malzeme ve 250 Fransız askerini, Lübnan’ın Trablus Limanı’na götürüyordu. Suriye, Irak ve Lübnan, o dönemde Almanlarla işbirliği yapan Fransız Hükümetinin kontrolündeydi.
Karadeniz’deki Nazi denizaltıları
Hitler, Ruslar’a Karadeniz’den de saldırmak istemektedir; ama savaşa girmeyen Türk Hükümeti, Boğazları yabancı devletlerin deniz kuvvetlerine kapalı tutmaktadır. Almanya bu zorluğu aşabilmek için, Türk Hükümetinin üç denizaltısını, Saldıray, Atılay ve Batıray’ı almak istediyse de, İsmet İnönü buna yanaşmaz. Bunun üzerine Almanya, 1941 yılında kuzey denizindeki operasyonlara katılmak için tasarlanmış, “tip2” diye adlandırılan, 42 m boyunda ve 4 m enindeki, 270 ton alabilen, 29 mürettebatlı U9, U18, U20, U23 ve U24 adlı 6 denizaltıyı, önce karayolu, sonra da Tuna Nehri kanalıyla Karadeniz’e indirir.
1944 yılında, 2. Dünya Savaşı’nın sonu yaklaşırken, bu 6 denizaltıdan sadece 3 tanesi etkin kalmıştır. Romanya bu sıralarda taraf değiştirince, Köstence’yi üs olarak kullanan denizaltıların gidecek üssü kalmaz. Türk Hükümetine, bu 3 denizaltıyı satın alması için teklifte bulunulur; kabul olunmaz. Bunun üzerine denizaltıların komutanlarına, U19, U20 ve U23’ü Türk kıyıları yakınlarında batırıp; Türkiye üzerinden Almanya’ya dönmenin yoluna bakmaları emredilir. 9 Eylül 1944’de, Türkiye’nin 40 mil kuzeyinde buluşan denizaltıların komutanları, ertesi gün, seçtikleri üç ayrı mevkide denizaltıları batırmak üzere anlaşırlar. 10 Eylül’de U19 Zonguldak önlerinde, U20 Karasu önlerinde, U23 ise Ağva önlerinde, 50 m’den derine batırılırlar. Karaya çıkan denizaltı mürettebatları, Türkiye güvenlik güçlerince yakalanır. Bu denizaltıların izini süren sualtı araştırmacısı Selçuk Kolay, U23’ü Ağva açıklarında, U19’u ise Zonguldak açıklarında 300-400 m derinde tespit etmiştir.
Dumlupınar denizaltı mezarlığı
1953 yılı; 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gece. Dumlupınar denizaltısı, Ege’de katıldığı NATO tatbikatından geri dönüş yolunda, Gölcük’teki Denizaltı Komutanlığı ana üssüne ulaşmak üzere, Çanakkale Boğazı’ndan içeriye giriyor. Manevralar boyunca iki gün sualtında kaldılar; şimdi su üstünde seyrediyorlar. Saatler 02.15 i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı’ndaki Nara Burnu’nu dönerken, Naboland adlı bir İsveç yük gemisiyle Boğaz’ın orta yerinde çarpışacaklar. Çarpışmanın şiddetiyle Dumlupınar’ın güvertesinde bulunan 8 asker denize düşüyor; bunların ikisi de Naboland’ın pervanesine takılarak, biri boğularak yaşamını yitirecek. Dumlupınar’ın parçalanan baş bodoslamasından hücum eden karanlık sular, baş üstü dikilen koca denizaltıyı 81 denizciyle birlikte birkaç dakika içinde yutuyor. 91 m’ye gömülen denizaltıdaki askerlerden kıç torpido dairesine sığınabilen 22 tanesiyle iletişim kurmak başarılıyor; denizaltıyla yapılan konuşmalar, canlı yayınla radyodan da veriliyor. Kurtarma çalışmaları 72 saat boyunca sürüyor ama akıntının şiddeti sonuç almayı zorlaştırıyor. Neden sonra umut kesiliyor ve Dumlupınar denizaltısı, 81 denizciye mezar oluyor…
KAYNAKLAR
- “Çeşme Deniz Muharebesi”; http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87e%C5%9Fme_Deniz_Muharebesi
- “TCG Dumlupınar (D-6)”; http://tr.wikipedia.org/wiki/TCG_Dumlup%C4%B1nar_(D-6)
- “Hitler’in Karadeniz’de Batırdığı Botların Sırrı”, Aktüel Arkeoloji, S.5, Mart 2008, ss.26-27.
- Oğuz Aydemir, “1770 Çeşme Deniz Savaşı – Aydınlanma Dönemi La Belle Gemisi”, Aktüel Arkeoloji, S.5, Mart 2008, ss.78-79.
- Savaş Karakaş, “Çanakkale Geçildi mi”, Aktüel Arkeoloji, S.5, Mart 2008, ss.97-100.
- Levent Konuk, “Dipteki Esir /Antalya Körfezi: Saint Didier”, Atlas, S.128, Kasım 2003, ss.132-146.