Son 11 yılda Türkiye’de yaşanan sosyal, ekonomik, politik gelişmeler ve iktidardaki siyasal hareketin kitleleri mobilize etme ve propaganda yöntemleri bu ülkede doğup büyümüş bir insan olarak beni bile şaşkınlığa düşürüyor. Adeta Nazilerin Propaganda Bakanı Goebbles’ten feyiz alınarak hazırlandığını düşündüren sloganlar, söylemler ve ajitasyon dolu propaganda çalışmaları ve bu faaliyetlerin kitleler üzerindeki etkisi beni derin düşüncelere sevk ediyor.
Açıkçası yurt dışından Türkiye’ye gelen ve Türkiye’nin yakın tarihi ve politik geçmişi hakkında hiçbir şey bilmeyen bir yabancı, siyasal İslamcıların kullandıkları argümanları duysa herhalde kafasında zalim ve gaddar solcuların zavallı ve mazlum Müslümanları kılıçtan geçirdiği fikri oluşur. AKP’nin medya desteğiyle yarattığı bu garip algının Türkiye halkının düşüncelerini nasıl deforme ettiğini gördükten sonra bizleri tanımayan bir yabancının neler düşüneceğini ve nasıl bir izlenime kapılacağını tahmin etmek çok da zor değil.
Yurtsever akademisyenler, aydınlar, gazeteciler ve hatta öğrenciler hapisteyken İslamcıların nasıl hala “mağdur” olabildiklerini anlayabilmek pek çoklarına zor gelebilir. Hele de benim gibi hem 1980’lerin sonundaki hem de 1990’lardaki politik gelişmeleri yaşamış ve yakından izlemiş bir yetişkinseniz bu mağdur edebiyatı iyice mide bulandırıcı bir hale gelecektir.
Her ne kadar İslamcılar 28 Şubat sürecini her tartışmada öne çıkarsalar ve kendilerinden farklı düşünen herkesi hedef tahtasına oturtup kendi faşizan uygulamalarını aklamaya çalışsalar da bizler bu ülkede nelerin yaşandığını, kimlerin mazlum, kimlerin zalim olduğunu iyi biliyoruz.
32 yaşındayım ve bu yaştaki birine göre çok fazla politik cinayet, suikast ve katliam gördüm. Turan Dursun vurulduğunda 9 yaşındaydım, Uğur Mumcu katledildiğinde 12 yaşında, Ahmet Taner Kışlalı suikasta kurban gittiğinde 18 yaşındaydım. İlkokuldayken akşam eve döndüğümde haberlerde Çetin Emeçlerin, Bahriye Üçokların öldürüldüklerini dinliyor, annemle babama “Bu amca kim?”, “Bu teyze kim?” diye sorular soruyordum. Sivas Katliamı’nı televizyonda izlediğimde sadece 12 yaşındaydım. Gözlerimin önünde insanlar diri diri yakılıyor, kalabalık bir grup “Yaşasın Şeriat” sloganları atıyordu. Uğur Mumcu’nun ölüm haberini aldığımda Samsun’dan Ankara’ya otobüsle yolculuk yapıyorduk. Radyoda haberlerde Uğur Mumcu’nun katledilmesinden bahsedildiğinde otobüstekilerin verdiği tepkiden Mumcu’nun önemli bir adam olduğunu anlamıştım. İşin acıklı yanı üniversite yıllarında da bu korkunç cinayetler devam etti. Eskişehir Atatürkçü Düşünce Derneği Gençlik Komisyonu üyesiyken Necip Hablemitoğlu’nu Eskişehir’e konuşma yapması için davet etmiştik. Hablemitoğu karlı bir kış günü son derece dostane bir ortamda kalabalık bir izleyici kitlesine Türkiye’nin geleceğiyle ilgili endişelerini anlatmış, çıkışta bizleri teker teker öpüp, “Tekrar görüşelim çocuklar” demişti. Sadece üç gün sonra bu güler yüzlü, sevimli adamın evinin önünde suikasta uğradığı haberini televizyonlardan izledim. Babam ve annem Denizlerin, Mahirlerin idamını radyodan dinlemiş, Çorum ve Maraş katliamlarının akıl almaz görüntülerini televizyonda izlemişlerdi. Benim neslimin payına da işte bu bahsettiğim birbirinden değerli aydınların katledilmesi düşmüştü.
Siyasal İslamcılar ise bugün hala derin bir “mağduriyet edebiyatıyla” yurtseverlere saldırıyorlar, hatta ilerici aydınları hedef alan suikast ve katliamlarla ilgili olarak bile Ergenekon Davası boyunca gördüğümüz gibi suçu hedef tahtasına konan yurtseverlerin üzerine atıyorlar. 28 Şubat süreci İslamcılar tarafından şaşırtıcı yöntemlerle taktiksel olarak kullanılıyor. Geçmişte yaşanan birtakım anti-demokratik uygulamalar tekrar tekrar ısıtılıp önümüze konuluyor ve bu uygulamaların sorumluluğu, 28 Şubat’la hiçbir ilgisi olmayan insanların üzerine atılıyor. İslamcıların yaşadıkları sınırlı düzeydeki mağduriyet karşımıza katlanarak çıkartılıyor ve bize işlemediğimiz suçların hesabı soruluyor.
Bense sokaklarda yürürken kendimi bir mezarlıkta dolaşıyor gibi hissediyorum: Uğur Mumcu Caddesi, Muammer Aksoy Parkı, Ahmet Taner Kışlalı Sokak, Necip Hablemitoğlu Çıkmazı… Ülkenin yurtsever aydınlarının bir kısmı mezarlıklarda bir kısmı ise hapislerde yatarken İslamcılar mide bulandırıcı bir mağduriyet edebiyatıyla ülke yönetimine daha sağlam yerleşmenin hesaplarını yapıyorlar. Bu durumda ne denir bilinmez. Batılı ülkelerde yaşasalar kahraman denilerek heykelleri dikilecek insanlar ya katledilmiş ya da terörist denilerek hapse atılmış durumda. Bu insanları ve sevenlerini mağdur edenlerse mağrur bir şekilde günlük hayatlarına devam ediyorlar, çirkin planlarına her gün yenilerini ekliyorlar. Bir yandan kahramanlar yetiştiriyor, diğer yandan o kahramanları canilere kurban veriyoruz. Ortada adeta bir yarış var. Karşımızdaki güruh “Siz yetiştirseniz de biz onların icabına bakmayı biliriz” diyor. Bunu yaparken de bir taraftan televizyon ekranlarında sahte gözyaşları döküyorlar öte taraftan da zorbalıklarına zorbalık katıyorlar.
İlkokulda Türkçe dersinde öğretilir. Her yazının giriş, gelişme ve sonuç bölümleri vardır. Öte yandan toplumsal ve tarihsel gelişmeler böyle değildir. Zaman ilerledikçe sonuç gibi gözüken şeylerin aslında öyle olmadıkları ortaya çıkar. İnsanları ümitsizliğe sevk eden ve “bu iş artık bitti” dedirten şeylerin aslında yeni gelişmelerin filizlenmesi olduğu zamanla anlaşılır. Gezi Parkı Direnişi sonucu yaşanan olaylar bunun en güzel örneği. Solun farklı fraksiyonlarından gelen insanların dayanışması ve zulme karşı gösterdikleri inanılmaz mücadele bizlere geleceğe dair umut veriyor. “Bu memleket adam olmaz” diye düşündüğümüz anlarda gencecik insanlar sokaklara dökülüyor ve hepimize umut aşılıyor. Gezi Parkı Direnişi sırasında daha lise çağında olan çocukların yollara barikat kurmak için el ele verdiklerini gördüğümde şaşkınlığımı yanımdaki arkadaşlarımdan gizleyememiştim. Bizler o yaşlarda ÖSS’ye hazırlanmakla meşgulken bu gençler baskıya ve zulme karşı dik ve onurlu bir duruş sergiliyorlardı. Bir insana gençlerin gözündeki ışık ve parıltıdan daha fazla umut veren başka ne olabilir ki?
Şunu iyi biliyorum ki bu iktidar görevde kaldığı müddetçe faili meçhul cinayetler hep karanlıkta kalacak. Ne Uğur Mumcu’nun ne Muammer Aksoy’un ne Necip Hablemitoğlu’nun ne de Hrant Dink’in katlinde başrolü oynayanlar cezalarını çekecekler. Pek çok katliam tarihin derinliklerinde kaybolmaya terk edilecek ve bizlere unutturulmaya çalışılacak. Hatta Reyhanlı katliamı gibi olayların da üzeri örtülmeye çalışılacak. Gerçek suçlular gizlenecek, onların yerine olaylarla hiçbir ilgisi olmayan kişiler tutuklanıp zindanlara atılacak.
Öte yandan geleceğe dair umutsuz olmak, devrimci gelenekten gelen insanlara yakışan bir tavır değildir. Zalimler ve bu zalimleri yönlendirenler nasıl bu ülkenin gerçeğiyse, Gezi Direnişi’yle ortaya çıkan genç ve bağımsız hareket de bu ülkenin gerçeğidir. Baskının ve zorbalığın olduğu yerde elbette ona karşı duran birileri de olacaktır. Tez, kendi antitezini yaratacaktır. Bu acı dolu günler de şüphesiz ki bir gün geride kalacak ve yıllar sonra işlenen bu cinayetler nefret ve şaşkınlıkla anılacaktır. Bu ülkenin aydın ve yurtsever insanlarına düşen, gençlere güvenmek ve onların dayanışmasını örnek almaktır. Partiler arası bölünmeden uzak bu tür bir hareket, demokratik ve insan haklarına saygılı bir ülkeye kavuşmamız için zorunludur. Demokratik temelli mücadeleler yoğunlaştıkça geçmişte işlenen günahların hesabı sorulabilecek ve ortaya daha aydınlık bir Türkiye resmi çıkacaktır. İşte o zaman sokaklara, caddelere ve meydanlara aydınlarımızın isimlerini öldükten sonra değil hayattayken vermeye başlayacağız.
Bugün yaşadığımız kötülükler, geçmişteki hataların bir sonucu. Bu sonucu, gelecekteki güzelliklerin başlangıcı yapmak da aydın görüşlü yurtseverlerin elinde. Gün gelecek Uğur Mumcu’nun, Turan Dursun’un, Hrant Dink’in ve daha nicelerinin isimlerini parklarda ve caddelerde değil ders kitaplarında okuyacağız. Bizden sonra gelecek nesiller bugün yapılan boş propagandaları Türk siyasal tarihinin karanlık bir dönemine ait unsurlar olarak hatırlayacaklar. Her ne kadar zalimler bizi ve ideallerimizi geçmişe gömmek isteseler de sonuçta kendileri tarihin tozlu yapraklarında yok olacaklar. Bizlere “marjinal” diyenler tarihsel gelişim sürecinde marjinalleşecekler. Bugün Avrupa’da Nazi yönetimi nasıl hatırlanıyorsa, halka zulmedenler de gelecekte aynı şekilde hatırlanacaklar. İşte o zaman Uğur Mumcu’nun, Turan Dursun’un, Muammer Aksoy’un, Hrant Dink’in ve katledilen birbirinden değerli aydınlarımızın ruhları gerçekten huzura kavuşacak.