“Bir hayat hiçbir şeydir ama hiçbir şey bir hayat değildir.”
Andre Malraux
Kültür endüstrisinin savaş aleyhtarı ürünlerine, savaşa azmettirici ürünlerinden daha fazla ihtiyacımız olan şu günlerde, bir savaş karşıtı roman okumamız bizlere “iyi” gelecektir diye umuyorum. Peki neden roman? Çünkü muhayyilesinde adına harf denen küçük kodlarla bir dünya yaratır insan, yani romanı yeniden, dahası yaşayarak üretir. Romanları yaşamak zaten aşina bir eylem. “Yaşatmak” açısından bakınca romancılar sihirli değneğe sahipler. Ya da şu Matrix’te ense köküne sokulan demir çubuklara… İnsanlara tecrübe etmedikleri bir şeyleri yaşatıveriyorlar, “ıveriyorlar” diyorum, çünkü yerinden bile kalkmadan yaşayabiliyor insan savaşı ve zulmü. Sayelerinde… Akabinde barışı ve kardeşlik özlenecektir “doğal şartlar”da. Binaenaleyh savaş karşıtı bir roman savaşsız bir dünya vadediyor. Böyle bir güce sahip romancının -Yaşar Kemal’in deyişiyle- mütemadiyen “başı belada” elbette. Hakkında konuşacağımız romanın yazarı Remarque da savaşı göbek deliği gibi taşıyan Hitler muktedirinden muzdarip olmuş. Kitapları yakılmış, vatandaşlıktan atılmış. Savaştan kaçınabilmek için, modern zamanların ilk küresel felaketinden (I. Dünya Savaşı) beri savaş aksiyonlarlarına sempati uyandırtmayan ve kapitalist-emperyalist-endüstriyel savaştaki askerciğin mevzudan habersizliğini, bütün dünyaya anlatan bir roman yazmış.
‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’
19-20’li yaşlarda bir grup öğrencinin Birinci Dünya Savaşı’na katılan Alman ordusuna iştirak edişini, savaşını, yavaşça insanlıktan çıkışını ve ardından da ölümünü anlatıyor. Bu süreci aşama aşama yaşanan travmalara tanıklık ederek, yalın ve çarpıcı bir dille yapıyor. Bu roman savaşta bir er olmanın, sürülerce ölüme sürülmenin ve tamamen edilgen-ettirgen bir hayat formatının bağışladığı, kesin bir özgüvensizlikle üsluplandırılmış; öyle ki bir çocuğun şaşkınlığıyla çevresinde olup biteni anlamaya çalışır, hiçbir şeye büyüklenerek bakamaz, yargılayamaz. Buna haddi olmadığını düşünür.
Cephede ruhlarını ütületenler
Gençler, askeri hiyerarşiye en alt rütbeden dahil olduklarında, şimdiye kadar içinde yaşadıkları hayat değerlerinin artık geçersiz olduğunu görürler; ilerleme, çalışma, kültür gibi gayeler karşılıksız kalır. “Parlatılmış bir düğmenin dört ciltlik bir Schopenhauer’dan daha önemli olduğunu öğrendik. Önce şaşkınlık; sonra öfke, nihayet umursamazlık içinde burada zekanın değil ayakkabı fırçasının, düşüncenin değil sistemin, hürriyetin değil talimin sözü geçtiğini anladık” diyor Paul. Henüz cepheye gidilmeden, kışlada astlarla üstler arasında bir savaş vardır. Kuvveti eline geçiren hemen başlar zorbalığa, “insan insanın kurdudur” mantığı işler. “Sivilken borusu ne kadar az ötmüşse, asker oldu mu da o kadar azıtıyor insan” diyerek tespitler yaparlar, üstlerine hasetliklerinden. Bu arada kendileri de hiyerarşide tırmanıp intikam almak düşlerinden geri kalmazlar tabii. Böylece ruhları ütülenir… Eğer ruhlarını ütületmeden, ilk masumiyetleriyle siperlere atılmış olsalar; sert, merhametsiz, itimatsız, kinci olamazlar (Bunlar cephedeki askerin elzem nitelikleriymiş).
Bazı adamlar var ki, harp onların işine yarar
Resmi ideoloji bir şeye kafasını taktı mı gerçekleştirmesi uzun zaman almaz. Okullar, medya, sanat gibi toplumsallaşma araçları bir anda aynı hedefe koşulur. Artık herkes hemfikir. Mesela Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un anlatıcı askeri Paul, ders esnasında öğretmenin çektiği nutuklarla dolduruşa gelip, sınıfın geri kalanıyla birlikte askerlik şubesine gidip asker olur. Savaş öncesi dönemde toplumun fikirleri öyle bir yönlendirilir ki anne babalar bile savaşa gitmek istemeyen gence korkak yaftasını yapıştırır. Öte yandan “Savaşı bir felaket addeden insanlar, akılları erenler, fakir basit kimselerdi aslında. Bu gibiler savaşa bir felaket gözüyle bakarlarken, tuzu kuru olanlar sevinçten uçuyor.” diyen Paul Birinci Dünya Savaşı’nın, sermaye peşindeki burjuvazinin hammadde arayışı olduğunu vurgular ve sıradan insanının kendi rolünü (keneler tarafından kanı emilen bir hayvan) idrak edişine değinir.
Almanya’da bir dağ
Romanın ilerleyen bölümlerine doğru yazar, düşüncelerini açık eder artık. Askerlerin arasındaki tartışmada “Savaş neden çıkar?” sorusuna “Çok kere, bir memleketin bir başka memleketi ağır şekilde kötülemesinden çıkar” cevabı gelir. Öteki “Anlamıyorum” der, “Almanya’da bir dağ, Fransa’daki bir dağı nasıl tahkir edermiş!” Oldukça anlamlı diyaloglar yaşanır. Aralarından bilge olanı gerçeğe yaklaşır: “Fransa’da da insanların çoğu keza işçi, esnaf yahut küçük memur. Şimdi ne diye bir Fransız çilingir yahut kunduracı bize tecavüze kalkışsın? “Hayır, sadece devletler birbirlerine tecavüz ederler, ben buraya gelmeden önce tek bir Fransız görmüş değildim” ve bir başka nefer ekler: “Bazı adamlar var ki, harp onların işine yarar.” Buraya kadar cümle cümle olgunlaşır askerlerimiz, fakat hikâyenin sonuna yaklaşırken bütün arkadaşlarını kaybettiğinde, Paul iyice olgunlaştığında hatta olgunlaşmanın da ötesine geçip vurdumduymazlaştığında, şu meşhur “savaştan nemalananlar” konusuna noktayı koyar: “Almanya’daki fabrikatörler yüklerini tuttular; beri yanda dizanteri bizim bağırsaklarımızı doğruyor.” Bu ifade öfkeli bile gelmez okuyucuya, o kaderini kabullenmiş bir günah keçisidir daha çok.
Çelik çocuklar
Savaşın ne olduğunu bilmeyen yetişkinlerin ve toplumun dayatmasıyla kendini ölümle burun buruna bulan bu gençlerin, askerlik öncesi tahayyül ettikleri savaş ile şimdiki savaş izlenimleri arasında bir benzerlik kalmaz. “Onlar hala yazıp söylerlerken, biz hastaneleri, can çekişenleri görüyorduk; onlar devlete hizmeti en büyük fazilet diye sınıflandırırken, biz artık ölüm korkusunun daha baskın olduğunu anlamış bulunuyorduk.” Kelimeleriyle ünler bu ayrıklığı Paul. Fakat bunun ziyadesi var, savaşa karar verenlerle savaşa gidenlerin aynı kişiler olmaması… Paul boynunu eğmiştir ama okur durumu lanetler. Muktedirin ürettiği emperyalist ve militarist bakış, toplumun bütün kurumlarına sirayet eder: “Korkaklar savaştan kaçar, siz çelik çocuklarsınız!” Fakat Mehmetçik çok yalnızdır… Bu noktada bir askerden ütopik bir çözüm önerisi gelir: “İki memleketin bakanları, generalleri banyo donlarıyla ellerinde sopalar sahaya çıkıp birbirlerine saldırmalılar. Sağ kalan hangi memlekettense o galip sayılmalı. Bu hem daha basit hem de daha iyi.”
Tasasızlıktan vurdumduymazlığa
Cephede “ölümü ve hayatı bir arada yaşayan” bu çocuklar, düşünen bir hayvana (düşünmekten kasıt yemek, tuvalet vb.) dönüşür. Vurdumduymazlığı bir zırh gibi giyerler üzerlerine; çünkü zihinleri açıkken onları kolayca ezen dehşete direnebilmelerinin başka yolu yoktur. Yüz elli kişi gittikleri siperlerden seksen kişi döndüklerinde, yüz elli kişilik yemeği seksen kişi yiyeceklerine sevinirler. İnsan hayatının bütün zenginlikleri kış uykusunda… Ömürlerinin baharı beslenmek, öldürmek ve ölmekle geçer. Geriye döndüklerinde ne yapacaklarını kestiremezler; ilk meslekleri öldürmek olmuştur, bu yüzden eve dönmeyi de öyle canla istedikleri yok. Onların evleri artık cephedir. Evdekilerin kendilerini savaşa gönderirken uydurdukları, uyduranların hâlâ gerçek zannettiği, o romantik kahramanlık imgeleri artık paramparçadır.
Gösterişsiz bir Hercules
Binlerce savaş filmiyle, kitabıyla eli silahlı adamların karizmasına inandırıldık biz fakirler. Bu fallik nesneler (silahlar) iğrenç gerçekliği estetize ediyor, bu illüzyon ise savaş müptelalarının ekmeğine yağ sürüyor nihayetinde. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, savaşın bir lağım çukuru olması gerçeğini çarpıtmayan, meşrulaştırmak için kutsal amaçlara evirmeyen bir roman olarak son derece onurlu. Savaşı bir er olarak sırtında taşıyan sıradan insanın hikâyesini anlatır, resmi tarih kitapları gibi sultanların ve generallerin hikâyelerini değil. Bu nedendendir ki Paul Baumer’in öldüğü gün resmi tebliğlerde batı cephesinde kayda değer yeni bir hadise yoktur.
Sözde Terörist
12 Eylül hayaletinin siyaset eliyle ortalıkta dolaştırıldığı bir dönemin içindeyiz. Hayalet çünkü sözde bir demokrasi perdesinin ardında, hükümetin elinde adeta bir insan öğütme mekanizmasına dönüştürülmüş yargının suçsuz olduğunu iddia ettiği halde yıllarca ceza altına aldığı binlerce insandan bahsediyoruz artık. Siyasi iktidar ülkede ne zaman hukuksuzluk yaşansa ’80 darbesini, o dönem yaşanan hukuksuzlukları, şiddeti işaret edip bugünkü baskıyı, haksızlığı hasıraltı etmeye çalışıyor. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor, madalyonun bugünkü yüzünde ne olduğu artık herkesin gözleri önünde.
İsmail Saymaz’ın haberlerini okumayanımız kalmamıştır herhalde. Senelerdir insan hakları ihlalleri, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerine yazılar yazıyor. Yine aynı konularda yayımlanmış hatırı sayılır sayıda araştırma kitabının da yazarı. Son kitabı Sözde Terörist ise akşamdan sabaha bir anda terörist ilan ediliverenlerin hikâyesini anlatıyor. Bu iş öyle kolay ki, anlatılan benim hikâyem olabilir diyorsunuz. Terörist olmak şimdilerde herkese çok yakın zira.
Aziz Nesin hikâyelerine verdiği isimlerle ironiye başlar. İsmail Saymaz’ın kitabını açar açmaz aynı şeyi hissediyorsunuz. “Herkese Bir Örgüt Kampanyası”, “Oturdu ve Tutuklandı”, “Ne Avrupa’sı Burası Adana”, “Ölse Bile Terörist”, “Bir de Alkışlamışsın”… Bu bir anlık yanılsama pek tabii. Daha ilk hikâyeye başladığınızda sayfanın diğer yüzünde gördüğünüz fotoğraf sizi gerçek hayatın olanca sertliğiyle karşılıyor. Nazire Ayata Civelek ve kızı Şana… Şana o küçük bedeniyle size öyle bir bakıyor ki, koca cüsseniz yerinden oluyor adeta. Cezaevine annesiyle beraber kapatılmış iki yaşındaki çocuğun görüntüsü her iğnesiyle sizi kanatan bir nakış gibi işliyor yüreğinize.
“Daha 15 yaşındayım, hiç bişi bilmiyorum. Ben buradan çıkmak istiyorum. Ailemin yanında olmak istiyorum. Burada hep ağlıyorum. Buraya hiç alışamadım. Canım çok acıyor. Hayatım boyunca ilk defa cezaevine girdim” diyerek yaşadığı zulmü anlatan Berivan Sayacı’nın kederi ise Kürtlerin onlarca yıldır yaşadığı baskıya ayna tutar cinsten. Kitapta bunun gibi 30 ayrı dava konu edinilmiş. Dersim’de bir panele katıldığı ve konuşmacıları alkışladığı için görevinden olan polis memuru, işlemediği cinayetten müebbet hapis cezası alan yazar Doğan Akhanlı, pankart astıkları için yıllarca hapis yatan öğrenciler, “Apo ile Feto” başlığıyla haber yapan, “… zaten devlet bitlendi” diyen ve cezaevine gönderilen gazeteci Hacı Boğatekin, yine Kürtçe vaaz verdikleri için tutuklanan din adamları… Ayrıca bir dönem oldubittiyle gündemimize getirilen İbrahim Tatlıses’in PKK’ye kadar “uzanan” vurulma olayını da bilmediğimiz detaylarla gündeme getirmiş İsmail Saymaz.
Şiddetin, baskının olduğu her dönem kendi tanıklıklarını da yaratıyor aynı zamanda. İsmail Saymaz’ın kitabında aktardıklarıyla düşündüğümüzde bugün ülkemizde yaşananlar 12 Eylül’ü geride bırakacak cinsten. Hikâyeleri okuyup insanların yaşadıklarına tanıklık edince, insan otuz üç yıl önce yaşanmış kâbusu mumla arıyor neredeyse.