Mevcut iktidar, politik, sosyal ve ahlaki düzlemde sürekli Osmanlı’yı referans gösteriyor ve kendilerini “Osmanlıların torunları” olarak ifade ediyor. Yazımızda Osmanlı devletinde kadınlara yönelik ahlaki/dinsel söylemler üzerinden kurulan baskı politikası ve özelde Osmanlı hanedanlığı içerisinde genelde ise toplumsal olarak kadınlığın cinsel açıdan sömürülmesi üzerine inşa edilen ‘cariye’ politikası üzerinde örnekler vererek duracağız.
Hükümetin öğrenci evleri üzerinden diline doladığı ahlak tartışması ve bu tartışma ile birlikte gündeme getirilmeye çalışılan öğrenci evlerine müdahale edilmesi fikri ister istemez güncele dair yeni bir polemiğin daha doğmasına neden oldu. Bu tartışma başlığı bugünü ilgilendirdiği kadar kuşkusuz dünün tartışmalarını ve başat olarak tartışmanın öznesi olan ‘kadın’ kimliğinin, yaşadığımız coğrafya üzerinde geçirmiş olduğu siyasal, sosyal serüveni de ilgilendirmekte.
Mevcut siyasal iktidarın politik, sosyal ve ahlaki düzlemde sürekli referans gösterdiği ve kendilerini ‘Osmanlıların torunları’ olarak ifade ettikleri bir söylem ve bu söylem üzerinden geliştirilmeye çalışılan ‘Yeni Osmanlıcı’ toplum yapısını dikkate alarak biz de tartışmanın ‘Osmanlı devleti’ özelinde tarihsel alanına göz atmaya çalışacağız. Bu bağlamda yazımız iki ana eksen üzerinden yürüyecek. Osmanlı devletinde kadınlara yönelik ahlaki/dinsel söylemler üzerinden kurulan baskı politikası ve özelde Osmanlı hanedanlığı içerisinde genelde ise toplumsal olarak kadınlığın cinsel açıdan sömürülmesi üzerine inşa edilen ‘cariye’ politikası, çalışmamızın iki eksenini oluşturacaktır.
Osmanlı’da kadının yeri
Göktürklerden itibaren sosyal ve siyasal alanda etkin olarak kimliğini yaşayan ve devlet işleri dahil olmak üzere yönetim ve idarede görev alan Türk kadınları, Osmanlı devletinin kuruluş yıllarını takiben toplumsal yaşamdan dışlanarak neredeyse evin içine hapsedilmiş ve adeta dış dünya ile bağları kesilmiştir. Öyle ki özellikle anne kimliği ile birlikte toplumda belirgin bir saygınlığa ulaşan ve sevgi gösterilen kadınlar, siyasal yapı içerisinde de resmi yazışmaların müşterek imzalanmasından, devlet törenlerine katılım ve konuşma yapma, devlet adına resmi belge imzalama, dahası devlet başkanlığı görevlerine kadar siyasal yapının en üst kademelerinde görev alırken, Osmanlı devleti ile birlikte peçe takmadan dışarı çıkmayacak noktaya getirilmiştir.
Benzer bir biçimde Tanzimat’a kadar sosyal yapının neredeyse dışında tutulan, eğitim görmesine dahi müsaade edilmeyen, miras hukuku dahil medeni hukuk bağlamında toplumsal statüsü yok edilen kadın, maalesef bu kaybı Osmanlı ile birlikte yaşamıştır. Belirttiğimiz üzere Osmanlı’dan yüzlerce yıl öncesinde Türk kadınları gerek hane halkı içerisinde gerekse de toplumsal yapının diğer kademelerinde saygın bir kimliğe sahiptiler. Cinsiyete bağlı işbölümün olmadığı Türk toplumunda, kadınlar aynı zamanda evin de yöneticisi konumundaydılar. Genelde tek eşliliğin hakim olduğu bu toplumsal yapıda, kadınlar gerek eşlerini seçmede gerekse de boşanmada özgürdüler. Türk kadınının içinde bulunduğu o dönemi Roux, (2001, 72) (1) Orta Asya isimli eserinde şöyle ortaya koymuştur: “Kadın örtünmez, haremde kalmaz, erkeklerden ayrı yaşamaz. Hatta aşırı serbest oldukları da söylenebilir… Erkeklerle bayramlara, şölenlere ve içki âlemlerine katılır; onlarla kımız ve şarap içerek sarhoş olurlar. Yalnızca katılmakla kalmaz, şölenleri, içki âlemlerini bizzat düzenler ve davetler verir. Kocası evde olmadığında, hatta özellikle kocası evde olmadığı zamanlarda misafirini tüm ev sahibi görevlerini yerine getirerek ağırlar. Ata erkekler gibi biner, bu, Avrupalıları çok şaşırtır. Ok atar, öküz arabalarını kullanır… Kocaları dama oynarken onlar futbol oynarlar. Kendi işleriyle uğraşır, pazara gider ve kocası paketlerini taşır… Ava ve savaşa katıldıkları da olur… Genç kızlar erkeklerle rekabet ederler, onlarla dövüşüp güreşmekten hiç çekinmezler.”
Peki, Türk toplumunda sosyal konumu yüksek olan kadın kimliğinin Osmanlı devletinde bu derecede gerilemesine neden olan olgu nedir? Bu soruya yani yanıt arayan pek çok çalışma yapılmıştır. Bizans ve İran kültürlerinden etkileşim ve yerleşik yaşama geçişle birlikte Türk kadınlarının bu kaybı yaşadıklarını ileri süren tezler ile birlikte İslam dininde yer alan hükümlerin kadınlar üzerinde böyle bir sonuç yarattığı ve Osmanlı devletinde de dinin güçlü etkisi ile birlikte kadınların toplumsal yapıdan dışlandığı vb. yönlü tezler bu çalışmaların başında gelmektedir. Söz konusu çalışmalar çalışmamızın sınırları dışında kalmakla birlikte bu noktada şunu söyleyebiliriz: Özelikle din bağlamında, kadını cinsel, fiziksel ve ekonomik olarak sömüren iktidarlar, din özelinde kadın üzerine reva gördüğü ya da uygulamak istediği dinsel kıssa, hadis vb. metni alırken, tam tersi yönde ortaya konulan dinsel kayıtlara bihaber kalabilmektedir. Bu anlamda dönemin iktidarlarının kurmaya çalıştığı toplum yapısı, din başta olmak üzere her türlü ‘kutsalı’, oluşturmak istediği sosyal yapıya uygun olarak operasyonel alana dahil etmiştir.
Osmanlı devletinde kadınların toplum dışına itilmesi ve sadece kadın kimliğinden dolayı uğramış olduğu ayrımcılığı/mağduriyeti göstermek açısından iki örneği inceleyeceğiz: Osmanlı’da kadınların eğitimi ve başörtü emirleri.
Osmanlı’da kadınların eğitim serüveni
Osmanlı devletinde genel olarak batı standartlarında eğitim faaliyeti ne yazık ki ancak 19. yüzyılın ortalarında hayata geçebilmiştir. Batılılaşma hareketleri ve Tanzimat Fermanı ile kendine yaşam alanı bulan bu eğitim faaliyeti öncesinde ise kız ve erkek çocukların ilk gittiği eğitim kurumları sıbyan mektepleri ya da mahalle mektepleri adıyla bilinen okullardı. Resmi olarak hazırlanmış herhangi bir müfredatı olmayan bu okulların yönetimi vakıfların ellerinde idi. Beş, altı yaşlarında okula başlayan çocuklar üç dört yıl süresince anılan okullarda okuma yazma, Kuran ve temel din bilgilerini öğrenirlerdi. Öğretmenliğini cami hocalarının yaptığı bu okullar İstanbul’da ilk defa Fatih Sultan Mehmet döneminde açılmıştır. Bu okullara bütün öğrencilerin gitmesi için bile dört yüz yıllık bir dönemin geçmesi beklenmiş ve ancak II. Mahmut döneminde İstanbul’da tüm çocukların mahalle mekteplerine gitme zorunluluğu kararı alınmıştır. Aynı kararın bütün şehirlerde uygulanması için de Kanun-i Esasi beklenmiş ve nihayet 1876 yılında kız çocuklarının okula gönderilmesi mecburi hale getirilmiştir.
Sıbyan mektepleri sonrasında ise erkek çocukların bir kısmı medreselere gidebilirken, kızlar bu haktan mahrum bırakılmıştır. Görüldüğü üzere Osmanlı’da genel olarak eğitim sisteminde oldukça köhne bir yapı hâkimken kız çocukların eğitimi açısından bu durum daha vahimdir. Öyle ki 1859 yılına kadar kız çocukları için sıbyan mektepleri dışında gidebilecekleri herhangi bir eğitim kurumu yoktu. İlk kız rüştiyesi (orta okul) olan Cevri Usta İnas Rüştiyesi, Ocak 1859’da İstanbul’da açılabilmiştir. Pek tabi Tanzimat yılları içerisinde gerek dönemin aydınları gerekse basın kız çocukların eğitim durumlarının yükselebilmesi için önemli çalışmalar gerçekleştirmişler ve bu doğrultuda etkili yazılara imza atmışlardır. Eğitim sisteminin karma haline baktığımızda ise hakim ayrımcı tabloyu burada da görürüz. Öyle ki bir mahalle ya da köyde iki sıbyan mektebi varsa bunlardan biri kız çocuklarına diğeri ise erkek çocuklarına ayrılırdı. Eğer böyle bir imkan yoksa kız erkek çocukları ayrı sıralarda oturtulur, hatta kız çocukları sınıfın bir tarafına erkek çocukları da bir diğer tarafa ayrılarak oturtulurdu. Eğitimin kalitesi ise beklenildiği üzere çağdaş eğitim normlarından çok uzaktı, hatta o kadar ki bu okulları bitirenlerin çoğu okuma yazma öğrenemeden sadece Kuran’dan sureleri ezberleyerek mezun oluyorlardı.
Rüştiye mekteplerine geri dönersek bu okulların açılma amacını hükümet şöyle açıklamıştır: “Okuyup yazmanın erkek ve kadınlar için elzem olup geçinmek için ağır işler gören erkeklerin ev işlerinde rahat etmeleri ancak kadınların dahi din ve dünyalarını bilerek
kocalarının emirlerine itaat etmeleriyle ve istemediklerini yapmaktan sakınmalarıyla iffetlerini koruyup kanaat ehli olmalarıyla mümkün olacaktır.” (2) Yani amaç ev kadını yetiştirmektir. Buna rağmen söz konusu okullar ülke geneline yayılmaz ve İstanbul ile birkaç şehir dışında bu okullarda etkin bir eğitim faaliyeti yürütülemez. Çünkü bir taraftan anılan okullarda eğitim verecek öğretmen yoktur, diğer taraftan halk da kız çocuklarına erkek öğretmenlerin eğitim verdiği gerekçesi ile çocuklarını bu okullara göndermekte isteksiz kalır! Bu durumun sonucunda ortaya şöyle bir tablo çıkar: “1871’de İstanbul’da 8 adet kız rüştiyesi ve buralarda 207 kız öğrenci vardı. Oysa o tarihte İstanbul’da 14 adet erkek rüştiyesi ve buralarda 1421 erkek öğrenci bulunuyordu. 1876-1877’de ise İstanbul’da 9 kız rüştiyesi ve buralarda 309 öğrenci varken aynı tarihte İstanbul’da 21 erkek rüştiyesinde 1795 öğrenci okuyordu. (3) Bu vahim tablonun önüne geçmek ve kız çocuklarını erkek öğretmenlerden dolayı okula göndermeyen velilerin rüştiye okullarına karşı güvenlerini kazanmak için 26 Nisan 1870’de, Darülmuallimat (kadın öğretmenler yetiştirmek amacıyla kurulan öğretmen okulu), Eğitim Bakanı Saffet Paşa’nın bir nutku ile açılmıştır.
Kızlar için lise düzeyinde eğitim veren kurumların açılması da yine yoğun tartışmalar sonrasında gündeme gelebilmiş ve bazı araştırmacılara göre ilk liseler 1880’li yıllarda açılabilmiştir. Diğer taraftan Akyüz ilk kız lisesinin açılışını 1911 yılı olarak tespit etmiştir. Anılan yılda İnas İdadisi (lise) adıyla açılan bu ilk lise sonraki yıllarda isim değiştirmiş ve 1922 yılında İstanbul Kız Lisesi adını almıştır. Kızlar için ilk üniversite ise onu takip eden yıllarda gündeme gelmiş ve 1914 yılında ilk İnas Dârülfünunu adını taşıyan, kızlar için bir üniversite açılmıştır. Bununla birlikte tıp, dişçilik, eczacılık bölümlerinde kız öğrencilerin de okuyabilmesine ancak 1917 yılında izin verilmiştir. (4)
Kız çocuklarına yönelik okulların yaygınlaşması ve nihai olarak 1914’te Kız Darülfünûnu’nun (üniversite) açılması ve batılılaşma hareketleri ile birlikte, karma eğitim meselesi ilk defa tartışma gündemine girebilmiştir. Öyle ki 1914 yılında açılan ilk kız üniversitesi dersleri Darülfünûn binasında, erkek öğrencilerden ayrı zamanlarda görülüyordu. Erkek ve kız öğrencilerin bu aynı binada ama farklı zamanlarda eğitim görmesi 1919 yılında gazete haberlerine ‘karma eğitim’ yapılacağı şeklinde gündeme gelmiş, buna karşılık dönemin Milli Eğitim Bakanı şu açıklamayı yaparak tartışmaları sonlandırmıştır: “İnas Darülfünûnu için bir bina sağlanarak öğrenciler oraya nakledilmedikçe başka türlü yapmaya imkân yoktur. Dârülfünun öğretmenleri ayrı saatlerde, ayrı dershanelerde kızlara ayrı, erkeklere ayrı ders vermeyi sürdürüyorlar. Erkek öğrenciler öğleden önce, kız öğrenciler öğleden sonra ders görmektedirler.” (5) Her ne kadar karma eğitim bu şekilde önlenmek istense de çok geçmeden bu uygulama tarihe karışacaktır.
Biz dönelim ilk İnas Dârülfünunu’na. 1914 yılında açılan bu okul 1920’de Darülmuallimat-ı Âliye’den ayrılıp Darülfünûna bağlanmış ve sonrasında derslerde yine kız-erkek ayrı eğitim yapılmıştır. Buna karşılık Fen ve Edebiyat şubelerindeki kız öğrenciler bu kararı protesto ederek kendi sınıflarını boykot edip erkek öğrencilerin sınıflarına girmişler ve İnas Darülfünûnu Eylül 1921’de tarihe karışmıştır. Verilen bu mücadelenin bir sonucu olarak da Hukuk Fakültesi 1921-1922, Tıp Fakültesi 1922-1923 öğretim yılından itibaren kız öğrenci almış ve karma eğitim talebi öğrencilerin çabaları ile öğrenim hayatına girmiştir.
Ana hatlarıyla aktarmaya çalıştığımız Osmanlı devletinde kadının eğitim alanındaki yerine dair şu saptamaları yapabiliriz:
– Sosyalizasyon alanı olarak da görebileceğimiz eğitim kurumları Osmanlı devletinde geç bir dönemde 19. yüzyıl ortalarında boy gösterdi.
– Kız çocuklarının eğitim süreçlerine dâhil edilmesi ise hep tartışmalar sonrasında gündeme geldi.
– İç ve dış dinamikler sonrasında eğitim kurumlarına dâhil edilen kız çocukları üzerinde hep bir baskı politikası uygulandı.
– Özellikle karma eğitim ve kız çocukların erkek öğretmen tarafından öğretime tabi tutulması Osmanlı devlet yönetimince uzun bir dönem kabul görmedi.
– Osmanlı’da kadınlar üzerinde uygulanan dinsel/ahlaki baskılar eğitim süreçlerinde baskın bir biçimde ortaya çıktı.
Osmanlı’da kadınlar üzerinde uygulanan başörtü yasaları
Kadın üzerinde özellikle örtünme bağlamında çıkarılan yasa ve hükümlerin geçmişi uzun asırlar öncesine dayanır. Bu bağlamda kadınlarla ilgili tarihte ilk yazılı kaynaklar Asurlarda görülmüştür. Asur yasalarında “(tanrılara adanmış) fahişe olmayan kadınların örtünmesi zorunlu kılınmıştır. Buna göre anılan toplumda fahişelerin başı açıkken, fahişe olmayan kadınların kapanması zorunlu hale getirilmiştir. Yine Yunan uygarlığının ilk dönemlerinde kadının toplumdaki yeri ikinci plandadır. Örneğin insanlığın başına gelen bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterilen Pandora bir kadındır. Bütün olumlu özellikler erkeğe atfedilmiştir. Kadınlar ise ilerleyen dönemlerde bu dezavantajlı konumlarından uzaklaşsa da, anılan dönemde erkeklerle bir arada bulunmamaları ve başlarını örtmeleri yönünde uyarılara maruz kalmışlardır. Dahası Truvalı Paris’in kaçırdığı Helen, evlendiği gün tanrıça Afrodit’in verdiği altın işlemeli yaşmağı başına geçirmiş ve böylelikle evlenmekle kadının örtünmesi arasında bir bağ olduğunu göstermiştir. (6) Heraklit de Yunanistan ve Mısır’da yaşayan kadınların örtünme biçimlerini şöyle anlatır: “Giysilerin başa gelen kısımları öyle sarılır ki, yüzün tümü peçe ile örtünmüş gibi görülür. Zira sadece gözler ortada kalır, yüzün diğer bölümleri ise giysinin bir parçası ile tamamen örtünür.” (7)
Kadının kapanması ve başörtüsü ile ilgili hükümlerin dinlerde de baskın bir biçimde yer aldığını görürüz. Gerek Yahudilerde, gerek Hıristiyanlarda gerekse de Müslümanlarda, başörtüsü, iffet ve namus kavramları özdeşleştirilmiş ve kadınların başörtüsü takması için kimi zaman çok ağır yaptırımlar uygulanmıştır. O kadar ki Yahudilerde örtünme kadına zulmetme ve baskı aracına dönüşmüş, kadınların başlarını örtmemeleri suç sayılmış ve dindar Yahudi kadınlar evlenince saçlarını tıraş ettirip bir peruk ya da başörtüsü ile başlarını örtmüştür. (8) Benzer biçimde Hıristiyan toplumunda da kadınların örtünmesi ile ilgili ciddi baskılar uygulanmış ve bu durum bir ahlak kuralı gibi gösterilmeye çalışılmıştır. İlerleyen dönem içerisinde de Hıristiyanlar için bakire ve evli kadınların başlarını örtmesi zorunlu hale getirilmiştir. İslam’da ise örtünme ile ilgili sureler Medine döneminde ve İslam Peygamberinin 23 yıllık tebliğ sürecinin 18-19. yıllarında gündeme gelmiştir. İslam öncesi dönemde ise örtü aynı zamanda seçkin aileler tarafından kullanılan bir statü sembolü olarak görülmüştür.
İslam inancında vuku bulan örtünme ile ilgili surelerin tefsirlerine baktığımızda, örtünmenin mevcut toplumda kadınların başlarına gelebilecek tehlikelerden korunmaları için gerekli bir giyinme biçimi olarak tanıtıldığını görürüz. Bununla birlikte İslam’da örtünme, imanın değil amelin alanına dahil bir konudur. Diğer bir ifadeyle kadın örtünmese de Müslüman’dır. Tıpkı, kişinin kendini Müslüman olarak tanımlamasına rağmen namaz kılmaması, zekât vermemesi, oruç tutmaması ve hacca gitmemesi gibi. Çünkü sayılan ibadetler bir ritüel olup, dinin inanç esaslarını değil, davranışsal, ibadete yönelik yanlarını gösterir. Belirleyici olan ise usul değil, esasa ilişkin iman şartları olduğu için kişinin örtünmemesi ile Müslüman olup olmaması arasında bir bağ yoktur. Diğer taraftan örtünme ile ilgili surelere ilişkin herhangi bir yapısal, tarihsel analize gidilmeyip, saltık olarak bu sureleri değerlendirme yaklaşımı, kadınlara örtünmenin dayatılmasının temelini oluşturmuştur. Aynı gerekçe ile “başörtüsü siyaseti” sürekli bir biçimde gündemde yerini alabilmiştir.
Osmanlı toplumunda örtünme konusuna geçmeden önce şunu ifade etmeliyiz ki, Müslüman olmadan önce Türk kadınlarında örtünme olmadığı, tarihe geçen bir kayıt olarak gözükmektedir. Öyle ki MS 900’lü yıllarda Oğuzların arasında bir süre kalan İbn Fazlan, kadınların erkeklerle bir arada olduğunu ve örtünmediğimi ifade etmiştir. (9) Türklerin örtünmeyle tanıştıkları dönem ise Müslümanlığı kabul ettikleri 9. ve 11. yüzyıla kadar uzanır. Yine de İbni Battuta, 14. yüzyılda Türk bölgelerinde kadın ve erkek arasındaki eşitliği ve kadınların örtülü olmadığını ifade eder. (10)
Osmanlı devletinin ilk dönemlerinde de, yukarıda ifade ettiğimiz biçimde, kadın ve erkek eşitliğinin sonraki dönemlere göre ileri bir noktada olduğu ve kadınların bu dönemlerde daha serbest yaşadıklarını söyleyebiliriz. (11) Dahası örtünmenin İstanbul ele geçirilene kadar kurumsallaşmadığını, örtünme konusunun da dinsel gerekçelerden ziyade kadınlarla ilgili ‘ahlaki’ kaygılardan doğduğunu görmekteyiz. İlerleyen dönemlerde ise Bizans geleneği ile tanışan Osmanlı hanedanlığı devlet bürokrasisinde ve aile yapısında kimi değişikliklere gitmiş, Bizans’ın sınıflı yapısında baskın bir biçimde görülen hiyerarşik yapılanmayı kendi saray yaşamına da taşımıştır. Bu noktada ‘harem’ geleneği sarayın içine yerleşmiş ve kadınlar da Anadolu’da gözükmeyen bir biçimde odalara hapsedilerek, örtünmeye başlamışlardır.
Diğer taraftan Yavuz Sultan Selim ile başlayan Doğu politikası ve güçlü dini vurguların gündeme getirilmesi kadınların giyim kuşamı üzerinde etkili olmuş ve anılan padişah ile birlikte kadınlarla ilgili peş peşe emirler yayınlanmaya başlanmıştır. 16. yüzyıldan başlayıp 19. yüzyılın ortalarına kadar oldukça katı bir şekilde uygulanan emirlerde “Şeriat ve ahlak adına, kadının giyimi üzerine ayrıntılar bile tanımlanmış, feracelerin yaka boyları, üzerindeki nakışlar, yaşmakların biçimleri, inceliği gibi detaylar bile bu emirlere konu olmuştur.” (12) Bu yasaklarla kadınların sokakta görünmeleri ve erkeklerle olan ilişkileri de kontrol altına alınmaya çalışılır.
Örtünme ile ilgili ilk yasak emri 1725’te İstanbul’da yaşayan kadınlara yönelik yayınlanır. Bu yasakta İstanbul Kadısına ve Yeniçeri Ağasına ve Bostancıbaşı Ağa’ya şöyle seslenilir: “İstanbul memleketimizin yüzü suyu, bilginler, dürüstler ve edipler beldesidir. Halkının da günlük kıyafetlerinin şeriata uygun olması devlet namusu gereğindedir. Fakat savaşlar yüzünden çok önemli işlerle uğraşılırken bu husus ihmal edilmiştir. Bazı yaramaz kadınlar bunu fırsat bilip, sokaklarda halkı baştan çıkarmak gayesiyle aşırı süslenmeye başlamışlardır. Yeni biçimlerde çeşitli esvaplar yaptırmışlar; Hıristiyan kadınlarını taklit ederek başlarına acayip serpuşlar geçirmişlerdir… Bundan böyle kadınlar bir karıştan ziyade büyük yakalı ferace ve üç değirmiden fazla baş yemenisi ile sokağa çıkamayacaklardır. Feracelerde süs olarak bir parmaktan enli şerit kullanılmayacaktır. Bu yasakları dinlemeyecek olan kadınların yakaları kesileceği ve esvaplarının yırtılacağı ilan olunsun. Dinlememekte ısrar edenler yakalanıp başka şehirlere sürülecektir.” (13)
Söz konusu dönemde bu emirnamenin dışında, kadınların Hıristiyan kadınlara benzememesi için ‘koyu renkli giysiler yerine renkli giysiler giymeleri’ ya da ‘renkli giysiler yasaklandığı için çarşaf giymeleri’ şeklinde emirler de yayınlanır. Bu fermanların doğal bir sonucu ya da ‘dini akidelerle’ ortaya çıktığını düşündüğümüz ve kadın giyiminde örtünmenin en üst boyutu olarak nitelendirebileceğimiz ‘çarşaf’ ise 1800’lü yılların sonlarına doğru yaygınlaşır. Buna karşın çarşafın yaygınlaşmasını ‘Saray’ olumlu karşılamamış, aksine II. Abdülhamit döneminde çarşaf giyimi bile yasaklanmıştır. Suikast tehlikesi dolayısıyla II. Abdülhamit tarafından yasaklandığı öne sürülen çarşaf giyimi ile ilgili başka çekincelerin de olduğu dile getirilmiştir. Çarşafın Hıristiyan kültüründe matemi temsil etmesi ve çarşaf giyen erkeklerin yaptıkları soygunlar da yasağın gerekçelerindendir. İstanbul’da bu tür yasaklar olmasına karşın, Anadolu’da ferace giyimi ya da çarşaf gibi güncel bir tartışma vuku bulmamıştır. Dahası Anadolu kadınları yaşmak ve peçe bile kullanma alışkanlığı göstermemiş, 1882’de ferace giymeleri hakkında çıkarılan fermana isyan etmişlerdir. Bu durum 27 Temmuz 1882’de Levant Herald gazetesinde şu şekilde haberleştirilir: “Yeni İzmir valisi, civar köylerden pazarda satmak için, pazara mal getiren, ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk kadınlarının beş gün hapis ve bir mecidiye para cezasına çarptırılacağı konusunda bir yasak çıkardı. Bu yasağa karşılık köylü kadınlar, atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına alan bu yeni kanuna uymaktansa, köylerinde kalmayı yeğlediler.” (14)
Kadın giyiminin toplumsal gerekçeler bahane edilerek yasalarla belirlenmek istenmesi kadının toplumsallaşma süreçlerini de engellemiştir. Bu anlayış, iktidar gücünü arkasına aldığında büyük tahribat yaratabilir. Örneğin Suudi Arabistan’da 2005 ve 2011 seçimlerinde kadınların seçmen ve aday olarak katılımı bile sağlanamamıştır. Dahası Suudi Arabistan’da kadınların kimliği bile daha düne kadar yoktu. Bugün ise 2000 yılında yürürlüğe giren kanunla kadınlar ancak ‘yasal velilerinden’ yani baba, eş ya da erkek kardeşlerinden izin belgesi ve eğer çalışıyorlarsa işverenlerinden belge almaları durumunda kimlik almaya hak kazanmışlardır. Bunun için ayrıca bir yaş sınırı belirlenmiş; kimlik almak isteyenler için çıkarılan kanunda bu sınır en az 22 yaş ve üstü olarak ilan edilmiştir. Suudi Arabistan’da kadınlar aleyhine benzer bir durum aile hukukunda da gözlenir. Örneğin kadınların kocalarından boşanmaları, erkeğin iktidarsız olması veya kendisini terk etme şartına bağlanmıştır. Yine Arabistan’da Suudi kadınların başka ülke vatandaşları ile evlenmeleri durumunda, çocuklarını Suudi vatandaşlığına geçirme hakkı tanınmamıştır. Oysa aynı hak erkekler için vardır. Bu durumdaki Suudi kadınların sadece erkek çocukları 18 yaşını geçtikten sonra vatandaşlık için yasal başvuruda bulunabilmektedirler. Ayrıca bu ülkede hali hazırda var olan himaye sistemine göre kadınların çalışmaları, seyahatleri ve eğitim almaları erkek velilerinin (erkek kardeş, baba, eş) iznine tabidir.
Bütün bu yasal kısıtların yanı sıra söz konusu ülkede, Haia adıyla bilinen din polisleri günlük yaşama müdahale ederek vahim sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin 2002 yılında Mekke’de bir okulda çıkan ve 15 gencin ölmesine sebep olan yangınla ilgili iddialar kan dondurucudur. Öyle ki bu yangında itfaiye görevlilerinin ‘öğrencilerin kıyafetleri’ nedeniyle yangına müdahale etmedikleri, yine Haia’ların da kızların kıyafeti nedeniyle okul binasını terk etmelerine izin vermedikleri öne sürülmüştür. Konu ile ilgili görülen davada ise Haia suçsuz bulunmuş, olayın sorumluları ise okulda sigara içen öğrencilerle, okul yönetimi olarak belirlenmiştir. Din polisleri ile ilgili diğer bir olay da şöyle yaşanmıştır: “2010 tarihinde bir çifte, kadının gözlerini de kapatması için müdahale eden dini polisler, eşini ağır bir şekilde dövmüşlerdi. Bu olay da yargıya taşınmış ancak dini polis haklı bulunarak karşı çıkan eşe 350 kırbaç cezası verilmiştir. Olaydan kısa bir süre sonra ise olayın gerçekleştiği yer olan Hail vilayetinde kadınların gözlerinin de kapalı olması gerektiğine yönelik bir karar alınmış ve kamuya duyurulmuştur.” (15)
Her ne kadar ülkemizde en azından aile hukuku nezdinde bu tür örnekler yaşanmasa da, sözüm ona ahlaki kaygılarla hareket eden kimi muhafazakâr cemaat türü yapılanmalarda, kadınların erkeklerle eşit olmadıkları anlayışı kabul görmekte, ötesi bu yaklaşım yaygınlaştırılmak istenmektedir.
Cariyelik
Osmanlı’da cariyelik, çoğu zaman üstü kapatılan ya da konuşulduğunda türlü gerekçelerle meşrulaştırılmaya, olduğundan farklı gösterilmeye çalışan bir olgudur. Konunun tarihsel olması ve cariyelik olgusunun kölelik paralelinde Hint, Çin Mezopotamya, Roma, Eski Mısır gibi uygarlıklara kadar uzanması meselenin önemini ya da vahametini ortadan kaldırmıyor. Osmanlı’da cariyelik, ‘harem’ hayatı ile devlet katında, ‘esir pazarları’ ile ekonomik alanda yaygın yaşanan ve bir pazar alanı olarak büyük kârlar elde edilen bir ‘sektör’dür. Dahası harem hayatı ile odalıklara kapatılan cariyelerin yaşamları, bugün üzeri ısrarla örtülmeye çalışılsa da, trajik olaylarla doludur.
Günümüze de damgasını vuran ahlak anlayışının daha sağlıklı bir biçimde tartışılabilmesi için, bu tartışmaları gündeme sokan muhafazakâr iradenin geçmişine bakmak gerekiyor. Ahlak kavgası bugün kadın kimliği ve o kimliğe yüklenen ‘cinsellik’ olgusu üzerinde düğümleniyor. Bu düğümün çözülmesi de büyük bir yüzleşme ve hesaplaşma ile mümkün. Tam bu noktada cariyelik ve harem kurumu ile ilgili mahrem tarihin kapısının aralanması gerekiyor.
Cariye ya da halayık, yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen ve her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın anlamına gelir. Gerek İslam öncesi dönemde gerekse de İslamiyet’le birlikte esir pazarlarında alınıp satılan cariyelere sahip olan ve alışverişten para kazanan sadece esir tüccarları değildi. Bizzat önemli kamu görevlileri bu pazarın içindeyken, iktidarlar da vergiler yoluyla cariye satışlarından kayda değer bir gelir elde etmişlerdir.
Kadın köle olarak bilinen cariyeler neredeyse Osmanlı’nın kuruluşundan beri esir pazarlarının ‘metaları’ haline gelmiştir. Devletin ilk başkenti Bursa’da ve ikinci başkenti Edirne’de esir pazarları kurulmuş, yabancı devletlerden getirilen cariyeler buralarda satılmıştır. Mısır, İran, Kuzey Afrika, Orta Asya ülkeleri, Hindistan ve İspanya kölelerin getirildiği ülkelerden bazılardır. Köle sahiplerinden kölelerin gümrük geçişi sırasında pençik vergisi alınıyordu. Edirne’nin fethinden sonra I. Murat tarafından uygulanmaya başlanan pençik vergisi kanununa göre her beş esirden biri devlet adına vergi olarak alınmıştır. 1857 yılına kadar devam eden pençik vergisi ile ilgili, ikisi de II. Beyazıt dönemine ait olan iki pençik kanunnamesi yayınlanmıştır. Bu kanunlarda gümrüklerden geçecek olan köleler tasnife tabi tutulmuş ve her bir köle için verilecek olan vergi miktarları belirlenmiştir. Buna göre; 3 yaşına kadar olan bebeklerden alınan vergi miktarı 10 ile 30 akçe aralığında, 3 ila 8 yaş arasındakiler için vergi miktarı 100 akçe olarak belirlenmiştir. Yaş yükseldikçe alınacak vergi miktarı da artırılmış; 8 ila 12 yaş arası kölelerden 200 akçe, baliğ olmuş kölelerden 250 ila 280, sakallı tabir olan kişilerden 250 ila 270 akçe, yaşlı olan kölelerden ise 150 ila 250 akçe arasında bir vergi alınmıştır. Kadın kölelerde ise vergi tanımlanmaları daha kısa yapılmış örneğin bu sınıfta sadece ümmü veled’den (sahibinden çocuk doğuran cariye) 120 ila 150 akçe arasında değişen bir vergi alınacağı kaydı konulmuş, diğer kadın köleler için böyle açık rakamlar belirlenmemiştir. Ayrıca hastalıklı, sakat, tek gözlü ya da elli, ayıplı kadın köle tanımları yapılarak bu kölelerden de 130 akçe ila 150 akçe arasında değişen bir vergi alınması şartı koyulmuştur. (16) Bu vergiler dışında esir pazarlarının güvenini sağlayan ‘esirciler emini’ de devlete işletim hakkı olarak yıllık bir bedel (iltizam) ödemektedir. Bunun dışında esir satışlarından her esir başına 1/10 oranında alınan ‘nafaka’ ve ‘tellaliye’ adındaki vergilerin devlet adına tahsil edilmesi işlemi de esircilere aittir. Yine bac-ı bazar denilen geçiş vergisi ile de köle satışlarından 30 akçe alınmıştır. Öte taraftan farklı pazarlarda bu vergilerin dışında alınan vergi türleri de bulunmaktaydı. (17)
Pazara getirilen esirlerin başında ‘esir borsasını’ idare etmek ve diğer düzenlemeleri sağlamak üzere esir esnafı tarafından bir esir şeyhi seçilirdi. Burada çalışan esir esnafları kendi esirleri dışında bırakılan cariye ve köleleri de bir komisyon karşılığında satıyorlardı. Ayrıca bu esnaflar ikinci elden esir alıp satma ile esir ana babanın çocuklarını alıp yetiştirerek satışa çıkarma hakkına sahipti. Esir ticaretinden en çok para savaş dönemlerinde kazanılırdı; bu dönemlerde esir tüccarları zamanın en büyük zenginleri olarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. (18) Köle ticaret hacminin geldiği boyutu göstermesi açısından şu rakamlar çarpıcıdır: 1607-1645 yılları arasında Kırım akınlarından elde edilen köle sayısı 126.840’dır. Bu kölelerin 100.000’i belirtilen tarihlerin ilk on yılında ele geçirilmiştir. Ayrıca 1659’da Ruslardan Konotop önünde 30.000, yine 1660’da 50.000 köle alınmıştır. 1736’da Fethi Giray Han, Ukrayna’dan 30.000 köle getirmiştir. (19) II. Murat’ın çıktığı Belgrat seferi de bu noktada önemlidir. Öyle ki bu sefer sonrasında o kadar köle ve cariye ele geçirilmiştir ki nerdeyse bir çizme ile bir cariye alınabilmektedir. Bu sefere katılan ünlü Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade sefer sonrasında bizzat II. Mahmut’un kendisine de esir, 5000 akçe ve 2 at verdiğini, bunları Edirne’de sattığını anlatır. (20)
Sarayda cariyeler
Cariyelik kurumunun önemli bir ayağını da sarayda harem içerisinde kullanılan kadın köleler oluşturur. İlk dönemlerde savaşlarda esir edilen kadınlar ve kızlar arasından seçilen cariyeler, daha sonra satın alma yoluyla da saraya getirilmiştir. Çerkez, Gürcü ve Rus uyruklu cariyeler genelde satın alınarak saraya gelmişlerdir. Cariyeler sarayda çalışma alanlarına göre sınıflandırmaya sokulurdu. Yaşı büyük olanlar hizmetçi olarak, güzel ve alımlı olanlar padişah ve hanedan üyeleri için odalık olarak, yaşı beş ila yedi arasında değişen cariyeler de yetiştirilip satılmak üzere ayrılırdı. Haremdeki cariyelerin sayısının yıllar geçtikçe arttığını görürüz. I. Mahmut zamanında ilk defa listesi yapılan cariye sayısı 456 iken, ilerleyen dönemlerde sayı 1000’lere çıkmıştır.
Türkçe karşılığı ‘Mutluluk Dairesi’ olarak tanımlanan ve gizli yer anlamına gelen harem, Osmanlı’nın kuruluşundan yaklaşık 100 yıl sonra cariyelerle birlikte anılmaya ve yaşanmaya başlamıştır. Topkapı Sarayı’nda bulunan harem, içinde 400 odanın bulunduğu büyük bir yapı olarak inşa edilmiştir. Satın alınan cariyeler muayene edilerek saraya getirilir, burada bir gün bekletilir, bir kusuru görülmezse sarayda kalır, eğer kusur gözlenirse ertesi gün sahibine iade edilirdi. Bu derecede büyük bir yapı içerisine alınan yüzlerce cariye başta günlük saray hizmetleri olmak üzere, odalık olarak da kullanılırdı.
Haremde, tüm önlemlere karşın uygunsuz durumlar da yaşanırdı. Bu durumda cariyelere verilen cezalar sürgün şeklinde olurdu. Cariyelerin canı en çok padişah değişikliklerinde yanardı. Bu dönemlerde saraydan zorla çıkartılır, kovulur ya da eski saraya gönderilip evlendirilirlerdi. Örneğin III. Murat öldüğünde cariyelerinin çoğu saraydan atılmıştı. Avcı Mehmet’in hükümdarlığı zamanında sarayda bulunan 700’den fazla cariyenin 500’ü padişah tahtan indirilence, Topkapı Sarayı’nın basanlar tarafından saraydan çıkarılmışlardı. “H. G. Rosedale, III. Murat’ın ölümü ve oğlu III. Mehmet tarafından 19 kardeşinin öldürülmesini, kadın ve cariyelerinin Topkapı Sarayı’ndan Eski Saray’a gönderilmelerini, çağdaş bir yazara dayanarak, şöyle anlatmaktadır: ‘Halkın çok yakışıklı olduklarını söyledikleri şehzadelerin hemen gömülmesinden sonra, halk, saray kapısında toplanarak onların annelerinin, padişahın diğer kadınlarının çocuklarının ve eşyalarının saraydan ayrılışını seyretmeye geldi. Bu maksat için sarayın bütün arabaları, koçoları katır ve atları kullanıldı. Padişahın kadınlarından başka 27 kızı ve 200’den fazla cariye ve dadının bulunduğu topluluk eski padişahların kadınları ve kızlarının yaşadığı, harem ağaları tarafından muhafaza ve hizmet edilen Eski Saray’a götürüldü. Bunlar orada ördürülen çocukları için istedikleri kadar ağlayabilirler ve derecelerine göre de padişahlığın adetlerine göre evlenebilirlerdi. Sarayda yalnız çocuklu ve gebe kadınlar, çocukları doğuncaya kadar kalabilirlerdi” (21) Aynı şekilde II. Abdülhamit tahtan indirilince Yıldız Sarayı’nda buluna bütün cariyeleri de dışarı atılmıştır.
Cariyelerin başına gelen zorluklar kimi zaman bununla sınırlı kalmaz ölümler de olurdu. Örneğin Fatih Sultan Mehmet kadınlarından İleri ile Anna’yı, Kanuni nöbetine gelmediği için Gülfem Hatun’u, Turhan Sultan da bir suikasta kurban gitmemek için Kösem Sultan’ı öldürtmüştür. Yine IV. Mustafa’nın kadını Peykidil ve Abdülmecit’in baş kadını Servetseza kadın öldürülmüştür. Bunun dışında bir de toplu öldürmeler vardır ki, Osmanlı’da harem içerisinde yaşanan vahşetin geldiği boyutu göstermesi açısından çarpıcıdır. Örneğin III. Murat ölünce gebe kalan 7 cariyesi öldürülüp denize atılmıştır. (22)
Bir diğer konu da saraydaki sultanların evlenme yaşlarıdır. Çocuk yaşlarda nikâhlanan sultanlarla ilgili şu bilgiler oldukça çarpıcıdır: “Sultanlar, ergenlik çağına girmeden önce nişanlanabilirlerdi. Genellikle ergenlik çağına gelince de (14-16) evlenirlerdi. Fakat I. Ahmet zamanından sonra buna önem verilmedi. Bu çığırı I. Ahmet’in eşi ünlü Kösem Sultan açtı. İktidarda kalmak, durumunu kuvvetlendirmek için küçük yaştaki kızlarını, devrinin kalburüstü ve azılı paşalarıyla evlendirdi. I. Ahmed, kızı Ayşe Sultan’ı ve Fatma Sultan’ı 13, Sultan İbrahim Gevher Sultan’ı 3, Beyhan Sultan’ı 2; II. Mustafa kızları Ayşe, Emine ve Safiye Sultanları 7; III. Ahmet kızı Fatma Sultan’ı 5, Ümmügülsüm Sultan’ı 2, Atike Sultan’ı 12; III. Mustafa Şah Sultan’ı 3 yaşında iken nikâhlandırdı. VXII. yüzyılda başlayan bu çocuk yaşta evlendirme usulü II. Mahmut’a kadar süregeldi. II. Mahmut bu anormal durumu kaldırdı; eskiden olduğu gibi evlenmede erginlik çağı kabul edildi. Bu, saltanatın kaldırılmasına kadar böyle sürüp geldi.” (23)
Son olarak harem ağalarından söz edelim. Haremde nizamı sağlamak üzere görevlendirilen bu ağalar ilk başlarda ‘beyaz’ tenlilerden seçilirken, Osmanlının genişleme dönemi ile hadım edilen bu ağalar siyahîlerden seçilmeye başlanmıştır. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, beyaz ağalar dayanıksızdı ve çoğu hadım edildikten sonra ölüyordu. İkincisi, siyahî ağalar ilk başlarda daha ucuza getiriliyordu. Esir tüccarları tarafından Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’dan getirilen bu ağaların sayısı batılı tarihçilerce abartılı biçimde aktarılsa da şöyle verilmiştir: Fatih zamanında 20, 1517’de 40, 1537 20, XVI. sonlarına doğru 600-800, XVIII 300-500’dür. Haremdeki kızlar ağasının derecesi ise sadrazam ve şeyhülislamdan sonra gelirdi. Padişaha oldukça yakın bu ağalar zaman içerisinde gücünü ve kudretini artırabilmiştir.
Bütün bu bilgiler sonrasında şunu söyleyebiliriz ki, padişahlar için kurulan harem yüzlerce hayatın kararmasına neden olmuş bir kara kutudur.
Dipnotlar
1) Jean Paul Roux (2001), Orta Asya (çev. L. Aslan), İstanbul, Kabalcı Yayınları.
2) Enver Ziya Karal (1995), Osmanlı Tarihi, cilt VI, Ankara, TTK Basımevi.
3) Ayla Oktay-Cemil Öztürk’ten aktaran Yahya Akyüz, Türkiye’de Kızların Eğitimi, Eğitimde Nitelik Geliştirme, İstanbul, 1991.
4) Yahya Akyüz, Osmanlı Son Döneminde Kızların Eğitimi ve Öğretmen Faika Ünlüer’in Yetişmesi ve Meslek Hayatı, Milli Eğitim Dergisi.
5) A.g.e.
6) Murat Aksoy, Başörtüsü Türba-Batılışama, Modernleşme-Laiklik ve Örtünme, Kitap Yayınevi, İstanbul 2005).
7) Meral Akkent, Gaby Franger, Başörtüsü, Dağyeli Yay, Frankfurt 1987.
8) Muazzez İlmiye Çığ, Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümerdeki Kökeni Kaynak Yay, 2004
9) İbn Fazlan Seyahatnamesi Bedir Yay., 1985.
10) Tezer Taşkıran, Cumhuriyetin 50.yılında Türk kadın hakları, başbakanlık kültür müsteşarlığı Yay., 1973.
11) Pars Tuğlacı, Osmanlı döneminde İstanbul kadınları, Cem yay., 1984.
12) Murat Aksoy, a.g.e.
13) Meral Akkent, Gaby Franger, Başörtüsü, Dağyeli Yay., Frankfurt 1987.
14) A.g.e.
15) Nebahat Tanrıverdi. O Yaşar Ortadoğu analiz, şubat 2013 sayı 50 cilt 5
16) Zübeyde Güneş Yağcı, İstanbul gümrük defterine göre Karadeniz köle ticareti, history studies, 2011
17) Ömer Şen, Osmanlıda Köle olmak, Kapı yay 2007.
18) Nihat Engin, Osmanlı devletinde kölelik Marmara Üni.İlahiyat Fak Vakfı yay İstanbul 1998)
19) Zübeyde Güneş Yağcı, a.g.e
20) Aşıkpaşazade Osmanalıların tarihi K Kitaplığı 2003
21) Çağatay Uluçay, Harem, Ötüken Yay, 1985
22) İzahlı Osmanlı Kronolojisi-III
23) Çağatay Uluçay, a.g.e