Bilime ve biliminsanlarına neden veya ne kadar güvenelim? Bilgi akışında sadece bilim mi etkin roldedir? Konferanslar, televizyon programları, basılı yayınlar aracılığıyla, bilim ve toplum arasındaki mevcut duvarın yüksekliğini azaltmak/kaldırmak yerine yükseltiyor olabilir misiniz?
İnsanın temel özelliklerinden biri, toplumsallığıdır. Zaman içerisinde farklı sosyal ilişkiler oluşmuş ve dönüşüme, değişime uğrayarak bugünkü biçimini almıştır. Benzer şekilde, kendimizi ve doğayı anlama, zorlukların üstesinden gelme çabamız birikim ve sıçramalarla birlikte günümüz bilimine ulaşmıştır. Elbette burada bir durağanlık yoktur ve bilim ile toplum, birbirlerini etkileyerek yol almaya devam etmektedir.
Kabul edileceği üzere her iki kavramdan hareketle, pek çok farklı başlıkta tartışma yürütmek mümkündür. İhtiyaç duyduğumuz sorular, zaten yaşamın kendisi tarafından bizlere sunuluyor. Onları ele alıp yanıtlamaya çalıştıkça karşımıza yeni sorular çıkıyor, ki güzel olan da bu zaten. Yazının geri kalanında, bir süredir takip etmekte olduğum bilim, teknoloji ve toplum makalelerinde öne çıkan kimi meseleleri; daha açık ifade edersem, doğa bilimlerine ve onun mevcut yapısına yönelik, ağırlıklı olarak sosyal bilimlerden gelen eleştirileri aktarmaya çalışacağım.
Bilimin normları
Bilimle içli dışlı olan hemen hepimiz, toplumun gelişimi için onun yaygınlaşmasının zorunlu olduğunu düşünürüz. Bilim, halkın geniş kesimleriyle buluşmalı ve insanlığa yol göstermelidir. Burada duralım ve şu iki soruya kulak verelim: Neden insanların bilimden haberdar olmaları gerektiğini düşünüyorsunuz? Daha fazla bilimsel bilgi, daha nitelikli bir toplum yaratır mı? Hatta tersine bilim, belirsizliklerin, sosyal ve politik problemlerin nedenlerinden biri değil midir? (Stehr, 2001, s.91)
Bilimsel yöntemi açıklayarak ancak bu şekilde nesnel, evrensel, doğru bilgiye ulaşılabileceği savunusu yeterli bulunmaz. Amerikalı sosyolog ve kimi kaynaklara göre bilim sosyolojisinin kurucusu Robert King Merton, 1942’de yayımlanan çalışmasında bilimin dört normu olduğunu belirtmiş, sonrasında ise eleştiriler almıştı. Özetlersek:
Evrensellik: Doğruluk iddiası, önceden saptanmış ve kişisel olmayan kriterlere göre ele alınır, daha sonra kabul veya ret edilir. / Bilimdeki cinsiyetçilik, kayırmacılık ve ulusalcılığa ne demeli?
Komün(al)izm: Bilimin bulguları, birey olarak biliminsanına değil topluma aittir, sonuçlar paylaşılır. / Araştırmalarda özel şirketlerin ve fonların ağırlığı, ticari ilişkiler, patentler, komün(al)izm ile ne derece bağdaşır?
Tarafsızlık: Bilim insanının ana motivasyon kaynağı; kariyeri, kişisel menfaati veya sosyal kaygıları değil, bilimin genel gelişimidir. / Sosyal ilişkiler, kariyer hevesi ve paranın olduğu bir ortamda tarafsızlık ne kadar mümkün?
Örgütlü şüphecilik: Bilimin ulaştığı sonuçlar detaylı incelemeye tabi tutulur, doğrulanması ve geçerliliğinin kabulü için bazı süreçlerden geçirilir. / Ciddi anlamda bu ne sıklıkla gerçekleşiyor? Büyük ve pahalı deneylerde de uygulanabiliyor mu?
Bunlar haricinde, laboratuvarlarda gerçekleştirilen deneylerde örneklerin nasıl seçildiği, sınıflandırma yöntemleri, bilimin egemen yönetici güçlerle ilişkisi masaya yatırılır; kanıt denilenin, aslında verilerin beklentilere uygun olarak yorumlanması anlamına geldiği öne sürülür.
Güven ve tek yönlü aktarım
Bilimin normlarına yönelik eleştiriler, konuyu bir başka boyuta taşır; bilime ve biliminsanlarına neden veya ne kadar güvenelim? Bilgi akışında sadece bilim mi etkin roldedir? Konferanslar, televizyon programları, basılı yayınlar aracılığıyla, bilim ve toplum arasındaki mevcut duvarın yüksekliğini azaltmak/kaldırmak yerine yükseltiyor olabilir misiniz?
Toplum, görünen o ki, kendi alanlarında derin birikime sahip uzmanları görüp onları dinlediğinde, “Evet, haklıymışsınız” şeklinde bir karşılık vermiyor. Söz konusu olan, basit bir güven(sizlik) meselesi veya bilgi eksikliği değil; daha karmaşık bir şeyler var. Kendisinden bir dönem ders aldığım Prof. Dr. Ulrike Felt, İnsan Genom Projesi kapsamında Avusturya’nın Graz kentine giderek, kalabalık bir ekiple beraber bölge halkıyla bir araya geldiklerini, projeyi açıklayıp soruları yanıtladıklarını anlatmıştı. Yürüttükleri çalışmalar sona erdiğinde, insanların ikna olup kendilerine yakınlaşacaklarını sanmışlar; ama ne fayda. Durum, daha da karmaşık bir hâl almış ve arkalarında bir yığın yeni soru, endişe ve belirsizlik bırakarak şehirden ayrılmışlar.
Benzer bir örnek, İngiltere’deki Sellafield bölgesinde yaşanmıştır. Nükleer enerji tesislerinin yarattığı endişe ve koyun yetiştiricilerinin yaşadığı problemleri giderme noktasında biliminsanlarının yaşadıkları, oldukça ilgi çekici. Sellafield’e giderek köylülerle görüşen, onlara tavsiyelerde bulunan uzmanların haklı veya haksız olmalarından daha öte bir durum var. Kendileriyle yapılan röportajlarda kimi köylüler, biliminsanlarını kastederek, “Biz onlarla tartışamayız. Bilmediğimiz bir dilde konuşuyorlar, ne dediklerini anlamıyoruz; ancak haklı bile olsalar kendi görüşlerimizi savunmaya devam edeceğiz.” şeklinde özetlenebilecek görüşler ileri sürmüşlerdir. Köylüler, kendi deneyimlerinden ve bölge koşullarından hareketle, nükleer tesislere karşı çıkmış, uzlaşmamakta direnmiş, biliminsanlarının hükümetle beraber kendilerine karşı bir tuzakta rol aldığını iddia etmişlerdir. (Wynne, 1992)
İki örnekten hareketle, bilimden topluma doğru tek yönlü bir bilgi akışı olduğu (linear/deficit model); bilim kitlelere ulaştıkça, kendi otoritesinin arttığı ve insanların ondan daha fazla çekindiği ve uzaklaştığı dile getirilir. Biliminsanlarının topluma nasıl baktıklarının ötesine geçilip, toplumun bilim anlayışının da dikkate alınması gerektiği önemle vurgulanır. (1) Bu konuda da derslerle dolu örnekler vardır, ikisinden kısaca söz edebiliriz. ABD’de geyler arasında AIDS vakalarının artış göstermesi ile beraber, aşı çalışmaları artmış; ancak bir türlü istenen başarı sağlanamamıştır. Edilgen bir konumda, denek olarak kullanılmak istemeyen gey toplulukları, yaşadıkları sağlık sorunları üzerine ciddi araştırmalar yapmaya başlamış, akademik dil farklılığının yarattığı engelleri aşarak bilimcilerle tartışabilir duruma gelmişlerdir. Bu zemin kaymasının bilim cephesinde kabul edilmesi ilk anlarda dirençle karşılaşmış; ancak bir süre sonra karşılıklı işbirliği ve birlikte üretim imkânı yaratmıştır. (Pinch & Collins, 1998)
Bilimin kullanabileceği yeni yöntemler (2) arasında önerilen bir konferans anlayışı, 80’lerin sonunda Danimarka’da uygulanmış ve sonra Avusturya’nın da aralarında bulunduğu farklı ülkelerde denenmiş. Belirlenen bir konu bir grup vatandaşa veriliyor, araştırmalarını yapıp soruları hazırlıyor, ardından uzmanları davet ederek, kamuya açık bir mekânda tartışma yürütüyorlar. Buradan çıkan sonuçlar politikacılara iletiliyor.
Avrupa’da, biraz geriye gidip bilim-toplum ilişkisinde yaşanan değişimlere ve raporlara bakınca şu tespitin yapıldığını görüyoruz: 90’ların sonu ile beraber bilim ve teknoloji farkındalığının artması, 2000’den sonra bilim ve toplum arasında katılım, diyalog ve yönetişimin öne çıkması, 2007-2013 arasında “bilim ve toplum”dan “toplum içinde bilim” anlayışına geçiş. 2020 hedefi ise “toplum için ve toplumla beraber bilim” görüşünün yerleşmesi. Tarihsel açıdan ele alınınca, vatandaşın rolü de bir değişim gösteriyor: bilgilenme, danışma, ilgilenme, işbirliği yapma ve güçlendirme. Tüm bu örnekleri ve hedefleri teorize edince, ‘güvenilir’ (reliable) bilgiden ‘sosyal açıdan sağlıklı/sağlam’ (socially robust) bilgiye geçiş iddiasını görüyoruz. (Gibbons, 1999, C82)
Eleştiriler bitmiş değil
Bilim anlayışımıza yönelik eleştirilerin bir kısmını dile getirebildik, değinilmesi gereken kimi konuları -bilim ve etik, bilimsel yayınlar, skandallar (Monsanto şirketi ve GDO, fizikçi Jan Hendrik Schön ve makaleleri), bilim insanları ve erdem, ekonomi ve siyasetin bilim üzerindeki etkisi, vb.- sonraki çalışmalarımıza bırakalım. Aktarmaya çalıştığım görüşler ve örnekler ciddiyetle düşünüldüğü takdirde, daha sağlıklı bir bilim-toplum ilişkisi için atılması gereken adımları belirleyebiliriz. Öte yandan eksikleri ve hatalarına rağmen, bilim sıkı bir dosttur ve şunu da unutmayalım ki, “bilimdeki karşıtlıklar bilimin kendisi tarafından çözülürler.” (3)
DİPNOTLAR
1) Detaylı bir belge için bkz: Royal Society Report on “Public Understanding of Science” (1985).
2) Yuvarlak masa toplantıları, ortak çalışmalar, bilim kafelerinin açılması, bilim kurumlarına daha rahat erişim, vb.
3) “Gegensätze in der Wissenschaft lösen sich aber durch die Wissenschaft selbst.”
http://www.mlwerke.de/me/me01/me01_347.htm
KAYNAKLAR
– Stehr, N. (2001). A world made of knowledge, Society, 39(1), 89-92.
– Gibbons, M. (1999). Science’s New Social Contract with Society. Nature, 402(6761supp), C81-C84.
– Pinch, T., & Collins, H. (1998). ACTing Up: AIDS Cures and Lay Expertise. In T. Pinch & H. Collins (Eds.), The Golem at Large: What You Should Know About Technology (pp. 126-150). Cambridge, MA: Cambridge University Press.
– Wynne, B. (1992). Misunderstood Misunderstanding: Social Identities and Public Uptake of Science. Public Understanding of Science, 1(3), 281-304.