Yaratılışçı görüş: Kambriyen dönemin başında yaşam formlarının birdenbire ortaya çıkışı, tüm canlı organizmaların Tanrı tarafından yaratıldığının kanıtıdır. Evrimci görüş: Kambriyen patlaması, Dünya üzerinde canlı yaşamın tarihini karakterize eden, görece hızlı ama hiçbir biçimde mucizevî olmayan değişimlerin gerçekleştiği birçok örnekten biridir.
Çev. Fatma Pınar
Kambriyen patlaması konusundaki tartışmalar, neredeyse evrimsel biyolojinin kendisi kadar geniş bir temel gerektirir, çünkü bu konuyla ilgili bilgi, paleontoloji (fosil bilimi), jeoloji, gelişimsel biyoloji, moleküler biyoloji, ekoloji ve sınıflandırma bilimini ve başka bazı bilim dallarını ilgilendirir. Fakat kısaca anlatmaya çalışacağım.
Kambriyen dönemi
Öncelikle, Kambriyen’in ne olduğunu açıklamama izin verin. Kambriyen terimi, Paleozoik dönemin başlangıcını ifade eden, günümüzden 570 milyon yıl önce olduğu tahmin edilen (jeologların ve jeokimyacıların tahminlerine göre) bir dönemdir. Jeologlar, Dünya tarihini 11 döneme ayırırlar. En eski dönem, Hadeyan’dır; 4,56 milyar yıl önce (gezegenimizin tahmin edilen yaşı budur) başlamış ve 3,8 milyar yıl önce sona ermiştir. Şu an devam eden, Senozoik dönemdir. Senozoik dönem, 65 milyon yıl önce, dinozorların soyunun tükenmesiyle başlamıştır ve halen devam etmektedir. Dinozorlar, Senozoik’ten önceki dönem olan Mezozoik dönemin (65-245 milyon yıl önceyi kapsamaktadır) büyük bölümünde yaşadılar. Mezozoik’ten önce, Paleozoik dönem, 570 milyon yıl önce başlayıp 245 milyon yıl önce sona erdi. Paleozoik ile Hadeyan dönem arasında, güncel tartışma için fazla önem taşımayan yedi dönem daha vardır. (1)
Paleozoik dönemin Kambriyen periyodu neden bu kadar önemli? Çünkü çok yakın zamana kadar, Kambriyen-öncesi taşlarda fosil kaydı bulunmamıştı. Kambriyen tortularda, bugün yaşayan omurgasız hayvanların temel tiplerininki (2) de dahil olmak üzere, tüm fosil türlerinden bolca bulunur (omurgalılar, bir süre sonra ortaya çıkmışlardır; ilk kez Paleozoik dönemin Ordovisyen periyoduna ait yaklaşık 510 milyon yıl yaşındaki bir fosilde kaydedilmişlerdir). Darwin, çalışmalarını yaptığı sırada Kambriyen-öncesi döneme ait bir fosil bulunamamış olmasını bir sorun olarak görmüştür:
“Eğer teorim doğruysa, en alt [Kambriyen] tabaka tortulaşmadan, [Kambriyen] dönemden günümüze kadar geçen tüm zaman aralığı kadar, hatta muhtemelen bundan daha uzun bir sürenin geçmiş olması ve bu uzun ve henüz hakkında bilgi sahibi olunmayan periyotlar süresince dünyanın canlı yaratıklarla dolu olması tartışılmazdır.”
Darwin, o dönemde, fosil kalıntılarına dair bilginin kendi evrim teorisi açısından sorun yarattığını dürüstçe kabul etmiştir. Sorun şudur: Darwin’in değişerek türeme (Darwin’in evrim sürecine verdiği isim budur) görüşünün önemli bir unsuru, organizmaların bir türü diğerine bağlayan birçok ara aşamayla, tedricen evrimleşmesidir. Eğer 1859’da bilinen fosil kalıntıları incelenirse, biliminsanları, herhangi bir şeyden evrimleşmeyen karmaşık canlı formlarıyla yüzleşmek zorunda kalırlar ki bu da Darwin’in teorisiyle doğrudan çelişen bir durumdur.
Aslında, bu çelişik durum, Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından birkaç yıl önce, zamanın ünlü bir jeologu olan Roderick Impey Murchison tarafından dile getirilmiştir. Stephen Gould’un Wonderful Life (3) kitabında alıntılandığı üzere, Murchison 1854’te şöyle yazmıştır:
“Yaratımın ilk buyruğu, hayvanların içinde bulundukları ortama tam adaptasyonlarını kesin olarak sağlamıştır; ve böylece, jeolog bir başlangıcın farkına varırken, en ilk kabuklunun gözünün sayısız özelliğinde, omurgalı formunun tamamlanmasında olduğu gibi, Her Şeye Kadir’in varlığına işaret eden aynı kanıtları görebilir.”
Darwin bu konuya farklı bakmıştır. Fakat fosil kalıntılarının eksik olduğu gerçeğiyle yüzlemiştir. Teoriyi kanıtlarla uzlaştırmaya çalışırken iki tahmin yürütmüştür:
1) Dünyanın oluşmasıyla Kambriyen dönemin başlaması arasında geçen zaman çok büyük olmalı; büyük ihtimalle, bu süre, Kambriyen’den günümüze kadar geçen süreden daha uzun olmalıdır.
2) Kambriyen-öncesi dönem, milyonlarca yıl içinde ortaya çıkan ve tedricen evrimleşen yaşam formlarına tanıklık etmiştir.
Bu iki tahmin doğruysa, Darwin’in teorisini doğrulamış olurlar, çünkü bunlar, kimse Kambriyen-öncesi dönem hakkında ve bu dönemde yaşayan canlılar hakkında bir şey bilmezken ortaya atılan tahminlerdir.
İlk canlılara ait fosiller
Kanıt, Darwin’in yaşadığı zamandan çok daha sonra, erken döneme ait fosil kalıntıları olarak ortaya çıktı. Bu fosiller, Kambriyen patlaması hakkındaki yaratılışçı eleştirileri anlamak için önemlidir. Dünya üzerinde yaşama dair en eski kanıt, paleontologların bulduğu en eski taş kadar eskidir; yaklaşık 3,75 milyar yıl öncesine aittir. Bu fosiller, gerçek organizmalar olarak da hücre olarak da günümüze gelmemiştir. Elimizdeki tek şey, iki karbon türü, 12C ve 13C arasındaki oranın değişim geçirmiş olmasıdır. Bu iki atomik form (izotoplar) doğada, belli bir oranda bulunur. Ancak, bitkiler ve diğer fotosentetik organizmalar, 12C kullanmayı tercih ederler ve bu da dokularında birikir. Organizma öldüğünde, tüm bedeni zaman içinde kaybolabilir fakat topladığı karbon atomları tortusunda kalır ve bu da daha sonra taşa dönüşür. Biliminsanları, bu iki izotopun bir kayaçtaki oranını, fotosenteze özgü olan (ve organik süreçlerin bir niteliği olan) oranla karşılaştırabilirler. Eğer iki oran aynıysa, bu, fiziksel görüntüye dair her ipucu zaman içinde yok olmuş olsa bile, söz konusu kayaçta fosil olarak fotosentetik organizmalar gömülü olduğunun iyi bir göstergesi olur. Bu bilgiyle, 3,75 milyar önce, dünyada fotosentetik organizmalar olduğunu biliyoruz. (4)
Jeolojik kayıtlarda, bundan bir süre sonra, organizmaların bugün düşündüğümüz şekildeki ilk fosil kanıtlarını görüyoruz: 3,5-3,6 milyar yıl yaşındaki kayaçlar, bakteri hücreleri ve stromatolit taşımaktadırlar (Stromatolitler, şimdi de sıcak denizlerde ortaya çıkan, fotosentetik bakteri kolonileridir). Ayrıca, 1,4 milyar yıl öncesine kadar giden ökaryotik hücrelerin fosil kanıtlarına da sahibiz. Bu hücreler, bakterilerden daha karmaşıktır ve günümüzdeki tüm hayvan ve bitki hayatının yapıtaşlarını oluşturur. Bilinen en eski çokhücreli canlılar, 700 milyon yıl yaşındaki fosil kalıntılarında görülür. Bu, (jeolojik açıdan) 570 milyon yıl önce başlayan Kambriyen dönemin biraz öncesidir.
Üç farklı fauna
Kambriyen tartışmasıyla ilgili en önemli üç fosil takımı, üç farklı faunaya aittir; bu faunalar dünya çapında bulunan hayvanlar topluluğudur. Ediyakaran faunası (İlk kez tanımlandığı yer olan Avustralya’daki bölgenin adı verilmiştir), yaklaşık 590 milyon yıl öncesine gitmektedir. Tamamen yumuşak gövdeli (bu nedenle nadiren fosilleşebilmiş) organizmalardan oluşur. Günümüzde de paleontolojistler, Ediyakaran zamanında tam olarak hangi organizmaların yaşadığı konusunda anlaşmazlık yaşamaktadırlar. M. F. Glaessner, bu gruptan ilk fosilleri bulan kişi, bunları, mercan ve yuvarlak solucan gibi modern, Kambriyen-sonrası formların doğrudan atası olarak yorumlamıştır. Diğer yandan, A. Seichaler, bu yorumu sorgulamış ve Ediyakaran dönemin birçok organizmasının ortak bir vücut formuna sahip olduklarını (yani vücudun yapım biçiminin aynı olduğunu) ve bunun sonraki hayvanların vücut formundan farklı olduğunu önce sürmüştür. Temel olarak Seichaler, Ediyakaran faunanın, iki eşit, simetrik, yan yana parçadan oluşan, düz vücutlu organizmalardan oluştuğunu düşünmektedir. Bu yorum doğruysa, Ediyakaran faunası, canlı tarihinde bir çıkmazdır, bir çeşit başarısız doğal denemedir; çünkü bundan sonra bu vücut formunda organizma hayatta kalmamıştır. Ancak bu çelişki henüz çözülmüş değildir.
Tartışmamızla ilgili ikinci fauna, Tommotian faunasıdır (bu türden fosillerin ilk bulunduğu yer olan Rusya’daki bölgenin adı verilmiştir), Kambriyen’in ilk başından itibaren devam eder. Daha kolay fosil haline gelen sert vücutlar, Tommotian’ı karakterize eden özelliktir. Bunların birçoğu (ama hepsi değil) modern formların akrabası ve öncüsüdür.
Son olarak, Kambriyen’in başlangıcından hemen sonra, Burgess Shale faunası gelir (İngiliz Kolombiyası’ndaki bir bölgenin adını almıştır). Burgess formları birbirinden çok farklılaşır (Şekil 1) – bazıları hayatta kalan ve sonradan farklılaşan canlılarla, örneğin yılanlar, midyeler ve bazı solucan türleriyle akrabadırlar. Ancak diğer soylar, kendi temel karakteristiklerini sürdürecekleri hiçbir akraba bırakmadan yok olmuştur. Bu özünde, Kambriyen’den sonra tekrar gerçekleşen bir şeydir: Birçok organizma, kitlesel yok olma dönemlerinden sonra, hiçbir akrabalarını geride bırakmadan tamamen yok olmuşlardır. Paleozoik dönemin sonunda trilobitlerin, Mesozoik dönem sonunda ammonitlerin ve dinozorların yok olması gibi.
Sınıflandırma yöntemleri
Kambriyen patlamasıyla ilgili evrimci ve yaratılışçı görüşlerin tartışmasına girmeden önce anlamamız gereken bir diğer nokta, biliminsanlarının, organizmalar arasındaki ilişkileri nasıl belirledikleridir. Diğer bir deyişle, insanların şempanzelerle, Yeni Dünya maymunlarıyla (ya da fillerle) olduğundan daha yakın akraba olduklarını nereden biliyoruz? Öncül-ardıl ilişkileri hakkında doğrulanabilir hipotezler oluşturma becerisi burada önemlidir, çünkü Kambriyen patlaması hakkındaki tartışmanın bir kısmı, Kambriyen öncesi hangi formların (eğer böyle bir form varsa), modern hayvan gruplarının öncülü olduğu sorusuna dayanır.
Biyolojinin aile ağaçları (teknik dilde filojeni) ile uğraşan alt dalı olan sınıflandırma biliminin tarihi ve teorisi, uzun ve büyüleyicidir. Temelde biyologlar, hayvan ya da bitki grupları içindeki (ya da bu ikisi ve diğer organizmalar arasındaki) akrabalıkları yeniden düzenleme hedefini gerçekleştirmenin üç yolunu bulmuşlardır. Birincisi, klasik sınıflandırma olarak bilinen, İsveçli biyolog Carolus Linnaeous’un Systema Naturae isimli kitabının 1735’te yayınlanmasından beri kullanılan yöntemdir. Basitçe açıklarsak, klasik sınıflandırma yapanlar, büyük karakteristik özellikleri bakımından birbirine benzeyen organizmaları aynı gruba koyarlar. Bu şu demektir: Eğer iki organizma temel yönlerden birbirlerine benzer görünüyorlarsa, muhtemelen ortak bir öncülden geliyorlar demektir. Bir insanın, ebeveynlerine “benzediği” için, bir çiftin çocuğu olduğunu tahmin etmemiz gibi. “Büyük” benzerliğin ne olduğunu belirleyen ise, sınıflandırma yapanın deneyimi ve incelenen grup hakkındaki bilgisidir. Bu, öznel bir unsudur; bu nedenle yakın zamanda iki yeni yaklaşım geliştirilmiştir ve bunlardan biri, günümüzde filojenileri oluşturmanın standart yolu olarak kabul edilmektedir.
Birinci modern yaklaşım, fenetik ya da nümerik taksonomi olarak adlandırılır. Bu yaklaşımın arkasındaki fikir, basitçe, klasik taksonominin kullandığı yöntemi mantıksal sınırlarına götürmektir. Nümerik taksonomi yapanlar, organizmaların benzerliğini bazı karakteristiklere göre ele almak yerine, güvenilir şekilde ölçülebilecek her karakteristikle ilgili bilgileri geniş bir veri tabanından toplarlar, bunu bir bilgisayara yüklerler ve makinenin, farklı türler veya tür grupları arasındaki genel benzerliği belirlemesini isterler. Bu, klasik sınıflandırmaya göre şüphesiz daha az öznel olsa da, birçok sorun içermektedir. Birincisi, her muhtemel karakteristikle ilgili veri toplamak mümkün değildir; bu nedenle lojistikle ilgili tercihler ve göreli önemle ilgili yargılar halen etkili olabilir. İkincisi, fenetikte, tüm karakteristikler, verili hayvan ya da bitki grubunun gerçek tarihinde ne kadar önemli olduklarından bağımsız olarak, denkmiş gibi ele alınmaktadır. Bazı özelliklerin, belli bir tür ya da tür grubu için daha “karakteristik” olması ve bu nedenle buna daha fazla önem verilmesi daha mantıklı olabilir. Örneğin, memeliler arasında, iki bacak üzerinde yürüme (bipedalizm) yeteneği insanlara ve ona çok yakın hominidlere özgüdür ve onları, diğer karakteristikler açısından ne kadar benzer ya da farklı olmalarından bağımsız olarak, diğer tüm primatlardan ayırır.
Peki, klasik sınıflandırmanın öznel yargılarına geri dönmeden, birbirine eşit olmayan öneme sahip olduklarını sezdiğimiz bazı özelliklerin ağırlığını belirlemek nasıl mümkün olacak? Kladistik denen faydalı bir yöntem, 1960’larda Willie Henning tarafından geliştirildi. Kladistik yöntemi kullananlar, karakteristikleri iki kategoriye ayırırlar: bir grup içindeki türlerin çoğu tarafından paylaşılanlar ve bir grup içindeki üyelerin çok azı tarafından paylaşılanlar. Örneğin, tüm omurgalılarda omurilik bulunur. Bu, muhtemelen hepsinin omuriliği aynı ortak atadan miras aldıklarını gösterse de, omurilik, hangi omurgalıların hangi diğer omurgalılarla daha yakından akraba olduklarına dair bilgi vermez. Ancak, sadece iki omurgalıda, kuşlar ve dinozorlarda lades kemiği bulunur. Bu durum (ve sadece bu iki grup tarafından paylaşılan başka özelliklerin varlığı), biyologların, omurgalıların “aile ağacında” kuşlar ve dinozorların yakından ilişkili oldukları sonucuna varmalarına neden olmuştur. Diğer bir deyişle, kladistik yöntemi kullananlar, karakterlerin önceden belirlenmiş kriterlerle seçildiği bir yöntemin nesnelliği ile klasik sınıflandırmanın kullandığı, bazı özelliklerin diğerlerinden daha açıklayıcı olduğu (ve bu nedenle bunlara daha fazla dikkat edilmesi gerektiği) yönündeki sezgiyi birleştirir.
Kladistik yöntemler (yeterince özelliği ölçebildiğimiz sürece) fosillere uygulanabilse de, fosil kalıntıların çoğu (en azından şimdilik) zamanın sisleri içinde kaybolduğunda, büyük organizma gruplarının birbirleriyle ilişkili olduğunu nereden bilebiliriz? Sınıflandırmacılar, bir noktaya kadar, canlı organizmaların morfolojik karakteristiklerine (örneğin fiziksel görünüşe) güvenebilirler, bunları, yaşam ağacının dallarının mümkün olduğu kadar fazlasını yeniden oluşturmak için kladistik yönteme tabi tutabilirler.
Ancak, genellikle canlı organizmalar birbirlerinden morfolojik olarak o kadar farklıdırlar ki, karşılaştırılabilecek özellikler bulunamayabilir. Örneğin, birçok hayvan en azından bazı karakteristikleri paylaşsalar da, bitkiler, mantarlar, algler ve hayvanlar arasında, hangisinin hangisine daha yakın akraba olduğunu belirleyecek hangi ortak özelliği ölçebiliriz? Neyse ki, tüm organizmalar, filogenetik olarak bilgi verici çok sayıda özelliği paylaşmaktadır: DNA dizileri. Bilinen tüm türler, hücrelerinde DNA taşırlar (kimyasal olarak benzer RNA taşıyan virüsler ve diğerleri istisnadır) ve her bir DNA molekülü, dört kimyasalın, adenin, timin, sitozin ve guaninin milyonlarca farklı kombinasyonundan yapılmıştır. Bu dört temel kimyasal, sırasıyla A, T, C ve G harfleriyle gösterilirler.
Belli bir gen üzerinde her konumdaki “harf”, filogenetik analizlerde kullanılacak bir karakteristik olarak düşünülebilir. İlgili konumlardaki harfler, farklı organizmalar arasında karşılaştırılabilir ve bunlar DNA molekülü üzerindeki konumlarda hangi harflerinin ortak olduğu bilgisine göre yaşam ağacı üzerinde gruplanabilirler. Bu pratikte, kulağa geldiği kadar kolay olmasa da, modern bilgisayarlar gerekli bilgiyi işleyebilir, milyonlarca olası alternatif filojeniyi kontrol edebilir ve araştırmacıya en olası senaryoyu sunabilir. Moleküler filojeniler, Kambriyen patlaması öncesine ait fosil kalıntılarını incelemek için doğrudan bir yöntem olamaz ancak biyologların, fosil kalıntılarındaki eksikliklere rağmen, eski formların (Kambriyen-öncesi formlar da dahil) “aile ağacı”nı bulmalarını sağlayan önemli bulguları oluştururlar.
Niş, rekabet ve adaptif yayılma terimleri
Paleontolojik ve moleküler verileri birleştirmek için biyologlar tarafından yaşamın erken dönemdeki gelişmesiyle ilgili ortaya atılan senaryo, Kambriyen-öncesi dönem boyunca uzun aralıklarla ortaya çıkan basit organizmalar serisidir. Kambriyen döneminin başlangıcını bir “patlama” yapan şey ise, fosil kalıntılardaki omurgasız türlerinin sayısının görece kısa bir zaman diliminde (15 ya da daha fazla milyon yıl içinde; bu kısa bir dönemdir fakat anlık bir patlama sayılmaz) çok fazla artmasıdır. Bu “patlama”ya gerçekte neyin neden olduğu kesin değildir, ancak birçok hipotez ortaya atılmıştır. Bunların çoğu niş, rekabet ve adaptif yayılma gibi ekolojik terimler etrafında dönmektedir. Bu nedenle, yaratılışçı ve evrimci iddiaları incelemeye geçmeden önce bu kavramları anlamalıyız.
Şu iyi bilinmektedir ki, organizmalar, diğer türlerle rekabetten olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Çünkü doğrudan ve uzun rekabet, rekabet edenlerden birinin (bazen ikisinin de) yok olmasıyla sonuçlanır. İki (ya da daha fazla) hayvan ya da bitki türü, nişlerinde önemli bir çakışma varsa birbirleriyle rekabete girerler. Niş, bir organizmanın yaşamında önemli rol oynayan çevresel faktörlerin tümüdür. Örneğin, bazı kuşların nişinin temel bir yönü, yiyebildikleri tohumların büyüklüğüyle belirlenir. Eğer tohumlar çok küçükse, yeterince besin sağlayamazlar. Eğer çok büyükse, kuş onu gagasıyla çiğneyemez. Eğer söz konusu tohumlar sadece bir bitki tarafından üretiliyorsa, bu tür de kuşun niş tanımının bir parçası olur çünkü kuşun yaşaması için doğru bitki ve doğru büyüklükte tohum olmalıdır. Bunun gibi şeyler…
Eğer başka bir kuş türü de aynı bitki türünün tohumlarıyla beslenmeye başlarsa, iki kuşun nişleri çakışır. Eğer iki tür de, sadece aynı büyüklükteki tohumlarla beslenebiliyorsa, iki tür doğrudan karşı karşıya gelir. İki türün de popülasyonu küçük değilse ve tohumların sayısı yeterince fazla değilse, rekabet giderek daha sert hale gelir, kuş türlerinden birinin (ya da ikisinin de) yok olmasına neden olur. Birçok durumda gerçekleşen, iki kuş türünün tercih ettikleri yiyecek hedeflerini ayrıştırmalarıdır. Bir tür, azıcık daha küçük tohumları yemeye, aynı sürede bunlardan daha fazla bulmak için strateji geliştirmeye başlarken, diğer tür biraz daha büyük tohumları yemeye başlar, muhtemelen daha büyük ve güçlü bir gaga geliştirir. Zaman içinde, yeme alışkanlıklarındaki bu değişiklikler iki kuş türünün nişleri arasındaki çakışmayı azaltır, ikisinin de hayatta kalma olasılığını artırır. Bu niş değişikliğinin önemli bir yan ürünü, artık iki kuş türünün farklı morfolojilere ya da davranışlara sahip olması, böylece belli bir yiyecek tipini bulmalarının kolaylaşmasıdır. Bu nedenle, kuşlar arsındaki farklılığın derecesi rekabetten kaçınmanın sonucu olarak artmıştır. Doğa, vahşi olmaktan uzak, sonsuz bir diplomat gibi davranır, olabildiğince çok sayıda türü olabildiğince az çakışma ve karşılıklı çatışma ile bir arada tutar.
Kambriyen patlaması sırasında ne olmuş olabileceğini anlamaya başlamadan önce ihtiyacımız olan bir bilgi daha var. Ekolojistler artık biliyorlar ki, bir tek hayvan ya da bitki soyunun inanılmaz derecede başarılı olduğu ve hızla çeşitlendiği, birçok akraba ama farklı tür ortaya çıkardığı istisnai dönemler olmuştur. Bu olgu adaptif yayılma olarak adlandırılır. İki nedenle ortaya çıkabilir. Bir yandan, bir tür hiç rekabet olmayan ya da çok az rekabet olan bir habitatta, örneğin okyanusun ortasında bir volkanik patlama sonucu oluşan bir adada, kolonileşebilir. Bu ada başta tamamen boştur ve bitkilerin burada kolonileşmesi için yeterli zaman geçerse, adaya ilk varan otçullar burada fazlasıyla yemek ve çok az rekabet bulacaklardır. Fakat bunu bir nüfus patlaması ve dışarıdan gelen diğer türlerin olası katılımı izleyecektir. Hepsi doğal olarak, en fazla kaynağın bulunduğu yerleri arayacaktır. Avrupalılar Yeni Dünya’yı keşfettikleri zaman insanlar arasında olan şey budur. Yeni gelenler rekabet düzeyini artırır ve daha önce açıklanmış olan ilkeden dolayı, bu, kaynakların ayrı altkümelerine yönelecek yeni formların ortaya çıkmasını teşvik eder. Doğada, tüm bu süreç oldukça hızlı ilerleyebilir, birkaç düzine ya da birkaç yüz kuşak içinde, formların “patlaması” gibi gözüken bir sonuca yol açabilir.
Adaptif yayılma (ya da patlama) ayrıca, bazı türler, doğadan faydalanmanın yeni bir yolunu buldukları zaman da gerçekleşebilir. Bu yeni yollar anahtar adaptasyon ya da fenotipik değişiklik olarak adlandırılır. Bu, birinin yeni bir makine ya da bir şeyleri yapmanın yeni bir yolunu keşfetmesine benzer; örneğin paketleri postane yerine özel girişimler sayesinde daha hızlı teslim etmek fikri gibi. Öncelikle, sadece bu fikri bulan ilk şirket (tür) bundan büyük bir fayda sağlayacaktır. Fakat sonra diğer şirketler de (türler de) onu takip edecektir. Ta ki rekabetin seviyesi tekrar artana ve hayatta kalmanın tek yolu yine farklılaşmak olana kadar (örneğin, sadece belli bir yerde çok hızlı teslimat yapma, Pazar günleri da teslimat yapma ya başka bir özel hizmet sunma gibi).
Kambriyen dönemindeki kombinasyon
Biliminsanları, Kambriyen sırasında hem anahtar adaptasyonun gerçekleştiğini hem de kolonize edilecek yeni yerlerin ortaya çıktığını, bu ikisinin bir kombinasyonunun oluştuğunu düşünmektedirler. Ayrıntılar bilinmese de (çünkü fosil nişlerini tekrar oluşturmak çok zordur), anahtar adaptasyon, bazı hayvanların sert vücut uzuvlarını türetmiş olmaları olabilir. Sert bir iskelet, yumuşak bir vücuda göre oldukça avantajlıdır; kendini yırtıcılara karşı daha iyi koruma (ya da daha iyi bir yırtıcı olma), daha karmaşık ve etkili iç organlar üretme (ve daha güçlü olma), yeni ve daha etkili hareket etme yeteneği, daha büyük olma (ve daha güçlü olma) gibi. Sert vücutlu hayvanlar, daha önce kullanamadıkları kaynakları kullanma ve ulaşamadıkları alanları kolonize etme, böylece hızlı bir adaptif yayılma silsilesi ile biyo-çeşitliliklerini daha da artırma yeteneğini kazandılar.
Kambriyen patlamasında esas önemli olan şey bu kombinasyondur. Kambriyen-öncesi dönemde de, anahtar adaptasyon adayları vardır; örneğin çokhücreliliğin ortaya çıkması çok daha önce gerçekleşmiş, fakat etkilerinin büyük bir adaptif yayılma yaratma noktasına gelmesi biraz zaman almıştır. Daha önemlisi, adaptif yayılmalar Dünya tarihinin diğer dönemlerinde de görülmüştür (örneğin, dinozorların ortaya çıkması ve yayılması, ayrıca daha yakın zamanda kuşların ve memeliler yayılması). Benzer olaylar günümüzde de daha küçük bir ölçekte, yeni ve yeterince büyük bir ada ya da ada grubu kolonize edildiğinde gözlemlenebilir (Hawaii adaları önemli bir örnektir).
Stephen Gould, Wonderful Life (5) kitabında, adaptif yayılmaların ayrıca, zaman içinde açığa çıkan özel bir dinamikle de karakterize edildiğini öne sürmüştür. Bir ya da birkaç formun yeni bir çevreyi ya da yeni bir anahtar buluşu kullandığı ilk aşamayı zaten anlattım. Bundan sonra yayılmanın “patlamalı” kısmı gelir; Kambriyen’in başındaki gibi o zamana özgü türler ve formlar ortaya çıkar. Gould’un açıklamasına göre, bundan sonra bir durağanlık dönemi gelir, bu dönemde olaylar sakinleşir ve özel koşullardan dolayı başlarda başarılı olan bazı formlar elenir. Bu formların elenmesi, bazı karakteristiklerinin uzun dönemli rekabete dayanamamasından olabileceği gibi, tamamen rastlantısal olaylardan da kaynaklanabilir, çünkü herkes için yer yoktur ve birileri eninde sonunda yenik düşer. Bu sınırlama, neden Burgess Shale’da bulunan bazı değişik görünüşlü canlıların hayatta kalamadığını ve neden tüm soyların Kambriyen’in erken dönemlerinde yok olduğunu açıklar.
Tüm bu senaryo, yeni bir fikir ya da buluşun icat edilmesinden sonra ilk başta çeşitli biçimlerin filizlenmesiyle insan ilişkilerinde yaşanan değişikliklere benzer. Örneğin bisiklet, 17. yüzyılın ortasında Avrupa’da icat edildikten sonra, birçok büyük değişiklik geçirdi ve model sayısında bir patlama meydana geldi. Önce 1855 Fransız velespiti, sonra 1873 İngiltere’de yüksek tekerlekli bisiklet patenti alındı. Sonra, güvenlik ihtiyaçları piyasayı durağanlaştırdı ve bugün kullandığımız bisiklete çok benzeyen bisiklet ortaya çıktı. Aynı temanın birçok çeşitlendirmeleri olsa da (dağ bisikleti, her arazide gidebilen bisiklet, hafif gezinti bisikleti vb.), bunların hepsi temel, “üstün gelen” tasarımı yansıtırlar. Buna benzer olarak, hayvanlar, örneğin omurgalı vücut yapısını “icat ettikten” sonra (6), kurbağalardan fillere kadar sayısız alt-form biçiminde de olsa, onu korudular. Muhtemelen Kambriyen dönemde ortaya çıkan ilginç canlıların bazıları, yüksek tekerlekli bisikletin akıbetine uğradılar; sadece yaşam tarihinde hatırlanan tuhaflıklar oldular.
Bu bölümün arka planına dikkat etmemizi gerektiren bir neden daha var. Bir yandan, Kambriyen patlamasına kadar ve ondan sonraya ait en eski taşların varlığı, bir veri. Diğer yandan, biyologların, patlamanın kendisinin dinamikleri ve nedenlerine dair olduğu kadar, o zamana ait bilinen organizmaların birçoğunun sınıflandırmadaki yeriyle ilgili olarak ortaya koydukları akıl yürütme, tamamen hipotezlere dayalı. Bu, paleontolojide oldukça hareketli bir alan, fakat bu alanda ilerleme oldukça zor çünkü fosil kalıntıları çok nadir ve kontrollü deney yapmak imkânsız. Hipotezler ancak dolaylı olarak ve yeni fosilleri bulmak konusundaki zorlu mücadelenin izin verdiği kadar test edilebilir.
Kambriyen patlamasına ilişkin yaratılışçı görüşler
Şimdi, Frair ve Davis’in görüşlerinde özetlenebilecek olan, Kambriyen patlaması hakkındaki yaratılışçı görüşü inceleyelim: (7)
“Bizim bakış açımızdan anlamlı olan şey şudur; farz edilen jeolojik takvimin belli bir yerinde, yaygın olarak Kambriyen dönem denen zamanda, daha eski kaya katmanlarında olmadığı açık olan bir fosil toplamı bulunmuştur. Sadece bilimsel bir bakış açısından bakıldığında, bu zamanda olağanüstü bir olayın gerçekleşmiş olması gerektiği açıktır. Kambriyen olarak adlandırılan dönemde gerçekleşen ani değişimin, Tanrı’nın yaratıcı faaliyetinin bir sonucu olduğunu düşünmek makuldür.”
Daha yakın zamanda, David Buckna ve Denis Laidlaw bunu şöyle dile getirdiler:
“Evrimciler, yeni hayatın başlangıcı olan Kambriyen patlamasının 525 ila 520 milyon yıl önce başladığına inanıyorlar… Milyarlarca ve milyarlarca bilgi parçasının kodlanmasının gerekli olduğu düşünülürse, bu 5 milyon yıllık dönem boyunca, yılda gerçekleşmiş olması gereken faydalı mutasyon sayısı yaklaşık olarak kaçtır?” (8)
İki farklı ama ilişkili görüşü burada sunduk. İlk görüş, Kambriyen patlamasının Tanrı’nın yaşamı yarattığı ana denk düştüğünü öne sürüyor. Çeşitli yaşam formlarının bir anda ortaya çıktığı düşüncesi, İncil’de nakledilen yaratılış hikâyelerinin bakış açısından cazip görünüyor. Yaratılışçılar, Kambriyen patlamasının hızlı temposunu vurgularken, Stephen Gould gibi önde gelen evrimcilerin (kasıtlı olmayan) yardımına başvuruyorlar:
“Yaşamın tarihi, gelişmenin bir sürekliliği değildir; kısa, bazen jeolojik olarak ani kitlesel yok olma ve bunu izleyen farklılaşma dönemleriyle sekteye uğrayan bir kayıttır.” (9)
İkinci tez, Kambriyen patlamanın, İncil’deki yaratılış süreciyle aynı zamana denk gelmese bile, doğal bir çerçeve içinde ele alınamayacağı, çünkü bu kadar kısa süre içinde bu kadar fazla faydalı mutasyon gerçeklemesinin çok düşük bir olasılık olduğu iddiasıdır. Eğer Kambriyen döneminde ortaya çıkan canlı çeşitliliğini üretmek için milyarlarca mutasyon gerekliyse ve tüm bu mutasyonların faydalı olması zorunluysa, biyologlar birkaç milyon yıllık bir ölçek içinde böyle bir şeyin gerçekleşmesi ne kadar mümkün olduğunu açıklamak zorundadırlar. (10)
Yaratılışçılar tarafından öne sürülen üçüncü bir nokta, Kambriyen’den sonra yeni bir filumun (dal) ortaya çıkmamış olmasıdır. Önceden ele aldığımız gibi, bir filum, organizmanın en temel bir “tür”üdür, belirgin olarak ayırt edilebilen bir vücut yapısı ile ayrıştırılır. Bugün bunun gibi çok az vücut yapısı vardır ve Kambriyen’in başında sadece birkaç tane daha vardı. Eğer evrim tedrici, ilerlemeli bir süreçse, neden en önemli değişiklikler aynı zamanda gerçekleşmiş de, tüm yararlı hedefler için, daha sonra gerçekleşmemiştir? Tanrı’nın tüm bu temel organizma “tür”lerini aynı anda Dünya’ya koyduğu ve soy tükenmelerinin ancak bundan sonra gerçekleştiğini düşünmek daha mantıklı değil midir?
Tek bir yaratılış varsa, Kambriyen öncesi ve sonrası ne olacak?
Şimdi evrimci biyologların bu konuda ne düşündüğüne bakalım. Onlar Kambriyen patlaması ile ilgileniyorlar, fakat ondan endişe duymuyorlar. Onunla ilgilenmelerinin nedeni, daha önce açıkladığım gibi bu patlamanın modern biyolojinin en büyük zorluklarından biri olması. Bu çok büyüleyici bir olay; çok fazla olmasa da bazı açılardan özgün, aynı zamanda yaşam tarihini anlamamız için çok gerekli ama zamanımızdan uzaklığı ve eldeki ipuçlarının azlığı bakımından incelenmesi zor bir olay. Evrimci biyologların yaratılışçı iddialarla ilgili olarak endişe etmemelerinin nedeni ise bunların bazılarının yanıtlanmış olması, bazılarının daha dikkatli incelenince mantıksız olması, bazılarının da bizim açımızdan ciddiye alınmaması ve evrimci teori açısından önemli bir eksikliğe işaret etmemesidir.
Murchison ve Frair-Davis’in alıntılanan ifadelerindeki nokta, Kambriyen patlamasının, İncil’in “Yaratılış” kısmında tanımlanan şekliyle yaşamın yaratılması ile aynı anlama geldiğinin kabul edilebileceğidir (bu bağlantıyı açık hale getirmezler, “yaratıcı patlama”dan söz ederler ve İncil’de sadece bir tane yaratılış patlaması vardır). Bu, İncil’in binlerce paleontoloğun şu anki fikirlerine göre eldeki verilerle daha fazla uyum içinde olduğu yegâne örnek olurdu. Görünüşte bu etkileyici olsa da, Yaratılış’ın gerçekte ne dediğini ve fosil kalıntıların bize ne söylediğini düşünecek olursak, bu ikisi arasında hiçbir benzerlik bulunmamaktadır. Eğer Kambriyen patlaması, Tanrı’nın Dünya üzerindeki hayatı yarattığı an olsaydı, Kambriyen’den 3 milyar yıldan daha fazla zaman önceye ait çeşitli formların fosillerinin varlığını nasıl açıklayacaktık? Bu canlıları başka biri mi yarattı, yoksa İncil daha önceki bir yaratılışı yok mu saydı? Dahası, Kambriyen’den sonra ortaya çıkan yaşam formları ne olacak?
Bazı yaratılışçılar, “mikro evrimin” gerçekleştiğini kabul ederler, fakat ilk patlamadan sonra herhangi bir yeni “tür”ün ortaya çıktığını kabul etmemek konusunda katıdırlar. Bir “tür”ün ne olduğunu net olarak tanımlamayı rahatlıkla reddetseler de (11), bir filum, ya da bir filum içindeki bir sınıf, yeni bir “tür” olarak kabul edilmelidir. Sonuçta, filumlar ve sınıflar, taksonomik hiyerarşinin en yüksek iki seviyesini ifade eder. Kambriyen’den sonra birçok organizma sınıfının ortaya çıktığını iyi biliyoruz (örneğin, çiçeklenen bitkiler ve daha etkileyici olarak, balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler dahil tüm omurgalılar).
Yaşam formlarının uzun bir dönem boyunca dağınık biçimde ortaya çıkmaları yaratılışçı tahminlerle çelişse de, evrim teorisinin beklentisine uygundur. Darwin’in, Kambriyen-öncesine ait fosillerin bulunacağı, bunların zaman aralığının, Kambriyen ile günümüz arasındaki zaman aralığından çok daha uzun olması gerektiği konusundaki tahminlerini hatırlayın. Bir buçuk yüzyıllık paleontolojik araştırma, Darwin’in iki tahminini de desteklemiştir. Birincisi, Kambriyen-öncesinin uzunluğu hakkında güncel tahminler, 4 milyar yıl civarındadır; bu süre, Kambriyen’in başından bugüne geçen süreden (570 milyon yıl) çok daha uzundur. İkincisi, şimdi Kambriyen-öncesi döneme dağılmış fosil kalıntılarına sahibiz ve bunlar (bir yere kadar) Darwin’in daha basit formların varlığı hakkındaki tahminlerine uymaktadır. Örneğin, kabuklular grubunun bir üyesi çok erken Kambriyen dönemde bulundu ve grubun kökeninin Kambriyen-öncesi dönemde olması gerektiğini gösterdi. (12) Bu yeni fosil, kalsiyum fosfatta kalmış narin bacaklarına varıncaya kadar, fazlasıyla iyi korunmuş. Dolayısıyla bu hayvanın, yengeç, karides ve ıstakozun dahil olduğu grupla yakından akraba olduğu konusunda hiç şüphe yok. Bu tek buluş bile yaratılışçı iddianın temel zayıflığını gösteriyor: İddia, şu anki cehaletimize dayanıyor, fakat bilim bu boşlukları dolduran yeni olguları bulmak için bir yönteme sahip. Bu kabuklu ve diğer fosiller nedeniyle artık yaratılışçıların uzun zamandır yaptıkları gibi, Kambriyen “patlama”sının yeni formları ortaya çıkaran çok ani bir patlama olduğunu iddia etmek makul değil, çünkü bu formların bazıları aslında yeni filumların ortaya çıkması için süreyi on milyonlarca yıl uzattılar.
Kambriyen-öncesine ait fosiller neden az?
Peki, paleontologların Kambriyen-öncesi fosilleri ortaya çıkarmaları neden bu kadar uzun sürdü ve bu fosiller evrimci biyologların tahminlerine uygunlar mı? Artık jeolojik formasyonlarda Kambriyen’in başından daha eski fosiller olduğunu bilsek de, bunlar, Kambriyen’den sonraki fosil kalıntılarının zenginliği yanında halen çok azlar. Darwin (bu fenomeni açıklarken), Kambriyen-öncesi taşların çok eski olduklarını, bu nedenle Dünya üzerindeki diğer (daha yeni) oluşumlara göre daha fazla aşındığını öne sürmüştür. Kambriyen-öncesine ait fosillerin azlığının ikinci bir nedeni, Kambriyen-öncesi taşların, Dünya tarihinin sonraki dönemlerine göre çok daha büyük çözülmeye maruz kalmalarıdır. Kambriyen-öncesi taşların çözülme miktarı, özellikle Hadeyan dönemde ve sonraki dönemlerde, gezegenin jeolojik olarak çok daha aktif olmasına bağlıdır. Gerçekte, 3,8 milyar yıldan daha uzun yaşlı bir kaya bilinmemektedir. Bu nedenle, bu taşlar içinde çok ilkel yaşam formlarının fosilleri saklanmış olsa bile, hiçbir zaman bunları inceleme şansımız olmayacak. Kambriyen-öncesi fosillerin azlığının üçüncü nedeni ise, o dönemde doğal seleksiyonla “sert” vücut parçalarının henüz geliştirilmemiş olmasıdır.
Bilinen fosillerin büyük çoğunluğu, Kambriyen-sonrasına ait olanlar da dahil, organizmaların, kabuk ve kemik gibi sert ve yüksel mineralli malzemeden oluşan vücut parçalarını korumuşlardır. Bu parçaların, fosilleşme sürecinin birçok tehlikesinden kurtulma ihtimalleri daha fazladır, bu nedenle bize kadar neredeyse hiç bozulmamış olarak gelirler. Kambriyen’den önce hiçbir canlı böyle vücut parçaları üretmiş değildi. Tüm yaşam formları günümüzdeki solucanlar ve denizanası gibi yumuşak vücutluydu. Yumuşak vücutlu organizmalar (ya da sert vücutlu organizmaların yumuşak parçaları, örneğin dinozorların ve kuşların tüyleri) bazen yok olmaktan kurtulur ve tanımlanabilir fosilleşmiş bir biçimde bize kadar gelirler. Ancak, çok uzun zaman önceden yumuşak vücutlu bir canlının fosilleşmesinin gerçekleşme olasılığıyla Kambriyen-öncesi kayaların çözülme olasılığını birleştirdiğimizde, neden 570 milyon yıldan daha öncesine ait yaşam kalıntılarını bulmanın bu kadar zor olduğu anlaşılabilir.
Yeterli zaman tartışması
Yaratılışçılar tarafından ortaya atılan başka bir iddia (örneğin Buckna ve Laidlaw) ise, “patlama”nın doğal bir sürecin sonucu olamayacak kadar hızlı olmasıdır. Maalesef, bu görüş, Stephen Gould gibi evrimsel biyologların birazcık dikkatsiz yazılarından da destek almıştır. Gould’un Wonderful Life kitabından aktardığım alıntı, yaşam tarihinde sıçramalara yol açan “jeolojik olarak” ani olaylara değiniyordu. Yaratılışçılar genellikle evrimcilerin bu gibi ifadelerini aktardıklarında iki konuyu dile getirmezler. Birincisi, jeolojik olarak ani olaylar demek, günlük kullanımdaki ani kelimesiyle aynı anlama gelmemektedir. Bir şeyin jeolojik olarak ani olması için, fosil kalıntılarında gördüğümüz olağan değişim hızına göre daha hızlı gerçekleşmiş olması gerekir. Fakat bu yine de on milyonlarca yıl ve bir organizmanın yaşam çevriminin uzunluğuna bağlı olarak, yüz binlerce ya da milyonlarca nesil anlamına gelebilir. Teknik bilgiye sahip meslektaşları için değil, çok geniş bir kitlenin okuması için yazan Gould bu farkı belirtmek konusunda dikkatli olmak zorunda olsa da, yaratılışçılar da bu ve bunun gibi cümleleri, en hafif deyişle umursamazca kullanmaktadırlar. Yaratılışçılar için, bir şeyi bağlamından çıkarıp, herhangi bir açıklama getirmeden, karşıtlarının da kendileriyle aynı fikirde olduklarının bir kanıtı olarak ortaya sürmek çok kolaydır. Bu strateji, karşıtlarının, kamuoyu önünde fikirlerinden caymak istemeyen hilekâr ya da yetersiz kişiler oldukları fikrini ima eder ve bu da dürüstçe bir tartışma olmaktan çok uzaktır.
İkincisi, okuyucu, biliminsanlarının da insan olduğunu ve herkes gibi insani tutkular ve zayıflıklar taşıdıklarını unutmamalıdır. Bir biliminsanının, özellikle geniş bir kitleye yazarken, insanları ikna etmek istediği senaryoya uygun olan bir noktayı büyütmesi, hoş görülecek bir durum olmasa da, anlaşılmaz değildir. Gould’un büyük bilimsel başarısı, kesintili dengeler olarak kavramlaştırılan yeni-Darwinci teoriyi geliştirmesidir. Kambriyen olaylarının “jeolojik olarak ani” olduğu iddiası, Gould’un evrim fikrine uygundur. Teknik literatürde böyle gelişigüzel bir ifade kullanıp geçemezdi; hakem değerlendirmesinde bu ifade görülür ve bunu daha net bir ifadeyle değiştirmesi istenirdi. Fakat genel kamuoyu söz konusu olduğunda kişinin hareket alanı daha geniştir ve iyi yazma kadar yazdığı şeyden coşku duyması da gereklidir. Hepimiz biliyoruz ki, coşku, birinin kesin olarak inandığı bir durumu abartmasına neden olabilir. Bu durum o kişiyi yalancı yapmaz, o kişinin ortaya koyduğu durumu da çürütmez.
Kambriyen patlamasının birkaç on milyon yıl içinde gerçekleştiğini kabul etsek bile, bu fosil kalıntılarında görebildiğimiz yaşam formlarının şaşırtıcı çeşitliliğinin doğal yollarla oluşması için yeterli bir zaman mıdır? Bunu kesin olarak söyleyemeyiz, çünkü kimse yaşamın kasetini geri sarıp notlar alarak tekrar dinleyemez. Ancak, elimizde bulunan tüm bilimsel kanıtlar buna işaret etmektedir. Yaratılışçılar tek doğal olasılığın, akıllara durgunluk verecek sayıda mutasyonun aynı anda gerçekleşmiş ve tek bir sıçramalı olayla yeni bir organizma ortaya çıkarmış olması (bir dinozor yumurtasından tam bir kuş çıkması gibi) olduğunu öne sürüyorlar.
Benzer bir sorundan Richard Goldschmidt’in “ümit veren canavarlar”ı için de söz edebiliriz. Genetik materyalin önemli ölçüde yeniden düzenlendiği “genetik devrimler”in, bazen yeni ve alışılmışın dışında hayvan ve bitki formlarının birdenbire ortaya çıkmasını beraberinde getireceği ve dolayısıyla aşamalı evrimi ve ara halkaları tümüyle gereksiz kılacağını ileri süren Goldschmidt tarafından tarif edilen sürecin gerçekleşemeyeceğini artık biliyoruz. (13) Ama aynı zamanda genetik ve gelişimsel biyoloji alanında Goldschmidt’in bildiğinden çok daha fazlasını sahibiz (Goldschmidt’in kitabının basıldığı sırada kimsenin DNA yapısı hakkında bir şey bilmediğini hatırlayın). Modern moleküler gelişimsel genetik sonunda evrim teorisiyle gelişimsel biyoloji arasındaki boşluğu doldurmaya başladı. Artık tüm mutasyonların aynı etkiye sahip olmadıklarını, bazılarının bir organizmanın morfolojisini (ya da davranışını) gözle görülür şekilde değiştirebildiğini biliyoruz. Hiçbir çağdaş biyolog Goldschmidt’inkine benzer bir canavar oluşma olasılığını kabul etmese de, düzenleyici genlerdeki değişiklikler birçok ilgi çekici formlar yaratabiliyorlar ve bunlar da bize, Dünya üzerindeki yaşamın tarihi boyunca birbirinden ayrılmış yeni organizma türleri arasında genetik olarak bağ kurabileceğimizi gösteriyor.
Yeni bitki ve hayvan tiplerinin kökeninde bulunan genetik mekanizma ne olursa olsun, yeterli zaman sorusu ortada duruyor. Ancak, ben, yaratılışçıların birçoğunun “birkaç” düzine milyon yıl gibi bir zaman aralığının gerçekte ne anlama geldiğini anladıklarını sanmıyorum. Aslında herhangi bir insan için bunun ne anlama geldiğini algılamak çok zor. Fikirlerimizi yoğunlaştırmak için, bir nesil süresi 25 yıl olan bir organizma düşünelim; bir mutasyonun gerçekleşme olasılığı milyonda bir (her nesilde her gen için, ampirik olarak makul bir tahmin) olsun ve türün toplam nüfusu 1 milyon birey olsun (bu birçok tür için gerçeğin altında bir tahmin). Bu, Kambriyen patlamasının 15 milyon yılı boyunca, her genin 600.000 kez mutasyona uğramış olması anlamına geliyor! Açık ki bu, doğal seleksiyon için gerekli hammaddeleri elde etmek için yeterli olandan daha fazla bir değişiklik demek.
Başarısız Yaratıcı!
Yaratılışçı iddiaların daha ılımlı bir yorumu, Yaratıcı’nın, kendi istediği sonuçları üretmek için doğal araçları kullanmış olabileceğidir. Böyle bir önermeyi tamamen reddetmenin hiçbir yolu olmasa da, bunun sonuçlarını detaylıca ele almak faydalı olabilir. Fosil kalıntılarını gözlemlediğimiz modeli düşünün, özellikle basit formların milyarlarca yıl içinde yavaş ve kesintiye uğramış görüntülerini. Bu dönemi, formların hızlıca farklılaştıkları başka bir dönem takip etti, bunu da her şey yerine oturduğu zaman çok sayıda formun yok olduğu başka bir süreç. Bu model, bir akıllı tasarımın sonucu ise, bize Tasarımcı hakkında nasıl bir bilgi veriyor? Tüm süreç, başarısız deneylerle geçen milyar yılları da içine alan, çok kötü planlanmış bir süreç gibi gözüküyor. Sonra birdenbire başarı elde edildiğinde, Tasarımcı, Kambriyen’den hemen sonra (jeolojik olarak) gelen kısa süre içinde yarattığı milyonlarca yaratığın yok olmasına izin verecek kadar dikkatsiz görünüyor. Bu tarz bir yaratıcının, yaratılışçıların Kambriyen patlaması temelinde itirazlarını yükseltirken hayal ettikleri yaratıcı olmadığından eminim. Aslında, bu yaratıcı, doğal, yönetilmeyen ve denetlenmeyen bir süreçten beklenen şekilde davranıyor.
Yaratılışçıların saçma mantık yürütmeleri
Sadece Kambriyen patlamasıyla ilgili değil, yaratılışçı-evrimci tartışmasının diğer konularında da çirkin kafasını uzatan, hiç bitmeyen bir sorun hakkında, kayıp halkalar ve ara fosiller sorunu hakkında birkaç düşünceyle bitirmeme izin verin. Kuşkucu Michael Shermer, tipik bir yaratılışçının taktiğinin şöyle ilerlediğini belirtiyor: Biliminsanı iki formu, diyelim modern bir balina ve onun en uzak öncüllerinden birini gösteriyor. Yaratılışçı biliminsanına bu ikisi arasındaki bir ara fosili de göstermesini istiyor; gayet mantıklı bir istek. Ara fosil gösterildiğinde (tabi ki birçok araştırma ve alan çalışmasından sonra), yaratılışçı, şimdi fosil kalıntıları içinde iki boşluk olduğunu ileri sürüyor! Bunun çok saçma bir mantık yürütme olduğu açık: Ne kadar ara fosil bulunursa, o kadar boşluk ortaya çıkıyor. Yeni veriler ortaya çıktıkça durum iyileşeceği yerde, daha umutsuz hale geliyor.
Bu sadece tümüyle saçma değil; aynı zamanda, bilimin nasıl ilerlediğinin tamamen yanlış anlaşıldığını da gösteriyor. Paleontolojinin amacı, bir kalıtım çizgisi boyunca tüm ara basamakları tek tek bulmak değildir (zaten birçok birey fosilleşmediği için imkânsızdır da). Ayrıca, evrimci teori, uygun jeolojik tabakalarda ara fosillerin görülmesiyle kanıtlanmıştır; bu fosillerin birbirlerinin doğrudan öncülü ya da ardılı olduğundan emin olmak çok zor olsa da. Bu durum, bir kişinin, anne ve babasının fotoğraflarını bulamayıp sadece kardeşlerininkini bulabildiği için, aile ağacına dahil olduğunu inkar etmek gibi bir şey. “Mantıklı” birçok kişinin yapacağı bir şey değil.
İkinci baş edilemez (bu nedenle entelektüel olarak kısır) yaratılışçı strateji, Yaratılış Araştırma Enstitüsü’nden Daune Gish tarafından sıkça kullanılıyor. Gish, insan-öncesi türlere ait fosillerle karşılaştığında, bunların ya tamamen maymun ya da tamamen insan olduğunu iddia ediyor, böylece ara formların olma ihtimalini ortadan kaldırıyor. Üstelik bunu, bu fosillerin sadece birer hata olmak zorunda olduğuna tümüyle ikna olmuş şekilde, fosilleri bizzat incelemeden yapıyor. İnsan beyninin bazen burnunun ucundaki kanıtı reddetmek için ne kadar uğraştığını görmek hayret verici.
DİPNOTLAR
1) Takıntılı okuyucular için, bunlar Sinian (570-800 milyon yıl önce), Riphean (800 milyon yıl önce-1,65 milyar yıl önce), Animikean (1,65-2,2 milyar yıl önce), Huronian (2,2-2,45 milyar yıl önce), Randian 2,45-2,8 milyar yıl önce), Swazian (2,8-3,5 milyar yıl önce) ve Isuan’dır (3,5-3,8 milyar yıl önce).
2) Tip burada, taksonomik hiyerarşide, filum olarak bilinen çok özel bir kademedir. Örneğin tüm omurgalılar (balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler) Notokorda denen büyük filumun bir sınıfı idiler.
3) S. J. Gould, Wonderful Life: The Burgess Shale and the Nature of History (New York: Norton, 1989).
4) Açıkça bu organizmalar bitki değillerdi, bitkiler daha sonra ortaya çıktılar; bunların modern fotosentetik bakterilere benzer olması daha olasıdır.
5) 3. nota bakınız.
6) Tabi ki, doğalcı bir bakış açısından, doğal “icatlar” ve “tasarım” bilinçli bir tasarımcının varlığını göstermez, fakat kendi çevrelerine uyum sağlayan karmaşık formları üretebilen bir doğal seleksiyon gibi bir sürecin varlığını gösterir.
7) W. Frair ve P. W. Dawis, The Case for Creation, 2. Baskı (Chicago: Moody Press, 1972).
8) D. Buckna ve D. Laidlaw, “Should Evolution Be Immune from Critical Analysis in the Science Classroom?” Impact, Sayı 282 (1996), Yaratılış Araştırmaları Enstitüsü Kitapçığı.
9) 3. nota bakınız.
10) Bu “patlama”nın gerçek süresi hâlâ tartışmalıdır. Genelde belirtilen ortalama 15 milyon yıldır. Gould’un tahmini çok daha azdır: 5 milyon yıl. Son zamanlardaki araştırmalar, Kambriyen olayının çok daha yavaş, birkaç on milyon yıl ya da daha fazla sürmüş olması gerektiğini belirtmektedir. Her durumda, bu, Dünya üzerindeki yaşamın jeolojik ölçeği ile karşılaştırıldığında hızlı bir değişimdir.
11) Bunu, evrimcilerin tür kavramını tam olarak açıklamaya harcadıkları binlerce makale ve araştırma yaptıkları onlarca yılla karşılaştırın.
12) Bakınız R. Fortey, “The Cambrian Explosion Exploded?” Science 293 (2001): 438.
13) R. Goldschmidt, The Material Basis of Evolution (New Haven, Yale University Press, 1940).