Halet Çambel, insanlığın büyük akışının bilincinde bir insan. İnsana gönül vermiş, insanlığı bilmiş, insanlık olmuş. İnsanı insanlık yapabilmek için, insana insanlığı göstermeye yönelmiş. İnsanı da börtü böceği, koyunu kurdu, yılanı çıyanı sevdiği gibi salt varlığından ötürü sever. Öyle yargısız, öyle koşulsuz. Ama insana tek kaldıkça ne kadar dar(da) kalacağını göstermekten vazgeçmez, onu insanlık yapmak ister; “Mutluluk kişisel çıkar peşinde yakalanmaz, asıl mutluluğa topluma yararlı olarak ulaşılır” yaşamıyla da ortaya koyduğu öğüdüdür.
Bir yıldız mıydı, kaydı… Bir çınar mıydı, devrildi… Bir ışık mıydı, söndü… Ne yıldız, ne ışık, ne çınar… Bunların her biriydi belki ama, hiçbiri tek başına yetmiyor onu tanımlamaya. Üstelik ne kayıp gitmek, ne devrilip düşmek, ne sönüp yitmek… onun ardında sapasağlam bıraktıklarını anlatmaz. Halet kaya gibi, Halet toprak gibi. Yok, bunlar bile değil; Halet asıl doğa gibi.
Devasa bir bütünlük; içinde çeşit çeşit, renk renk, kılık kılık, biçim biçim canlar-cansızlar devinir. Uzaktan bakarsınız, kımıltısız, dingindir; yakına gelirsiniz, telaşlı bir koşuşturma. Çalışkan karıncalar, hızlı kertenkeleler, serinkanlı yılanlar, özgür kuşlar, toprağın altını iyi bilen köstebekler, muzip balıklar, direngen kabuklular, çelebi ayılar, pusuda bekleyen büyük kediler, güzelim ceylanlar, milyonlarca milyonlarca canlı… Başını göğe kaldıran otlar, çiçeğini güneşe çeviren, meyvesini güneşte pişiren bitkiler, gölgesini kollarıyla büyüten ağaçlar… Bitimsiz bir devinim içinde.
Sonra gök, sonra deniz, sonra toprak… Toprağın en derininde kendi derdiyle için için kaynayan volkanlar, sabırla usul usul yolunu bulan sular, ağır ağır acelesiz yer değiştiren faylar, dalgalarla unufak edilen kayalar…
Doğanın durmak bilmez küçüklü büyüklü devinim çarkları gibi Halet. Bütün süreçlerin ardında o vardır. Sürekli ama sabırlı bir değişimin yatağıdır; siz çalışmaz sanırken bile, sessiz sedasız, göstermeden, görünmeden, ama hiç duraklamadan çalışır. Üretir ha üretir, çoğaltır ha çoğaltır; tükettiklerini, öğüttüklerini çevirir katar yeniden çarkına, bir daha bir daha üretir… Olması gerektiği gibi, kendi doğallığında. Halet’in gücü varlığında. Halet’in gücü sabrında. Halet’in gücü azminde.
Halet Çambel kendisinden söz edilmesinden, öne çıkarılmaktan, övülmekten hiç hoşlanmaz. “Ürettikleriyle, yapıp ettikleriyle anılmak ister” bile denilemez onun için, sadece işleri anılsın ister. Bir biçimde gündemine giren, kendi alanıyla doğrudan ilgili ya da ilgisiz pek çok meseleye katkısı büyük olmuştur genelde, ama kendisi perde arkasındadır; işlerin yürümesinin önüne çıkan, bürokratik veya koşullar kaynaklı her türlü engeli sessiz sedasız kaldırmış; yol açıcı, destekleyici olmuştur. Onun işlerin, ürünlerin önüne çıkmama, gerisinde durma eğilimini iyi bilmeme rağmen, anısına bir saygı duruşu olan bu yazıda, ne kadar eksik gedik de olsa bir Halet Çambel portresi çizmeye çalıştım: Türkiye bilimine, arkeolojisine, ülkesine kattıkları kadar; kişiliğini oluşturan değerler ve kimi özellikleriyle de… Çünkü bana sorarsanız, hayatının ekseni olmuş değerler, düşünce ve yaşam tarzıyla, Halet Çambel’in sözü en önce edilmesi gereken ürünüdür, Nail Çakırhan ile beraberce ürettiği bir asırlık yaşamı.
98 yaşını sürmekteyken hayata gözlerini kapayan Halet Çambel ile, o 89 yaşındayken kendisiyle yaptığım bir Kazı Kazı Anadolu söyleşisiyle tanışmış; birkaç yıl sonra da daveti üzerine Karatepe’de 2-3 gün geçirmiştim. Toroslar’ın eteklerinde, yemyeşil tepelerle çevrili bir baraj gölünün kıyısında, eşsiz bir doğa güzelliğinin içinde, yoğun bir emek ve imkânsızlıklar içinde ayağa kaldırılmış ve korunmuş binlerce yıllık bir tarihin ve bölgenin taşında, toprağında, insanında, kültüründe büyük emeği olan, anıt gibi bir kadının yamacında geçirilmiş o günler, ömrümün en unutulmaz zamanları arasına yerleştiler. Karatepe-Aslantaş yazıtlarının yayınını birlikte hazırladıkları Aslı Özyar’ın İstanbul Üniversitesi’nde Halet Çambel’in ardından düzenlenen törende söylediği gibi, “onunla teması olmuş ve derinden etkilenmiş” insanlar arasına karıştım. Bu anıt kadının hakkını verdiğim bir yazı yazamadığımın bilincinde ve bundan ötürü mahcubum; gene de bende kalanlar ve okuduklarımdan süzdüklerimle kaba bir portresini çıkarabilmiş olmayı umuyorum.
Halet Çambel: İnsana gönül vermiş, insanlığı bilir
Halet Çambel, insanlığın büyük akışının bilincinde bir insan. İnsana gönül vermiş, insanlığı bilmiş, insanlık olmuş Halet. İnsanı insanlık yapabilmek için, insana insanlığı göstermeye yönelmiş. İnsanı da börtü böceği, koyunu kurdu, yılanı çıyanı sevdiği gibi salt varlığından ötürü sever. Öyle yargısız, öyle koşulsuz. Ama insana tek kaldıkça ne kadar dar(da) kalacağını göstermekten vazgeçmez, onu insanlık yapmak ister; “Mutluluk kişisel çıkar peşinde yakalanmaz, asıl mutluluğa topluma yararlı olarak ulaşılır” yaşamıyla da ortaya koyduğu öğüdüdür. (1)
Halet Çambel, bir devrimin gönüllü yol eri. Vatanın sömürgecilerin elinden kurtarılışına tanıklık etmiş, bir ülkenin kendi küllerinden doğuşunu bire bir yaşamış, yaşamak ne kelime, bulundukları her alanda kurucu görevler üstlenmiş; ömürlerince kendilerine yol göstermiş değerler ve kişilikleri tarihin bu önemli dönemeçlerinde pişmiş, oturmuş devrimci bir kuşaktan. “Bizim kuşağımız Atatürk kuşağı… günün felsefesi insanların kişisel hırslarından uzak, karşılık beklemeden, kendi bilgilerine, yeteneklerine, güçlerine göre bir taş üstüne bir taş, bir tuğla üstüne bir tuğla koymak, topluma, ülkeye hizmet etmek, ülkeyi el birliği ile kalkındırmaktı” diyecek bir ödül konuşmasında. (2)
Arkeolojinin sınırlarını aşıcı, bilimin duvarlarını yıkıcı
Halet Çambel, Türkiye arkeolojisine kurucu katkılar yapmış; geniş ufku, uzak görüşlülüğü, düşünce tarzı, çağdaş yaklaşımlarıyla Türkiye arkeolojisinin bilimsel ve dünya çapında kabul görür bir çerçeveye oturtulmasının öncüsü olmuş bir biliminsanıdır. Arkeolojinin uygulanagelmekte olan biçimini değiştirmiş, dönüştürmüş, durmaksızın ilerletmiştir. Arkeolojinin sınırlarını genişletmiş, hatta aşmıştır bu anlamda.
Ama Halet Hanım, sadece biliminsanı, sadece arkeolog değildir. Ömrü boyunca, bilimle toplum arasına örülü duvarları kaldırmaya, bilimi sırçaköşklerdeki bir üretim olmaktan çıkarıp halkın arasına sokmaya uğraşmıştır. Halkın sorunlarını çözen, toplumsal faydaya dönüşen bir üretimden yanadır. Ömrü boyunca sadece kazı yapmamıştır, sadece tarihi ayağa kaldırmamıştır: Kazı yaptığı yerlere, özellikle ömrünü verdiği topraklara bir cumhuriyet ruhu üfler gibi can vermiştir.
Karatepe-Aslantaş’daki Geç Hitit Kalesi yerleşmesini, Anadolu bilinmezlikler diyarıyken, yol iz yokken, birçok zorluğa karşın büyük maceralar atlatarak keşfetmiş ekiptedir. O dönem keşfedilen arkeolojik yerleşmelere esas olarak bilgi kazanma amaçlı bakılır; kazı çalışmasının sonunda, sağlam ve taşınabilir durumda olan eserler büyük şehirlerdeki müzelere taşınarak kazı sonlandırılır. Karatepe ekibinin başı, İÜ Öğretim Üyesi Helmuth Th. Bossert de, 6 yıllık bir çalışmanın sonucunda böyle davranma eğilimdedir. Ama Halet Çambel, “Başladığınız iş size bir ödev yüklüyor, yarım bırakamazsınız” diyerek Karatepe’de kalmayı seçer. Henüz Türkiye’de kazıdan sonra restorasyon yapmaya dönük bir bilinç yokken, ortaya çıkarılmış binlerce parçanın tek tek her birinden sorumluluk duyarak davranır ve çok zorlu bir işe girişir. Binlerce parçaya bölünmüş eserleri tümlenmesi ve ayağa kaldırılması işine… Suyun dereden çekilerek tepeye taşındığı, elektriğin, yolun, haberleşme, sağlık hizmetlerini olmadığı,eşkıyaların cirit attığı yaban bir ortamda, eserleri koruyacak saçaklar yapılmasını sağlar; henüz, şehirlerde bile müzecilik anlayışı gelişmiş değilken; dağ başında bir açık hava müzesi kurar. Ayağa kaldırılan tarih doğal çevresi içinde yaşamaya devam etsin diye, bölgenin milli park ilan edilmesine önayak olur.
Tarihin ancak, yöre halkının sahip çıkmasıyla yaşayabileceğinin bilincindedir. Yöre halkı eğitim görsün, geçim kaynakları kazansın; yolu, elektriği, suyu olsun; güvenlik ve sağlık hizmeti alabilsin diye Nail Çakırhan ile birlikte uğraşır. Halet Hanım ve ekibi, ayrıca yanlarına gidip gelen Sabahattin Eyüboğlu gibi aydın dostlar, çocuklara okuma yazma öğretir, öğretmenlere Almanca dersi verir, basit sağlık hizmetlerini görürler. Hiçbir zaman koşullar buna elveriyor mazeretinin arkasına saklanmaz, daima olanaksızlıklardan olanak yaratma çabası içinde olurlar. Okulların, meslek atölyelerinin, kooperatiflerin, karakolların, sağlık hizmeti verecek kurumların kurulmasına aracılık ederler. Bölgenin yerel kültürü kayda alınsın, derlensin diye; aydın dostlarını seferber eder, kendileri çabalar, yöre çocuklarını bu yöndeki çalışmalarda teşvik eder. Nail Çakırhan ve Halet Çambel, birlikte girerler her sorumluluğun, her yükün altına. Ruhi Su, Füreya Koral, Pertev Naili Boratav, Semiha Berksoy, Mina Urgan, Aşık Veysel ve Yaşar Kemal gibi dönemin aydınları Karatepe’ye gelir; işin bir ucundan tutar, Karatepe’ye bir iz bırakırlar.
Halet Çambel, Karatepe’de o kadar sevilir ki, çok geçmeden yörelilerin “Halet Ablası” oluverir. Toros Türkmenlerinin türkülerine konu olur yapıp ettikleri; mitolojik bir varlık gibi söz edilir ondan, bir efsane olur çıkar. Bir derdi olan onu arar bulur; yörenin en güvenilir insanıdır. Onun biliminsanı kimliği halkçılığından, insan ve doğa sevgisinden ayrı değildir; arkeoloji kadar, bütün bunların birbirinden ayrı olamayacağının bilinciyle, bölgeye, insanına, doğasına ve kültürüne hizmet etmiştir. Halet Çambel’in son yıllarına dek çalışmak üzere gittiği Karatepe’ye olan muazzam katkılar hakkında daha geniş bilgiyi, dosyada yer verdiğimiz Mehmet Özdoğan’ın yazısında, ayrıca dergimizin 16. ve 36. sayısında yaptığımız geniş yayınlarda bulabilirsiniz.
Arkeolojideki öncü katkıları
Halet Çambel’in Türkiye arkeolojsiine yaptığı kurucu katkıların başlıcalarından kısaca söz edelim. Halet Çambel, İÜ Prehistorya Kürsüsü’nün ve Prehistorya Laboratuvarı’nın kurucusudur. Türkiye arkeoloji tarihinde dönüm noktalarından olan, Keban Barajı’nın altında kalacak yerleşmelerde yürütülen kurtarma kazılarını içeren Keban Projesi’nin düşünsel öncüsüdür: ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş ile birlikte Keban Projesi’ni geliştirmiş ve yönetmiştir. Şikago Üniversitesi ile birlikte yürüttüğü “Güneydoğu Anadolu Tarihöncesi Karma Araştırma Projesi” ile, Güneydoğu’nun arkeolojik envanterini yapmış ve bu proje çerçevesinde, Ergani- Çayönü’nde de uzun soluklu ve önemi dünya çapında kabul edilen kazılar yürütmüştür. Gene Çukurova bölgesinde ve özel olarak Adana’da kent kültürü envanteri çalışmaları yapmış; aynı şekilde Aslantaş Barajı alanında da belgeleme ve kurtarma çalışmaları yürütmüştür. Çambel’in Türkiye arkeolojisine çok önemli katkılarından bir diğeri de, arkeolojik çalışmalarda, pozitif bilimler temelli yaklaşımların uygulanması için Arkeometri Ünitesi’nin kurulmasına önayak olmaktır. Halet Çambel, Ufuk Esin, Bahadır Alkım ve Handan Alkım’ın katkılarıyla oluşturulan arkeometri grubu, önce TÜBİTAK bünyesinde çalışmış, sonra ODTÜ bünyesinde akademik bir birime dönüşmüştür. Halet Çambel, 1960 ihtilaliyle üniversiteden uzaklaştırılan 147’liklerden olsa da, ne ülkesine, ne üniversiteye küsmüş; bilime ve halkına karşılık beklemeksizin biteviye emek vermeye devam etmiştir. Bir süre sonra da görevinin başına dönmüştür.
Ne kadın ne erkek; sadece insan
Halet Çambel her şeyden önce insandır; ne kadın ne erkek, ne soylu, ne de akademisyen. Daha doğmadan belli olmuştur, toplumsal kalıplardan taşacağı. Halet, erkek adı. O zamanlar Bağdat’ta savaşta olan babasının zabit arkadaşıdır Halet. İyi at binen, kılıcı ustaca kullanan, kadınların hayran olduğu yakışıklı Halet, genç yaşta şehit düşer. Bunun üzerine, henüz gün yüzü görmemiş bebeğin “kız da olsa, erkek de olsa” onun adını taşımasına karar verilir.
Halet Çambel, kadınlardan hep beklendiği üzere bakımlı, süslü görülmediği; bedensel olarak güçlü kuvvetli olduğu; cipin tekerleğini değiştirmek, ağır yükleri kaldırmak gibi erkeklerin zorlandığı işleri kolayca hallediverdiği ve daha 1940’larda, 50’lerde, eşkıyaların dolandığı dağlarda geceleri tek başına at sırtında gezinmekten ürkmediği için “erkek gibi kadın” diyecekler çok olmuştur hakkında…
Gerçekten de, “Ben erkek, ben erkek” diyerek, bir yandan göğsüne vurup şişim şişim şişinen Necip Fazıl’ı sırtlanıp, oda oda dolaştırıp iyice bir rezil ettikten sonra, sırtından bir çuval gibi sedire atmak benzeri eylemleriyle anılır. Kuşkusuz, yaşamında spora her daim yer açmış olmasına, eskrim, kürekçilik, okçuluk, judo, binicilik, bisikletçilik, yoga yapmasına ve kazı koşullarının da çoğunlukla sıkı fiziksel alıştırma niteliği taşımasına borçludur bedensel gücünü… Peki kadınlığının farkında mı değildir, yoksa önemsemez mi; ya da bunu bir kimlik olarak yaşamayı mı reddetmiştir; öyle sanıyorum ki hepsi birden. Onu şans eseri bakımlı bir kadın gibi görenler, tanıyamaz bu nedenle.
Filiz Ali (Sabahattin Ali’nin Filiz’i) ona hep kol kanat germiş çocukluğunun Halet Abla’sını anlatırken şunları söylüyor: “Kadın olduğunun ve güzelliğinin farkında değildir sanki. Hiç makyaj yapmaz, ama yaşlandığında Nail Ağabey’in zoruyla saçlarını boyamaya başlar. Gençliğinde bakanlıklarla kazıların ve üniversitenin sorunlarını takip etmeye, halletmeye Ankara’ya geldiğinde yine Nail’in zoruyla etek ceket giyer, ama ayağında ipek çorap yerine soket çorap ve düz mokasen spor ayakkabı vardır. 1940’lı yıllarda Ankara Üniversitesi Çince Kürsüsünü kuran Alman bilim adamı Wolfram Eberhard’ın eşi Alide ile pek ahbaptır. Alide’in bir gün sabrı taşar, Halet’e neredeyse zorla makyaj yapar, saçlarına güzelce şekil verir ve şık bir ipek elbise giydirir. Büyükelçiliklerden birindeki davete giderler. Davetteki herkes, Halet’i Ankara’ya yeni gelmiş güzel bir diplomat eşi zanneder.” (3)
Benzer bir anı da Karatepe’yi keşfeden ekibin üyesi, Halet Çambel’in İÜ’nden çalışma arkadaşı, arkeolojinin delikanlısı Muhibbe Darga’dan: “1947 yılında, Heinz Anstock ile evliliğimde, bizim köşkte muazzam bir düğün oldu. (…) Ben Halet Hanım’ı ilk defa kadın elbisesiyle gördüm, siyah bir elbise giymişti, hiç makyaj yok, siyah ipekli uzun yerlere kadar bir elbise… V yaka, truvakar kollu, iki tane şahane birbirinin aynı gümüş bilezik bileklerinde. Aynı bugünkü saçı gibi. (…) Herkes dedi ki düğünün en güzel kadınlarından biri Halet. Herkes peşinden koşuyordu. (…) Bir daha da elbiseyle görmedim. Sonra sordum, ne kadar güzel dedim, düğün geçtikten sonra. Kardeşim Leyla’nın dedi, elbise de bilezikler de.” (4)
Cenaze töreninde dostlarından Coşkun Özdemir’in anlattığı, Oktay Akbal’ın da bir yazısında söz ettiği gibi, Halet Çambel’in hayranları çoktur… Ama o bunları görmez, bilmez, duymaz gibi yaşamıştır. İnsanca ilişki kurmuştur herkesle. Eşkıyanın biri, unutamamıştır Halet’in insanlığını; hani o yakalandığında, karakolda herkes onu iter, kakar, sanki bir cüzamlıymış gibi yanına yanaşmaz, suratına bakmazken, yanına gelip “Geçmiş olsun kardeş” diyen kadının insanlığını. Değil insana, herhangi bir canlıya bile böyle davranır Halet. Rasih Nuri İleri onu şöyle anlatır: “Halet öyle bir insandır ki; yokuş başındaki ata bile eliyle itip destek verir.” (3)
Çoğunuzun bildiği bir anlatıdır; Halet Çambel’in insanlığı öylesine gelişmiştir ki, henüz 20 yaşındayken, Hitler rejimini onaylamadığı için Hitler’in huzuruna çıkmayı reddetmiştir. 1936 yılında, Sorbonne’de okurken, Almanya’da yapılan olimpiyata Türkiye adına katılması istenmiş, böylece olimpiyata katılan ilk Türk kadın sporculardan biri olmuştur. Bu sırada Alman mihmandarın kendilerini Hitler’e takdim etme önerisini, “Hitler rejimi olduğundan gelmezdik. Ancak hükümetimiz bizi gönderdiği için mecburen geldik” diye reddetmiştir.
Peki ya Halet’in eşkıya Bebek Ağa ile buluşmaya yalnız gitmekten çekinmemesi, namlular üzerine çevriliyken Ağa’nın karşısına oturup, eşkıya yatağı olan Karatepe’de sadece tarihi eserleri ortaya çıkarma amacıyla bulunduklarını, o tarihin onların da geçmişi olduğunu tek başına anlatmasındaki cesaret nereden gelir?
Kendini vatanın sahibi hisseden bir kuşaktan olmasından mı? Kendi gücüne, her sorunu yalnız da olsa çözebileceğine duyduğu derin inançtan mı? Bir komünistle Nail Çakırhan ile bir ömür süren birlikteliğinde iyice oturmuş halkçılığından mı? Yoksa annesi Remziye Hanım’ın etkisi midir bu? Sadrazam kızı, dört dil bilen, Berlin’de yaşadıkları yıllarda feminist, Spartakist, Rosa Luxemburg hayranı olan, İstanbul’a döndüklerinde Mustafa Kemal ile kadın haklarını ve özgürleşmeyi çatır çatır tartışan annesi Remziye Hanım mıdır örnek aldığı? Belki biri, belki birçoğu.
Bazı anılar vardır ki, orada, bir insanı birçok yanıyla görebilirsiniz. Halet Çambel’in Melih Güneş’e okuduğu bir anısı da, Halet Çambel’e dair birçok ipucu taşıyor. Halet Çambel anlatıyor:
Orhan Veli ile unutulmaz bir gece
“Kandilli, Türkân Saylan’ın babası Fasih Saylan’ın evinde kiracıyız, zemin katta. Pencere ve kapılar yan bahçeye açılıyor. Gece yarısı 2’de acı bir zil sesi, kapı. Eyvah polis, bu saatte başka kim gelir? Yataktan fırlayıp açıyorum. Orhan Veli ile avukat Fuat Över Keskinoğlu, ‘Yürüyün çocuklar Fenerbahçe’ye gidiyoruz. Kahvaltıya yetişiriz, sizi almaya geldik.’ İkisi de kafayı bulmuşlar, küçücük bir fındık kabuğu bot ile yukarı Boğaz’lardan gelmişler. Yunus Kâzım ile (enstitü müdürü) ve enstitülüler Fenerbahçe’de kamp kurmuşlar, oraya gidip kahvaltı edilecekmiş. İkisi sarhoş dört kişi bir botla Fenerbahçe’ye… Kesin ölüm. Hemen rakıları çıkarıyoruz, sofraları kuruyoruz; nafile, tutmak olanaksız. ‘Siz gitmiyorsanız, biz yalnız gidiyoruz,’ diye rest çekiyorlar. Kapıları tutuyoruz, kilit vuruyoruz nafile, pencerelerden çıkmaya çabalıyorlar. Kesin gidecekler, sonu da belli.
“Ne yapalım? Nail’le bakışıyoruz, tek çare bizim sandalı çekip hep birlikte gitmek, onları yalnız salmamak. Bizim sandal büyük, çifte… Nail yüzme bilmez, arkada oturaklara oturacak, dirseklerini iki yandan onların dizlerine dayayacak, içkili kafa ile coşup aniden ayağa fırlamalarını önleyecek.
“Öyle de mehtaplı bir gece ki, Boğaz suları çarşaf gibi şıkır şıkır, keyfine diyecek yok. Ben hamladayım. Orta, kısmen de yukarı Boğaz sularını biliyorum, sorunum yok, ya aşağı Boğaz, ya Şemsi Paşa akıntısı? Şemsi Paşa’ya bir kaptırdın mı Kumkale açıklarına kadar ve ötelenerek sürükleniverirsin, felaket. Alabora olursa, üç kişiyle nasıl baş ederim, felaket.
“Bu nefis mehtaplı gecede, Şemsi Paşa’yı sorunsuz atlatıyoruz, sabaha karşı ulaşıyoruz. Fakat o ne? Kayalar bomboş, görünürlerde bir kul yok, ne Yunus Kâzım, ne enstitülüler, ne kamp… Bizden önce çekip gitmişler. Artık yorgun argın kayalığa serilip uyumaktan başka çare yok. “Dönüşte gene hamladayım. Fakat Boğaz’ın akıntılarına karşı kürek çekmektense, tekneyi Şemsi Paşa’da teslim edip vapurla dönüyoruz. Unutulmaz bir gece.” (3)
Halet Hanım, neden hiç Çakırhan soyadını kullanmadı? Aklıma takılan sorulardan biridir bu. Nail Çakırhan ile neredeyse 70 yıla varan evlilikleri olmuştu, ama Halet Çakırhan diye anıldığını hiç duymadım, görmedim. Bu yazıyı hazırlarken rastladığım bisiklet ehliyetinde geçiyordu bir tek Halet Çakırhan diye. Neydi gene Halet Hanım’ın sessiz sedasız, bağırıp çağırmadan, gözlere sokmadan daha 1940’lardan itibaren aldığı, eşinin soyadını kullanma gereği duymama konusundaki öncü tavrının nedeni? Kadınların evlilik öncesi soyadlarını evlilikten sonra da kullanabilmeleri talebinin, Türkiye gündemine 1980 sonrası feminist hareketle girdiğini; gereken anayasal düzenlemenin ise, üstelik ancak iki soyadını da kullanma şartıyla, ancak 1997’de yapıldığını düşünürsek; Halet Çambel’in bu konuda da çağını aştığını söyleyebiliriz.
Halet Çambel’in Alman arkeologları yüreklendiren teşviği
Murat Akman
Arkeolog Murat Akman, Halet Hanım’la birlikte çalışıyordu. Halet Hanım’ın son yıllarında, Karatepe’de ve Arnavutköy’deki kırmızı yalıda hep birlikteydiler. Murat Bey, Halet Hanım’ın eli ayağı, belki de oğlu gibi olmuştu. Ondan Halet Hanım’a dair bir değerlendirme istediğimizde, tuttuğu günlükten bir anekdot aktarmak istedi; sunuyoruz.
Sabah Arnavutköy’e gittim. Benden önce Tarık Güçlütürk gelmiş. Berlin’den bir mektup ve Tell Halaf Müzesi’nde 2. Dünya Savaşı sırasında bombalanan müze binasında tahrip olan eserlerin restorasyonu ile ilgili Die Geretteten Götter aus dem Palast von Tell Halaf kitabını getirmiş.
Berlin’deki Ön Asya Müzesi’ne savaş öncesi Suriye’deki Geç Hitit Dönemi’ne ait bir yerleşme yeri olan Tell Halaf saray yapısına ait eserler taşınarak bir müze binası içinde sergilenmiş. Ancak bu eserler de savaştan nasiplerini almışlar ve bombardıman sırasında parçalanarak çok tahrip olmuşlar.
İlginç olan Halet Hanım’ın savaş sonrası müzeyi ziyaret ettiğinde, şimdi adını hatırlayamadığım Müze Müdürüyle yaptığı konuşma…Berlin ziyaretlerinin birinde bombalarla parçalanan eserleri gördüğünde Halet Hanım Müze Müdürüne, “Neden bu parçaları bir araya getirmiyorsunuz?” diye sormuş. Adam da “Çok zor” deyince, Halet Hanım, “Bizim Karatepe’de yaptığımız farklı bir şey değil ki, bizim eserler de parça parça, ayrıca bizim işimiz daha zor, çünkü biz parçaları birleştirmek için kazarak bulmak ve araziden toplamak zorundayız” diye yanıtlamış.
Yıllar sonra müzedeki restorasyon işleri tamamlanıp konuyla ilgili bir de kitap yayımlanınca, Müze Müdürü, Halet Hanım’ın çok önceleri söylediği bu sözlerin onları çalışmalara başlayabilmelerinde çok yüreklendirdiğini yazdığı, son derece övücü sözlerle dolu bir mektupla birlikte Halet Hanım’a göndermiş. Çok sevinmişti. Birlikte kitaba baktık. Ameliyat sonrası hasta yatağında olmasına ve ilaçların verdiği yorgunluğa karşın, büyük bir enerjiyle o kalın kitabı sonuna kadar inceledi. Çok duygulandı. Duygulanılmayacak gibi değil ki…
22 Eylül 2011, Perşembe
Onları bütün sadeliği, doğallığı ve alçakgönüllülüğüyle bir kaya anlatabilir
Halet Çambel portresini kısa bir yazıda eksiksiz olarak çıkarmak mümkün değil; eklenecek, söylenecek çok şey var. Ama olmazsa olmaz bir şey kaldı: Komünist, devrimci, örgütçü, mahpusluk ustası, yayıncı, şair ve yapı ustası Nail Çakırhan ile 70 yıla varmış ilişkileri. Nail Çakırhan’ı, 10 Ekim 2008 tarihinde Nail 98 yaşında kaybettiğimizde, Halet Çambel ile 68 yıldır evliydiler. İlişkileriyle de, çağlarının çok önünden gitmişlerdi. Birikimlerini, becerilerini, emeklerini aynı amaçlar doğrultusunda birleştiren, birlikte üreten; ama ayrı ayrı üretirken de birbirlerine sonuna kadar destek olan, birbirlerinin önünü açan, çoğaltan, zenginleştiren bir çiftti onlar. Nail Çakırhan’ın henüz hayatında Halet Çambel yokken yazdığı şiirdeki gibi, birbirlerinin “kolları, bacakları, dudakları ve başı; yavrusu, ana-babası, özkardeşi, sevgilisi ve hayat arkadaşı” olmuşlardı. Aynı ruhla, insanlık ve yurtsevgisiyle, devrimcilikle yoğrulmuşlardı. Çambel ailesinin ilişkilerine karşı duruşuyla, mahpusluklarla, parasızlıklarla, hastalıklarla, aralarına giren uzun ayrılıklarla bir değil bir çok kez sınanmışlardı. Ne yaşarlarsa yaşasınlar, sevgilerini ağır bir yüke ve kedere değil sevince dönüştürmeyi bilmiş; birbirleri için yaptıkları fedakârlıkları söz konusu etmemiş, borca alacağa dönüştürmemiş iki güzel insandı onlar.
Nail Çakırhan’ın, Akyaka’da yaptığı, geleneksel mimariye yaslanan şiir gibi evlerle, Akyaka’nın sit kanunu olmasından; Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü almasından, bütün yaptıkları ettikleri gibi bu işlerde de Halet Çambel’in desteğini görmesinden söz etmemek olmaz. El ele vererek, yeryüzü cennetine dönüştürdükleri Karatepe ve Akyaka’da kurdukları dost sofralarında, dönemin pek çok aydınını çevrelerinde toplamışlardır.
Halet Çambel, Nail Çakırhan’ın son zamanlarında, hâlâ yılın 6-7 ayını Karatepe’de harıl harıl çalışarak geçiriyordu. Nail Bey’i, Arnavutköy’deki kırmızı yalıda, Naile Hanım ve ailesine emanet ederek… Ama Nail Çakırhan ağırlaşıp hastaneye kaldırılınca, son aylarını geçireceği hastanede, Halet Hanım onu kimselere bırakmamış; günlerce yanında refakatçi kalmıştı. “Bu gece de ben kalayım, hiç değilse bir gececik dinlenin” diyenlere, “Olmaz” diyordu, “Nail’i bırakamam.” (3)
Ömürleri boyunca birbirlerinin elini hiç bırakmadan, kendileri için hiçbir şey istemedikleri, ülkelerinin geleceğine yürümüşlerdi. Nail Çakırhan’ın Halet Çambel’e öğrettiği, kırlarda dolaşırken mırıldandıkları o Rusça şarkıyı söyleyerek…
“İşte yeniden bir aradayız ikimiz seninle / Bu geç vakitte yaz akşamında / Masada eskilerden bir semaver / Yıllar dediğin nedir ki vız gelir, sen gene gençliğindeki gibisin / Evet sen ve sen hâlâ yaşlanmadın / semaver kaynıyor, çay demlendi / Konuş benimle söyleş / Reçeller elimizde / Her şey değişecek, düzelecek her şey / Hiçbir şey biriktirmedik / Ne otomobil ne kürk / Ve aramadık mutluluğu parada / Mutluluk bu, sen, ben ve geleceğimiz bizim / İşte çocuklar, bizim tüm sermayemiz / Kimseyi suçlama bugün yalnızız diye / Çocukların döneceğine inanıyorum / Dostlukla oturalım masaya ve çay sunalım herkese / Yıllar önce nasılsa gene öyle…”
Kısa bir aradan sonra, şimdi gene bir aradalar; Akyaka Mezarlığı’nda yan yana yatıyorlar. Başlarında, Nail Bey öldükten sonra, aman ha, görkemli bir anıt dikmesinler diye, Halet Çambel’in birkaç işçiyle Kıran Dağı’na tırmanarak, yerinden söktürdüğü ve mezarları başına diktirdiği bir kaya ile birlikte…
Dipnotlar
1) Halet Abla kitabının yazarı, Vali İsa Küçük’ün, Halet Çambel’in ölümünün ardından düzenlenen İstanbul Üniversitesi’ndeki törende yaptığı konuşmadan, 14 Ocak 2014.
2) Halet Çambel’in onur doktorası aldığı törendeki konuşmasından; Mersin Üniversitesinden Haberler, Mayıs 1996, S.5. Aktaran İsa Küçük, Halet Abla Destanı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2010
3) Halet Çambel ile Buluşma, Haz. M. Melih Güneş, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Yayını, Mart 2012, 204 s.
4) Muhibbe Darga Kitabı, Arkeoloji’nin Delikanlısı içinde, Haz. Emine Çaykara, İş Bankası Yayınları, s. 220-221.
5) Nail V. Çakırhan, Daha Çok Onlar Yaşamalıydı, Scala Şiir Dizisi, Kasım 1996.
6) Dr. Halet Çambel ile söyleşi: Nalân Mahsereci, “Geç Hitit Dönemi Kalesi’nin keşfiyle çıkılan uzun yol: Karatepe-Aslantaş kazıları, Açık Hava Müzesi ve bir Cumhuriyet kızı”, Bilim ve Gelecek, S.16, Haziran 2005, ss.62-71.
7) Nalân Mahsereci, “Halet Çambel: Karatepe-Aslantaş’ın hiç aksamayan saati”, Bilim ve Gelecek, S.36, Şubat 2007, ss.35-45.
8) Nalân Mahsereci, “Nail Çakırhan’ı kendi toprağında sonsuzluğa teslim ettik”, Bilim ve Gelecek, S.57, Kasım 2008, ss.18-22.