Hikâyelerini okurken “İstanbul’u dinliyorum” diye düşündüm “fakat gözlerim açık”, çünkü elimde tuttuğum kitap, hepsi birer hikâyeye ilham verebilecek elli fotoğraflık bir albüm aynı zamanda. Nar Photos grubu gerçekleştirdiği “fotoğraf harekâtı” ile “kentli sayılmayanları” şimdilik kentle aynı karelerde yakalayabilmiş. Özcan Yurdalan kitabın kapanış yazısında bu uğraşa dair “artniyet”i özetlerken “fotoğrafçıların en eski meraklarından biri, yaşadıkları yerin görsel kaydını tutmaktır; bir tür sosyolojik ilgi sayılabilecek bu merakın kökeninde ötekini anlama isteği bulunduğu kadar radikal bir itiraz ve değiştirme ihtiyacı da bulunur,” diyor. Gerçekten de bu fotoğraflar kentin kimi zaman çeperlerinde, kimi zaman tam orta yerinde karşımıza çıkmasına rağmen koşuşturmaca içinde dikkatimizi pek veremediğimiz insan manzaralarını sanki dürbünle bakıyormuşçasına yaklaştırıyor bize.
Tanıl Bora’nın kitabı oluşturan fikrin gelişimini de anlattığı sunuş yazısından anladığımıza göre maksat, muhafazakâr söylemli iktidarın rant ve sermaye üretimine dönük inşaat ekonomi politiğine karşı “yerinde ıslah” talebine bir içerik kazandırılıp daha yüksek sesle dile getirilmesi ve kentsel dönüşüme karşı direnişin dayanağı sayılan “barınma hakkı” tanımının zenginleştirmesi, anlam alanının genişletilmesi çabalarına bir katkıda bulunmak. Bu amaçla fotoğrafların yanına meseleye kafa yoran akademisyenlerin, araştırmacıların, gazetecilerin tablolar ve grafiklerle boğulmamış yazılarıyla, edebiyatçıların deneme ve hikâyelerini de katarak izahlı, örnekli bir albüm oluşturulmuş.
Kentsel dönüşüm, toplumu tarihsizleştirebilir mi?
Gaye Boralıoğlu, Mine Söğüt, Cihan Aktaş, Hakan Bıçakçı, Turgut Yüksel, Haydar Ergülen, Semih Akşeker kimi deneme, kimi kurgu metinlerinde genellikle kentsel dönüşümün neden olduğu alt üst oluş içinde, daha çok da bu altüst oluşun yarattığı mağduriyetleri ön plana çıkararak insanlık hallerini yakalamaya çalışmışlar. Edebiyatımızda bir tema etrafında bu şekilde kitap olarak bir araya getirilmiş metinlerle sık karşılaşmıyoruz. Bu metinleri bir arada okuyunca mekânla birlikte, tarihin, kenti yaratan ve yeniden üreten toplum dokusunun, belleğin, değerler sisteminin de çözülmekte olduğunu, bazı unsurların geri dönmeyecek biçimde ortadan kalktığını, bazılarınınsa başka şekillere büründüğünü daha açık hissedebiliyoruz. Kitabın edebiyat kısımları hakkında kalem oynatmayı alanın ilgililerine bırakmadan önce, Tomris Uyar’ın daha önce okuduğum bir paragrafını anımsamamla birlikte bende oluşan, edebiyatın doğrudan kendisiyle alakalı bir kaygıya da değinmek istedim. Tomris Uyar, notlarından birine “bir kentin mimarisiyle o kentte yaşayanlar arasında ne tür bir etkileşim vardır?” sorusuyla başlayıp kendi sorusunu şöyle cevaplıyordu: “Geçmişin ya da şimdinin yetkin yapıtlarına göz attığımızda sanatçının/edebiyatçının kişisel üslubunda, yaşadığı kentin izlerini görürüz. Kent; yapıları, caddeleri, sokakları, genel havasıyla, çok özel ve farklı üsluplara damgasını basmıştır sanki. O kadarına ki yazar öykünün geçtiği kentin adını vermese bile, diyelim Kuzey Avrupa’da mı, Orta Avrupa’da mı, Amerika’nın güneyinde mi, Akdeniz yöresinde mi olduğunu ilk birkaç paragrafta sezeriz. Yazarın adının ya da yapıtın başkişilerinin adlarının verdiği basit ipuçlarında söz etmiyorum tabii. Bir örnek gerekirse, Cortazar ile Marquez kendi ülkelerinin dışında yaşayıp yazsalar da yapıtlarında “ilk” kentlerinin seslerini, kokularını, renklerini yakalayabiliyorsunuz, anlatılan mekânlar bambaşka, edebiyata bakış çok farklı olsa bile.” (1)
Kentsel dönüşüm, bu süreci başlatan, yöneten iktidarların ve arkalarındaki güç odaklarının arzularına uygun biçimde sonuçlanırsa yaşadığımız kentten geriye üzerimizde nasıl bir iz kalacak, sanat/edebiyat yapıtlarında nasıl ve ne kadar takip edilebilecek? Bu kitabın içinde yer alan edebi metinler elli yıl sonra ne ifade edecek okuyanlar için? Bugün bile yansıttıkları mekânı ve zamanı anlamakta zorlandığımız Sait Faik’in, Tanpınar’ın, Attilâ İlhan’ın, Leylâ Erbil’in, Orhan Pamuk’un yazdıkları nasıl algılanabilecek? Bazı yapıların yıkılması veya bazı sokakların kapanması, yenilerinin açılması meselesi değil anlatmaya çalıştığım. “İki şey var ancak ölümle unutulur / anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü” diyordu Nâzım Hikmet. Bir kentin özgünlüğünün yani yüzünün yok edilip geçmişini veya geçmişinden bir kesiti hatırlatmayacak bir biçimde yeniden yaratılma çabasından, toplumunun tarihsizleştirilmesinden bahsediyorum.
Neyse ki İhsan Bilgin “Kentsel Dönüşümün Doğası; Akış mı Zorlama mı?” başlıklı, kitaptaki diğerlerine göre biraz uzunca makalesinde bir kenti “baştan yaratmanın” sanıldığı kadar kolay olmadığını etraflıca anlatıyor. İstanbul’un tarihine, gelişme çizgisine ve bugününe ilişkin sorgulamalarla başlıyor yazısına, sonra Avrupa’daki bazı kentlerle de karşılaştırarak genelleştiriyor fikirlerini. Tartışmaya çok açık, karşı tarafa da söz hakkı tanıyan, hatta sohbete davet eden bir üslupla kaleme aldığı yazısında kentsel değişim veya dönüşümle “kentsel müdahale”yi birbirinden ayırmaya çalıştığı gözlemlenebiliyor. Kente rağmen girişilebilecek iradi çabaların kentlerin uzun tarihi içinde pek kalıcı çözümler üretemediğini, kentin gelişme, değişme eğilimine uygun planlamalar yapmanın ve hayatı kolaylaştırmaya çalışmanın çok daha yerinde ve yararlı olacağını, daha az acı ve mağduriyet yaratacağını vurguluyor. Bugün kentlerin kaderi hakkında söz sahibi olanları sağduyuya, mantığa ve adalete çağırır bir hali var sözlerinin.
Milyonluk manzaranın ardına bakmak
Jean- François Pérouse, “Kentsel Dönüşümün Yaygınlaştırılması ya da Suskun Çoğunluğun Acımasız Zaferi…” başlığı altında ele almış genel manzarayı. Kentsel dönüşümün önce küçük yerel örneklerle ortaya çıktığı için konunun uzmanlarının bile ilgisine tam anlamıyla mazhar olduğu söylenemezken 2011’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulması, 2012’de kentsel dönüşüm yasasının çıkarılıp yürürlüğe konmasıyla birdenbire global ve yerel hedefleri olan yeni bir kentleşme stratejisinin devlet politikası haline geldiğini söylüyor. “Sosyal politika”, “güvenlik”, “modernleşme” gibi kavramlar üzerinden kentsel dönüşüme toplumu ikna etmek için kurulan söylemi, meselenin nasıl sorunsallaştırıldığını, çözüm olarak vaat edilenleri ve dönüşümün sonuçlarıyla bu vaatler arasında oluşan açıyı ortaya koyuyor. Yöntemi de oldukça basit. 10 yıl önce Ayazma’da kentsel dönüşüm söylemine ikna olup hevesle çevresindekileri de ikna etmeye çalışmış, aynı süreci yaşamış pek çok kişiyi örnekleyebilecek sıradan bir mahalle sakininin şimdi ne düşündüğünü, neler hissettiğini yani umduğunu ve bulduğunu karşılaştırmasını istiyor ve anlattıklarını aktarıyor.
Alev Erkilet’in “Hakikat Oyunları’nın Parçası Olarak Kentsel Çöküntü Söylemi” başlıklı makalesi diğerlerine nazaran biçim ve içerik olarak “makale” nitelemesini en fazla hak eden dolayısıyla en “akademik” yazı olmasına rağmen benim en sürükleyici bulduğumdu. Erkilet’in tarihi yarımada hakkında İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde yürüttüğü araştırmalarının da tecrübesiyle “içeriden bir değerlendirme” olarak okunabilecek yazısı “çöküntü alanı” kavramı üzerinden kentsel dönüşüme tabi tutulacak bölgelerin nasıl sorunsallaştırıldığına dikkat çekiyor. Foucault’nun önerdiği bakış açısıyla kentsel dönüşümün “söylemsel pratiğini” mercek altına alıyor. “Çöküntü bölgesi”nin teknik literatürde nasıl tanımlandığını, çöküntüleşme kriterlerini, kamusal kurumların ve sosyoloji metinlerinde çöküntü alanı tartışmalarını da gözden geçiriyor ve İstanbul açısından güncel bir soru ortaya atıyor: “Tarihi yarımada bir çöküntü alanı mı?” Literatüre geçmiş “çöküntü alanı” kriterlerini sağlıyor olmasının kesin hüküm için yeterli olup olmadığını sorguluyor. Çöküntü göstergesi olarak ileri sürülen pek çok öğenin aslında bölgeye özgü, geçmişten gelen tarihsel özellikler olduğunu ortaya koyarak “çöküntü alanı” sorunsallaştırmasının iktidar tarafından kentsel müdahalenin bir aracı haline getirildiğini iddia ediyor ve yönetimlerin kentlilerin bir kısmına bakış açısındaki değişime işaret ediyor: “Tarihi Yarımada’daki yoksulluğun ya da modern/kapitalist olmayan üretim ve ekonomik ilişki biçimlerinin, toplumsal ve sosyal adaletçi politikaların konusu olmaktan çıkıp, kentsel müdahalenin gerekçesi haline gelmesi, kent çalışmaları açısından kritik öneme sahip bir tefekkür ve araştırma konusudur. Yoksulluk artık, çözüm bulunması gereken bir sorun değil, göz önünden kaldırılması gereken bir patoloji gibi algılanmakta, yoksullar çeşitli özelliklerinden dolayı damgalanmakta, ötekileştirilmekte, kriminalize edilmekte ve nihayet tahliye ile kent dışı alanlara yönlendirilmektedir.”
Gökçek, Erdoğan’ın habercisi
Funda Şenol Cantek “Yoksuldan Alıp Zengine Vermek: Ankara’da Kentsel Dönüşümün Serencamı” başlıklı yazısında başkent Ankara’nın TOKİ’leşme sürecini yöneten Erdoğan ve Gökçek ittifakının karşısında kentlilerin ne tür tavırlar takındıklarını anlatıyor. Cantek yazısına, 90’lı yılların başında Türkiye’nin ilk kentsel dönüşüm projelerinden biri olan Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi’ne karşı yürütülen mekânsal direnişin bugünlere uzanan hikâyesini özetleyerek başlıyor. Dikmen Vadisi sakinlerinin evlerine, sokaklarına sahip çıkmak için yürüttükleri mücadele sırasında bilinçlenme ve duyarlılık konusunda yaşadıkları olumlu değişimden bahsediyor. Kentsel dönüşümün hedefi olmuş bir bölgenin belediyeye ve hükümete karşı hayatın her alanında söz almaya niyetli bir muhalefet odağına dönüşmesi sonucunda Ankara Belediye Başkanı Gökçek’in bu insanları toplumdan izole etmek için sarf ettiği kelimeler Gezi direnişi sırasında şahit olacağımız Erdoğan’ın tavrını önceden haber veriyor gibi: “terörist, çapulcu, bölücü, işgalci.” Bu ilginç örnekten sonra Cantek, Ankara açısından genel eğilimin ne şekilde oluştuğunu ve sürecin nasıl şekillendiğini anlatıyor. Gözlemlerine ve bazı araştırmalara dayanarak TOKİ’leşme ile toplumsal katmanlaşmanın daha da keskinleştiğini, farklılıkların bir arada yaşayabildiği mahalle kültüründeki çözülmeyle sosyal tabakaların kendi tüketim statülerine uygun bölgelerde inşa edilen sitelerde kapalı gruplar oluşturmaya başladıklarını, yani Ankara’da kentlilerin kent merkezi yerine banliyölerde yaşamaya teşvik edildiklerini ve zorlandıklarını tespit edebiliyor.
Kenti yıkıp yapmak, dönüştürmek, yani “kenti üretmek kimin hakkı?” sorusunun konuya ilgili herkesi meşgul etmesi gayet doğal. Özgür Sevgi Göral bu soruyu başlığa çıkarmış “dönüşüm” adı altında kentin “teknokratça kurgulanmasını” eleştirdiği ve kentlilerin tamamının katılacağı demokratik bir kentsel alanın mümkünlüğünü sorguladığı yazısında. “Kent her zaman bir çatışma, müzakere, direniş, mücadele ve pazarlık alanıdır ve her gün yeniden kurulur,” kabulüyle başlıyor irdelemesine. Kenti, olmuş bitmiş, tarafsız bir coğrafi mekân olarak algılamaktan vazgeçmemiz gerektiğini iddia ediyor. “Çarpık kentleşme” retoriğinin toplumcu mimarlar ve mühendisler tarafından iyi niyetlerle ortaya atılmış olmasına rağmen bugün iktidarların elinde kentsel dönüşümü meşrulaştırmak ve kent yoksullarının gecekondularına saldırmak için bir silaha dönüşmüş olduğunun farkına varmamızı istiyor. Kent yoksullarının birtakım kültürel kodlar ve sözde bilimsel sınıflandırmalarla önce “kentli” tanımının, sonra da kentin kaderinin nasıl tayin edileceğine dair politikacılar, müteahhitler, uzmanlar ve tüketici orta sınıfların arasında süren tartışmanın dışına nasıl çıkarıldıklarının altını çiziyor. Demokratik kentsel alanın var olabilmesi ve sürdürülebilmesi içinse yalın kıstaslar öne sürüyor. Hangi sınıftan ve kimlikten olursa olsun kimsenin kendisini dışlanmış, güvensiz, mazisiz ve geleceksiz hissetmeyeceği bir kentsel alan.
Tarifi kolay olsa da bu alanın yaratılabilmesi için kentlileri zor ve uzun soluklu bir mücadelenin beklediği açıkça görülüyor. Buraya kadar yeterince karamsar bir manzara oluştuysa Galeano’nun meşhur ettiği duvar yazısında söylendiği gibi “karamsarlığı daha iyi günlere bırakalım”. Sonsözü ise 2013’ün baharında, yani Gezi’nin hemen öncesinde basılmış bu kitaptaki yazısına şair sezgisiyle “Tebdil-i Mekânda İktidar Vardır: Devrim, Direniş, Taksim” başlığını koyarak kent ve hatta memleket ölçeğinde bahsettiğimiz tüm bu gerilimlerin yığılma noktası olarak Meydan’ı gösteren, yaşanmakta olan “sağ devrim”e karşı “direniş”i öne çıkararak demokratik kentsel alanın nasıl oluşturulabileceğinin işaretini veren Haydar Ergülen söylesin: “Taksim bize göre bir deniz ama fethetmek isteyenlere göre bir kale. Surları, burçları yokmuş ne gam!”
– Milyonluk Manzara – Kentsel Dönüşüm Resimleri, Nar Photos, Semih Akşeker, Cihan Aktaş, Hakan Bıçakcı, İhsan Bilgin, Tanıl Bora, Gaye Boralıoğlu, Funda Şenol Cantek, Haydar Ergülen, Alev Erkilet, Özgür Sevgi Göral, Pınar Öğünç, Jean-François Pérouse, Mine Söğüt, Özcan Yurdalan, Turgut Yüksel, İletişim Yayınları, 264 s.
Dipnot
1) Tomris Uyar, Yüzleşmeler: Bir Uyumsuzun Notları (1995-1999), Can Yayınları, 1999, İstanbul, s.47.