Okuyacağınız bu dosya, Savaş Emek’in yaşamının çeşitli dönemlerine ait kendi yazdığı anılardan oluşuyor. Kaynaklarımız esas olarak Savaş’ın facebook sayfasında paylaştığı notlar, ilk eşi Şule Bıçakçıoğlu’nun Savaş’ın ölümünden sonra kısa notlarla derlediği fotoğraflar ve Nalân Mahsereci’nin iki yıl önce hazırlamaya başladığı “Savaş Emek Kitabı” için kendisiyle yaptığı söyleşiler. Dosyada bu renkli kişiliğin dolu dolu geçen yaşamının çok azını yansıttığımızı biliyoruz. Ama yine de genel hatlarıyla kısa bir yaşam öyküsü sunabildiğimizi sanıyoruz.
Terzi Emin’in oğlu
Yusuf Savaş Emek, Yusuf babamın babasının adı olduğu için konmuş, Savaş ise Barış konamadığı için. 17 Nisan 1948 doğumluyum, 1945 sonrası yani 2. Dünya Savaşı sonrası SSCB’ye karşı yürütülen kampanyaya karşı Barış çağrıları komünistlerin dillerinde olduğu için, Barış adı konulursa, partili olduğu belli olur diye, Savaş denmiş. İyi de olmuş. Yıllar sonra babama, iyi ki Barış koymamışsın revizyonist bir isim olacaktı, derdim.
Baba, Milas’lı, Babaanne Milas’ın Selimiye köyünden, ağa konaklarında çalışmış yıllarca. Dede Arap Yusuf diye bilinirmiş. Ben dedemi hiç görmedim. Bir amcam vardı, Milas’ta, terziydi o da, onu görmüştüm küçükken. Amcam ile babam anne ayrı baba bir kardeşler. Yıllar sonra Hüsamettin Emek diye bir ad duymaya başladım. Bir ara Beçin Belediye başkanlığı da yaptı. Amcamın oğluymuş.
Babam Rüştiye mezunu. Yani o zamanki ortaokul. Lise biliyorsunuz İdadi. Sonra terzilik yapmaya başlıyor. Otuzlu yılların sonuna doğru Milas artık ona küçük geliyor. İzmir’de başlıyor terzilik yapmaya. 1940’lı yılların başında da İstanbul. Beyoğlu, yine terzilik… Ancak Varlık Vergisi onu da vuruyor. Çünkü tabelasında E. Emek yazmış, eh memleketi de Milas olunca… Varlık vergisini yapıştırıyorlar. (O yıllar Milas’da epey bir Yahudi nüfusu var)
Yeniden İzmir. Bahçelihan, hâlâ ayakta, Fevzipaşa bulvarının girişinde duruyor. Terzilik… 1945’den sonra sendikalar kurulmaya başlayınca, Terziler Sendikasına üye oluyor. Parti ile tanışıyor ve 1946 yılında partili oluyor. Bu arada aynı handa İl Özel İdaresi’nde çalışan annem ile tanışıyorlar. Sonra 1951 yılı tevkifatı. 119 gün Sansaryan Han’da tabutluk, sonra da Harbiye (yani İstanbul) tutukluluk. 19 ay sonra özgürlük. 2 yıl mahkumiyet. Benimle ilgili polis evraklarında ilk yıllarda Mahkum Komünist Emin Emek’in oğlu yazardı. Sonra ben de mahkum olunca (sekiz yıla) gerek kalmadı.
Çocukluğum Moskova, Bükreş, Sofya Türkçe yayınları ve Bizim Radyo dinleyerek geçti. “Aaazerbaycan’da pamuk üretimi aaartıyor..” Moskova radyosunun bayan spikerinin uzatılmış “a” lar ile söylediği bu cümleyi hiç unutmadım. Sonra da haftalık Bilim ve Ütopya’da bir yazıda kullandım.
1960 ihtilali sevinç demek bizim evde. Sonra Yön dergisi ve bildirgesi, imzası vardır babamın da. Sonra TİP. Eski tüfekler deniyor o zaman, üye olmuyorlar, partiye ki kapatılmasın. Ama annem ve ağabeyim üye oluyorlar. Annem uzun süre il yönetim kurulu üyeliği, saymanlık, sekreterlik gibi görevler yapıyor.
Babam zaten kendisi kitap olabilecek bir insan, yaşamı boyunca hep devrim olmasını bekledi. Hiç unutmam, bir aralar, ihtilalden sonra işleri bayağı iyi gidiyordu, Tüccar Terzi Emin Emek, İzmir’in tanınmış ailelerine elbise dikerdi hep. Baba derdim araba alsana. Olmaz çocuğum, yollarda fakir ve aç insanlar varken, arabayla dolaşamayız. Baba ev alsana.. Olmaz çocuğum mülkiyet kötü bir şeydir ve bir gün nasılsa hepimizin evi olacak.
Ama benim en çok zoruma giden, yaz akşamüzerleri, tam mahallede top filan oynarken annemin beni buz almaya göndermesi olurdu. Buzdolabı da almıyordu yani…
Neyse sonra ikna oldu da buzdolabı aldı. Ben de oyunu kesip buz almaya gitmekten kurtuldum.
(Nalân Mahsereci’nin yaptığı söyleşiden)
Anne İrfan Emek
1971 yılının sonu, 72 yılının ilk ayları, Mahirler hapishaneden kaçıncaya kadar. Şirinyer Askeri Cezaevindeyiz… Her Pazar ziyaret günü.. Annem, babam, eşim, kızım gelirler. Ayşe küçük o zamanlar, yani iki yaşında. İzin verirler cam bölmenin benim tarafıma geçer, ama bir türlü kucaklayamazdım, ağlar dururdu. Sonradan anlattılar, sokaklarda da asker gördüğü zaman ağlıyormuş, neyse konumuz annem… Pazar günleri, dedim ya Mahirler kaçıncaya kadar, çünkü o tarihten sonra yasaklandı, yemek getirmek de serbestti. Koca bir torba, ama sen de 50 litrelik ben diyeyim altmış. İçinde ne kadar yeşillik, ot varsa, hepsi yıkanmış ayrı ayrı torbalanmış. Benim yeşillik sevdiğimi biliyor, üstelik hapishane koşullarında bunları bulamayacağımızı da. Fava getirir, ben çok severim. İnanır mısınız üzerindeki doğranmış dereotu bile tamdır. Öyle bir kadındı.
28 Şubat olmalı, 1914 Söke doğumlu. Dedem Girit’ten gelmiş, tahsilli. Ahmet Dinçkal. Telgraf idaresinde çalışıyor o yıllar. Söke’de anneannemle tanışmış evlenmişler. Anneannem Sabriye, o da Bulgaristan göçmeni, Pomak asıllı. Balkan harbinden sonra gelmişler ikisi de. Sonra bir dönem dedem Karaburun’da bile çalışmış, ayrılmış memuriyetten, Kemeraltı’nda vilayet binasının yanında, arzuhalcilik yapardı. Yani insanların dilekçelerini yazar, başvurularını yapar filan. Sonra anneannemden ayrılmışlar. Balığa çok meraklı. Güzelyalı’da avlanırmış, banyolar denilen yerde, lüfer, levrek… Bir olta takımı vardı, ben gördüm, o takımın kutusunu da hâlâ saklarım. Ayrılınca, Üçkuyular o zaman sessiz bir yer, köy gibi, orada oturmuş bir süre. Sonra da genç yaşta, 58 yaşında ölmüş. Onu hatırlıyorum, gördüm kendisini. Ben o zamanlar küçüğüm, ama çok yaramazım aynı zamanda, babam “yaramaz çocuk zeki olur” derdi, dedem ise küçük ağabeyimi çok seviyor. Fakat beni ve davranışlarımı görünce, dizinin üstüne oturtur, “bu çocuk kendini bana zorla sevdirecek” dermiş.
Annem Göztepe Kız Meslek Lisesi mezunu. İlk evliliğini kendisi gibi Giritli, ağabeyimlerimin babası ile yapıyor. Mehmet Bey, tanırdım kendisini. Sohbet ederdik. Çok güzel bir evleri vardı Alsancak’ta. Mehmet Bey’in iki kız kardeşi, Hürriyet ve Siret halalar, bak ben bile onlara hala derdim ve Abidin Bey, Siret halanın kızı Ümmühan, kalabalık bir aile anlayacağın. Türkçeyi zar zor konuşuyorlar, evde konuşulan dil Rumca. Bu arada Hürriyet halanın Cazim Aktimur’un sevgilisi olduğunu da söylemeliyim. Annem dik başlı bir kadın. Geçinemiyorlar, anlayacağın. İki oğulları var, birisi rahmetli ağabeyim Vural, diğeri de Kıral. Boşanırken Vural ağabeyim babasında, Kıral ağabeyim ise annemde kalıyor.
Annem çalışmaya başlıyor, İl Özel İdarede. Babam da aynı handa terzilik yapıyor. Tanışıyorlar ve olan oluyor. Büyük bir ihtimalle ben annemin karnındayken evlenmişler.
İşi bırakıyor tabii ki, istifa ediyor. O zamanlar Karşıyaka’da oturuyoruz, Alaybey’de. Sonra Alsancak, Bornova Sokağı, sonra Güzelyalı. Dedim ya, babam mülkiyete karşı bir adam, ev almak, arsa almak onun işi değil. Büyük dünya ihtilalini bekliyor.
TİP kurulunca, birlikte gidiyorlar partiye. Annem üye yazılıyor, ama babamların ortak kararı var, üye yazılmıyorlar. Ama her toplantıda babam da annem de oradalar. Kıral ağabeyim de geliyor. Ağabeyim de ilde yöneticilik yaptı. Annem sevilen bir kadındı. Zeki,akıllı, sevecen, fedakar bir insandı..
(Nalân Mahsereci’nin yaptığı söyleşiden)
Anılar… Anılar… Hücum ediyorlar…
Güzelyalı ilkokulu..
1950’li yılların sonu, ama 1959 değil, çünkü ben 1959’da, Namık Kemal Lisesi birinci sınıftayım..
1959-1960 Ortaokul birinci sınıftayım yani..
Yani Abdullah Özkan ile sınıf arkadaşıyım, Nedim Aksoy’la da tabii, daha kimlerle mi…
Bir gün anlatırım. Biz bu fotoğrafa dönelim.
Kimler yok ki, bu fotoğrafta. Aslında herkes var.
Bir “zamanların herkesi”…
Süeda Tara var, Ali Tara var, Nergiz Ovacık var, Hüsnü var, Tiraje var… Olcay var…
Bütün bir hayat var yani, hayatım… Hayatımız…
Nereden başlayayım bilemiyorum. Nalan Mahsereci’nin “kulakları çınlasın”…
Peki, bir yerden başlamak gerek.. Nergiz Ovacık’tan belki.. Bugün kaybettiğimiz Hüsnü’nün ilk eşi, “çocuklarının anası”… Feministler kızmasın. Ama gerçek bu.
Biz, pardon ben, bu okula ikinci sınıfta geldim, birinci sınıfı Gazi İlk Okulunda okudum da ondan… Üçüncü sınıfta Nergiz geldi, Ovacık.
Olmaz bir güzellik…
Biz, yani Ali Tara ve ben, Nergiz’e aşığız. Her gün okuldan çıkınca, Nergiz’in peşinden, Üçkuyular’a… Üçkuyular o zamanlar gerçekten de üç kuyu.
Bizi çekemeyen ve gözetleyen biri ihbar etmiş, bu fotoğrafta var olan öğretmenimiz “rahmetli” Aliye hanıma. Aliye hanım çağırdı bizi, Ali ile beni yani.
Kulaklarımızı çekmedi, hayır hayır… Kulağımın yanındaki saçı çekti uzun uzun.
Üstelik Ali Tara bir anlamda “meşhur” çünkü o, Ayfer Feray’ın oğlu. Ama ayrım yok, ikimizin de kulağı çekildi.
“Bir daha sizin Nergiz’i takip ettiğinizi duymayacağım.”
Olur hocahanım…
Yıllar yıllar…
1970’lerin başı. İşçi Partisi’nde “MDD” yani Milli Demokratik Devrimi savunuyoruz.
Yaz tatillerinde geliyorum İzmir’e. İzmir’de, tek ilçe var MDD’yi savunan, Karşıyaka. Vefik ve Ayten Okan (rahmetle), Güney Dinç, hepimiz o ilçede faaliyet gösteriyoruz.
Derken bir gün, Ankara ODTÜ’den iki genç daha var dediler.
Kimler mi, Hüsnü Ovacık ve Nergiz.
Dedim ya. Anılar… Anılar…
Hücum ediyorlar…
“Ortaokul ve liseyi Namık Kemal Lisesi’nde okudu. Lise yıllarını, başta Abdullah Özkan olmak üzere, o dönemdeki yakın arkadaşları kuşkusuz daha iyi biliyor. Benim ekleyebileceğim l961’de Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşuyla birlikte siyaset hayatının da başlamış olmasıdır. Annesi Parti örgütünde görevliydi. Babası ise, eğer yanlış hatırlamıyorsam, on yıl önceki TKP davası nedeniyle resmen görev alamıyordu; ama bu fiilen çalışmasına engel değildi tabii.
“1967’de, olması gerekenden iki yıl geç, İ.Ü. Orman Fakültesine girdi. O zamanlar moda böyleydi çünkü. Liseyi zamanında bitirmek kız öğrencilere mahsustu. Erkek öğrencilerse lisede bir iki yıl rötar yapmamışlarsa kendileriyle fena halde dalga geçilir ve hemen ‘inek’ sıfatıyla anılmaya başlanırdı.”
“Orman Fakültesi. Yer sanırım Orman Fakültesi öğrenci yurdu kantini. Zamansa 1968’in son ayları olmalı. Sanırım l969’un başlarıydı, devrimci öğrenciler MHP’li öğrenciler tarafından, bir gece baskınıyla yurttan kovuldular. Bir daha o kantinde hiç böyle oturamadık (MHP’li arkadaşlar, lütfen kusuruma bakmayın, bir bölümünüzle daha sonra teşkilatta birlikte çalıştım, bir bölümünüz şu anda arkadaşımsınız ama o zamanlar biz sizden çok çektik; zaman geçti, affettik gerçi ama olan biteni unutmamız mümkün değil).
“Fakültenin ikinci sınıfındayken Şule Bıçakçıoğlu ile (benimle) evlendi. İlk kızı Ayşe 7 Haziran 1970’te doğdu. 15-16 Haziran olayları (sendika yasasında yapılan değişiklikleri protesto amacıyla, DİSK’in önderliğinde gerçekleşen büyük işçi direnişi) nedeniyle İstanbul’da olduğundan kızını ilk kez 20 günlükken gördü. Ayşe’nin birinci yaş günü geldiğinde ise, 12 Mart askeri yönetiminin ‘vur emri’ ile arananlar listesindeydi ve saklanıyordu.”
16 Haziran 1970 sabahı
15 Haziran 1970, Yeniköy… Bütün gün İstinye’deki fabrikaları dolaşmış yorgun argın eve gelmişiz. Yarın büyük bir gün olacak, sabah erkenden kalkmalı, şalter indirecek fabrikalar, işçiler, onlarla konuştuk orada olmalıyız…
Ama o ne kapı çalınıyor, karşımızda ev sahibi…
“Görüyorum ki, çok müptedisiniz ama öğrenmeye meraklı gençlersiniz”… diyen bir ev sahibinin karşısında, “kirayı ödemiyorsunuz çoktandır”, diye sormasın diye, aklımıza ne geliyorsa soruyoruz. Emekli bir albay ev sahibimiz, kışları Osmanbey’de yazları Yeniköy’de, bizim hemen üstümüzde oturuyor… Kürt isyanlarını soruyoruz, Kemalist iktidarı soruyoruz. O, hep söze böyle başlıyor: “Görüyorum ki çok müptedisiniz ama öğrenmeye meraklı gençlersiniz”, ve başlıyor anlatmaya. O anlatıyor, biz soruyoruz… Yeter ki, kira ne oldu demesin? Bir yanda odadaki ocağın üstünde çay… Yanımda Mustafa Dural var, köylü, Bayındır’ın “Forunlu” köyünden, ona güveniyorum, ben o tarihler, ne mümkün erken uyanacağım!, Ama Mustafa uyanır…
Sabahı ediyoruz, “şükür” kirayı istemeden evine gidiyor.
Ama sabah, güvendiğim Mustafa da horul horul… Uyanıyoruz öğlen olmuş… Ne yaparız, söz verdiğimiz işçiler, ustabaşları…
Utancımızdan ne yapacağımızı bilemiyor ve doğru Teknik Üniversite’ye gidiyoruz…
Öğreniyoruz ki, büyük olaylar olmuş, köprüler kapatılmış, tanklar, polisler…
Bizim gibi, eylemi kaçırmış bir dolu insan, Gümüşsuyu’nda İTÜ’nün yurdunda, derken biri atılıyor ortaya, haydi arkadaşlar Taksim’e yürüyüş yapalım (o birinin kim olduğunu yazmamayım değil mi?)… Yürüyüşe başlıyoruz Gümüşsuyu’ndan Taksim’e doğru, derken az yukarıda Türk-İş binası, birden binanın önüne molotoflar atılıyor, çat-pat sesleri…
Rahatlıyoruz! Eylemse eylem! Sonra ver elini Taksim… Anıtın önünde birkaç konuşma vegeri dönüyoruz Gümüşsuyu’ndaki yurda…
Biz gerçekten de “çok müptedi ama öğrenmeye meraklı gençlerdik”, diyorum bugün kendime…
15-16 Haziran 1970, o gün yüz binlerdik… İşçi sınıfının tarih yazdığı günler…
Yakalanma öyküsü ve Gökdere nasıl devrimci oldu?
Ali, ben, Gökdere oturuyoruz. 1 eylül oluyor. Gökdere eczaneden maaş alacak. Yine paramız yok, yoğurtlu makarna falan yiyoruz. Ali çok insan bir heriftir. Çok severim onu. Çok sert görünür; ama o görünüşünün altında pamuk gibi bir kalbi vardır. Gökdere eczacı ya, bir şey olursa tanınmayalım diye bize saç boyası getirmiş. Ali’nin saçları sapsarı boyanıyor. Bana siyah boya getiriyor. Kobalt siyahı diye bir boya varmış. Onunla kafamı boyamışım… Evdeyken, Ali’nin alttan siyahlar çıkmış, üstü sarı… Benim alttan sarılar çıkmış, üstten siyah. Bu tablodayız. Gökdere eczaneden geliyor. Maaşını almış, aşağıdan dondurma alıyor. Apartmanın altı dondurmacı… Fakat dondurma alıp yukarı çıkıyor, tam kapının önünde bir adam var, bağdaş kurmuş oturmuş. Dik dik bakıyor. Gökdere ne bakıyorsun ulan diyor buna. Çıkıyor yukarı, geliyor dondurmayı yiyoruz biz.
Birazdan kapılar langır lungur çalınıyor. Bir dakika diyoruz. Notları şurada saklardım ben hep, saat cebi vardır ya pantolonlarda, orada saklardım, tuvalete atıyorum, sifonu çekiyorum. Ali silahı bir yere kaldırıyor. Gökdere’ye kapıyı açtırıyoruz, biz bekliyoruz. Bir dalıyorlar içeri. Yusuf Savaş Emek, Ali Karşılayan… Evet biziz. Ama alttan sarılar siyahlar, ama arkadan urganla bağlıyorlar, kelepçe ile değil. Bir anda o süslü Gökdere, o parfümle yıkanan Gökdere, “Böyle davranamazsınız” diye dikleniyor. Ben bir insanın bir anda bu kadar değişebileceğini, bu kadar devrimleşebileceğini böyle gördüm. O günden ölünceye kadar Gökdere hep devrimci kaldı. O gün bir aşkın insanı nasıl devrimcileştiğini gördüm. Birden döndü polislere, ellerinde silahlar var, sürmüşler namlulara, böyle davranamazsınız bu çocuklara dedi.
(Nalân Mahsereci’nin yaptığı söyleşiden)
Şule Bıçakçıoğlu’nun notu:
“Arandığı günlerden birinde polis, o zamanlar yetmiş küsur yaşında olan babasını karakola götürdü. Oğluna ‘teslim ol’ çağrısı yapmasını istedi. ‘Terziler’den Emin Emek bu teklifi kesinlikle reddetti. Bir hafta boyunca karakolda tahta bir sandalyenin üstünde oturduktan sonra serbest bırakıldı. Başı dimdik eve döndüğünde yetmişlik bir ihtiyar değil, yirmilik bir delikanlı gibiydi. Ne Emin Emek ne de İrfan Emek, yapılan bütün baskılara karşın, oğullarından asla teslim olmasını istemediler; asla aleyhinde konuşmadılar.
”1971 yılı gelip de sıkıyönetimce aranmaya başlayana kadar kimse Savaş’ın bir göbek adı olduğunu bilmezdi. ‘Yusuf’u ilk kez polisler kullandılar. Biz de hiç itiraz etmedik. Çünkü böylece kimin polis ya da polisle ilişkili olduğunu kolayca anlıyorduk. Ne yazık ki, sonradan bazı ‘devrimci arkadaşları’ Savaş’ı aşağılamak/incitmek istediklerinde bu adı kullanmışlardır.”
Halkın Ormanı
Yanılmıyorsam, 1976 başlarıydı. Savaş, Orman Mühendisleri Odası’nda ses getirecek, etkili bir dergi çıkartmayı düşünüyordu. Ben de, derginin kapak ve sayfa düzenlemeleriyle ilgilenecektim. Mimarlar Odası çalışmalarından, “meslek odaları” hakkında bir fikre sahiptim.
Konuyla ilgili olarak Ankara’da bir toplantı yapıldı. Savaş ve benimle birlikte toplantıya katılanlardan hatırladıklarım şu arkadaşlardı: Orman mühendisleri, Fevzi Yılmaz, Abdülkadir Özdemir, Temel Yılmaz. Toplantıda bir de Nergis (“Nergiz” mi?) Ovacık vardı. O zamanlar, (ta ki TİİKP mensubu olana kadar) ODTÜ’lü endüstri mühendisi olan Nergis Abla’nın (Bugün ona 62 yaşında biri olarak “abla” demek tuhafıma gidiyor.) toplantıdaki varlığına anlam verememiştim.
Derginin adı epey bir tartışma konusu oldu, çok da vaktimizi aldı. O sıralarda, “Halkın” kelimesiyle başlayan, “Halkın Sesi”, “Halkın Kurtuluşu”, “Halkın Yolu” gibi dergiler çıkıyordu. Halkın Sesi de biz Aydınlıkçıların dergisiydi. İstiyorduk ki, dergiye vereceğimiz ad, çarpıcı ve çok etkili olsun. O kadar kişi, o kadar tartışmadan sonra, oy birliğiyle, “Halkın Ormanı”nda karar kıldık…
Levent Gedizlioğlu
Şule Bıçakçıoğlu’nun notu:
Yıl 1976. Ya da 77. Fotoğrafın yanında şöyle yazıyor: “Yine Karşıyaka’daki ev, elimde Halkın Ormanı dergisinin birinci sayısı, hayatımdan çok memnunum. En güzel şey, çıkardığın dergiyi birçok kez, başkalarının gözüyle, okumaktır. Arkadaki radyo ve bu koltuklar, sehpası..”
Üniversiteyi, kaçıp saklanmaktan, yakalanıp tutuklanmaktan, hapishanelerden, mahkemelerden fırsat buldukça okuyarak 1974’de bitirdi. İzmir Orman Bölge Başmüdürlüğü’nde göreve başladı.
1970’lerin ikinci yarısında -sanırım 1976 olmalı- onun öncülük etmesiyle, bir grup arkadaş (Temel Yılmaz, Fevzi Yılmaz, vd. -hatırlayamadıklarım beni bağışlasın-) Halkın Ormanı dergisini çıkardık. Derginin çıkışından kısa bir süre sonra Savaş Adana’ya sürüldü; ben de Artvin’e. Gitmeyip istifa ettik. Savaş önce Gültepe Belediyesi’nde, sonra bir arkadaşının (adını hatırlayamadım) mimarlık bürosunda çalıştı; dergiyi çıkarmaya devam ettik.
“Haziran 1980’de Şule Bıçakçıoğlu’ndan (benden) boşandı.
“12 Eylül 1980’de askerliği devam ediyordu. “70’te aranıyordum, 80’de arıyordum” derdi, şaka yollu.
“Askerliği bitince orman başmüdürlüğünde göreve başladı. 1983’te görevden alınan 1402’liklerden biriydi (12 Eylül darbesinden sonra 1983 yılında, 1971 yılında çıkarılan 1402 sayılı yasanın ikinci maddesi sıkıyönetim komutanlığınca değiştirilerek, akademik personelden, devlet memuruna kadar kamuda çalışan birçok kişinin görevine son verildi). Bu dönemde bir mobilya atölyesi açarak geçimini sağladı, daha sonra, 1992’de yeniden devlet memurluğuna döndü.”
Şule Bıçakçıoğlu’nun notu:
“1983’te Semra Dinler ile evlendi. Düğün günlerinde çekilen bu fotoğraftaki diğer kişi Cazim Aktimur. Savaş’ın ‘Giritli Cazim Amca’sı. Babasının kadim dostu, eski TKP’li, ayaklı tarih Cazim Amca’yı yeteri kadar konuşturamamış olmak, anlattıklarını kaydetmemiş olmak ne büyük kayıp! ‘Düşündüğün gibi konuşmazsan bir süre sonra konuştuğun gibi düşünmeye başlarsın’ sözünü hiç unutmadım. Eminim Savaş da öyle…”
“Mr. Haydar… Mr. Haydar! I’want to go tualet…”
1984 olmalı… Nereden çıkarıyorum, sıkıyönetim İzmir’de 1985’de kalktığına göre… 1984 Ekim… Yine ılık günler… Akşamları dışarıda da oturabiliyor…
Fotoğraf mı… 3. Beyler’deki Atıf’ın meyhanesinden… Bahçesinde…
O yıllar, şimdiki gibi değil, İzmir’in meyhane semti, Konak, Kemeraltı… Alsancak’ta birkaç içkili yer var ama, bizim tercihimiz değil. Daha önceki yıllarda öyleymiş… Hep anlatırlar ya, Halikarnas Balıkçısı, Kemeraltı’na meyhaneye geldiğinde filesini Vilayet Konağı önündeki çınar ağacına asarmış…
Bodrum meyhanesine takılıyoruz o yıllar… Bodrum’un meyhane gibi meyhane olduğu günler… Kimi ararsan orada… 1980 sonrası oluşmuş bir ortam var, eskisi gibi değil, TKP’lisi, TİP’lisi, TİKP’lisi aynı masada oturabiliyor, arkadaşlık edebiliyorlar.
Yine öyle bir akşam… Ben tezgahta rakı içiyorum… Levent, Düzgün ve Rüçhan masadalar… Veysel Çıkmazı’nda da meyhaneler var… Şükran lokantası var… Bu Atıf’ın Yeri yeni açılmış… Üçüncü Beyler’de… Bize uzak.. Tercih etmiyoruz…
Sakız satan bir çocuk var, Mardin’li… O meyhane meyhane dolaşır, sakız satar, ne ilgisi varsa… Rakı ile sakız… Olsun, ekmek parasını çıkarmaya çalışıyor… Hepimizi de tanır… “Olgun abi Veysel Çıkmazı’nda içiyor, selamı var abi” gibi, haber taşır o sokaktan bu sokağa…
Geldi yanımıza… “Feyzi abinin selamı var, sizleri Atıf’ın Meyhanesine çağırıyor” dedi… Sağol, dedik, biz burada iyiyiz…
Birazdan yine geldi… “Feyzi abi mutlaka gelsinler diyor, burada şarkı türkü de var”…
Ne yapalım dedik, konuştuk aramızda… Haydi gidelim bari…
Levent, Rüçhan, Düzgün kalktık gittik Atıf’ın meyhanesine… İşte fotoğraftaki masa böyle oluştu…
Gerçekten şarkılar, türküler… Meyhanenin arka tarafında küçük bir bahçe var, orada oturuyoruz, açık havada… Arkamızdaki masada da kalabalık bir grup var… Erol Yeşilpınar bir tanesi, kapatılan AP’nin İzmir milletvekili… Onlar da şarkılar söylüyorlar… Eğleniyoruz, hep birlikte…
Masada Feyzi’nin iş arkadaşları da var, tanışmıyoruz, ama olsun, dedim ya eğleniyoruz, ortam güzel… Bir ara, nereden estiyse, “Güneşin Sofrasındayız” da söylendi… Arka masadakiler de eşlik etti bizlere… Sonra yine Feyzi’nin meşhur şarkılarına geldi sıra… “Batan Gün Kana Benziyor/ Yaralı Cana Benziyor”…
Bir ara gözüm takıldı, ben meyhanenin kapalı tarafına bakıyorum, patron, yani Atıf, telaşlı telaşlı telefonlar ediyor… Şüphelendim… Levent dedim, kalk gidelim… Tatsız şeyler olacak… Bu adam büyük bir ihtimal, bizi ihbar ediyor… Levent’i güç bela ikna ettim… İyi akşamlar, iyi eğlenceler… Çıktık dışarıya… Beyler sokağından yürüyoruz, Milli Kütüphane’nin arkasına doğru… Konak meydanına geleceğiz ve evlere gideceğiz. Levent yolda tutturdu, Düzgün’ü bırakmayalım, onu da alalım, diye. Ben, tamam Düzgün ve Feyzi’nin partili olduklarını biliyorum ama, o kadar… Döndük, çaresiz… Düzgün’ü almaya gidiyoruz meyhaneye… O ne, kapıda bir polis arabası, bizimkileri alıyor arabaya. Meyhaneci bizi gördü, bunlar da vardı dedi… Haydi biz de polis arabasına… Doğru Kemeraltı karakoluna. “Yahu suçumuz ne”… Meyhaneci ihbar etmiş… “Enternasyonal” söylüyorlardı diye. Karakol, vilayet, sıkıyönetim komutanlığı… Herkes ayakta… Telefonların ardı arkası kesilmiyor. Bir ara, nezarethanelerin kapıları demir parmaklıklıdır ya, Erol Yeşilpınar’ı da gördük… O da geldi karakola… Ama, sabaha kadar kimse bize bir şey sormadı karakolda.
Sabah… 1. Şube ekipleri geldiler, haydi Emniyet Müdürlüğü’ne… Oradan ayrı ayrı arabalara bindirildik… Önce benim mobilya atölyesine… Sabah sabah… Ustalar, çalışanlar şaşkın… Atölye arandı, özel silahlı polisler eşliğinde… Sonra eve… Ev arandı… Tek bir kitap aldılar… Diğerleri zaten çok önceden gitmişti başka adreslere…(*) Mete Tunçay’ın “Türkiye’de Sol Akımlar” kitabı…
Neyse, yeniden emniyete… Ayakkabı bağcıklarımızdan, kol saatimize kadar ne varsa hepsi alındı… Üçümüzü bir yere, diğerlerini de başka bir yere götürdüler…
Girdik içeriye, zifir karanlık… Ama içerisi dolu, kaynıyor, insan kaynıyor… Oturacak yer yok… Saçı sakalı birbirine karışmış insanlar, yerlerde oturuyorlar… Biz hemen girişte duran bir bank var, bildiğiniz park bankı, onun üzerine tünedik… Geçmiş olsun diye seslendiler, gelin buraya oturun, dediler… Ama, hayır, biz misafiriz…. Birazdan nasıl olsa, salıverecekler… Suçumuz ne ki, meyhanede şarkı söylemek…
Zaman geçmek bilmiyor… Gözlerimiz alıştı karanlığa, koğuşu inceliyoruz… Arkada, yukarıda küçücük bir pencere var… Onun ardında da yanan sen de yirmibeş mumluk ben diyeyim “on mumluk” bir ampül…
Kaç saat geçti bilmiyorum… Demir kapı açıldı, Yusuf diye seslendi biri… Çıktım dışarıya… “En son hangi şarkıyı söylemiştiniz” dedi, “Batan Gün Kana Benziyor” dedim… Mırıldan bakayım dedi… Mırıldandım…
Sonra tekrar içeri… Saatler geçiyor, dışarıdan gelen daktilo sesleri kesildi. Bizim çıkacağımız falan yok. Eh, biz de karışalım bari aralarına… Çoğunluğu Filistinli öğrenciler… Bombalı bir araç bulunmuş Fransız Konsolosluğunun önünde… Toplamışlar hepsini, öğrencileri… İki ayı geçmiş buradalar… Ondan saç sakal birbirine karışmış… Sınırdışı edilecekler de, nereye… Suriye’yi istiyorlar… Ürdün olursa yandık, diyorlar. İsrail’e teslim ederler bizi, öyle olursa.
TKP’li, Dev-Yolcu olduğu iddia edilen insanlar da var… Ama birisi var ki, çok ilginç… Pakistanlı… Mohammed…
Ertesi gün, sabah… Nasıl anlıyoruz, daktilo sesleri geliyor… Bir de bizi tuvalete çıkarıyorlar, ikişer ikişer.. Bir koridor var, iki polis oturuyor orada… Adları Haydar… Buradaki görevlilerin tümünün adı Haydar… Haydar bey, diye seslenmek zorundasınız, bir şey söyleyecekseniz. Neyse, Haydar beylerin eşliğinde tuvalete gidiyoruz, kapılar açık, Haydar bey dışarıda bekliyor, zaten günde iki kez böyle bir şansınız var. Nöbet değişim saatlerinde… Ne yapacaksan yap, açık kapı, karşında Haydar bey eşliğinde…
Öğlene doğru birileri daha geliyor koğuşa… Aaa, bu bizim Güven, kitapçı Güven… Meğerse o sık sık gelirmiş buraya, İleri Kitabevi’nde çalışıyor o aralar… Güven neşeli çocuktur… Hoş bir insandır, hayata hep iyimser bakar, hep güldürür…
Kaç gün geçti bilmiyorum, meyhanede şarkı söylemekten içeri düşen ilk insanlarız, bu anlamda tarihe de geçtik, herhalde… Şartlara alıştık, burada yaşamaya da, Güven ile iyi bir ekip oluşturduk, gırgıra alıyoruz herşeyi.
Bu arada Mohammed’in öyküsünü dinliyoruz, o bir Pakistanlı, diğer koğuşta da arkadaşları var, Avrupa’ya geçmeye çalışıyorlar. Pasaportsuz gelmiş Türkiye’ye kadar, İstanbul’a. Oradan bir pasaport alacak ve yurtdışına çıkacak. Ama o bir yoksul köylü, çok parası yok yani. Araştırmışlar, İngiliz pasaportu çok pahalı, ABD pasaportu desen yanına yaklaşılmaz… En ucuzu Cezayir pasaportu imiş, yanlış hatırlamıyorsam 200 dolar. Mohammed parası yeteni, yani Cezayir pasaportunu almış, gelmişler Çeşme’ye… Feribotla Sakız’a geçecekler, oradan da ver elini Avrupa… Çeşme’de gemiye binerken polisler pasaport kontrolü yapıyorlar ya, kontrolü yapan polis, bir Mohammed’e bakmış bir pasaporta. Eh, tecrübe tabii, bir Pakistanlıyı Cezayirli sanmak mümkün mü… Yakalanmışlar, hepsi birden içeriye… İstanbul’dan gelecek şebeke elemanlarını bekliyorlar, işlem yapılabilmesi için…
Dost olduk Mohammed ile, Türkçe bilmiyor, İngilizcesi çok az, ama anlaşıyorduk aramızda. Bize şarkılar söylerdi, kendi köyünün şarkılarını. “Dönya Dönya” diye nakaratı olan bir şarkısı vardı, bildiğimiz dünya, Farsça’dan geçmiş dilimize, hem de onların diline, ne ilginç…
Neyse, bir gün Mohammed sıkıştı, tuvalet zamanı değil, ama ne yapsın sıkıştı, altına yapacak adam… Çaresiz bize bakıyor, Güven dedi ki, seslen Haydarlara, seslen ve tuvalete gitmek istediğini söyle.. Mohammed demir kapının ardından seslendi. Mister Haydar, Mister Haydar… Ses yok, bir daha, bir daha… Yine ses yok… Bize baktı, Güven “Mister Haydar Mister Haydar I want to go tualet” de dedi ona. Mohammed can havliyle hem bağırıyor, ki yüksek sesle konuşmak yasak, hem de kapıyı yumrukluyor:
“Mr. Haydar, Mr. Haydar I’ want to go tualet”
Dokuz gün kaldık orada, yazılsa en az dokuz öykü çıkar inanın, öyle ilginç öyle güzel…
Bir akşam üzeri bırakıldık… İnsan ne yapar doğru evine gider değil mi… Hayır, tabii ki, doğru Bodrum Meyhanesine… Kapıda Tahir (Meyhanenin sahibi) Hoş geldiniz ama Türkü söylemek yok, sakın ha, diye karşıladı bizi…”
(*) İlk sevkiyat (!) 1971’de yapılmıştı. Savaş ortadan kaybolduktan sonra evdeki yasaklanmış kitap ve bir kısım dokümanı yok etmemiz gerekmişti. Evdeki termosifon gazyağı ile çalışıyordu, yakamazdık. Torbalara doldurup atamazdık. Leğenlere su doldurup, annesi ile birlikte kitapları içinde ‘erittik’ ve tuvalete döktük. Birkaç gün sonra bir de baktık, belediye işçileri bizim kapının az ilerisinde bir yeri kazıyorlar. Meğer kanalizasyonu tıkamışız.
Yeşil yıllar
1986’da “yeşil yıllar” başladı. Kendi anlatımıyla, “Bazılarımızın ekolojiyle hiç ilgisi yoktu, hatta kaplumbağalara kurbağa diyenler bile vardı aramızda, 86’larda.. Yani bu ekoloji ilgisinden kaynaklanan bir şey değildi. Mesele politik bir çıkış noktası yakalamaktı.”
Ama Savaş onlardan değildi. 1968’de, Türkiye’de daha kimsenin ‘çevre’nin ‘ç’sinden haberi yokken ekoloji okumuştu. Orman Ekolojisi adlı, A4 boyutunda ve üç parmak kalınlığındaki kitaba ve yazarı, hocamız, Ord. Prof. Dr. Asaf Irmak’a (merhum) görüşümüze ve algılarımıza kattıklarından dolayı hepimiz çok şey borçluyuz; teşekkürlerimizle…
1988’de kurulan Yeşiller Partisi’nin İzmir il örgütünde görev aldı, bir süre sonra il başkanı oldu. Rotasyon ilkesi nedeniyle 1990’da il başkanlığından ayrıldı.
Mart 1990’da SOS Akdeniz Çalışma Grubu kuruldu. Grup, yalnızca Yeşiller Partisi üyelerine değil bütün çevreci gruplara açıktı. 1991’de Parti ile yollar ayrıldı. SOS Akdeniz artık bağımsız bir gruptu. 1 Eylül 1992’de Ağaçkakan yayın hayatına başladı. Şubat 1994’te Yeşiller Partisi kapandı; Mart 1994’te Dünya Dostları Derneği kuruldu.
Tayfun Gönül anısına…
1991 yılı sonu olmalı, Yeşil Ev-İzmir’de, Cem Özdemir yanında eyalet milletvekilleri ile ziyaretimize gelmişti, akşamına bir söyleşi düzenlemiştik. O yıllar Alman Yeşilleri arasında “Köktenciler” ile “Realos”lar arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Tabii ki biz “köktenci”lerden yanaydık, daha doğrusu “köktenci”ydik.
Cem Özdemir’i ve yanındaki milletvekillerini “fena köşeye sıkıştırdık”, ne demişler “misafir umduğunu değil, bulduğunu”… Bu da Cem Özdemir ile son görüşmemiz oldu doğal olarak, bir daha ne aradı ne de sordu!
Ütopyalar Toplantısı
Ütopyalar Toplantıları 1994 yılında Savaş Emek’in girişimiyle başladı. 1994 yılında Datça’da başlayan ütopya toplantıları, 2000 yılından bu yana da düzenli olarak Karaburun’da yapıldı. Savaş Emek bu toplantıların çağrıcısı, düzenleyicisi, sunucusu, konuşmacısı, kısaca her şeyiydi.
“Hayvanseverliğim üzerine”
Kapımın önündeki “sokak hayvanları”nı beslemek için, “avuç açacaksam” eğer Avrupalı emperyalistlere “yuh olsun bana”…
Nerede kaldı “Nasreddin Hoca’nın” öykülerinde geçen “Kedi ve Ciğer” öyküsü…
Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan “sokak hayvanları” Avrupalı emperyalistlerin verdiği “hibe”lerle mi beslendi ki, bugün “proje”ler hazırlayıp onlardan “sadaka” isteyeyim?
Not: Biraz önce gelen bir telefon üzerine… “hayvan hakları için uluslararası çalışıyormuşsun birader” diyen birine yanıt olarak…
Heeey, sevgili Can Baba!
Ne güzel anılarım var seninle ilgili, biliyorsun değil mi?
Hangisini anlatsam, Bergamayı mı? Akkuyu mu? Yoksa “Cova”yı mı?
Anlatsam “öykü” olur, hayır… seni unutmadım….
Sadece o “adamlar” kaldırdı ya “cenaze”ni…
Benimkisi biraz kırgınlık…
Hatırlıyorsun değil mi? Sana adadığım yazdığım tek “mani”mi…
“Ülen Can Baba,
Can Baba,
Zaten bir ayağın çukurda
Ne işin var, ne ararsın ‘Elsikincilerin’ arasında”
Sen de bana onların hepsi “Elsikinci” değil ki, diye anlatmaya çalışmıştın.
Senin “Mıstıki Milli” söyleşini Asuman Abacıoğlu ile yapmıştın o söyleşiyi Cumhuriyet gazetesinde, keşke gençler bilse, görse, okusa…
Hani, demiştin ya, gırtlak kanseri olduğunu öğrendiğinde,
– Ne kanseri olacaktım ya, bu kadar içki ve sigara “g.t” kanseri mi?
“Vallahi billahi” seni unutmadım, sadece “dün Ufuk Uraslar” oradaydı, sevmem bilirsin “hainleri”, o nedenle bugüne sakladım, üstelik Kuzguncuk’ta da yarın anacaklarmış seni ne çok mutlu oldum bilemezsin…
“Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” şiirini koynuma koyup uyuyacağım bu gece…
Sevgili Can Baba, iyi ki vardın, iyi ki seni tanıdım…
Rennan Hoca’nın gözlerine bakın da utanın!
Çok net bir fotoğraf değil ama iyi bakın gözlerine, yüzüne iyi bakın…
Anayasa Halk Oylamasında” “Evet” oyu verenler, yok “yetmez ama”, yok “ileri demokrasi” adına evet oyu verdiğini söyleyenler, bunu savunanlar, iyi bakın…
Eğer “yüzünüz ve de gözünüz” var ise, Rennan Hoca’nın bu fotoğrafta çok net olmasa da gözlerine iyi bakın…
Bu “despotluğun” destekçisi olduğunuz için bari biraz utanın!
Ne dersiniz?
Yoksa o da mı kalmadı….
Ben sizin adınıza utanıyorum….
Rennan hocam iyi ki varsın!
‘Kediye ceket dikecek kadar mavilik’
İlk gençliğimin tılsımlı sözcükleri: “Kediye ceket dikecek kadar mavilik”
Lise çağları, hafta sonlarını, cumartesileri “iple çekiyoruz”, sokaklara, sinemalara, kültürparka koşacağız. Hayat bekliyor bizi dışarıda.
Ama o ne, bütün hafta günlük güneşlik olan hava, Cumartesi günü kapkara. Yağmur, yağmur, meşhurdur İzmir’in cumartesi yağmurları.
Annem, bir bilge, derdi ki, sıkıldığımı görüp, “gökyüzünde kediye ceket dikecek bir mavilik görürsen eğer, bil ki hava açar”.
Yani, ilk gençliğim “gökyüzünde kediye bir ceket dikecek kadar mavilik” beklemekle geçti.
Hâlâ da öyle, bu kez, amaç farklı ama olsun…
2013 yılında, hepinize “kediye ceket dikecek kadar mavilik”lerin ve “pencerenizin önünden eksilmeyen güneş”lerin olduğu günler diliyorum.
Belli mi olur, o “kediye ceket dikecek kadar mavilik”ler birleşir birleşir de, gökyüzü masmavi olur.
(30 Aralık 2012 tarihli facebook notu)
Birleşirsek kazanırız
“Devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istiyor” (Mao Zedung)
Ya biz, biz ne istiyoruz?
Birleşik bir halkın yenilmezliğini biliyoruz, hem de şarkılarla türkülerle…
“El Pueblo unido”
Tayyip’in bile anladığını: “Tekel işçilerini örnek verdi bugün Yek’e Yek’te…
Biz niye anlamakta zorlanıyoruz?
Birleşirsek kazanacağız, bir olursak yeneceğiz!
Bir olmanın yolunu bulmalıyız, hep birlikte olmanın…
Öğreneceğiz, öğrenmek zorundayız.
“Biz halkız yeniden diriliriz”
(2 Haziran 2013 tarihli facebook notu)
Bir gün mutlaka
60’larda, 70’lerde, “halk düşmanlarına” “halka zulmedenlere” tek bir “dua”mız vardı, “Allah Size Uzun Ömürler Versin!”, öylesine inanıyorduk ki “devrime” uzun yaşasınlar da bu ettikleri zulmün hesabını versinler, istiyorduk.
Kim biliyor şimdiki gençlerden Turan Emeksiz’i, yani “Beyazıt’ta yatan ölü”yü, “Hürriyet kahramanlarını”, bu uğurda şehit olanları…
Nazım Hikmet şiirlerinden belki…
Bir gün gelecek “Haziran İsyanı”nda ölen kahramanları da kimse hatırlamayacak belki…
Ama onlar “güneşin zaptı” için yapılan “akın”ın en güzel, en yiğit kahramanları…
Umudumuzu yitirmedik elbette, sadece “bayrağı devrettik”, umudumuzu yeşerten o genç kahramanlara…
Diliyor ve umut ediyorum ki bu zulmün sorumlularına, zulmün maşalarına, eli palalı, sopalı halk düşmanlarına, “Allah Size Uzun Ömürler Versin” diyecekler şimdiki gençler…
“Bir gün mutlaka”
(11 Temmuz 2013 tarihli facebook notu)
Güle güle sevgili Chavez
Sevgili Chavez,
Bugün yine canım çok sıkkın.
Sana, öte dünyaya, yazmak istedim.
Biliyorum, senin için çok şey söylendi, söylenecek, daha çok konuşacak insanlar senin hakkında.
Ama sevgili kardeşim, benim diyeceklerim farklı.
Neresinden başlayayım bilemiyorum. Ama galiba en doğrusu, doğrudan başlamak.
Biliyorsun değil mi, sevgili dostum, sen Latin Amerikalı değilsin.
Sen, o senin kıtanı yağmaya gelen beyazların “ırkı”ndan değilsin.
Sen bir elde kılıç diğer elde haç, sana zorla bir dini “empoze” ettirenlerin “ırk”ından değilsin.
Senin yaşadığın topraklara “Amerika” adını takan “beyaz adamları” tanımıyordu ataların.
Seni onun için sevdim, “yüzde yüz yerli” ve kendi topraklarında yeşermiş bir halkın evladıydın.
Ne senin ülkenin adı Venezüella’ydı, ne senin adın Chavez, ne dinin katolik.
Sevgili Hugo,
Bütün bu adları sana “beyaz yağmacılar” ve onların torunları taktı, onun için, örneğin çok takdir etmeme karşın Allende, benim gözümde sen olamadılar.
Birden yüzyıllar öncesine gittim,
Bir ellerinde haç, bir ellerinde kılıç o çapulcu sürüsünü gördüm karşında…
Ne değişti Hugo, ne değişti…
Hâlâ aynı değil mi?
Bir İranlının, Ahmedinejad’ın senin annene sarılması, beni çok etkiledi, biliyor musun sevgili Hugo çok etkiledi.
İki eski halkın torunları, Perslerin “Bizimkiler onlara Fars diyorlar, ne fark eder” binyılların kucaklaşmasını yapıyorlar.
Sevgili Chavez, dedim ya canım çok sıkkın.
Bizim buralar, yani Doğu, sizden daha farklı, sizin hoşgörünüz, sevecenliğiniz, her şeye karşın, hayata “raksederek” direnişiniz yok burada. Burada kurallar farklı. Burada “biat” kültürü var, kesin itaat. Ya kesin itaat edeceksin, ya da hain olmayı göze alacaksın.
Bugün “biat etmedikleri için” hain gibi kapının önüne konan iki pırıl pırıl, iki cefakar insanı gördüm, sevgili Chavez, tanımam, hiç karşılaşmadım onlarla, bilmem…
Ama bildiğim bir şey var sevgili Chavez, sen bize emperyalizme karşı gülerek, dans ederek ama sonuna kadar direnerek, karşı çıkmayı öğrettin.
Senden çok şey öğrendik, tıpkı diğer önem verdiğimiz ustalar gibi.
Güle güle sevgili Chavez
Bir gün başım sıkışırsa inan ilk yazacağım insan yine sensin.
(11 Mart 2013 tarihli facebook notu)
Hangisi açık?
Ne yapayım, o paylaşımları görünce aklıma hep o fıkra geliyor:
Hani gençler çay bahçesine oturmuşlar, garson gelmiş, ne içersiniz, üç çay demişler, biri açık.
Garson ocakçıya seslenmiş, üç çay biri açık, ocakçı sormuş:
– Hangisi açık…
Bugünlerde başladı yine o paylaşımlar:
Bir köpek fotoğrafı, karlı, kışın 17 saat aç kalırsa donarak ölür.
Bir kedi fotoğrafı, karlı, kışın beş saat aç kalırsa donarak ölür.
Ben de ocakçı gibi sorayım: Kaç saatten sonra 17 saat aç kalırsa donarak ölür!
Yapmayın etmeyin, 17 saatte soğukta aç kalarak donan köpekler olsaydı eğer yurdumuzda sokaklarda tek bir köpek bile kalmazdı.
Hiç mi sokak köpeği beslemediniz hayatınızda,
Her gün sabah çıkıyorum dışarıya, onları besliyorum. Ertesi gün sabah yine, kaç saat eder. Yirmi dört değil mi?
Usta üç çay biri açık… Hangisi açık!
(8 Ocak 2013 tarihli facebook notu)
‘Kemal’e düşman bir komünist tanımadım
“Konumum gereği” doğduğumdan beri, komünistlerin arasındayım. Nasıl mı? Nasıl olduğunu “münasip bir zamanda” anlatırım.
Konumum gereği dedim ya, annem 1965’lerde TİP (Türkiye İşçi Partisi İl Sekreteriydi), ağabeyim il yönetim kurulu üyesi, babam, zaten malum… 1951 TKP Tevkifatının tutuklu ve mahkumlarından…
Böyle bir ev, ona göre “konuklar” Ahmet Bilge, Cazim Aktimur, Suha Çilingiroğlu, Cemal Kıral, say say bitmez…
1960’ların sonunda, babam bana yüklendiğinde (ona göre Maocu olmuş ve yani sonuçta Amerikancı idim) onu kızdırmak için “sen sol kemalistsin” derdim…
Niye mi yazıyorum bunları…
1980’lerin sonuna kadar ben, bu kadar komünistle “haşır neşir” olmuş ben, “Kemal”a düşman bir komünist tanımadım hiç!
İlginç değil mi? Cazim Aktimur, yani Cazim Amca, 1927 yılında kalebentliğe mahkum olduğunda iktidarda kim vardı? Kalebentliğini çekmek için Diyarbakır’a gittiğinde?
Dedim ya, anlayamıyorum bu 1980 sonrasının tahribatını, aslında anlıyorum da, burada anlatamadığım için öyle yazıyorum.
Hanımlar beyler “Kemal”‘in yaptıklarını aştınız mı da ona küçümser gözlerle bakıyorsunuz?
Hangi devrimi yaptınız da bizim haberimiz olmadı?
Önce kendi geçmişimize sahip çıkacağız, kendi devrimcilerimize, tabii ki eleştireceğiz, tabii ki kıyasıya…
Ama biraz insaf yahu!
“Bizim çocuklar” Moskova’larda “sosyalizm eğitimi” yaparken “Kemal” devrim yapıyordu…
Hem de ne devrim, yedi düvele karşı, yani emperyalizme karşı!
Yarın 10 Kasım, onu sadece anmıyoruz, yaptıklarından öğreniyor ve onun gibi devrimci olmaya, o koca bir imparatorluğun küllerinden bir devlet yarattı ya, onun gibi yeni, devrimci, genç bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmaya çalışıyoruz!
(9 Kasım 2012 tarihli facebook notu)
‘Piyangocu Faşizm’ Baha’yı vurdu
Size de çıkabilir, size de çıkabilir…
Faşizmin tarifini “bizim zamanımızda” en güzel yapan Dimitrov’dur… “Tekelci sermayenin en gerici, en ırkçı.. kesiminin diktatörlüğüdür”
Öyle bir diktatörlük ki, “sıradan” “burjuva diktatörlüğü”ne benzemez.
Yani, “burjuva demokrasisi”ne, yani burjuva sınıfı arasında “demokrasi” uygulayıp da, diğerlerini ezmez…
“Tekelci sermaye”nin bile tümüne “demokrasi” uygulamaz…
Ama şimdiki “faşizme” bakıyorum…
Bizim okuduğumuz, öğrendiklerimizle ilgisi yok…
İnanın 1971, 80… “Hazirun” idim…
Ama ben böylesini ilk kez görüyorum…
Bizim dönemimizde, “ağlayan, sızlayan”lara, “ulen seni cami duvarından mı getirdiler” denirdi…
Şimdi insanları “cami duvarından” değil ama, “nalbur”dan getiriyorlar…
Yahu bir söz vardır, “Cami duvarına mı işedin” diye…
Şimdi “işe”, “işeme”…
Piyango…
Size çıktı deyip adamı bir küsur yıldır, hapiste tutuyorlar…
“Bari işeseydim”…
Öyle bir “şans”ın da yok…
Çok kızdığım sözler vardır… “İlkel kapitalizm”, “vahşi kapitalizm” gibi… Neye mi kızarım, kapitalizm zaten bu… Bu sözlerle onun gerçeğini gizlemeye çalıştığı için…
Şimdi bana kızın…
“Piyangocu Faşizm”…
“Size de çıkabilir”…
Bula bula Nalân’ı mı buldun?
(Nalân’la Savaş Emek kitabı için ilk yazışma)
Hayatıma yön veren iki kitap…
İlkokul dördüncü sınıftayım. Babam beni bir gün tutup kolumdan, Alsancak’ta bir kitapçıya götürdü, Kıbrıs Şehitleri’nde… O zamanki adı, yani caddenin öyle olmayabilir, 1974’ten sonra bu adı koymuş olabilirler, önemli değil, neyse… Yeşim Kitabevi… Sahibi, sonradan anlıyorum ki TKP’li, yani babamın arkadaşı.. Hiç unutmam aldığım ilk kitaplar Ömer Seyfettin Külliyatı’ydı. Sonra… Sonra mı? Ortaokuldayken Sefiller’i, hem de yedi cildini birden okumuştum.
Ama hayatımın en önemli iki kitabı nedir dersen.. Bitmeyen Kavga ve “Ve Çeliğe Su verildi”. Neden mi? Ortaokuldayım. Bitmeyen Kavga’yı okuyorum. Kitabın sonu… Dün gibi hatırlıyorum. Elma bahçesinde, ölen yoldaş için yapılan tören: Yine bir yoldaş diyor ki, “Ve o kendisi için hiçbir şey istemedi”. Bu söz benim hayatımı değiştirdi. Kendisi için hiç bir şey istememiş olmak, nasıl bir duygu…
Sonra, Çeliğe Su Verildi. Biliyorsun devrimden sonra, genç bir kız gelir Ostrovski’nin yanına ve bu kitap ortaya çıkar. O anlatır, genç kız yazar.
Hayallerimi süsledi yıllarca. Böyle bir kitabı yazabilmek…
Kitap teklifiniz gelince, nasıl sevindim bilemezsin.
Hemen Ender’e telefon açtım, “çok sevindim, hayatımın en önemli şeyi”. Ama Nalân… Evli barklı, çoluk çocuklu bir kadın… Başka biri yok muydu? Hani Ve Çeliğe Su Verildi’deki gibi bir genç kadın, bekar…
Neyse bunlar ilk yazdıklarım olsun. Kitabın adı da bence “Gel Ey Seher” olsun. Ne diyorsun?
‘O kendisi için hiçbir şey istemedi’
Hiç tatmamış ki “ömrü hayatında” susuz kalmış kuşlara su vermenin keyfini…
Aç kalmış bir “sokak hayvanı”nın kuru ekmek’e bile razıyken “onun önüne koyduğun” “bir parça eti”i yerken gözlerindeki “minnet” duygusunu…
İşsiz bir genç insana iş bulmanın mutluluğunu…
Bir yoksul insanın kapısına sessizce bıraktığın “bir torba erzak”ın onda ve sende yarattığı duyguyu…
Tatmamış ve bilmiyor…
Ne yaparsın?
Evet, biliyorum, zaman zaman belki de çoğu zaman, “umutsuzluğa kapılıyor” ve “klavyede” önüme hangi harf gelirse basıyorum…
Bir şeyi daha biliyorum, artık bu “sanal alemi” terk etmek için çok geç…
Fotoğraflar, gruplar, insanlar insanlar insanlar… Yani kısaca, özetle “sorumluluk”…
Geçmişe gidiyorum, ilk gençliğime, duvarda asılı Che fotoğrafına, Bulgaristan baskısı Nazım Hikmet’in Türkçe şiirlerine…
Bitmeyen Kavgaya, Gazap Üzümlerine, Gorki’nin “Hayatım”ına, “Ve Durgun Akardı Don”a, “Sefiller”e… ve daha nicesine…
Ama aklımdan çıkmayan o cümle, “Bitmeyen Kavga”nın… okuyalı neredeyse elli yıl olmuş, o son cümlesine:
“O kendisi için hiçbir şey istemedi”
Ve “o insan” olamadığıma hâlâ daha yanıyorum, evet “kendisi için hiçbir şey istemeyen” o insana hâlâ daha “gıpta” ile yani “imrenerek” -bazen yeni Türkçe yetmiyor anlatmaya da olsun- bakıyorum…
Bakarsın bir gün olur, umudum var hâlâ…
“O kendisi için hiçbir şey istemedi”…