Eşitsizlikçi saygı anlayışının beden diline yansıyan biçiminin dereceleri bir grafikle gösterilebilir: Söylenenlere karşı çıkılmadığının hafif baş eğişleriyle gösterilmesi. Sonra açık bir saygı gösterisi olarak “başeğme” gelir. Başeğmenin daha belirgin biçimi “boyun eğme”dir. Sıra gövdenin belden yukarısının eğilmesine gelir. Eğilmenin beş ile doksan arasında değiştirilebilen saygı dereceleri vardır. Saygının daha büyüğü diz çökülerek gösterilecektir. Hele tek ve çift diz çökmeye bir de doksan derecelik başeğme eşlik etmişse bu “biat” derecesinde saygı demektir. Saygının son dereceleri, ayak öpme ve yeri öpme ile onun bir çeşitlemesi secdeye kapanıp alnı yere yapıştırmadır (tapınma). Bütün bunların bir sosyolojisi var.
GİRİŞ
“Saygılar beyefendi”, “saygılar hanımefendi”
Geçmişte de saygı söylemi ve eylemi üstüne yazılar yazmıştım. Özellikle “inançlara saygı” konusunda duyduğum etik kuşkularımı dile getirmiştim. Dönüp onlarda savunduğum görüşlere bir göz attım. Onları bugünkü görüşlerimle karşılaştırdım. Olumsuz oyumun değişmediğini gördüm. Ama renginin zamanla daha koyulaştığını anladım. Koyuluk eleştirdiğim saygı biçimlerinden saygı anlayışının odağına giderek artmakta.
“İnançlara saygı” yerine “insanlara saygı”: Saygıya karşı ilk soru imi (işareti) kafamda çevirdiğim bir kitapta Hint kültüründeki “sati” göreneğinin İngilizlerce yasaklanışını irdelerken oluşmuştu. Sömürgeci İngiliz yönetimi sati töresini (1840’larda) yasaklamış. Brahman dinciler (din adamları) gelip İngiliz sömürge yöneticilerinden, ölen brahman ile birlikte karısının da yakılması törelerine saygı gösterilmesini istemişler. (1)
Ortada apaçık bir ahlak sorunu vardı. Kim haklı, diye düşünmüştüm. Külleri kocasınınkiyle birlikte Ganj’a serpilmesi için yakılmaya can attığı (!) söyleyen töreye saygı gösterilmesini isteyen sömürge halkının “mazlum brahmanlar” kastı üyeleri mi, yoksa bu töreyi yasaklayan “zalim sömürgeciler” mi? Vardığım sonuç, soyut (aşkınözne) olsun, somut (yontu) biçiminde olsunlar “putlara saygı” değil gerçek insan öznelere, “insana saygı” gösterilmeli olmuştu. Yazılarımda, konuşmalarımda bu görüşü işlemiştim.
Körkütük değil “koşullu saygı”
Daha sonraki düşüncelerimde ve yazılarımda ilgim inançlara saygıdan genel olarak saygı söylemini ve eylemini irdelemeye yöneldi. O zaman “saygı gösterilecekse bile” aşkınöznelere değil insana gösterilmeli diye yazdığımı anımsıyorum. Saygı konusu edilen putlar, aşkınözneler (tanrılar, devletler gibi sanal özneler) değil gerçek, kişisel özneler, ya da (sınıflar, etnik topluluklar, cemaatler gibi) toplumsal özneler bile olsa, her konuda olumlu tepki verip saygı gösterilmemeliydi. Saygı bekleyenlere, hangi konuda saygı beklediklerine bakılıp, eleştirel bir değerlendirmeden sonra o öznelere saygı gösterilmeli ya da gösterilmemeliydi. Her saygı beklentisine otomatik uyulmamalıydı. Saygı istemlerine (taleplerine) önce eleştirel, hatta (törelere saygı söz konusuysa) kuşkuyla yaklaşılmalıydı. Onların yanındaki, karşısındaki saygı beklentileriyle birlikte değerlendirildikten sonra karar verilmeliydi. Bazı değerlere beklenen saygı gösterilirken başka değerlerin, örneğin evrensel insan değerlerinin kurban edilmemesi koşulu getirilmeli diye düşünmeye başlamıştım. (2)
“Saygı anlayışının tümden yadsınması mı gerekli?”
Saygı anlayışımdaki eleştirel yaklaşım beni neredeyse saygının eşitsizlikçi ilişkilerin kılıfı olup, tümden çıkarılıp atılması gerektiği noktasına getirmişti. Ama buna karar verebilmek için saygının genel bir eleştirel irdelemeden geçirilmesi gerekiyordu. Bu yazı bana bu olanağı verdi. Konuyu işlerken saygının toptan yadsınmasının olanaklı olmadığı gibi gerekli de olmadığını düşünmeye başladım. Çünkü ortada çelişkili durumlar vardı. Bir yanda saygının eşitsizlikçi insan ilişkilerinin örtülüp yürütülmesi yolunda ideolojik bir işlev aracı olarak kullanılması duruyor. Öte yanda kapitalist, yarışmacı, bireyci burjuva toplumunun bireysel, sınıfsal çıkarları karşısında hiçbir değerleri bulunmayan hiçbir değere saygı duymayan yöneticileri, yönetilenleri. Yazı ilerledikçe “eşitsizlikçi saygı” türlerini eleştirirken “eşitlikçi saygı” anlayışlarının varlığını ve gerekliliğini anladım. Saygının tümden yadsınmasının da doğru olmayacağını düşünür oldum. Gene kimseye “saygılar”, “efendim”, “buyrun” demeyelim. Ama eşitsizlikçi ilişkilerde okka altında bulunan grupların ve kişilerin “karşılıklı saygı” istemlerine kulak tıkamayalım. Özünde eşitlikçi ilişkilerde (örneğin bugünün yaşlılarının yarının yaşlılarından anlayış beklemelerinde, demek ki gençlerin yaşlılarla ilişkilerinde, hatta erkeklerin kadınlarla bazı ilişkilerinde empati yapmalarıyla ilgili) “karşılıklı saygı” anlayışını çöpe atmayalım.
Saygının beden diline yansıyan grafiği
Saygının eşitlikçi biçimlerini ileride ele almak üzere, saygı söyleminde ve eyleminde daha egemen durumda bulunan eşitsizlikçi saygının yapısına bakalım. Saygı anlayışının beden diline yansıyan biçiminin dereceleri bir grafikle şöyle gösterilebilir:
Saygının ilk ve en hafif biçimi, gövdesi ve başı dik duran, karşısındakinin dediklerini hafif baş eğişleriyle bile onaylamadan “kösdinleyen” birinin davranışında gözlemlenebilir. (3) Saygının bunun üzerindeki derecesi, söylenenlere karşı çıkılmadığı hafif baş eğişleriyle gösterilen jestlerdir. Bu üstü örtülü saygı derecelerinden sonra açık bir saygı gösterisi olarak “başeğme” gelir. Sonra orduda topuk (çarpma) selamıyla birlikte yapılan gibi sert bir başeğme. Başeğmenin daha belirgin biçiminin “boyun eğme” olduğu söylenebilir.
El öpme, öpülen eli başın üzerine koyma, sık uygulanan, dolayısıyla eli, eteği, ayağı öpülenler kadar saygın görülmeyenlere gösterilen sıradan saygı gösterilerimizdendir. (4)
Saygının şiddetinin ve sürekliliğinin derecesini göstermede sıra gövdenin belden yukarısının eğilmesine gelir. Gövde belden, çeşitli derecelerde olmak üzere eğilerek, boyu saygı gösterileninkinden daha uzun biri bile olsa, baş saygı bekleyenin başının altına düşürülmüş olur. Eğilmenin beş ile doksan arasında değiştirilebilen saygı dereceleri vardır. (5) Eğilme açıları yanı sıra yinelemeler de saygının derecesinin yükseltilmesinde kullanılır. Saygı gösterilen kadar saygı gösteren de saygınsa, biri kendinin öteki kadar saygın olmadığını göstermek için onun karşılık vererek eğilmesinden daha fazla eğilerek yanıt vermek zorundadır. Öyle ki gösteri sürüp giden karşılıklı eğilişlerle bir yarışmaya dönüşebilir.
Belin doksan dereceden fazla kıvrılması kolay değildir. Hele araya bir de göbek giriyorsa! O zaman saygının daha büyüğü diz çökülerek gösterilecektir. Böylece saygı gösteren (boyu ne kadar uzun olursa olsun) kendisini “küçülterek”, saygı bekleyenin ona yukarıdan bakmasını sağlayacak düzeye dek “aşağılamış” olur. Hele tek ve çift diz çökmeye bir de doksan derecelik başeğme eşlik etmişse bu “biat” (6) derecesinde saygı demektir. Biat, saygı gösteren kişinin uzattığı boyunun her an vurulabilmesini önceden kabul ettiğini göstermesi anlamına da gelebilir.
Saygının, saygı gösteriminin dereceleri arasında “el etek öpme” de bulunur. El öpme diz çökmeden bir önceki, etek öpme bir sonraki saygı derecesi olarak görünmektedir. Diz çökmeden etek öpmek kolay değil!
Saygının son dereceleri, ayak öpme (7) ve yeri öpme (8) ile onun bir çeşitlemesi secdeye kapanıp alnı yere yapıştırmadır. Bu ikisi saygının “tapınma” derecesindeki (bana insan onuruna uygun görünmeyen) aşırı biçimleridir. Bu davranışıyla saygı gösteren kişi, yerden yüksekliğini sıfır düzeyine indirirken, özneliğini yadsıyarak kendini sıfırlamış olmaktadır. Böylece, saygı gösterdikleri (ister gerçek insan özne, ister bir aşkınözne, ister doğa gibi öteki sanal özneler olsun) tanrılaştırılmış ya da onların tanrılık savları kabul edilmiş demektir. Saygı gösterilen yüceltilmiş öznenin ayağının altındakini ezip yok edebileceği gibi, yok etmeyip var edebileceği, bir anlamda yaratabileceği beden diliyle anlatılmış olur.
SAYGI PAZARI
Kimler saygı satar? Kimler saygı alır?
Saygı üzerine ayrıntılı bir çözümlemeye girişmeden önce, bu kavramın günümüzde kimlerce, nerelerde, hangi durumlarda kullanıldığına bakılmalıdır. Bu amaçla yapılmış gelişigüzel (tesadüfi) bir örnekleme bile kabaca bir sonuç çıkarmaya yetebilir. Yazmaya söz verdiğimden yazımın ilk sözcüklerini döktürmeye başladığım günlere dek geçen son bir iki ay içinde aldığım notlardan bir seçki yapacağım. Onları sınıflandırmadan sıralama kolaylığına gideceğim. Bakalım saygı pazarında kimlere nelere ilgi gösteriliyor? Kimler saygı bekliyor, onların gereksinimine kimler yanıt veriyor? Kimler saygı satıyor, (9) kimler saygı alıyor? Yazarlarının adlarını vermeden kaynakları belirtmekle yetineceğim:
– “Aydınlanmanın bilim alanındaki öncülerinden Aykut hoca’nın anısı önünde saygıyla eğiliyor[uz]”. (Sol, 8 Şubat 2014, s.9).
– “Ne yazık ki özsaygısı olmayanların siyasetteki temsilcileri istifa etmiyor… Kendisine saygısı olmayan başkasına saygılı olabilir mi?… Her yerde sıkça rastlanan saygısızlık terbiyesizliğe evrinebiliyor… Saygısızlığı toplumdan kazımanın yollarını düşünmeliyiz… Burada [Kanada’da] insanlar genel olarak özür dilemesini bilen saygılı insanlar”. (Sol, 1 Mart 2014, s.9).
– “Hepsinden öte milli irade ne diyor? Bu önemlidir. Milli iradenin temsili şu anda parlamentodadır. Herkesin saygı duyma mecburiyeti vardır”. (12 Ocak 2014 HSYK kanun teklifi için kavgalı BMM Adalet Komisyonu görüşmeleri ertesinde yapılan bir konuşma, 13 Ocak tarihli gazetelerde).
– TCK Kanun No: 5237 Kabul Tarihi 26.9.2004
Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama
3. Fıkrası: Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(not: Cezalandırma ve süresi dışında hemen tüm sözcükleri ve kavramları yoruma açık. Cezalandırma ise, açıklanan aynı düşünceye, yöneticiden yargıcına dek herkese ay ile yıl arası değişen cezaları uygun görebilme keyfiliği tanıyor.)
– “Neyin suç olmadığı [hakkında]… bazı ipuçları verebilirim… Meselâ iktidarı övmek suç değil… her zaman otoritenin yanında olmak, dinine, büyüklerine saygılı davranmak sizi saygın vatandaş yapar…” [serzenişli, başakakma amaçlı deyiş] (Evrensel, 25 Şubat 2014, s.13).
– “[sözü var kendi yok olan şeylerin sayıldığı “Yalan Dünya” başlıklı bir yazıdan] “farklılıklara saygı” [sonrasında, sözü ediliyor davranışı yok deniyor] (Sol, 25 Şubat 2014, s.15).
– “Neden TKP?..” [gerekçeleri sıralanırken 6.sı:] “Doğaya duyduğu saygı için”.
– 2013 yılında vitrinlerde boy gösteren açık yeşil renkle bir termosun üzerinde: “Respect Our World DO YOUR PART” (Dünyamıza/Doğaya Saygı Göster ÜZERİNE DÜŞENİ/GÖREVİNİ YAP) yazısı.
– Futbolcuların (2014 başlarındaki) formalarında UEFA’nın istediği, ırkçılığa, nefret suçlarına karşı futbolcuları ve futbol izleyicilerini uyaran “Respect” (saygı) sloganı. (10)
– 10 Şubat 2014 “Türkiye için adalet Fenerbahçe için adalet yürüyüşü” sırası bir TV kameracısına bir kadın katılmacının “ben kendime saygımdan dolayı buradayım” demesi.
– “Bu mücadele koltuk mücadelesi değil, inançlara saygılı [bir] laikliğin [laiklik anlayışının] mücadelesi” (İstanbul-Adalar seçim propagandasında söylenen sözlerin Cumhuriyet, 7 Mart 2014’teki haberi).
– “Ama birileri çıkıp adaylardan yeşile saygı taahhütnamesi imzalamalarını rica ediyor… Yeni [Kurulan konut] site[si] “inanca saygılı” oldu mu iş değişir [serzenişli deyişi] (Sol, 7 Mart 2014).
“ Ah çocuklar
Kötüye gidiyor bu dünya
Eskiden böyle miydi ya
Ne saygı kaldı ne ahlak
Para düzenin tanrısı
Annen baban
Haksızlığın kurbanı
Yoksa biz de bilirdik
Zengin olmayı”
(Radikal, Mart 2014)
“Çocuk yaşta giydiğim üniformama ve kalan hayatımda kendime saygı duyabilmek için… istifa ediyorum.” (Milliyet, 22 Mart 2014)
Bu kısa örnekler listesinden de çıkarılabileceği gibi, saygı kavramı insan-insan ilişkileri kadar insan-doğa ilişkileri için de kullanılabiliyor. (11) Çok çeşitli amaçlarla iyiye de kötüye de kullanılabildiği görülüyor. Bu durumda saygı üzerine bir çözümlemede işe, sözcüğün, en azından Türkçe’deki, Sami (Arapça, İbranice) dillerindeki ve Hint-Avrupa diller ailesindeki (örneğin Latince’deki, İngilizce’deki) etimolojilerinden başlanabilir. Onu, buradan tutturup, bilinçli bilinçsiz hangi inançları ve düşünceleri, hangi eylem tutum ve davranışları dile getirmede ve anlatmada kullanışına dek izlemek gerekecek.
SAYGININ ETİMOLOJİSİ
Etimolojik sorgulamayı yüzeysel yapacağım. Onu yaymaya ve derinleştirmeye ne ilgim ne bilgim ne yetim ne de yerim yeterli. “Öyleyse böyle bir iç başlık atmasaydın” olası eleştirisini de [“saygıyla karşılarım” demeyeceğim] haklı bulurum. Bu tür içbaşlıklara başvuruşumun uzun yazılarımı hafifletme amacımın ürünü olduğunu söyleyerek özür dilerim. Bir de etimolojilerinden saygı anlayışları hakkında (öteki kaynaklarda ve kavram çözümlemesinde izini sürülebileceğim) ipuçlarını yakalama umudum.
Türkçede ve Osmanlıcada: İnsan hemen “saygı” sözcüğünün Arapça/Osmanlıcadaki “hürmet” sözcüğüne Türkçe kökten bir karşılık olarak türetildiği olasılığı geliyor. Belki de “say” kökünden türetildiği açıklaması insanın kolayına geliyor. Böyle bir açıklama, bu sözü kullanan kimsenin, karşısındakini adam, insan sayıp “adam yerine koyup”, o kimseye ona göre davranma tutumunu takınması olgusuna da uygun düşüyor. Ancak konunun bir uzmanına (Sevan Nişanyan’a) göre bu “keyfi” bir açıklamaymış. Saygı sözcüğü, dil devrimi sırasında, Pavel de Courteille’in Çağatayca sözlüğünden bulunarak dolaşıma sokulmuş. (12)
Bu durumda, “hürmet” sözcüğünün tüm anlamlarının “saygı” sözcüğüne aktarıldığı önkabulüyle onun etimolojisine bir göz atmak doğru olur. Nişanyan “hürmet”in kökeninde, Arapçadaki, harem, mahrem gibi sözcüklerin de türetildiği hurma (ağacının, meyvesinin değil) sözcüğünün bulunduğunu yazıyor. Hurma, kutsallık, dokunulmazlık [tabu] anlamına gelen bir sözcükmüş. (13)
Böyle bir etimoloji, “saygı” kavramının, kutsal olan ile kutsal olmayanı (yersel olanı) belirleyenlerin amaçlarını ele veriyor. Yasaklayan (tabu koyan) kimseler ile yasaklamaya uyan (tabuyu çiğneyemeyen) kimseler arası eşisizlikçi, sıradüzenli (hiyerarşik) ilişkileri sürdürme amacıyla dolaşıma sokulmuş olabileceğinin ipuçlarını gösteriyor. Türkçe çevirilerde hürmet, saygı ile karşılanan Hint-Avrupa dillerindeki sözcüklerin etimolojileri de benzeri ipuçları sunan nitelikte.
Latincede ve İngilizcede: Webster’s Encylopedic Unabridged Dictionary of the English Language sözlüğünde (1989 baskısında) “respect” girdisinde bu yönde açıklamalar bulunmakta. Bu sözcüğün Latincedeki respectus (geriye bakış) respicere (geriye bakma) köklerinin bulunduğu yazılı. (14) Böyle bir kökenden türetilmiş İngilizce “respect” sözcüğünün kazandığı anlamlar arasında, “bir kimsenin yüksek kişisel niteliği ya da erdemi, üstünlüğü, seçkinliği (İng. excellence) karşısında duyulan duygu ya da takınılan tutum tanımı bulunmakta (“ekselansları” deyişini anımsayınız). Respect sözcüğünün bu kaynakta verilen bir başka, ama benzeri anlamının “bir hakka, bir ayrıcalığa, ayrıcalıklı bir konuma (statüye, makama) duyulan olumlu duygu olduğu belirtilmiştir. Öteki anlamlarından biri, saygının, eşitsizlikçi ilişkisel olanları yanı sıra, anlam genişlemesiyle, bir siyasal birimin uyruk konumundan yurttaş konumuna yükseltilmiş bireylerinin ayrım gözetilmeksizin tanınmış hak ve özgürlüklerinin çiğnenmemesi gereğini dile getirdiğidir. Buradan sözcüğün eşitsiz ilişkiler yanı sıra eşitlikçi denebilecek ilişkileri de anlatmada kullanılmaya başlandığı anlaşılıyor.
Ancak İngilizcede, respect yanı sıra, nüanslarını yansıtacak başka karşılıklar bulunamadığı için Türkçeye gene “hürmet” ile “saygı” ile çevrilen sözcükler de var. Bunlardan biri esteem olup, “değer verme” ile de çevrilebilir. Dolayısıyla, bir kimsenin ortalamanın üstünde görülüp, ona uygun duyguların ve düşüncelerin beslenmesi söz konusu olduğunda kullanılır. Ötekisi reverence sözcüğüdür. Respect ve esteem sözcüklerininkinden daha büyük, daha yoğun saygılı duygu, düşünce, tutum ve eylemleri anlatmada yeğlenir. Daha çok dinsel konular, dinciler (din adamları) ile ilişkiler söz konusu olduğunda başvurulur. “Yüceltme”, “ululaştırma” derecesinde saygı anlamı taşır. Bu anlamda saygı “tapınma” (İng. Worship) kavramına çok yakındır. Gerçekten, ondan türetilen, kabaca “saygın”, “saygıdeğer” sözcükleriyle çevrilebilecek reverent sıfatı da vardır. Daha çok kilise hiyerarşisi içindeki seslenişlerde (hitaplarda) ve yazışmalarda kullanılmıştır. Yüksek kilise orunlarını (makamlarını) dolduranların adları önüne konan bir san (unvan) olarak görülür.
Gerek içinde saygı kavramı kullanılan güncel deyişlerden yaptığım gelişigüzel seçki, gerek saygı kavramı için kullanılan sözcüklerin üstünkörü etimolojik incelemesi yeterli değildir. Ama şimdilik saygı kavramının zaman içinde dallanıp budaklanıp katmerlendiğini göstermeye yetebilir. Bugün, aynı sözcükle, insan-doğa ilişkilerinde (tarihsel eşitlikçi ilkel topluluklarda bulunduğu sanılan, çağımızın yalın (ilkel) topluluklarında bulunduğu bilinen) doğaya, doğa güçlerine gösterilen “metafizik saygı” da anlatılabilmektedir. Kapsamı, insan-insan ilişkilerinde ise, eşitlikçi “karşılıklı saygı” tutumundan tutun, eşitliksizçi (devletli, sınıflı, ideolojili) toplumların eşitsizlikçi üretim ve yönetim ilişkilerinin ürünü “sıradüzenli saygı” olgusuna dek uzatılabilmektedir. Bunları aşan anlamıyla, sanal aşkınöznelere (örneğin tanrıya, devlete, ırka, ulusa) tapınma derecesinde hayranlık biçimleri için de kullanılabilmektedir. Dolayısıyla, günümüzde aynı sözcüğe, saygı kavramına, kafalardaki çok çeşitli saygı algılarını dillendirmede (onu kullananın algıladığı, anladığı, yüklediği anlamı açıklama gereksinimi pek duyulmadan) başvurulabilmektedir.
“Olsun, ne zararı var, saygı her durumda saygısızlıktan iyidir. Gereği her zaman yerine getiriliyor olmasa bile sözünü etmenin yararı vardır” diyenler çıkabilir. Saygı üzerine bundan sonraki sayfalarda, bu kez (rastlantısal, gelişigüzel değil) tarihsel perspektif içinden bakılarak yapılacak çözümlemeler sonunda bu görüşe karşı yanıtın verilmiş olacağını sanıyorum. Böyle bir yöne sapılırken yönenilen hedefin önceden göstermesine bir örnek verilebilir. S. Blackburn’un “din ve saygı” üzerine monografi niteliğindeki yazısının girişindeki şu yorum alınabilir:
Saygı kavramının esnek dereceleri: Karışmadan tapınmaya
S. Blackburn, “Religion and Respect” başlıklı yazısında şu yorumu yapmaktadır: Saygı (İng. respect) kaypak bir terimdir. Bir kimseye karışmamaktan başlatılıp birilerine hayranlığa, onları yüceltmeye dek uzatılabilir. Bu durumu ona, ideolojik amaçlar yolunda bir araç olarak kullanılabilmesine uygun bir konum kazandırmıştır. Birileri bizden saygı beklentilerini, en alt (minimum) dereceyle [hoşgörü isteyerek] başlatabilirler. Liberal değerlerin egemen olduğu bir dünyada bunu kolaylıkla elde edebilirler. Ama sonra, saygı beklentilerini yükseltebileceklerdir. Öyle ki önce, duygu [ve düşünce-A.Ş.] birliği beklentisi ve istemi (talebi) içine girebilirler. Bu yolda kendilerine yüksek değer verilmesini [buraya “İslam’da olduğu gibi” sözlerini ekleyebiliriz. A.Ş.] isteyecek noktalara varabilirler. Sonunda, kendi değerlerine bizim de benimseyip uymanızı (İng. deference) bekleyebilirler. Beklentileri, söz konusunu değerlerini yüceltme (İng. reverence) yolunda işi, kendilerine katılarak yürümenizi isteme hakkını kendilerinde görebilecek doruğa tırmandırabilirler. Sonuçta o kimseler, kafanızı [diyelim ki başörtüsü takarak-A.Ş.] ve yaşamınızı [“bugün Allah için ne yaptın?” diye sorguya çekerek-A.Ş.] teslim almadıkça [bu konuda “teslim olan” anlamına gelen “İslam” sözcüğü bağlama cuk oturan bir örnek olarak verilebilir-A.Ş.] (15) kendilerine hak ettikleri saygının gösterilmediğini ileri sürerek sizi “inançlara saygısızlık” [bizde “halkın mukaddeslerine saygısızlık”] ile suçlayabilirler. (16)
Buraya kadar yazılanlardan (saygıyla ilgili sözcüklerin etimolojilerinden ve bu sözcüklerin günümüzdeki çeşitli anlamlarda kullanılış örneklerinden) anlaşılabileceği gibi saygı sözcüğü anlam-genişletilmesine uğratılmıştır. Saygı anlayışları çeşitlenip karmaşıklaşmıştır. Öyle ki, günümüzde kullanılan saygı kavramının çok katmanlı ve çok katmerli anlamlar kazandığı söylenebilir. Arkeolojik kazılarda, üst üste binmiş toprak katmaları içinde karşılaşılan çeşitli objelerin kronolojik bir sıralanışını anımsatan bir durum söz konusudur. Ancak, maddesel kültür kalıntılarınınkinden farklı olarak, katmanlar kaynaşmış, iç içe geçmiş durumdadır. Dolayısıyla zaman içinde kazandırıldığı anlam katmanlarının ayrıştırılarak saptanması işlemini gerektirmektedir. Ancak o zaman ilk katmanların anlamının aynı zamanda en eskileri olduğu söylenebilir. Öteki katmanları, konuşma dilinin çıkışından sınıflı, yönetimli, ideolojili uygar toplumun çıkışına dek süren geniş zaman dilimi içinde, katmerlenmiş görünüyor: Ailede çocukların anababalarına, topluluklarda gençlerin yaşlılarına gösterdikleri, anababaların çocuklarından, yaşlıların gençlerden bekledikleri belli saygı davranışları geliştirilmiştir. Bunları, sınıflaşmaya ve üretim biçimlerinin değişmesine koşut olarak (ve öncekilerini tümüyle ortadan kaldırmaksızın) öteki saygı biçimlerinin izleyip pekiştirdiği anlaşılıyor.
İLKEL TOPLULUKTA VE AİLEDE: EŞİTLİKÇİ SAYGI
Zamanımızdan on binyıl öncesinin de öncesinde yaşamış olan, geçmişi milyonlarca yıla dayanan ilkel toplulukların yapısı hakkında dolaysız arkeolojik veriler yok elimizde. Ne de onların insan-insan ve insan-doğa ilişkileri hakkında doğrudan veriler var. Yapabileceğimiz ancak, onların uzantısı sayılabilecek çağımız ilkel toplulukları ve çağdaş aile kurumu içi ilişkiler hakkındaki bilgi ve yorumlardan yararlanmak. Onlardan saygı durumu ve saygı kurumu üzerine bazı çıkarsamalar yapmak. Çıkarsamalara dayanarak kestirimlerde (tahminlerde) bulunmak. Böyle çıkarsamaların ve kestirimlerin bilimsel gerçekler değil bilimsel varsayımlar düzeyinde kalacağı önceden bilinmeli.
Tarihsel ve çağdaş ilkel topluluklarda
Tarihsel ilkel topluluklar kabaca 20-50 üyeli toplumsal birimlerdi. Bu nitelikleriyle yakın geçmişin geniş büyük aile birimlerini andırdıkları söylenebilir. Cinsler arası (kadın-erkek) işlev farklılaşması ve işbölümü dışında farklılaşmış değillerdi. Farklılaşmamış, eşitlikçi bir toplumsal yapıları vardı, büyük olasılıkla. Bu topluluklarda, insan-doğa ilişkilerinde doğaya tapınma derecesinde büyük bir saygı duyulduğunu sanmıyorum. Bu, pazar ekonomisinin doğayı mallaştırıp bozduğu çağımız düzeninin kimi insanlarının geçmiş hakkındaki bir düşü, geçmişe özlemi ürünü bir düşünce.
İlkeller [?] topluluk içi eşitlikçi insan-insan ilişkilerinden başka bir ilişki tanımadıklarından doğaya da aile, klan içi ilişkiler örneğinden bakmış görünürler. Çağımız ilkel toplulukları hakkında elimizdeki veriler de bunu gösteriyor. Örneğin toprağı ana baba gibi görmüş olabilirler. Doğaya buna uygun bir “eşitlikçi saygı” anlayışıyla davranmış bulunabilirler. İlkel topluluklardaki animist (cancı) düşünce eğilimi de bu yönde: Doğa, doğa günleri ve göze çarpan doğa varlıkları, gözlerine, kendilerine benzer biçimde canlı gibi gelmiş olabilir. Dolayısıyla onlara, duygulu, düşünceli, ana babaları gibi ödüllendirici, cezalandırıcı görünmüş olmalı. Doğaya saygılarının hiçbir biçimde “tapınma” derecesine varmış olmayacağı söylenebilir. (17) Tapınma, ileride değinileceği gibi, sınıflı toplumun eşitsizlikçi üretim ilişkilerinin insan-insan ve insan-doğa ilişkileri tasarımlarına yansımış biçimidir.
İlkel toplulukta insan-insan ilişkilerine gelince, şunlar söylenebilir. Topluluklar, ortak (kolektif) geçim (besin sağlama ve tüketme) birimleridir. Özel sahiplik, pazar için üretim söz konusu değildir. Topluluk üyeleri aynı işleri yapar, aynı besinleri tüketirler. Daha çok cinsler (kadın-erkek) ve kuşaklar (yaşlılar-gençler) arasında işlev farklılaşması görülür. İşlev farklılaşması olguları arasında, zamanla gelişmiş olan, ama saygınlıkları hiçbir zaman ekonomik, siyasal erke dönüştürülemeyen av önderliği ve sihircilik-sağaltıcılık da sayılmalıdır.
Bu işlev farklılaşmalarına uygun olarak, çocuklar karşısında anababaları, gençler karşısında yaşlılar durmaktadır. Yaşlıların işleri (yönetmede değil) yürütmede önceliklerinden kaynaklanan “saygın” konumlarının kurumlaşacağı söylenebilir. İnsanlığın uzun dönemlerini kapsayan avcı toplayıcı geçim biçimiyse, erkeklerin avda, kadınların toplayıcılıkta uzmanlaşmasına varmıştır. Erkeklerin organik (biyolojik) evrim ürünü olan irilikleriyle av etkinliğini üstlendikleri kesin gibi. Avcı takımları içinde örgütlenmenin ve av önderliğinin sağladığı (kültürel evrimsel) olanaklardan yararlanmamış olamazlar. Bunun, kendini patriarşide (aile reisliğinde) gösteren bir avantaj (üstünlük) sağladığı anlaşılıyor. Bugüne dek süren bir gelenekle, ailede erkeğin saygın kadının bağımlı konumu, cinsler arası saygının, eşitlikçi ilkel toplulukta bile eşitlikçi bir nitelik kazanmasını önlemiş görünüyor. Saygı ilişkilerinin uzak geçmişte kazandığı bu nitelikler, uygarlığa geçiş toplumlarındaki ve uygar toplumlardaki uzantılarından ve kalıntılarından anlaşılıyor.
Av (ki balıkçılığı da içine sokabiliriz) önderlerinin ve sihirci-sağaltıcıların saygınlıklarının temeli ve niteliği hakkında ise şunlar söylenebilir. Av önderlerinin toplum içindeki saygınlığı geçicidir. Ava önderlik edemeyecek duruma (ve yaşa) gelince sona erer. Topluluğun sıradan üyeleri konumlarına geri dönerler. Ya da yaşlı saygınlar arasına katılırlar. Sihirci-sağaltıcılara gelince, saygınlıkları kendi kişilik ve yeteneklerinin ürünü değildir. Zorlu doğa ve yaşam ortamlarının yarattığı korkulardan ve umutlardan beslenir. Saygınlıklarını ekonomik, siyasal erke dönüştürebilecekleri koşullar yoktur. Birçok yazımda belirttiğim gibi, (18) sihir, büyücülük hiçbir zaman din, dinin (ilerde dine evrinecek) ilkel bir biçimi, dinin tohumu değildir. Sihirci (büyücü) ise dinci (din adamı) sayılamaz. (19)
Din, sınıflı toplumun eşitsizlikçi (çalıştıran efendi-çalıştırılan köle, serf, işçi) yöneten egemen-yönetilen uyruk biçimlerindeki yurttaşlık ilişkilerinin yansıtılıp, pekiştirilip, yeniden üretilmesini (iknayla) kolaylaştıran kurumudur. Din ile sihiri ayıran ayraç (turnusol) tapınma (tanrı-kul eşitsizlikçi ilişkisi) olarak saptanabilir. Sihirci ve sihir (büyü) yaptıran, inanan kişiler doğaya tapınmaz. Aşkınöznelere yalvarıp yakarmaz. Doğayı (istenmeyen bir şeyi yapmaması, isteneni yapması için) etkilemeye çalışır. Bu yolda hatta doğa güçlerine buyurmaya kalkar.
Buradan konumuzla ilgili olarak çıkarsanabilecek sonuç, ilkel topluluklarda gerek insan-doğa gerek insan-insan ilişkilerinde saygının hiçbir zaman tapınma noktasına varamayacak olmasıdır. Dolayısıyla, genellikle “eşitlikçi saygı” sınırları içinde kalacağıdır. Eşitsizlikçi saygının, karşılık, çıkar beklentilerinin, zorlanma, korkutulma öğelerinin, sömürü amacının aracı olarak kullanımını içermeyeceğidir. Bu niteliği, ilkel topluluklarda kuşaklar (çocuklar-anababa ve gençler-yaşlılar) arası ilişkinin yapısından da çıkarılabilir. Bunlarda saygının kendiliğinden, doğal, içten, hesapsız, karşılık beklentisiz olmasına yol açan koşullar vardır. Anababalar olsun yaşlılar olsun deneyim bilgi birikimi edinmişlerdir. Çocukların gençlerin elinde, topluluğun kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel evriminin birikimini öğrenebilecekleri onlardan başka kaynaklar (yazılar, öğretmenler, uzmanlar) yoktur. Anababalar ve yaşlılar ise yeni kuşaklara söz konusu bilgi ve deneyim birikimini, açık ve yakın bir karşılık, bir çıkar, bir kazanç, bir sömürü amacıyla vermemektedirler. Dolayısıyla, gördükleri saygı da çıkara, zora, karşılığa dayanmayan nitelikte (içten) olacaktır. Aynı derecede önemli bir olguyla, bugünün saygı gösterenleri yarının saygı görenleri konumuna gelecektir. Bunun alamı, toplumun (yaşa başa bakılmaksızın) saygı beklenenler ile saygı bekleyenler arası uzlaşmaz çıkarların yol açtığı bölünmeye uğramayacağıdır.
“Peki ya ilkel topluluğun sıradan üyeleri arasında ‘karşılıklı saygı’ biçiminde ilişkiler yok muydu?” sorusu akla gelebilir. Yanıtı, toplumbilimcilerce “yüz yüze ilişkiler” içinde birimler sayılan ilkel topluluklarda, özel alan-kamusal alan ayrımının bulunmadığı, dolayısıyla birbirlerinin özel alanına “karşılıklı saygı” isteminde (talebinde) bulunmuş olamayacaklarıdır. (20)
Çağımızın toplumu içindeki aile topluluğunda
Çağımız ailesinde kuşaklar arası ilişkilere (anababa-çocuklar, onunla çakışan gençler-yaşlılar ilişkisine) gelince, benzer bir durum söz konusudur. Çağımız ailelerinin, toplumlarının sınıflaşmış ve mesleksel işbölümüne uğramış yapısı içindeki konumları uygunsa üyeleri arasında “eşitlikçi saygı ilişkileri” varlığını sürdürüyor olabilir. Ama birçok etmenin sonul ürünü böyle bir olasılığı azaltır. Uygun bir durumun, uygun nedenler kombinasyonunun çoğu örnekte bulunmamasının bir sonucu olarak aile içinde “eşitlikçi saygı ilişkileri” yanı sıra “eşitsizlikçi saygı” biçimleri görülebilir. Eşitlikçi saygının yerini tümüyle eşitsizlikçi saygının aldığı durumlar da doğabilir. Bir konuda o, bir konuda bu tutum gösterilebilir. Hatta, çıkarlar ile duygular, değerler arasında şaşırmış, ne yapacağını bilemeyen aile üyeleriyle karşılaşılabilmektedir. Gerçekten, analarına babalarına adlarıyla çağıran çocuklar yetiştirenler yanı sıra “siz” diyen, “Beybaba” diye seslenen çocuklu ailelerle karşılaşılabilmektedir. Eşitçe-eşitsiz bölüşülecek olan, kimilerinin yaşamını kurtaracak, kimilerine yaşam boyu geçim olanakları (kapital) sağlayacak, kimilerine yaşamı boyunca çalışmadan istediği gibi yaşama (rant) olanağı verecek yüklü bir kalıta (mirasa) konma durumu karşısında aile üyeleri arası eşitlikçi saygı sözde, gösteride kalacaktır. (21) Çocukların anababaya saygısı korkularla ve umutlarla dolu beklentilerinin etkisiyle yozlaşacak, içtenlikten uzaklaşacaktır. Geleceğin kalıtçıları (mirasçıları) arasında ise “karşılıklı saygı” ilişkisini sürdürmek güçleşecektir. Aralarına, ister istemez, “nifak”, ikiyüzlülük girecektir.
İlkel ve çağdaş ailelerde saygı anlayışlarının benzerlikleriyle ve farklılıklarıyla karşılaştırılması
Çağımız aile kurumunun ilkel klan (kandaşlar birliği) toplumsal biriminin bir uzantısı olarak doğmuş olacağı söylenebilir. Ondan kalıttığı bazı öğelerin günümüzde de sürdürüldüğü bilinmektedir. Ama içindeki söz konusu eşitlikçi öğeler (örneğin eşitlikçi saygı ilişkileri) ilk sınıflı, devletli, ideolojili uygar toplumlarda kurumlaştırılmış eşitsizlikçi ilişkilerle harmanlanmış görünüyor. İlkel aile, yani klan (başka deyişle avcı ve toplayıcı topluluk) da çağdaş aile gibi kolektif (ortak) bir geçim ve yaşam biçimidir. Onda da kadın-erkek işlev ve işbölümü, çocuklar-anababalar, gençler-yaşlılar biyolojik (doğal) ve kültürel farklılaşmaları vardır. Aile kazancının dağıtımının (bölüşümün) “gereksinime göre” yapılışına bakılarak, iç düzeni “komünizm” (22) olarak nitelenebilir. Böyle bir yapıdan aile üyeleri arası ilişkilerin “eşitlikçi saygı” temeline dayanması beklenir. Bir ölçüde de öyledir.
Ancak günümüzün aile birimleri, toplumdan yalıtılmış olarak değil, ekonomik, toplumsal, siyasal farklılaşmalara uğramış sınıflı toplumlar içinde yaşamaktadır. Aile bir ortak tüketim birliği niteliği gösterse de üretim alanında, varlığını, çarklarını, uğraş farklılaşmasına (iş ve meslek farklılıklarına) ve pazar için üretime uyarlanmış olarak sürdürmektedir. En önemlisi dış ilişkileri (bilimsel dille söylenirse) “toplumsal artı aktarımı” (siz daha bildik dille “sömürü” diyebilirsiniz) düzenine göre yürütülmektedir.
Çağdaş ailenin bu konumunun “eşitlikçi saygı” ilişkilerini yozlaştırıcı sonuçları görülmektedir. Öyle ki, başta karı-koca ilişkileri olmak üzere ilişkiler, genelde aile malvarlığının sahibi ve sonul kertede yöneticisi olan erkeğin egemenliği altındadır. Bu durumda, eşler arasında (ilkel patriarşik ailede bile bulunmuş olabilecek) kendiliğinden, zora dayanmayan, içten, hesapsız, çıkar kaygısından uzak karşılıklı eşitlikçi saygı ilişkileri gelişemeyebilmektedir. Kuramda ve ahlak kurallarınca karı-koca bağının karşılıklı saygıya dayanması gerektiği söylense de, gerçeklikte durum böyle değildir. “Eşler arasında sevgi geçicidir; önemli ve kalıcı olan saygıdır” deyişine hemen herkes kafa sallıyor olabilir. Ama gerçekte durum nedir? İlk uygar toplumların Konfüçyüs, Aristoteles gibi bilginlerinin söylediklerine bakın: “Koca karısını koruyup sevmeli, karısı kocasını sevip saymalı” olarak formülleştirilebilecek ahlak anlayışları, tarihsel olsun çağdaş olsun uygar sınıflı toplumun aile ilişkilerini de etik değerlerini de daha doğru yansıtmaktadır. (23)
İLKEL TOPLULUKLARDAN UYGAR TOPLUMA GEÇİŞ TOPLULUKLARINDA SAYGI KURUMU
Eşitlikçi saygı anlayışlarından eşitsizlikçi saygı anlayışlarına geçiş, eşitlikçi yapılı ilkel topluluklardan katmanlı (sınıflı) uygar toplumlara geçilişini izleyen bir olgu olarak belirir. Bu noktada, kökleri ilkel topluluklara dayanabilen, dalları uygar toplumlarda günümüze dek uzanabilecek bir görüntü verir. Kökleri ilkel topluluklardaki patriarşiye, av önderliğine sihirci-sağaltıcılığa dayansa da onların düzgün doğrusal kültürel evriminin ürünü değildir. Nitel bir sıçrayıştan da beslenir.
Ayrıca, bu geçiş topluluklarında saygının böyle insan-insan ilişkileri yanı sıra, ilkel topluluğun insan-doğa ilişkileri içinde saptanabilecek bir kökeni de vardır: Animizm (canlılık) yani (güneş, toprak gibi) doğa öğelerinin ve (fırtına, yersarsıntısı gibi) doğa güçlerinin, insanlarınkine benzer, duyguları, düşünceleri, istençleri, amaçları, eylemleri olduğu inancı. Bir başka deyişle, “doğa güçlerinin kişileştirilmesi, özneleştirilmesi”. Böyle bir düşünüş eğilimi, sınıflı, eşitsizlikçi toplumda, nitel bir sıçramayla, onların “aşkınözneleştirilmesi” noktasına taşınacaktır. Eşitsizlikçi sınıf ilişkilerinin etkisi, daha önce özneleştirilmiş doğa güçlerinin, yüceltilerek aşkınözneleştirilmeleriyle, gerçek insan öznelerinin tepesine oturtulmasını sağlayacaktır.
Benzeri bir nitel sıçrama, insan-insan ilişkilerinde de görülecektir. Patriarşi, yani baba erki, geçiş toplumlarında, ataerki biçimiyle, şefin karizmatik erkine dönüştürülebilecektir. Eski şeflerin, ölmüş ataların ruhlarına, totemlere saygı, şefin kişiliğinde temsil edilerek “ata kültü” biçimini alacaktır. (24) Oradan, uygar toplumlarda, devlet babayı temsil eden egemen, tanrı-kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisi, sözcüsü sıfatları yüklenerek, siyasal erk yöneticilerin mutlak erki düzeyine çıkarılacaktır. Yöneticiler buna uygun olarak, uyruklarından, buyruklarına koşulsuz uymalarını, kendilerine tanrıya gösterdiklerine benzer tapınırcasına ve karşılıksız, tek yanlı saygı göstermelerini bekleyeceklerdir.
Bitkisel ve hayvansal besin üreticilerinde saygınlık
Bu yöndeki gelişmelere, önce bitkisel besin üretimine, onu izleyen hayvansal besin üreticiliğine geçişin hızlandırıcı etkileri olmuştur. Sonra da bitkisel besin üretiminde uzmanlaşan yerleşik çiftçiler ile hayvansal besin üretiminde uzmanlaşacak göçebe çoban topluluklar arası farklılaşmasının belirleyici etkileri görülecektir.
Çiftçilerde (erkek egemen saban tarımına geçilmeden önce) çapa tarımı döneminde toprağın verimliliğinin kadının doğurganlığına benzetildiği anlaşılıyor. Bunu, yere, “toprak ana” olarak özneleştirilip saygınlık yüklenmesinden, ona ana saygısı gösterilmiş olmasından çıkarabiliyoruz.
Göçebe çobanlarda ise, kendine yetersiz ve savaşçı bir geçim ve yaşam biçimi (25) ataerkil saygı anlayışını erkek egemen kültür düzeye çıkaracaktır. Bu yöndeki gelişmelerin ipuçları şeflikleri izleyen uygar toplumlarda, yöneticiler ile uyruklar arası ilişkilerin, hemen her kültürde çoban-sürü benzetmesi terminolojisiyle açıklanıp yürütülmesidir.
Şefliklerde eşitsizlikçi saygının ve saygınlığın kurumsallaştırılması
Birden çok ailenin, soyun (sülalenin) güçlenen bir patriarkın önderliği ve denetimi altında, aşiret ya da kabileler konfederasyonu örgütlenişi içinde birleştirilip bütünleştirilmeleriyle patriarşilerden şefliğe geçilmiştir. (26) Şefin soyu, ağır basan soyun totem atalarına dayandırılmış (27) şef onların temsilcisi olarak büyük bir saygınlık kazanmıştır. Yüksek saygınlığının temelinde, av (savaş) önderliğinin saygınlığı yanı sıra, sihirci-sağaltıcılığın saygınlığını kişiliğinde toplamış olması yatar. Böyle bir gelişmenin yazılı gelenekteki örneğini Tevrat içinde buluyoruz:
Avram (İbrahim) çoğalınca ilerde İbraniler olarak adlandırılacak soyun atasıdır. Ailesiyle birlikte, göçebe çobanlık yapmak üzere (MÖ 1800 dolaylarında) Ur kentinden çıkıp çöllere düşmüştür. Ailesi (topluluğu) genişleyince patriarşi düzeninin de geliştirilmesi gereksiniminin duyulduğu anlaşılıyor. Bunu, aile, kabile tanrısı olan (adı “efendi” anlamına gelen) Rab’binin kendisine görünüp söyledikleri anlatılan şu satırlardan çıkarıyoruz:
“Avram doksan dokuz yaşında iken RAB ona görünerek, ‘Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’yım’ dedi … Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğince çoğaltacağım. Avram [korkudan] yüzüstü yere kapandı. Tanrı ‘… Birçok ulusun babası olacaksın. Artık adın Avram değil, İbrahim [Abraham] olacak. Çünkü seni birçok ulusun [halkın] babası yapacağım.’”
Türkçe çeviriye düşülen dipnotlarında, İbranice’de Avram adının “Yüce Baba”; İbrahim (İbranice’de Avraham) adının “Çokların Babası” [eski çeviride “Cumhurun Babası”] anlamlarına geldiği açıklaması anlamlıdır. Bu anlatı ve açıklamalar, yöneten-yönetilen farklılaşmasında devlete varılacak yöndeki eşitsizlikçi gelişmelerin şeflik konaklamasına gelindiği biçiminde yorumlanabilir. Hiç değilse ben böyle yorumlamaktayım. Bunlar aynı zamanda, değişen düzene koşut olarak, eşitlikçi saygı anlayışından eşitsizlikçi saygı anlayışlarına yönelişin de izlerini taşımaktadır. Sözü edilen korkulu saygı, şeflik öncesindeki karının kocasına, çocukların ana babasına, gençlerin yaşlılara saygısından farklıdır. Ataların ruhuyla içli dışlı olunan totemcilikte toteme duyulan, katılmacı denebilecek saygıdan bile farklıdır. Bir topluluk dışı aşkınözne karşısında korkulu, tapınırcasına saygıdır.
Eşitsizlikçi yönde gelişmeye başlayan böyle bir saygı anlayışının şeflikteki karı-koca ilişkilerinde almış olabileceği biçimin ipuçlarını da İbrahim’in ailesiyle ilgili şu öyküde görebiliriz:
“Karısı Saray Avram’a çocuk [bu demektir ki erkek çocuk] doğurmamıştı… Saray Abram’a ‘Lütfen cariyemle [kölemle] yat. Belki bu yoldan bir çocuk sahibi olabilirim’… Avram Hacer’le yattı. Hacer hamile kaldı… hanımını küçük görmeye başladı… Saray Avram’a … beni küçük görmeye başladı. İkimiz arasında RAB [dikkatinizi çekerim kocası değil Rab] karar versin. Avram, ‘Cariyen senin elinde’ dedi, ‘Neyi uygun görürsen yap’. Böylece Saray cariyesine sert davranmaya başladı. Hacer onun yanından kaçtı. RAB’bin meleği Hacer’i… buldu… ‘Hanımına dön ona boyun eğ’ dedi.”
Sınıflı uygar toplumda normlaşacak böyle bir karı-koca, efendi-köle, tanrı-kul ilişkisi, ilkel topluluklardaki saygı ilişkileri kadar ileride burjuva aile etiğinde karı-koca arasında (sözde kalabilse de) “karşılıklı saygı” durumundan çok uzaktır.
SINIFLI DEVLETLİ UYGAR TOPLUMLARDA SAYGININ GEREKÇESİ, BİÇİMİ, İŞLEVİ
Sınıflı (eşitsizlikçi yapılı) devletli (yönetenler-yönetilenler farklılaşması kurumsallaştırılmış) ideolojili (çıkarları uyuşmayan sınıfları bir arada tutarak artı sömürüsünü sürdürecek inanç dizgeli) ve kentli (medineli, medeni) uygar topluma geçişin belli başlı iki tarihsel materyalist kuramının bulunduğu söylenebilir: Engels’ci (iç gelişmeci) kuram ile Oppenheimer’cı (dış etmen fetihçi) kuramlar. Açıklamalarımı, burada tartışmasına girmeden (28) Oppenheimer’cı kurama dayandıracağım.
Oppenheimer’cı fetih kuramı ışığında eşitsizlikçi saygı anlayışının kuruluşu
Bu kurama göre [siyasal evrimde şeflik düzeyine ulaşmış] göçebe çobanlar, artı ürün (toplumsal artı) sağlamak üzere fetih gücüyle yerleşik çiftçilerin tepesine çıkıp otururlar. Ele geçirdikleri toplumda (toplumsal artıyı denetlemenin sağladığı olanaklarla) sınıflaşmayı ve siyasal farklılaşmayı başlatmış olurlar. Artı sömürüsü ve yönetim, kaba güçle başlatılmış olsa da, onların salt kaba güce dayanılarak sürdürülmesi kolay değildir. Kolayı, bir de inanç gücüyle gönüllü boyuneğme yollarının (zamanla, yordamlamayla) geliştirilmesidir.
Tarımla ilgili doğa güçlerinin aşkınözneleştirilmesi
Bu yolda, yenen ve yenilgiye uğratılan toplulukların mitoslarının birleştirilip örgütlendirildikleri anlaşılıyor. Varılan nokta, dinsel ideoloji biçimi gösterecek mitolojilerin geliştirilmesidir. Bu nasıl yapılacak? Kültürel gelenekteki özneleştirme eğilimi, nitel bir sıçratmayla bir üst düzeye taşınacaktır. Genellikle, tarımla ilgili doğa güçlerini “aşkınözneleştirme” yoluyla “tanrılar” (kafalarda) yaratılacaktır.
Tanrıların kişileştirilmesinde efendilerden ve yöneticilerden esinlenilmesi
Tanrıların kimliklerinin, kişiliklerinin biçimlendirilmesinde ise, eşitsizlikçi toplumsal yapıdan ve onun eşitsizlikçi ilişkilerinden esinlenildiği anlaşılıyor. Gerçekten tanrılar, egemen efendi katmanlar gibi çalışmayıp çalıştıran, yönetici kadro ve egemen gibi çalıştırırken yöneten özneler olarak tasarlanırlar. Böylece, çıkarları birbirine ters düşebilen sömüren ve sömürülen katmanlar, aynı tanrıya (örneğin Sümer’de her bir kent devletinin koruyucu tanrısına) inançla birleştirilmiş olurlar.
Sümer ve Babil yaratılış mitosları: Enuma eliş
Böyle bir inançlar dizgesinin, kurulduktan sonra, Mezopotamya’nın ve Ortadoğu’nun siyasal gelişmelerine uygun olarak, kenttanrıcılıktan başlatılıp, çoktanrıcılıktan geçirilip, tektanrıcılığa dek geliştirilmesinin yazılı belgeleri var elimizde (29): Sümer ve Babil yaratılış destanları ile kutsal kitapların benzerliği, insanlığın Eski Dünya’daki (Afroavrasya’daki) ilk uygarlığını kuran toplumun, Ortadoğu-Avrupa kültür geleneğinin dinsel ideolojisinin de kurucusu olduğunu gösteriyor. Bu ideolojinin kaynağında “Sümer Yaratılış Mitosu”nun bulunduğu kesin. Onun Babilli biçimi Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı bunun tanığı olup, tablet parçaları çıkarılıp, birleştirilip, dili çözülüp (Türkçeye de) çevrilmiş bulunuyor. Enuma eliş’in tanıklığı, Museviliğin, Hıristiyanlığın, İslamlığın kutsal sayılan kitaplarının içinde anlatılan yaratılış öyküsünün, Sümer kaynaklı olup Babil çeşitlemesinden alındığını gösteriyor. İnsanın yaratılış amacını da ele veriyor:
Enuma eliş içinde, Mezopotamya kentlerinin koruyucu tanrıları yaşlı ve genç tanrı kuşakları arasında baştanrılık, egemenlik (ve denebilir ki saygı) savaşları anlatılır. Tarihçiler, öykünün gerisinde, Mezopotamya kent devletleri arasında süregelen egemenlik savaşları gerçekliğinin yattığını göstermişlerdir.
İnsanın tanrılara hizmet edecek kul olarak yapılıp yaratılışı
Savaşı, egemenliği ele geçiren Babil’in tanrısı Marduk (ve yandaşları) kazanır. Savaşı yitiren tanrılar, köle gibi çalışarak kazananları besleyip onlara hizmet etme yazgısıyla karşı karşıya kalmışlardır. Çalışmak istemeyip ayaklanma eğilimine girmeleri düzen sorunu yaratır. Bu sorunu, insanlığın ilk kenti olan Eridu’nun Sular Tanrısı bilge Enki (Sami dilindeki adıyla Ea) çözer. Tutsak tanrılar yerine çalışıp hizmet edecek olan ve tutsak tanrılara benzeyen bir canlı yapmalarını öğütler. (30) Böylece insan (dikkat buyurun, balçıktan ve “tanrıya benzer olarak”) yaratılmış olur. Ancak tanrıya benzerlik burada biter. Tanrı-kul farklılığının özünü kavramak için kul insanın yaratılış amacına, varlık nedenine de bakılmalı: O zaman insanın tanrılara hizmet, kölelik, kulluk etmesi için yaratıldığının yazılmış olduğu görülecektir.
Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki ve tapınırcasına saygı kalıbının dökülüşü
Sonuçta tanrı-kul ilişkisi öyküsü, eşitsizlikçi yapılı bir toplumda, çalıştıran-çalışan, efendi-köle, yöneten-yönetilen, hatta üreten-sömüren ilişkilerinin dinsel ideolojideki (moda deyişle) simulasyonudur. Bundan öte tanrı-kul ilişkisi kalıbı, toplumdaki gerçek üretim ve tüketim ilişkilerini açıklayan, aklayan ve yeniden üretilmesini kolaylaştıran (yağlayan) bir ideoloji işlevi görmektedir. Öyle ki, düşünsel düzeyde, eşitsizlikçi ilişkiler bu kalıba dökülüp, bu kalıptan çıkarılarak yeniden üretilip çoğaltılabilmektedir.
Yaratan tanrı-yaratılan kul ilişkisine saygı geleneği, saygı kurumu açısından bakılırsa şunlar görülmektedir: Tanrı-kul ilişkisi, her şeyden önce buyruk veren ile buyruk alanlar, buyrukları dinleyenler, buyrukların gereğini yapanlar olarak eşitsiz konumlardaki kimseler arası ilişkilerdir. Saygı görüp saygı gösterme, buyruk (söz) dinleme noktasında başlar. Saygının, dayandırıldığı yaratış mitosundaki gerekçesi, bir yanın kavgayı, savaşı yitirmiş, egemenlik altına alınmış bulunmasıdır. Yenilenin yazgısı, normalde (gelenekte) yok edilmek, öldürülmektir. Ama kazanan, bu olanağını kullanmayıp, yitirenin yaşamını bağışlamaktadır. Bu ona aynı zamanda, ilerde yendiğinin yaşamasına ya da ölmesine karar vermekten birini seçme hakkını kazandırmıştır. Bağışlayıp yaşamasına izin vermesinin, kazanana getireceği kazancı, yitiren içinse bir bedeli olmalıdır. Bedel, kazanan için yaşam boyu çalışması, üretmesi zorunluluğudur. Kazananı (adakla, kurbanla) beslemesidir. Kısacası, ona hizmet, kölelik, kulluk etmesidir. Azı yetmez; yeter ki savaşı kazanan bu yolda bir bağışlamada bulunsun.
Tapınırcasına saygıda tarafların grafik değerleri: 0 – ¥
İlişkinin başında, savaşta ağır basan yanın yendiğini, tutsak aldığını öldürmeyip yaşamı bağışlaması, bir anlamda ona yaşam vermesi vardır. Bunun anlamı, yenip boyunduruk altına aldığını yok etmeyip bir anlamda var etmesi, yaratmasıdır. Öyleyse aralarındaki eşitsizlikçi ilişki, özünde, aynı zamanda bir yaratan-var eden yan ile yaratılan, istendiğinde yok edilebilecek yanın ilişkisidir. Böyle bir ilişki (yazının girişinde yapıldığı gibi grafiğe vurulursa) yaratanın erki, dolayısıyla değeri ¥ (sonsuz) imiyle (işaretiyle) gösterilebilir. Yaratılanın değeriyse 0 (sıfır) olacaktır.
Ortada üzeri örtülü bir antlaşma (dayatılan-kabul edilmek zorunda kalınan bir anlaşma) vardır. Kul, anlaşmayı kabul ettiğini, beden diliyle gösterecektir. Boyuneğmenin, saygının en şiddetli derecesiyle, kendini yerlere atacaktır. Başını, kazananın ayağıyla boynuna basabileceği derecede alçaltacaktır. Antlaşmayı kabul ettiğini ve hep kabul edeceğini böyle belirtecektir. Çünkü ondan benliğini aşağılayıp, alnını yere yapıştırarak kişiliğini, benliğini, özgür özneliğini (insanlığını) yadsıması beklenmektedir. İşte en üst derecesiyle böyle bir boyuneğmeye, böylesine bir saygıya “tapınma” denmiştir. Bugün de bu adla anılmaktadır. Mutlak, sınırsız boyuneğme (itaat) tapınmadır. Tapınma, mutlak (sınırsız) boyuneğmedir.
Bu aynı zamanda, dinsel ideolojide tapınma “eylemiyle” simgelenen eşitsizlikçi saygı anlayışıdır. Yaşam pratiğinde saygının dereceleri, üstün konumdakilerin sıradüzenindeki yerlerine göre, ana babadan büyüklere, topluma, egemen sınıflara, efendilere, yöneticilere, imparatorlara, en üstte evrenin efendisine dek uzanan gerçek, tüzel ve sanal öznelerine yükseklik derecelerine, onlara verilen değerlere oranlı olarak azaltılıp artırılabilecektir.
Böyle bir saygı kurumu, saygı olgusu, dillere, eşitsiz yanların birbiriyle sözlü-yazılı ilişkiler kurarken seslenişlerinde somutlaştırılır. Bu biçimi “efendim” ve “bendeniz” (kulunuz, köleniz) sözlerinin kullanışında bugün de gözlemlenebilir. (31) İlerde (burjuva toplumuyla) eşitsizlikçi ilişkilerden eşitlikçi (denen) ilişkilere geçilecektir. Dolayısıyla eşitsizlikçi saygıdan eşitlikçi saygı gösterim biçimlerine geçilmiş olacaktır. Buna karşın, çağdaş iletişimde, eşitsizlikçi saygının kalıbındaki ilk biçiminin (sözcüklerde fosilleşmiş olarak) telefon konuşmalarında kullanılagelen “efendim” ve “buyrun” sözcüklerinde sürdürülmesi, eşitsizlikçi ilişkilerin bir biçimde sürmesi yanı sıra kültürel geleneklerin inatçılığını göstermektedir. Kibarlık onun örtüsü!
TEKTANRICI DİNİN MUSEVİLİK, HIRİSTİYANLIK, İSLAMLIK EVRELERİNDE TAPINMA VE SAYGI ANLAYIŞLARI
Musevilikte Tevrat’tan eşitsizlikçi saygı anlayışı örnekleri (32)
Tevrat’ta anlatılanlara bakılırsa, İbrani kabileler konfederasyonun on iki boyu göçebeliği bırakmak üzere Kenan (Filistin) topraklarını ele geçirme girişiminde bulunurlar. Yehova’nın “süt ve bal akan vaad edilmiş ülke” mitosu, onların uygarlaşma ve yerleşme tutkularını yansıtır. Söz konusu (fetih) girişimlerinde, kabile tanrılarının üstünde bir konfederasyon (birleştirici) aşkınöznesi düşüncesine gereksinim doğduğu anlaşılıyor. Bu gereksinim “orduların Rabbi Yehova” inancıyla karşılanmıştır: Yehova inancının kabile tanrıları dönemi günlerinden kalma inanca dek geri uzatılıp, Abraham’ın tanrısının da Yehova olduğu yazılmıştır, Tevrat’ın “Yaratılış” (eski çevirideki adıyla “Tekvin”) bölümünde. Bunun için, bir gün Rab’bin Abram’a seslenip, kendisine tanrılık yapmak için seçtiği halkına yol göstereceği bir antlaşma (ahid) yapmak istediğinin belirtilmesi gerekmiştir:
“Ve Abram doksan dokuz yaşında iken RAB ona görünerek, ‘Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’yım.. Benim yolumda yürü, seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğince çoğaltacağım.’ Avram yüzüstü yere kapandı… Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız… Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak.” (Tevrat, Yaratılış 17: 1-9) “Antlaşma” denenin tek yanın dayatması, egemen yanın ise tanrı olduğu anlaşılıyor. Ya adını Abram’dan İbrahim’e yükselttiği kulunun konumu ne?
“İbrahim, ‘Ben toz ve külüm bir hiçim’ dedi. Ama seninle konuşma yürekliliği göstereceğim.” (Yaratılış, 18: 27)
Kuşaklar sonra, bu kez seçtiği halkı Mısır köleliğinden kurtarıp çıkaracak Musa’ya görünür:
“RAB Musa’nın yaklaştığını görünce, çalının içinden ‘Musa Musa’ diye seslendi. Musa ‘Buyur!’ diye yanıtladı. Tanrı ‘Fazla yaklaşma’ dedi. (33) (Tevrat, Mısır’dan Çıkış 33: 18 ve 34:8)
“Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır… Musa yüzünü kapadı, çünkü Tanrı’ya bakmaya korkuyordu…” Rab halkını Mısır’dan çıkarması için neler yapacağını anlatır. Musa da halka anlatır: “Halk inandı; RAB’bin kendileriyle ilgilendiğini, çektikleri sıkıntıyı görmüş olduğunu duyunca eğilip tapındılar.” (Çıkış, 3: 4-6)
Musa halkı Mısır’dan Rab’bin yardımıyla çıkardıktan sonra Rab buyruklarını yağdırmaya başlar: Kölelikten kurtuluşun her yıl kutlanacağı “Fısıh Bayramı’nın kuralları şunlardır: ‘Hiç bir yabancı Fısıh [kurbanı] etini yemeyecek. Ama satın aldığınız köleler sünnet olduktan sonra ondan yiyebilir.’ denir. “İsrailliler Rab’bin… verdiği buyruğu eksiksiz yerine getirdiler.” (Çıkış, 12: 43-44) diye eklenir.
Tevrat’a göre buyuran, egemen olan Musa değildir. Musa yalnızca Rab’bin buyruğunu anlatan ve yerine getiren kuludur. Ayrıca Rab’bin egemenliğinin sürekli olacağı söylenir: “RAB sonsuza dek egemen olacak.” (Çıkış, 15:18) Egemenlik kadar malın mülkün de sahibi Tanrıdır. Mülkünden istediğine istediği kadar verir: “Şimdi sözümü dikkatle dinler antlaşmama uyarsanız bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir.” (Çıkış, 19:5) Bu sözlerle, dinsel ideolojide egemenlik kadar malın mülkün de, (sözde) asıl sahibinin Tanrı olduğu söylenerek, özel sahipliğin kamu yararına sınırlandırılmasına çalışılmıştır. Öte yandan tanrının mülkünden istediğine istediği kadar verdiği düşüncesi işlenerek özel sahiplik, varsıllık, eşitsizlik kutsanmış olmaktadır.
Tanrının hemen her alandaki yetkesi mutlaktır; ve bölüşülmeyecek niteliktedir: “Benden başka tanrın olmayacak, kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben, Tanrın RAB [efendin] kıskanç bir tanrıyım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan soranım.” [nefret suçu mu?] “Ama beni seven, buyruklarıma uyan binlerce kuşağa sevgi gösteririm.” (Çıkış, 20:4-6)
Tanrı-kul arası eşitsizlikçi, buyruklara saygısızlığın şiddetle cezalandırılacağı söylenen saygı-sevgi ilişkisinin benzeri, öteki eşitsizlikçi ilişkilere de örnek oluşturmaktadır: “Annene babana saygı göster.” (Çıkış, 20:12) ve “Annesine babasına lanet eden kesinlikle öldürülecektir.” (21:17) Öteki saygı, tapınma örneklerinden biri, “Ak saçlı insanların önünde ayağa kalkacak yaşlılara saygı göstereceksiniz. Tanrından korkacaksın. RAB [egemen] benim.” (Levililer, 19:32) Ötekisi, daha önce gördüğümüz Saray-İbrahim-Hacer arası efendi-köle ilişkisidir. Hacer’i kaçtığı hanımına dönmeye kandırmak için Rab bebeğin soyunu sayılamayacak kadar (bazı yerlerde “denizin kumu kadar”) çoğaltacağını söyler.
Buradan İsrailoğulları ile öteki halklar arası (tanrı-kul, efendi-köle ilişkisine benzetilen) ilişki modeline geçilebilir: Rab seçtiği halkının antlaşmaya uymazsa onu başka halkların kulu yapacağını, uyarlarsa başka halkları onun eline verip onların efendiliğine atayacağını sık sık yinelenmektedir. Bu doğrultuda Abram’ın oğluna “Halklar sana kulluk etsin, uluslar boyun eğsin” diyerek onu kutsadığı (bkz. Yaratılış, 27:29’de) yazılıdır.
“Tanrıya sövmeyeceksiniz, halkınızın önderlerine lanet etmeyeceksiniz” (Çıkış, 22:8) gibi buyruklar da ve korkutmalarda Tanrı ile egemenin art arda getirilişi, aslında tanrı ile egemen arasında, kafalarda düşünsel bir özdeşleştirme yaratma amacının görüntüsüdür.
Tevrat’ta tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki modelinden türetilen eşitsiz ilişkilerinin, insan (ola ki savaş tutsağı) kurbanı derecesine varabilecek bir örneği de bulunmakta: “Rab’be koşulsuz adanan insan, para [fidye?] karşılığında kurtarılamayacak, kesinlikle öldürülecektir.” (Levililer, 27:33)
Hıristiyanlık’ta İncil’den eşitsizlikçi saygı anlayışı örnekleri (34)
Önce Hıristiyanlık’ta Tevrat’ın da [“Eski Ahit” olarak] kabul edilip okunduğunu anımsamalıyız. Konumuz açısından bunun anlamı, ondaki eşitsizlikçi saygı anlayışının da Hıristiyanlarca benimseneceğidir. Ancak, Hıristiyan inancını benimseyenlere göre İsa’nın “Müjde”si (ki İncil sözü bu anlama gelmektedir) yalnızca korkudan kaynaklanan saygıya dayanmaz. İsa’nın korkudan çok sevgiye dayandırılan bir saygı anlayışını getirdiğine inanılır. İncil’de bu inancı destekleyecek sözler varsa da, bakalım ağırlıkları “eşitlikçi saygı” denebilecek derecede midir?
Hıristiyanlık’ta da tanrıya gösterilecek saygının, Musevilikteki gibi korkudan ve hayranlıktan kaynaklanacağını anlıyoruz: İncil, Pavlus’un “İbraniler’e Mektup”unda (12:28-29’da) “Böylece sarsılmaz bir egemenliğe kavuştuğumuz için [Tanrı’ya] minnettar olalım. Öyle ki tanrıyı hoşnut edecek biçimde saygı [İngilizce çevirilerinde reverence] ve korkuyla [İngilizce’de awe, boyuneğme] tapınalım. Çünkü Tanrı’mız yakıp yok eden bir ateştir.” “Rab önünde kendinizi alçaltın sizi yüceltecektir” denir.
İsa’nın sözlerinde sevgi ve saygı
İncil metinlerinde İsa’nın “Tanrının Oğlu” derecesinde yüceltildiği unutulmamalı. Örneğin “Teknedekiler [fırtınada boğulmak üzere olan Petrus’u kurtardıktan sonra gölün üzeride yürüyüp gelen İsa’yı görünce] “Sen gerçekten Tanrı’nın oğlusun diyerek O’na tapındılar” (Matta, 14: 31-33) deniyor.
İsa’ya tanrı saygısı gösterilmesinin, kendisinin eşitlikçi söz ve davranışlarıyla örtüşmeyeceği belirtilmeli. Gerçekten İncil’de, hakkındaki tanıklıklar İsa’ya bir tanrı saygısı gösterilmesinin beklendiği yönündedir. Kaldı ki Hıristiyan inançlarını formülleştiren, İsa’dan çok Pavlus, Pavlus’un düşünceleri ve sözleridir. Gerçekten İsa’nın kendisinin İsrailoğullarının yitmiş koyunlarını toplamak için gönderildiğini söylediği (Matta, 15:24’de) yazılıdır. Dahası, havarilerine ise, öteki halklara değil İsrailoğullarını aydınlatmaya gitmelerini buyurduğu eklenmiştir. (bkz. Matta, 10: 5-6) Önce İsa’nın eşitlikçi ahlak konusunda birbiriyle çelişkili sözlerine, sonra Pavlus’un eşitsizlikçi saygı anlayışına bakmak doğru olur.
“Komşunu seveceksin, düşmanından nefret edeceksin” dendiğini [Tevrat’tan] duydunuz. Ama ben [İncil’de] size diyorum ki, düşmanınızı sevin” (Matta, 5:43). Bu deyiş tüm insanlara saygılı olma ilkesi çıkarılabilecek, dolayısıyla eşitlikçi bir ahlak ve saygı anlayışı içine sokulabilecek niteliktedir. Gene ilerde Kant’ın ahlak felsefesinde formülleştireceği burjuva eşitlikçi ahlak ilkesinin ilk olarak İsa tarafından ileri sürüldüğü daha doğrusu bu yolda İsa’dan esinlendiği söylenebilir: “İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Çünkü Kutsal Yasa’nın [şeriatın] ve peygamberlerin söylediği budur.” (Matta, 7:12)
Bunlardan öte İsa, Hıristiyanlarca şu sözleriyle anılıp anımsatılmaktadır: “Göze göz, dişe diş dendiğini [Tevrat’tan] duydunuz. Ama ben size diyorum ki kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana sol yanağınızı da çevirin.” (Matta, 5:40) “Kılıcını yerine koy!” dedi; çünkü “Kılıç çekenlerin hepsi helak olacaklardır” (Matta, 26:52) sözleriyle ve hastalara, yoksullara, kölelere umut veren davranışlarının öyküleriyle anılır. Ne var ki İncil’de İsa’ya bunlara taban tabana zıt sözler de söyletilmiştir. (35) İsa’ya: “Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın. Barış değil kılıç getirdim” dedirtilir. Daha önemlisi “Çünkü ben babayla oğlun, anneyle kızın, gelinle kaynananın arasına ayrılık sokmaya geldim”. Sevgi, saygı değil ayrılık! Neden? “İnsanın düşmanı kendi ev halkı olacak. Annesini ya da babasını beni sevdiğinden çok seven bana layık değildir.” (Matta, 10: 34-37)
Burada İsa’nın ya da İsacılığı yaymak isteyenlerin sevgi ve saygı anlayışı kendini ele veriyor. Amaç insan değil Tanrı, saygı insana değil tanrıya, dolayısıyla eşitsizlikçi saygı. Aynı anlayış ilerde tektanrıcı dinin Musevilik, Hıristiyanlık gibi evrelerinden biri olan İslamlıkta, “Yaratılanı Yaradan’dan dolayı severim” biçiminde yenilenegelen anlayışta görülecektir.
Pavlus’un mektuplarında Tanrıya, İsa’ya, yöneticilere, efendilere, ana babalara boyuneğme olarak saygı
Hıristiyanlığın kuramcısı Pavlus, böyle bir sevgi ve saygı anlayışı doğrultusunda, ana babadan egemenlere, tanrıya gösterilmesi gereken sevginin ve saygının eşitsizlikçi niteliğini bir bir ele aldığı ilişkilerde formülleştirecektir. Çeşitli ülkelerdeki gizli Hıristiyan örgütlerine (kilise topluluklarına) gönderdiği mektuplarda, önce kendisini Tanrı’nın ve Tanrı’nın oğlunun kulu olarak görüp göstermiştir: “İsa Mesih’in kulu, Tanrı’nın müjde’sini [İncil’i] yaymak üzere seçilip elçi olmaya çağrılan ben Pavlus’tan selam” (İncil, Pavlus’tan Romalılara Mektup 1:1 ve 1:10). İsa’yı izleyerek anaya babaya saygı konusunda: “Tanrıyı tanımakta yarar görmeyenler tanrıdan nefret edenler” arasında “anne baba sözü dinlemeyenler”i sayıp, “Böyle davrananların ölümü hak ettiğine ilişkin tanrı buyruğu”ndan (Romalılar, 1:28-32’de) söz etmektedir.
Hıristiyanlar arasında ana baba-çocuklar arasında olduğu kadar karı-koca arasındaki saygı ilişkileri de, Pavlus’un söylediklerinden çıkarılabileceği gibi, Tanrı inancı ve buyruklarına saygı ekseni çevresinde döner: “Birbirinize kardeşlik sevgisiyle bağlı olun. Birbirinize saygı göstermekte yarışın.” (Romalılar, 12:10) Ancak bu “kardeşlik” ile bütün insanlar değil, inananlar amaçlanmaktadır. İlk bakışta onları Tanrının [kulları olmaları yanı sıra] oğulları sayacak derecede kardeş gördüğü sanılabilir. Ancak bundan “din kardeşliği” amaçlandığı şu sözlerinden anlaşılmaktadır: “Tanrı’nın ruhuyla yönetilenlerin hepsi Tanrı’nın oğullarıdır. (Romalılar, 8:14) Gene de “Tanrının dilediğine acıyıp dilediğinin yüreğini nasırlaştırdığı” sözleri üzerine, anlaşılan birinin kendini sorgulaması ardından şu söylediklerine bakın: “Şimdi bana, ‘Öyleyse Tanrı insanı neden hâlâ suçlu buluyor, O’nun isteğine kim karşı durabilir?’ diyeceksin. Ama ey insan sen kimsin ki Tanrı’ya karşılık veriyorsun.” diyor. Bu görüşünü çömleğin kendine biçim veren gömlekçiye beni niçin böyle yaptın diye sorguya çekemeyeceği mantığıyla desteklemeye çalışıyor. Hatta bir yerde (Korintlilere Birinci Mektup, 10: 9-10’da) Rab’bi denemeye kalkanların yılanlarca, ölüm meleğince öldürüldüğü söylenerek korku salınmaktadır. Böylece Hıristiyan eşitlik, sevgi, saygı anlayışının niteliği ortaya konmuş olmuyor mu? Şaşırmamak gerek, hiçbir dinde başka inanç ve düşüncelere saygı yoktur.
Karı-koca arasındaki sevgi ve saygı ilişkilerine gelince, Pavlus’un şu sözleri aktarılabilir: “Ey kadınlar, kendi kocalarınıza Rab’be tabi olur gibi tabi olun” Niçin? “Çünkü … Mesih’in kilisenin başı olduğu gibi erkek de kadının başıdır” ve “Kadın kilisede başı örtüsüz dua etmesin”; çünkü “erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı.” Bu nedenle erkeğin “kadının başı üzerinde yetkisi olmalıdır.” (Korintlilere, 11: 8-10) Kadınlar Rab’be bağımlı oldukları gibi her kocalarına bağımlı olmalı, onlara saygı göstermeli; kocalar da karılarını Mesih’in kiliseyi sevip kendini onun için feda ettiği gibi sevmelidirler. (Efeslilere, 5: 22-25 ve 33) Hatta Pavlus, kadının kilisede öğretmeye kalkmasını istemediğini söylemesi şöyle dursun konuşmaya kalkmasını bile istemez. “Sesiz kalın” der. Uysal olmalarını ister. Bunların tanrı buyruğu olduğunu ekler. Bir soruları olduğunda eve gidince kocalarına sormalarını buyurur. (I. Korintlilere, 14: 34-39)
Efendi-köle ilişkisine gelelim: Bir mektubunda Efes’teki Hıristiyan kölelere şöyle seslenir: “Ey köleler dünyadaki efendilerinizin sözünü Mesih’in sözünü dinler gibi saygı ve korkuyla, saf yürekle dinleyin. Bunu yalnız insanları hoşnut etmek isteyenler gibi göze hoş görünmek için yapmayın. Mesih’in kulları olarak Tanrı’nın isteğini [yazgınızı] candan yerini getirin. İnsanlara, değil, Rab’be hizmet eder gibi gönülden hizmet edin… Çünkü ister köle ister özgür olsun, herkesin yaptığı her iyiliğin karşılığını Rab’den alacağınızı biliyorsunuz. Ey efendiler, siz de kölelerinize aynı biçimde davranın. Artık Tanrının göklerde olduğunu, insanlar arasında ayrım yapmadığını biliyorsunuz.” Fazla açıklamaya gerek var mı? (36)
Son olarak Pavlus’un yöneten-yönetilen ilişkileri hakkında koyduğu normu aktarabiliriz: “Herkes, baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle yönetime karşı direnen Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanır… Yönetim senin iyiliğin için Tanrıya hizmet etmektedir… Yalnız Tanrı’nın gazabı nedeniyle değil, vicdan nedeniyle de yönetime bağlı olmak gerekir… Yönetim Tanrı’nın hizmetkârıdır.” (Romalılar, 3: 1-6) Öyleyse, “Kölelik boyunduruğu altında olanların hepsi kendi efendilerini tam bir saygıya layık görsünler ki Tanrı’nın adı ve öğretisi kötülenmesin.” (37) “Efendileri iman etmiş olanlarsa, nasıl olsa kardeşiz deyip efendilerine saygısızlık etmesinler. Tersine daha iyi hizmet etsinler… Bu ilkeleri öğret ve öğütle.” (Pavlus’tan Timoteos’a Birinci Mektup, 6:1-2).
Sonuç olarak, İncil’de dillendirildiği biçimde, Hıristiyanlıkta da (“Petrus’un Birinci Mektubu” içinde de, bkz. 2:17) “herkese saygı” gösterilmesi beklenir. Ama bu herkese saygı içine tüm insanlardan, hatta tüm Hıristiyanlardan çok, kölelerin efendilerine (bkz. 2:18) kadınların kocalarına (3:1-2) (38) uyrukların krala (2:17) göstermeleri istenen saygı girer. Ve gençlerden yaşlılara bağımlı olmaları (5:5) beklenir. Saygısızlık günahının cezası ise, Sudomlulara ve Gomonralılara olduğu gibi “sonsuza dek ateşte yanma” örneğinde (Yahuda’nın Mektubu, 7’de) verilmiştir. Aynı anlayış İslamlıkta Kur’an’a da girecektir, bilindiği gibi.
Tanrı’ya tapınmanın yöneticiye saygıdan esinlenilen bir ilişki olduğu, gerisin geri yöneticiye saygının tanrıya tapınmayla yeniden üretilip pekiştirildiği İncil’in son yazısını oluşturan (Yuhanna’nın olduğu sanılan) Vahiy bölümünde açıkça ortaya konmuş bulunmaktadır. Yuhanna, geleceğe ilişkin görüşlerini dillendirdiği güpegündüz gördüğü düşler, halüsinasyonlar içinde (7:11’de) “Bütün melekler [Tanrı’nın ya da İsa’nın] tahtın[ın], ihtiyarların ve dört yaratığın çevresinde duruyordu. Tahtın önünde yüzüstü yere kapanıp Tanrı’ya tapınarak şöyle diyorlardı: Amin! / Övgü, yücelik, bilgelik / Şükran, saygı, güç, kudret / Sonsuzlara dek Tanrı’mızın olsun! Amin!”
İslam’da, Kur’an’da ve hadislerde saygı (39)
İslamlığın, tektanrıcı dinin, ona en tutarlı biçimini kazandıran son evresi olduğu söylenebilir. İslamlıkta, Musevilik ve Hıristiyanlıkta geliştirilen eşitsizlikçi saygı anlayışının benimsenip geliştirildiği anlaşılıyor. Tektanrıcılığa mantıksal tutarlı ve son biçimi verilen bir evrenin ürünü olarak, Musevilikte bulunan, evrensellikten uzak “kabiletanrıcı” öğeler ayıklanmıştır. Hıristiyanlık’taki teslis (üçleme) inancı da “Allah’ın oğlu kızı olmaz” diye eleştirilip bırakılmıştır. Vahdet kavramıyla aşkınözne sayısı Allah olarak bire indirilmiştir. Buna uygun olarak Hıristiyanlıktaki İsa’ya (hatta annesi Meryem’e) gösterilen tapınma derecesindeki saygı eleştirilmiştir. Öteki eşitsizlikçi saygı biçimlerinin ise, günlük insan-insan eşitsizlikçi ilişkilerinde örnek alınmak üzere olduğu gibi kaldığını görüyoruz.
Allah-kul ilişkisine ilişkin inançlar İslamlığın da özünü oluşturur. Şöyle ki Allah, Muhammed’den kendisine bütün varlığı ile “teslim olması” (boyun eğmesi) isteğinde bulunmuştur. Muhammed de vahiylerinde insanlardan Allah’a, Allah adına söylediklerine, Allah’ın elçisine inanıp “teslim olmalarını” istedi. Bu yüzden Muhammed’in “Allah’ın” dediği sözlerine koşulsuz inanana İslam, inananlara “Müslüman” (teslim olanlar) dendi. Kendisine teslim olunması istenen Allah büyük (ekber) idi. Her şeyi sözüyle, buyruğuyla yaratandı (Bakara, 117). Her şeyden haberli olan, her şeyi bilendi (Enam, 59). Gücü her şeye yetendi. Evrenin efendisi, sahibi ve yöneticisiydi (Bakara, 107). Buyruklarını gerçekleştirmesi için yönetimi seçtiğine veren, mülkünden istediği kadar (eşitsiz) dağıtandı (Ali İmran, 26). (40)
Tanrı-kul ilişkisinde tanrı (Enuma eliş’te, Tevrat’ta, İncil’de olduğu gibi) Kur’an’da da gene evrenin ve insanın Yaradan’ı, yaratıcısıdır. İnsan bu ilişkide Yaratılan kul (köle) konumundadır. Varlığını yaradanına borçludur. Dolayısıyla kendisini yönetmesine, yaşatmasına ya da yok etmesine bir diyeceği olamaz. Üstelik Yaradan’ın yönetimine boyuneğmesinin, buyruklarını yerine getirmesinin karşılığı sonsuz mutlu yaşamdır. Yaradan’ının, ruhunu, bedeninin geçici ölümünden sonra (bir tür ölümsüzlük olan) ötedünyada cennetine sokmakla ödüllendireceğine inandırılmıştır. Yaradan’a başkaldırmasının, buyruklarına uymayıp gereklerini yapmamasının cezası olan ruhunun ve bedeninin sonsuza dek cehennemde yanacağı korkusu altındadır. Yaradan’ına, bu inançlarının, korkularının ve umutlarının belirleyeceği sınırsız bir saygı duyacaktır, ki bu da, çeşitli biçimleriyle (yakarılarıyla, namazlarıyla, kutsal toprakları ziyaretiyle ortaya konması beklenen bir tapınma (ibadet) biçiminde) gösterilecek saygıdır.
İnsanın varlık nedeni (sebebi hikmeti) dinsel ideolojiye verilen ilk biçimde (Enuma eliş içinde) olduğu gibi, Yaradan’a kulluk etmektir. (41) Böyle bir “kul insan” anlayışında yaratılan tüm saygısını Yaradan’ına sunacaktır: kendisinin, “özgür insan” anlayışındaki gibi bağımsız bir amacından söz edilemez. Dolayısıyla “kendisine saygı” duygusuna ve düşüncesine sahip olması beklenemez. İnsanların birbirlerine karşı ileri sürebilecekleri haklarından, özgürlüklerinden, sevgilerinden, “karşılıklı saygı” beklentilerinden de söz edilemez. Kısacısı, “eşitlikçi saygı” anlayışı İslamlıkta da yoktur. Bu konularda aşağıdaki eşitsizlikçi saygı biçimleriyle ilgili bildik ayetler ve hadisler anımsatılmakla yetinilebilir:
Allah’a saygıyla, kulluk etmekle, tapınmakla ilgili ayetler sayılamayacak kadar çoktur. Örnek olarak şunlar verilebilir: Kul adına şu söylenmektedir “Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden sana itaat eden bir ümmet çıkar. Bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et…” (Bakara, 128)
Allah’a saygıyı, saygı sıralamasında, “Resule saygı” izler: “Ey iman edenler Allah’ın ve Resul’ün önünden geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir bilendir (Hucurat, 1). İslam kaynaklarında “evrenin efendisi” sıfatı, Allah’ın “Alemlerin Rabbi” olduğu hadislerde de (bkz. Gökpınarlı, Hazreti Muhammed ve Hadisleri, hadis no.146’da) geçmektedir. Allah yanı sıra Muhammed için de kullanılabilmektedir. Öyle ki bir kaynakta Allah’ın “ben alemleri Muhammed’in yüzü suyu hürmetine yarattım” dediği yazılıdır. Gene de bu saygı, Hıristiyanlıkta İsa’ya gösterilen gibi tapınma derecesine varmayacaktır. Dahası O’nun da Allah’ın bir kulu olduğu, Muhammed’in kendisi içinde (bkz. Veda Hutbesi) birçok kaynakta (bkz. Bakara, 23) yinelenmiştir.
Saygı sıradüzeninde Allah’tan sonra sıranın, yaratılış düzeninin mantığı gereği, meleklere (örneğin aklı simgeleyen Cebrail’e) özellikle de başmeleğe verilmesi beklenirken bunu bulamayız. Sıranın Âdem ve Muhammed olarak insana verilmesi şaşırtıcıdır. Bunun dayandırıldığı amaç, mantık ve inanç üzerine bir araştırmaya burada girebilme olanakları yok. Dolayısıyla bir inanç verisi olarak alınacaktır.
Gerçekten, Kur’an’da da Allah’ın, Âdem’i balçıktan yaratıp kendi ruhundan üfleyerek can verdikten sonra meleklerden ona secde etmelerini (tapınmalarını) istediğinde, yalnızca başmeleğin bu buyruğa uymadığı belirtilir (Bakara, 35). Gerekçesi, kendisini daha önce ve alevden, insanı balçıktan yaratmış olmasıdır: Bu nedenle Âdem’den daha üstün olduğu için böyle bir davranışın sıradüzenine uygun olmayacağıdır. Ama Allah’ın bunu bir saygısızlık, buyruklarına uymama, başkaldırma olarak görüp, O’nu lanetleyerek cennetinden kovduğu yazılıdır. Gerçi sonra, bilindiği gibi, insanın da Allah’ın buyruğuna uymadığı için lanetlenip kovulması, saygı sıradüzeninde bu yüksek konumunu yitirmesi anlamına gelecektir o başka.
Allah’ın İslam kullarına verdiği buyruklardan, yüklediği görevlerden en önemlisi ve en ağır olanı, Allah adına kutsal savaş olan cihattır: “Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfal, 39). “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216). Bu ayetin önemi, kulun “bilen özne” konumunun tanınmamasıdır. Müminler cihad görevini yerine getirip getirmemelerine göre de derecelendirilmişlerdir: “… oturanlarla mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah malları ve canlarıyla cihad edenleri oturanlardan üstün kıldı.” (Nisa, 95).
Kadın-erkek, karı-koca ilişkilerinin de eşitlikçi düzenlenip eşitlikçi saygı ilkesine bağlandığı söylenemez: “Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın.” (Bakara, 223) “Kadınların da ödevlerine denk belli hakları vardır. Ancak kadınlar erkeklere göre bir derece üstünlüğe sahiptir.” (Bakara, 228) Bu alıntının yapıldığı, Türkiye Diyanet Vakfı (2001) yayını Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli içinde ayetin altına (bu üstünlük aile reisliğinden ibarettir) gibi ayraç içinde ve dipnot puntosuyla bir açıklama eklenmiş bulunması da anlamlıdır.
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için saliha [iyi, yanarlı] kadınlar itaatkardır… Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın, bunlarla yola gelmezlerse dövün…” (Nisa, 34)
Öteki ilişkilerle ilgili toptan bir düzenleme olarak da (Bakara, 36’daki) “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın: Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara [ki bu malınız olanlara, yani köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine demektir] iyi davranın: Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseleri sevmez.” (Nisa, 36)
Eşitsizlik ve saygı konusu efendi-köle ilişkilerine ilişkin değerlendirmelerin ve düzenlemelerin en önemlileri aktarılmadan kapatılmamalı: “Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızktan gizli ve açık olarak harcayan bir kimseyi misal verir: Bunlar hiç eşit olurlar mı?” (Nahl, 75).
Ve doğrudan doğruya saygıyla ilgili bir ayette (Rum, 28’de) Allah’ın verdiği rızka kölenin ortak olamayacağı, özgüre gösterilen saygının köleye gösterilemeyeceği açıklanmaktadır.
Hadisler arasında köleler hakkında benzeri yargılar bulunmaktadır. Örneğin “Çevrenizde dönüp dolaşan köleleriniz de kardeşlerinizdir. Tanrı onları size vermiştir; elinizin altına [mal olarak demek ki] vermiştir.” denmekte, böylece köleliğin kurumsal varlığı kabul edilmektedir. Ancak köle azadı, kölelere kardeş gibi davranılması öğütleriyle kölelik koşulları, azatlık umudu da verilerek çekilir duruma getirilmek istenmiştir. Gerçekten bu hadisin gerisinde “buyruğuna tabi kardeşi [kölesi] bulunanın kendi yediğinden yedirip, giydiğinden giydirmesi istenmektedir. (Gölpınarlı, hadis no 171)
Buna karşın kimi yorumlarda (örneğin kendilerini sosyalist İslam niteleyen çevrelerde İslam’ın köleliği kaldırdığı yorumu yapılabilmektedir. Savlarını dayandırdıkları başlıca ayetlerden birinde (Beled, 8,9,10’da) “Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğruyu eğriyi) göstermedik mi? Fakat o sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azad etmek ve açlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç açık bir yoksulu doyurmaktır.” Ne burada ne Kur’an’ın başka bir yerinde köleliğin kaldırıldığı söylenmektedir. Söylenen, kölelere iyi davranmanın ve bazı suçları bağışlatmak için köle azat etmenin öğütlenmesidir. Köle azadı için köleliğin varlığının veri alınmış olması gerekir.
Kur’an’daki (dolayısıyla kuramdaki) bu eşitsizlikçi ilişki ve saygı buyruklarının konulmuş olmasının amacı ve etkisi ne olabilir? Uygulamada, pratikte neye yaramakta, ne işlev görmektedir? Bu gibi sorularının yanıtı aşağıdaki alıntıdan çıkarılabilir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin.” (Nisa, 59)
SONUÇ
Burjuva kapitalist toplumlarda “eşitlikçi saygı” etiğine geçiş mi?
Sınıflı uygar toplumun gelişmesinin iki evresi yaşanmıştır. Birincisinde toplumsal artı tarımdan sağılır. Buna uygun olarak feodal nitelenebilecek üretim biçimleri gelişir. Onlara koşut eşitsizlikçi üretim ilişkilerinin yanları toprak sahibi savaşçı efendiler katmanı ile toprakta çalışan köle, serf konumunda emekçilerdir. Aralarındaki eşitsizlikçi ilişkilerin dinsel ideolojide tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki kavramlarıyla açıklanıp, aklanıp, yeniden üretildiğini gördük. Buna göre oluşan doruğu “tapınma” kavramında görülen eşitsizlikçi saygı anlayışlarını ve onların işlevlerini gözden geçirdik.
Endüstri etkinliklerinin egemen üretim biçimine getirilmesiyle kapitalist burjuva toplumlarına geçilmiştir. Savaşçı feodal beylerin egemen olup, dinsel ideolojisini dincilerin yürüttüğü katman (zümre) düzeni üretim ilişkilerinin yerini sınıf düzenine dayandırılan üretim ilişkileri alacaktır. Makine, fabrika ve parasal kapital biçimindeki üretim araçlarının sahibi sınıflar yönetimi devrimlerle ele geçirince, feodal katmanlardan ve eski düzenden yana işleyen dinsel ideolojinin “kul insan” (uyruk) anlayışı yerine yurttaşlara eşit haklar ve özgürlükler tanınan hukuk ve politika düzenin ürünü “özgür insan” (yurttaş) anlayışı geliştirilmiştir. Tüm bu ekonomik, kültürel evrimlerin sonucu ise, eşitsizlikçi saygı ilişkileri yerine, “eşitlikçi saygı ilişkileri”ne dayandırılan ahlâk anlayışının savunulması olacaktır. Yurttaşlardan başlatılıp, ırk, dil, etnik grup, cinsiyet yanı sıra din, mezhep farkına bakılmaksızın tüm insanların haklarına ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi istenen eşitlikçi “karşılıklı saygı” çeşitli alanlarda kendini gösterecektir. Örneğin “kendine saygı”, “doğaya saygı” gibi türevleri geliştirilecektir. Günümüzde “saygı” sözcüğü, tarihte kazandırıldığı (“tapınma” içinde) bütün anlamlarını kültürel kalıtla koruyup, kapsamına almış bulunuyor. Bu yüzden çeşitli kimselerce, çok farklı anlamlarıyla anlaşılıp kullanabiliyor. Böyle bir durumun yarattığı kavram kargaşası ve diyalog kopukluklarının kördüğüm olduğu söylenebilir. Öyleyse, genellikle eşitsizlik ilişkilerin sivriliğini törpüleyerek sürdürme, benimsetme, üzerini örtme gibi ideolojik işlevler yüklenebilen saygı kavramının kullanımına dikkat ve özen göstermek gerekiyor. Kuramdaki eşitlikçi ilişkilerin ve saygı anlayışlarının, ekonomik eşitsizliğin (artı aktarımının, sömürünün) sürdürüldüğü sınıflı toplumda, uygulamada ne derecede gerçekleştirilebildiği ise bir başka sorun.
Dipnotlar
1) Bkz. Barrington Moore, Jr., Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Çev. Şirin Tekeli ve Alâeddin Şenel, Ankara, 2011 baskısı, İmge Kitabevi Yayınları, Dizin’de “sati” girdisi. Brahmanların “biz sizin geleneklerinizi Hindistan’da sürdürmenize saygı gösteriyoruz, siz de bizimkilere saygı göstermelisiniz” dedikleri söylenir. Yasaklayan İngiliz komutanın buna yanıtı, “tamam, siz kendi geleneklerinizin gereğini yapın”, biz de bizimkilerininkini. Bizde suçsuz bir kadını yakanlar ölümle cezalandırılır” olmuş.
2) Böyle durumlarda saygı göstermenin gereksiz, hatta saygı gösterilenler için zararlı olabileceği hakkında bkz. “kendimi katılmadığım bir inanca saygı göstermekle yükümlü görmüyorum” diyen ve bazı inançlara saygı gösterilmesinin o inancı taşıyanların zararına olabileceğini yazan Simon Blackburn, “Religion and Respect”. Louisie Anthony’nin bir din felsefesi derlemesine aldığı, İnternet’te Ağustos 2004 gözden geçirilmiş biçimiyle verilen yazısında, böyle inanana da zararlı inançlardan biri olarak Kaliforniya’daki bir tarikat üyelerinin Hale-Bopp kuyruklu yıldızı Yerküre’nin yakınından geçerken ruhlarını cennete götürecek kuyruğuna takılabilmek için kendilerini öldürüşleri örneğini veriyor.
3) Böyle bir beden dilinin, aynı zamanda bir kimsenin karşısındakine açtığı saygı kredisinin tükendiği noktayı da anlatıyor olabilmesi ilginçtir (çözümleme eşimin katkısı).
4) Burada, eğilip şehzadenin elini öpen din bilginine, hocasının kendisinden daha saygın olduğunu göstermek için hemen eğilip eteğini öptüğü tevatürü (söylentisi) çağrıştırılabilir.
5) Çin’de mandarin denen devlet görevlileri kariyerine giriş sınavlarında adaylara soru paketi olan “Konfüçyüscü Klasikler” içinde, saygı-eğilme ilişkisi şu deyişle dile getirilmekteydi: “Egemen esen yel gibidir. Halk ise otlara benzer. Yel eserken otlar eğilir” (bkz. O. J. Hertzler, The Social Thought of Ancient Civilizations (New York, 1936)’dan Adam Şenel, Uygarlık Çizgisi, Ankara, 1968, Bizim Yayınlar, s.143).
6) Biat, sözlüklerde bir kimsenin egemen konumda bulunduğunu kabul etme, bunu etek öperek gösterme olarak tanımlanmaktadır: Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük (1971 baskısı) içinde buna örnek olarak “Hudeybiye’de Muhammed’e biat” verilmektedir.
7) Çin’de yaşlılara, atalara [ruhlarına] saygının derecesi, eğilme sayısına oranlı artırılmış olmaktadır. Hint kültüründe, dedenin, nenenin, erk kaynağı sayılan ayağına (ama bazı İslam çevrelerdeki gibi anaların ayağı altındaki cennete ulaşma amacıyla öpme biçimiyle değil) dokunmayla gösterilmekteymiş (bkz. Wikipedia, the free encyclopedia, “respect” girdisi).
8) Yer öpmenin, görsel örneği olarak bugünkünden bir önceki Papa’nın (bilmem kaçıncı Jean-Paul’ün) her gittiği yerde uçaktan iner inmez kapaklanıp yeri öpmesi verilebilir. Örneğin bağlama ne kadar uygun düştüğüyse tartışılabilir.
9) Örneğin ellerine emeklerinden başka satılığa çıkarabilecekleri umut verilenler ve yüreklerine işsiz bırakılınca emeklerini bile satamayabilecekleri korkusu sindirilenler saygılarını sunabilmektedirler.
10) İnsanın, bu slogan karşısında, “saygı ayağa kaygı başa mı düştü?” diye sonrası geliyor.
11) The Standart Encylopedia of Philosopy İnternet kaynağında, Robin S. Dillon imzalı “Respect” girdisinde, çocukken bize ana babamıza, öğretmenlerimize, yaşlılara, okul kurallarına, aile ve kültür geleneklerine, öteki halkların duygu ve haklarına, bayrağımıza, önderlere, gerçeklere saygı göstermemiz öğretildi diye yazılı. Bunlara doğaya, kürtaj hakkına, (ölüm cezasına karşı) insan yaşamına ırksal, etnik azınlıklara, farklı cinsel eğilimlilere, kadınlara, ekonomik ayrımcılığa uğrayanlara, kişilere saygı beklentileri ekleniyor. Karşılıklı saygıdan, kendimize saygıdan söz ediliyor. Karışılmaması ve karışılması istenen saygı anlayışları inceleniyor.
12) Bkz. Sevan Nişanyan, Sözcüklerin Soyağacı (Everest, 2012 baskısı) “saygı” girdisi.
13) İsmet Zeki Eyuboğlu ise, Türk Dilinin Etimolojisi Sözlüğü (1991 baskısı) “hürmet” girdisinde bu sözcüğün, Arapça kökenli olup, “dokunulması yasak, kişiye özgü, saklı” anlamlarına gelen “haram” sözcüğünün anlam genişlemesine uğramış türevi olduğu görüşünde. Kişinin isteği dışında girilmesi, görülmesi, bilinmesi dince yasaklanan, gizli kalması gerekenler içinde yasaya, gizliliği uyma için kullanıldığı açıklamasını vermekte.
14) World Book Dictionary (1998 baskısı) içinde de aynı etimolojik (“geriye bakış”) anlamı verilmektedir. Robin S. Dillon ise Stanford Encyclopedia of Philosphy kaynağına “respect” girdisi katkısında Latince respicere kökeninin “geriye bakmak” yanı sıra “yeniden bakmak” [dolayısıyla gözden geçirmek, değerlendirmek] anlamına değinmektedir.
15) Bazı (İslamcı) kaynaklarda (örneğin Abdülbaki Gölpınarlı, Muhammed ve Hadisleri (Okat, 1971, s.78’de) müslim sözcüğünün [teslim ile aynı kökten türetilen bir sözcük ile] “selam” kelimesine bağlanıp “esenliğe ermiş” kişi anlamına geldiği açıklaması da bulunmaktadır. Ancak Kur’an’ı Kerim, Bakara suresi, 131. ayetinde “Çünkü Rabbi ona Müslüman ol demiş, o da Alemlerin Rabbine boyun eğdim demişti” çevirisi “İslam” kavramının “kendilerini bir inanç dizgesine teslim edenler” anlamına geldiğini düşündürmektedir.
16) S. Blackburn, “Respect and Religion”, s.2. Bizde, örnek verdiğim TCK 216/3’teki “Halkın bir kesiminin dini değerlerini alenen aşağılayan kişi” hakkında “fiilin kamu barışını bozmaya elverişli” olduğu savıyla ihbarda bulunup cezalandırılmanızı isteyebilmesi olasılığı Blackburn’un açıklamalarının ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir.
17) Onların doğayla ilişkileri hakkındaki duygu ve düşüncelerinin ilk ipuçlarını uzman avcı Avrupa topluluklarının mağara ve kaya resimlerinde buluyoruz. Bunlara bakıp, bizon gibi av hayvanlarının resimlerinin doğaya, hayvanlara tapındıklarını gösterdiğini düşünenler de var. Ama onların geçim tasalarının dile getirildiği sihir törenlerini yansıttığı görüşü ağır basmaktadır. Onların ilkel topluluktaki insan-insan ilişkilerinin ilk somut ipuçlarını veren (tarihçilerce “Venüsler” denen) küçük kadın yontuculukları da bulunmakta. Bunlarınsa doğum darboğazını aşma amaçlı sihirsel muskalar oldukları yorumu için bkz. Alâeddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, Ankara, 2009 baskısı, İmge Kitabevi Yayınları, s.175-188.
18) Örneğin bkz. Alâeddin Şenel, “Erkenbilimden Bilimsel Bilgi Çağına Bilim ve Bilimciler, Bilim ve Gelecek, (Kasım 2006) sayısı, s.12-37. Sibel Özbudun da, Ayin’den Tören’e, İstanbul, 1997 Anahtar Kitaplar, 1997 çalışmasında, ayin-tören ayrımıyla, (tören kavramıyla daha çok devletli toplumların seremonilerini kavramlaştırmış olsa da) sihir-din ayrımına benzer bir ayrım yapmaktadır. Gene s.23’te, Burhan Oğuz, Türkiye Halkının Kültürel Kökenleri, s.45’ten yararlanıp “ayin/törenlerin” toplumsal statüyü perçinleyen siyasal işlevlerini vurgulayarak, aynı eşitsizlikçi saygı gösterilerini farklı bir terminolojiyle başarıyla çözümlemektedir.
19) Tektanrıcı dinsel kaynaklardaki büyücüyü (sihirciyi) aşağılayıp büyücülüğü lanetleyen yargılar da bunu gösteriyor. Bkz. Kutsal Kitap, Eski Antlaşma (Tevrat) Mısırdan Çıkış, 22:18 “Büyücü kadını yaşatmayacaksınız.” Gölpınarlı, Hazreti Muhammed ve Hadisleri, s.197: “Büyücünün cezası kılıçla öldürülmektir” hadisi.
20) Şimdi anımsanamayacağım bir kaynakta, bölmesiz uzun evlerde birçok ailenin birlikte yaşadığı bir çağdaş ilkel topluluğun üyelerinin ancak bölümlerinde yüzlerini duvara çevirince kendi başlarına bırakıldıklarını okumuştum.
21) Bu konuda “On İki Öfkeli Adam” ve “Kızgın Damın Üstündeki Kedi” filmleri anımsatılabilir. Birincisinde oğlunun babasını yumruklamasının, ikincisinde “düzenli” oğulun ve karısının, gönlü “düzensiz” oğlundan yana varsıl babanın gözüne girmek için yaptıklarının, söylediklerinin, ailelerine ve toplumlarına dek uzanan (içten, eşitlikçi saygı ve sevgi ilişkilerini bozan) trajik sonuçları anlatılmaktadır.
22) Marksçı terminolojiyle “komünal toplum”.
23) Bkz. Şenel, Uygarlık Çizgisi, s.141-142’de Konfüçyüsçü bilgeliğin “kadın kocaya, çocuklar anababaya, küçükler büyüklere kayıtsız şartsız itaat [saygı] göstermelidir. Buna karşılık koca karısını, ana baba çocuklarını, büyükler küçüklerini sevmelidir” deyişi aktarılmaktadır. Aristoteles ise ahlak felsefesinde karı koca ilişkilerini (özgür kadının köle kadar erdemsiz olmayacağı düşüncesiyle) efendi-köle ilişkilerinden çok, aristokrasi-halk ilişkilerine benzetir. Efendinin kölesiyle dost olmasının söz konusu olmamasına karşılık kocayla karısı arasında dostluk kurulabileceğini kabul eder. Ama bu dostluğun iki özgür erkek arası dostluktan çok eşitsiz yanlar arasında kurulmuş eşitsiz ilişkilere dayanacağını söylemekten geri durmaz. Dahası, doğanın erkeği üstün yaratmış olup, erkeğin erdemini buyurmakta kadının boyuneğmekte göstereceğini ileri sürmektedir. (bkz. Alâeddin Şenel, Eski Yunan’da Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne, Ankara, 1970, A.Ü. SBF Yayınları, s.442)
24) Şefliklerde saygının, patriarkın ölümünden sonra anısına, ruhuna saygı biçimini alabildiğinin ipuçlarını neredeyse evrensel bir kuruma dönüştürülmek üzere yaygınlaştırılmış “ata kültü” geleneğinde yakalayabiliriz: Ataların kemiklerinin (Çatalhöyük’te) üzerlerinde yatılan sekilere gömülüşü bunun bir örneğidir. Bir başka görünümü, (Jericho kalıntıları arasında) kafataslarının sıvanıp, göz çukurlarına kirpik izlenimi veren tırtıları olan deniz kabuklularının (cowrie) kakılmış bulunmasıdır. Bunlar onların ölümsüzlüğüne inancın, hiç değilse ruhlarına saygının varlığının kanıtlarıdır.
25) Böyle bir yaşam biçiminin ekonomipolitiği için bkz. Şenel, İnsanlık Tarihi, s.275 ve onun dayandığı William H. McNeill, Dünya Tarihi, Çev. Alâeddin Şenel, Ankara, 2013 baskısı, İmge Kitabevi Yayınları, s.46.
26) “Şeflik” yönetim biçimi, devletsiz toplumlardan “Erken Devlet” biçimlerine geçiş evresi siyasal farklılaşması olarak tanımlanmaktadır (bkz. Henry J. M. Claessen ve Peter Skalnik (der.), Erken Devlet, çev. Alâeddin Şenel, Ankara, 1993, İmge Kitabevi Yayınları, Dizin: “Şeflik-Devlet farkı” sayfaları. Şefliklerin başlıca özelliği siyasal farklılaşmanın şefin kişiliğinde başlamış, ama yönetimin (bakanlıklar vb. biçiminde) daha kurumlaşmamış olmasıdır. Komutanlık, yargıçlık, din adamlığı işlevleri şefin tekelinde toplanmıştır. Merkezdeki yardımcıları, genellikle yakınları olup şefe sorumludur. Taşradaki temsilcileri buralarda şefi her üç işlevde temsil ederler. Dolayısıyla güçten düşen şefe bağlılıklarını koparıp yönetimce kendine yeterli bağımsız şeflikler oluşturabilirler. Bu merkezkaçcı eğilimlere karşı geliştirilen kurumlarla (örneğin merkezde bakanlıklar, taşrada her bakanlığın ayrı, geçici görevli memurlukları ile ve tanrı-krallık, tanrı temsilcisi egemen gibi dinsel ideolojilerle) merkezgelci güçler geliştirilince, şefliği aşan nicelik ve nitelikte siyasal düzenlerin (devletin) kurulması olanağı doğar.
27) Çağımızın şeflik düzeyinde örgütlenmiş topluluklarından Kanada’nın kuzeybatı kıyıları deniz memelisi avcısı halkların kabile şeflerinin konutları önündeki şefin soyunun totemlerinin yontulduğu “totem direkleri” buna örnek olarak gösterilebilir.
28) Ayrıntıları ve tartışması için bkz. Şenel, İnsanlık Tarihi, s.327’den başlatılan “Uygarlığa ve Devlete Geçiş Kuramları”, s.312’ye kadar.
29) Bkz. Şenel, İnsanlık Tarihi, s.436 “Kenttanrıcılıktan Tektanrıcılığa”, s.670’e kadar.
30) Öykünün biçimi ve içeriğiyle ilgili birçok öğe tektanrıcı dinin kitaplarında yankısını bulmuştur: Tanrılar arası savaş, Tanrı-Şeytan kavgasında; insanın ayak işlerini görecek hizmetçi olması amacıyla yaratılması, “kulluk etmek” olarak; balçıktan yaratılışı olduğu gibi bırakılarak; tanrı imgesinde yaratılışı, “tanrı benzeri” ve “ruh üfürdü kendi ruhundan” deyişleriyle yansıtılmıştır.
31) Mezopotamya’dan çıkarılan çiviyazılı metinlerin dilini çözen bilginler, önce, tabletlerde “efendim” ve “köleniz” deyişlerinin çok sık geçişine bakarak, kent devletlerinde “köleci toplum” düzeni yaşandığı kanısına varmışlardı. Sonraki araştırmalar böyle seslenişlerin bir saygı terminolojisi olduğunu gösterdi. Sıradüzenli toplumda, yüksek, alçak bir yeri olan herkesin yazılarını, konuşmalarını bir üsttekine “efendim” diye başlatıp “köleniz” diye bitirdiği anlaşıldı (bkz. Şenel, İnsanlık Tarihi, s.390-391 ve 454). Bundan eşitsizlikçi saygı anlayışının niteliğinin ve işlevinin ipuçları çıkarılabilir.
32) Örnekler Tevrat’ın ilk üç kitabı (Yaratılış, Mısır’dan Çıkış ve Levililer) içinden seçilerek alındı.
33) Çünkü Tevrat’ta birçok yerde (örneğin Çıkış 18:20’de) yazıldığı gibi Tanrı’nın yüzüne bakan ölürmüş. Buradaki saygı ile tabu (yasak, “yapma” buyruğu) bağlantısı kadar, aşkınöznenin bir yandan yüceltilirken öte yandan gözden kaçırılması (dolayısıyla inancın eleştiriden kurtarılması) stratejisi anlaşılmış olmalı.
34) İncil’den alıntılar, tümü taranarak değil, daha çok Matta’dan Pavlus’un mektuplarından Yuhanna’nın Vahiy bölümünden yapıldı.
35) İsa’nın sözlerinde olsun, öteki kutsal kitaplarda söylenenlerde olsun birbiriyle tutarsız, hatta çelişkili pek çok değer, yargı, buyruk bulunmaktadır. Bunların zararından çok, ideolojik savaşımda duruma ve amaçlara uygun olanların seçilip kullanılması (böylece çoğaltılması) gibi bir yararı vardır. Ayrıca insanların “olanlar”ı gözden kaçırılıp “olması gerekenler” ile bir düşler dünyasında yaşatılmasına yarar. Bu yolda İsa’nın eşitlikçi düşüncelerini bu dünya değil öte dünya için söylediği (eşitsizlikçi düşünceleri öne çıkarılarak) ileri sürülebilmektedir. Örneğin Calvin “İsa’nın krallığını, sınırsız özgürlüğü ve eşitliği bu dünyada aramak bir Yahudi tersliğidir” diyebilecektir (bkz. Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, 2013 baskısı, Bilim ve Sanat Yayınları, s.325).
36) Gene de İncil’de, bu saygının bir kölenin yere kapanıp “efendisine affet” diye yalvarma derecesine varabildiğinin, efendisinin ise ona acıdığının örneğini veren bir öykünün (bkz. Matta 18:26-27) bulunduğunu not etmekte yarar var.
37) Bu endişesinin altında, İsa’nın özgürlük sözü verip umutlandırdığı kölelerin efendilerinden kaçıp İsa’nın arkasına takılmaya başlamaları karşısında Roma yöneticilerinin ileride Hıristiyanlık denecek inancın köklerini kurutmak için kovuşturma başlatmasının yattığı anlaşılıyor.
38) Bu arada kocaların da zayıf yaratıklar olan karılarına anlayışla yaklaşıp saygı göstermeleri istenir (bkz. I. Petrus 3:6-7).
39) Bu başlık altında yapılan alıntılar daha çok Bakara, Nisa sureleri, Vedâ Hutbesi ve hadisler taranarak seçilmiştir.
40) Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meali, Ankara 2001 baskısı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Nisa suresi, 131. ayetinde “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır… Allah hudutsuz zengindir, ziyadesiyle övgüye layıktır” denmekte.
41) Kur’an-ı Kerim, Zariyat 56: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”