Almanya yönetilemez durumdaydı, toplum yatışmıyor, istikrar sağlanamıyordu. Baskı, toplumsal canlılığı azaltamıyordu. Topluma uygulanan şiddetin ölçüsünün büyümesi gerekiyordu. Sırasını bekleyen biri vardı ve programı da hazırdı. Kendisine göre de, Almanya’ya göre de o, tek çözümdü. Büyük toprak sahiplerinin temsilcisi Prens Bismarck, apar topar geldi ve parlamentodaki ilk konuşmasında hedeflere “kan ve demir”le varılacağını söyledi, muhalefet diye bir şey yokmuş gibi davranarak “programını” uyguladı. Alman ulusal devleti ve daha sonra Emperyalist Almanya böyle ortaya çıktı.
“Nihayet kozmopolitizmden kurtuluyoruz. Ufacık ulusların bizi zayıf düşürecek parazitler gibi içimize girme girişimlerini artık önlemeye başladık.” Wilhelm Jordan (1)
19.yüzyılın büyük olayları 30 ve 48 Devrimleri, Avrupa’da en çok Almanya için önem taşıdı. Belki bu devrimlerin en kapsamlısı Almanya’da yaşanmamıştı ama toplum, siyaset ve ekonominin en fazla sarsıldığı ve en fazla yeniden yapılanmak zorunda olduğu yer Almanya’ydı. Ülke yönetilemez durumdaydı, toplum yatışmıyor, istikrar sağlanamıyordu. Baskı, toplumsal canlılığı azaltamıyordu. Topluma uygulanan şiddetin ölçüsünün büyümesi gerekiyordu. Sırasını bekleyen biri vardı ve programı da hazırdı. Kendisine göre de, Almanya’ya göre de o, tek çözümdü.
Zor: “her şeyi çözer”
Ülkeyi 1862’de yönetmeye davet edilen büyük toprak sahiplerinin temsilcisi Prens Bismarck (2), Prusya Meclisi üyesiydi ve en önemli başkentlerde elçilik yapıyordu. Apar topar geldi ve parlamentodaki ilk konuşmasında hedeflere “kan ve demir”le varılacağını söyledi, muhalefet diye bir şey yokmuş gibi davranarak “programını” uyguladı. “Zor”u öne çıkaran yöntem ve politikalar, “korkaklığı yüzünden burjuvazinin uğrunda mücadele edemediği şeyler”in gerçekleşmesini sağlayacaktı. (3) Almanya’nın birinci ihtiyacı, her şeyden önce olması gereken şey, “zor”du. Zor, yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunluydu.
Bu konu ilkönce “asker” demekti. Roon’la (4) birlikte Landtag’a (Meclise) danışmadan ordu mevcudunu 135 binden çok kısa bir sürede 350 bine çıkardı (bundan yedi yıl sonra Fransa ile savaşta cepheye 500 bin asker sürülecekti). Biri muhafız birliği olmak üzere yeni birlikler oluşturdu. Yeni donanım ile ileri teknikler kullanılarak ordu modernleştirildi.
Bu arada donanma da kuruldu (dünyanın en büyük donanması olana kadar büyüyecekti).
Bismarck’a göre, “Alman Reich’ını şekillendiren parlamentoların kararları değil, asker ve ordu”ydu.
Bismarck, devlet gelirlerini artırmak için yasalara uyup uymadığına bakmaksızın keyfi vergiler koydu, usulsüz harcamalar yaptı, birazcık muhalefet edenleri bile ezdi (örneğin, vergiler konusunda yasallığı savunan Hannover Hanedanının mülklerine el koyarak sülalenin bütün varlığını fonlara dönüştürüp aileyi kendi sahip olduğu topraklarından sürdü ve iktidarını kaybeden Wellsleri yokluklar içinde süründürdü (5)), parlamentoyu defalarca çiğnedi ve sonunda feshetti.
Ona göre, dize getirilemeyecek veya satın alınamayacak hiçbir kimse ve güç yoktu. Dış ülkeler toprak, liberaller birlik, muhafazakarlar korumacılık, sosyalistler refah vaatleriyle satın alınır, alınamayanlar ezilirdi. Herkes kendi işine bakmalı, siyaset herkesin işi olmamalıydı; hatta siyasetçilerin bile. Bismarck’a göre, gelecekteki Alman politikacıları siyasetten çok gümrük uygulamaları ve iş/ticaret dünyasını konuşmalıydı (ve konuşacaktı da). Siyasetçiler arasında siyaseti devre dışı bırakan tartışmalar, uzun soluklu ve verimli siyasetlerin üretilebilmesini sağlardı.
Geldiği toplumun geleneği ve alışkanlığı, zorun savunulmasını ve uygulanmasını kolaylaştırıyor ve her şeyin zora dayanılarak çözülmesinin anahtarlarını veriyordu. “Prusya rulu”, asker toplumu üretmişti, şimdi bu zamana uyduruluyordu, asker olmayanlar da asker gibi olacaktı. O ruh, zor ile disiplin arasındaki ilişkiyi kavramış ve içselleştirmiş olarak tanımlanabilirdi.
Ekonomi elbette önemliydi. Ama ekonomi için herkesin ilk akla getirdiği “bırakınız”, yerini, müdahaleciliğe bırakmak zorundaydı. Ve bu da, ekonomi denen bu ayrı şeyin “zor”un kapsamına girmesi demekti. “Zor”, yalnız asker, silah, kan demek değildi. Bu yüzden, Engels, siyasal zor ile iktisadi etkenler arasındaki ilişkiyi inceledi (6), daha sonra Keynes, Alman imparatorluğunun yalnız “kan ve demir”den değil, bununla birlikte -hatta bundan daha çok- “kömür ve demir”den yaratılmış olduğunu kaydedecekti. (7) Moore ise, “demir ile çavdarın evliliği”ne gönderme yapmıştı. (8) Ama Almanya’da Bismarck’ın “ekonomi”si, “zor”un kapsamı içinde bir anlam taşıdı. (9)
Yönetilen ve yönlendirilen ekonomi çok iyi gidiyordu ama burjuvazi zenginleştiği ve çalışanlar hak arayamadığı için uçurum büyüyordu. Servet ve gelir dağılımındaki eşitsizlikler dikkat çeker ölçülerdeydi. İktidar, bedeli sonradan ödenecek ekonomik-toplumsal gerginlikler içine girdi.
Yüzyılın başında Hardenberg’in (10) “yukarıdan ve tam zamanında reformlar” dediği şey Bismarck’ın bütün yapmak istediklerine iyi bir temel olmuştu.
Sonuçta şu söylenebilir; “zor”, Bismarck için her alanda geçerliydi. Hem kapsamı oldukça genişti ve hem de her alanda sonuç vericiydi. Engels, Bismarck’ın siyasal hayatını sergilediği kitabının altbaşlığına “Bismarck’ın Kan ve Zulüm Politikası” kelimelerini boşuna eklememişti. Bu politika mutlak bir iktidarı düşündürdüğünde ve Bismarck’a utangaç eleştiriler yapıldığında yönetimi destekleyen aydın ve yazarların, ki sayıları az değildi, söyleyecek ve yazacak fazla şeyleri olmuyordu.
Evet, zor her alan içindi. Örneğin, dış politika. Dış ilişkiler, diplomasi demekti ve “diplomasi” gerektiriyordu. Diplomasinin kendine has dili, adabı, nezaketi, tarzı, yöntemi, söylemi vardı, ama dış politika iç politika içindi ve dış politikada da zor olmadan olmazdı. “Zor”la “diplomasi”nin uyuşması zordu ama “kibarlık” da şart bir şey değildi.
Dış politika: ama “iç politika için”
Bismarck, Primär der Aussenpolitik’i (dış politikanın önceliğini) keşfederek bunu politikasının ikinci ayağı yapmasaydı, belki de iktidarda kalamayacaktı. Yayılmacılığın gerekliliğini gördü, ama bunu, aynı zamanda dikkatleri dış sorunlara hapsetmek için kullandı. Komşularla ilişkilerdeki “sorunları”, ki aşağı yukarı hepsi kendisi tarafından yaratılıyordu, hem hep gündemi dolduracak şekilde abartarak ele aldı, hem de hep halkın gözüne soktu. “Milli menfaatler” ve ulusal birlik gerekçesiyle özgürlükleri daha da daralttı. Danimarka sınırındaki dükalıkları bahane ederek Danimarka’ya savaş açtı (1864) ve zaferden sonra Silezya’yı da ilhak etti.
‘Avusturya ne kadar güçsüz düşerse Prusya o kadar kazançlı olur’ ilkesini çekinmeden savundu. Daha 1859’da, Garibaldi önderliğindeki İtalyan ulusalcılığı Avusturya’yla bağımsızlık için savaşmaya başladığında Bismarck Avusturya’nın yalnız bırakılmasını önermiş, önerisi kabul edildiğinde Avusturya, Fransa’nın desteğini alan İtalya karşısında yenilgiye uğramıştı. Gene Bismarck’ın önerisiyle Prusya 1862’de İtalya’yı tanıyınca Avusturya’yı tam olarak karşısına almıştı. Zaaf içinde olan Avusturya’ya 1866’da Bismarck bu sefer kendisi savaş ilan etti. Yedi haftada sonuçlanacak olan ama çok pahalıya malolan Avusturya seferinden temmuz sonunda zaferle dönünce, iktidarına karşı çıkılamaz olduğu gibi, “Birlik”in önünde bir engel de kalmadı.
Alman Konfederasyonunun siyasi çerçevesi, birlik yolunda ilerlemeye hizmet edemezdi. Köklü bir birlik için bu yapay birlik aşılmalıydı.
1863’te Gümrük Birliği’nin dışında tuttuğu Avusturya’yı, tasarladığı Alman birliğinin de dışında tuttu. Gerekçe bulmakta zorluk çekmedi; “Birlik, Avusturya olmaksızın” kurulmalıydı, çünkü “Avusturya nüfusunun yarısından fazlası Cermen kökenli değil”di.
Ayrıca Bismarck dağılmanın eşiğindeki Avusturya’nın getireceği “hastalık”ların farkındaydı. Bu “hastalıklarla” Birlik yeterince sağlam olamazdı. Avusturyalıların Kaiserine Macarlar “kral” diyor, Alman kökenli olmayan bürokratlar bitmeyen yetki çatışmalarıyla ikili iktidarlar görüntüsü veriyor, hangi dilin geçerli olacağı sürekli tartışılıyordu. Viyana’nın hali ise yürekler acısıydı.
Kaldı ki, “Katolik Avusturya”, birleşmede zorluklara yol açabilirdi. Mezhepsel ayrılık öne çıkabilirdi. Prusya Protestandı. Gerçi birleşmede dinsel bir etken kullanılmayacaktı, örneğin, Almanya’nın güney taraflarındaki Katolik bölgeleri de Birliğin temel unsurları olarak görülüyordu, ama Avusturya’nın varlığının yaratacağı mezhepsel ayrılık bu sefer dinsel etkenlere rol verilmemesinin sağlayacağı yararı ortadan kaldırabilirdi. Aslında bunların hiçbir değeri ve anlamı yoktu, diğerleri gibi bu da bir bahaneydi, zaten istenmeyen Avusturya’nın dışlanmasını güçlendirmek için Katolik olduğunu hatırlamak ve öne sürmek uygun görülüyordu.
Avusturya ise, Bismarck’ın “birlik” için, “birlik” uğruna yıkılmasını gerekli gördüğü konfederasyonu ıslah etmeyi ve ıslah ederek muhafaza etmeyi doğru görüyordu. Avusturya açısından da bu konuda uzlaşma olasılığı yoktu.
Ayrıca Avusturya, yapılacak her şeyin, seçilen ve atanan delegelerin meclislerince yapılmasını şart koşmuştu.
Oysa Bismarck’a göre, demokrasiyle, delegeler ve meclislerle, toplantılar ve kongrelerle bu iş olmazdı, olamazdı.
Meclislere seçilen liberaller, işadamları, meslek sahipleri vb, hem bu işin adamları değillerdi (“barikat kurma becerisinden” yoksundular), hem de soyut söylemlerle “oyalamaktan başka bir iş yapmazlar”dı.
“Burjuva devrimi” Almanya’da zaten olanaksızdı. Bu yüzden Bismarck haklıydı.
Almanya’nın birliğini, yani Almanya’nın uluslaşmasının olmazsa olmaz şartı olan ulusal birliği “zor”la gerçekleştirmek için sahneye askerleri sürdü. Ulusal bütünlük “zorla” sağlanacaktı.
1866’da, on dokuz devlet ve üç kentten oluşan “Kuzey Alman Konfederasyonu”, gelişmelere Prusya damgasını tam olarak vurdu. Bayrağın renkleri bile Prusyalıydı (siyah ve beyaz Prusya’nın rengiydi, kırmızı ise Brandenburg kenti ile Hanse Birliği’nin). Üstelik, Bismarck’ın tanımlamasına göre, devletler federasyonu (Staatenbund) değil, federal bir devlet (Bundesstaat) ortaya çıkacaktı. Bunun anlamı, eşitlerin birleşmesi yerine bir merkez etrafında birleşme oluyordu. Merkez elbette girişimin öncüsüydü, yani Prusya.
Ocak 1871’de, askeri güçle bütün prenslik ve krallıklara boyun eğdirilerek federal temelde ve 38 milyon insanı içine alan Alman Birliğinin kurulması, konfederasyonu devre dışı bırakacak, Bismarck’ın hakimiyetini ve başarısını itiraz edilemez hale getirecekti.
Bununla birlikte Prusya hakimiyeti, yalnız başlangıçta değil, sonraki dönemlerde de hoşnutsuzluk nedeniydi. Prusya yürütme gücünde süreklilik sağlamak peşindeydi, bakanlık müsteşarlıkları hep Prusya’dan oluyordu ve hep öyle olacaktı. Prusya ile diğer bölgeler arasındaki temsil ilişkisi eşitlik temelinde değildi, örneğin, parlamentoda Prusya temsilcilerinin veto hakları vardı ve yetkileri fazla olmak üzere çok farklıydı vb.
Pervasız militarizm, kurnazlıkla yürütülen mubahçı ve ilkesiz diplomasi ile birleştirilmiş, itirazlarsa yok olmuştu.
Fransa’nın 1870’te Prusya’ya savaş açması, başarıları taçlandıracak bir fırsat olmuş (11), “dış düşman”, ulusal rüzgârı fırtınaya dönüştürmüştü. Sedan’da Fransa’nın yenilmesi, Fransız İmparatorunun ve ordu komutanının ordunun büyük bir kısmıyla birlikte (yüz binden fazla Fransız askeri) tutsak edilmesi (12) ve ordunun Paris’e dayanması (13) ise son noktayı koydu; artık bir “Alman İmparatorluğu” (14), artık bir “Almanya”, artık yeniden “Reich” (imparatorluk) vardı.
Henüz birliğe katılmamış bölgeler, prenslikler, eyaletler, güney Almanya’nın birlik dışındaki birimleri, amaçlanan her yer imparatorluğa bağlandı.
Alman ulusunu yaratmayı kafaya koymuş Bismarck, ulusçuluğun ulusları yaratacağını, ulus yaratmak istemenin ulusu ortaya çıkaracağını adeta kanıtlamak ve göstermek istiyordu.
Muhalefet eden ve edecek bir “sınıf” yoktu. “Eski rejim”in hakim sınıfları yerli yerindeydi. Bu “modern öncesi seçkinler ve egemenler sınıfı”, devrimi imkansızlaştırmakla kalmıyor, siyasal mekanizmaların oluşmasına ve yerleşmesine bile engel olabiliyordu.
1918’e kadar yürürlükte kalacak olan Anayasa, Hohenzollern Hanedanının hiçbir hakkına dokunmuyordu. Çünkü Bismarck’a göre, “Alman yurtseverliğinin canlı ve etkili olabilmesi, kural olarak hanedanlığa tutunma”sına bağlıydı.
Eskimiş anlayışlar, katı bürokratizm, Katolik köktendincilik, Junkerlerin ekonomik çıkarları, prenslerin egemenlik hakları gibi konular sorun yaratmalıydı. Ama bir türlü önemli bir sorun çıkmıyor ya da çıkan önemli sorunlar çözülüveriyordu!
Farklı siyasal unsurların hiçbiri, ortak çok az ve fakat çatışan çok fazla çıkar ve amaçları olmasına rağmen, muhafazakarlık paydası altında toplandıkları için, muhalefet etmiyordu.
İmparatorluk ailesi içinde bir muhalefet vardı ama bunun da bir etkisi olmuyordu. Bismarck baskı uygulamalarına başlar başlamaz kralın karısı Augusta, liberalizmin önemine ve yararına dikkat çekti. Sonraki yıllarda da, Bismarck’a karşı “görünen tek muhalefet” olmakla kaldı. Gidişi değiştirme veya etkileme konusunda hiçbir şansı olamadı. Üstelik kral Paris’te imparator olduktan sonra, Bismarck karşıtlığı yüzünden, bırakalım dikkate alınmayı, horlanır ve dışlanır da oldu. İmparatoriçenin yemeklere ve davetlere katılması bile önleniyordu.
Ekonominin yönetilme şekli, belirgin bir şekilde, dar bir zümrenin sınıfsal çıkarlarının gözetildiğinin aynasıydı. Kayırmalar, haksız yararlandırmalar, soygunlar, zimmete para geçirmeler, merkezinde Bismarck’ın bulunduğu ve hiçbirisinin resmi görevli olmadığı bir ekip tarafından düzenleniyordu. Bismarck kişisel servetini katlarken, kendisine destek olmayanları batırarak ya da en azından zor durumlara düşürerek etkisizleştirmeye çalışıyordu. Çok sayıda muhalif, Bismarck’ın kişisel bankeri ve mali düzenbazlıklarının, spekülatif entrikalarının uygulayıcısı Gerson von Bleichröder’in (1822-1893) kurbanı oldu.
Bismarck’ın siyasal uygulamaları, bu siyasal uygulamaların sağladığı iktisadi çıkarlar, ulusun genel siyasetinin belirlenmesini kolaylaştıracak özellikte ve etkinlikteydi. Daha başka deyişle, Bismarck’ın gözettiği sınıfların çıkarları, ayrıntılar üzerinde uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar bulunmakla ve hatta belli konularda çatışmalar olmakla birlikte, o gün ulusun çıkarlarıyla örtüşüyordu. Ayrıca sınıfsal çıkarların tehdit edildiği izlenimleri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Engels 1872’de yazdığı Konut Sorunu’na 1887’de düştüğü bir notta bunu şöyle açıklıyordu: “… büyük toprak mülkiyeti ve sanayi sermayesi ittifakını ayakta tutan, 1872’den bu yana sayıca ve sınıf bilinci açısından muazzam bir gelişme gösteren proletarya korkusu”ydu. (15)
Kaldı ki tehlikenin korkutucular tarafından adı bile çoktandır konmuştu: “Hayalet”. Ve bu hayalet, korkutucuların ifadesiyle gelmiş kapıya dayanmıştı.
Bismarck, Rusya ve İtalya ile, sonraları imparatorun yalan söyleyerek inkar etmek zorunda kalacağı gizli ve yasal olmayan anlaşmalar yaptı.
Kasım 1872’de üç imparatoru Berlin’de bir araya getirdi. Büyük bir girişimdi ama Rusya, Avusturya ve Alman imparatorları süs olarak kullanıldılar. “Barış dönemi” başladı.
Rusya ile yapılan Reasürans Antlaşması (Rückversicherungsvertrag, Mayıs 1883), Fransa ve Avusturya konularında askeri tarafsızlık tutumunu ve gerektiğinde askeri yardımlaşmayı öngörüyordu. Ama Almanya, örneğin, Fransa’ya saldırırsa Rusya’nın Fransa’nın yanında yer alma hakkı saklı kalıyordu. Bismarck’ın hatası olan bu durum, aslında, Almanya’nın Rusya’nın arkasından çevirdiği dolapların, Rusya’nın Balkanlarla ilgili politikalarına karşı hileli ittifak arayışlarının bir bedeli, bir karşılığıydı.
Fransa ile ilgili politikası, Fransa’yı her zaman zayıf tutmaya ve istikrarsız kılmaya yönelikti. Fransa güçlü bir iktidara kavuşursa intikam almaya kalkışabilir, istikrarlı bir yönetimle devrimci geçmişi ve cumhuriyetçi geleneği yüzünden kendi iktidarı için kötü örnek oluşturabilirdi. Fransa’nın iç işlerine karışmaktan hiçbir zaman çekinmeyecekti. Uluslararası alanda Fransa’nın Almanya’nın komşusu olan ülkelerle, hatta komşu olmasalar bile başka ülkelerle işbirliği ve dayanışma içine girmesini önleyici politikalar hep gündemindeydi.
Bismarck’ın Avusturya politikasında dikkat çekici özellik, düşmanlığın dozunu ayarlamak, daha doğrusu gerekli olduğunda düşmanlığı sınırlı tutmaktı. Avusturya dışlanmalı ancak küstürülmemeliydi. Çünkü Avusturya, o günlerde değil ama sonra Almanya ülküsü için gerekli olabilirdi. Hatta Avusturya’yı dize getirmeden önceki “düşmanlık”, zaferden sonra yerini “kardeşlik”e bırakmalıydı. Avusturya zaten, Cermenlikten çoktan beri kopmuş olan Fransa’yla aynı kefeye konulamazdı, Fransa’yla aynı şekilde ele alınamazdı, alınmamalıydı. Avusturya ile yakın durmak, Fransa’nın Avusturya ile birlik olmasını da önlerdi, bundan da korkuluyordu çünkü. Bu yüzden “Yedi Hafta Zaferi”ne rağmen Avusturya’ya “yenik düşman” muamelesi yapılmamış, 1871 sonrasında ise “imparatorlar” arası karşılıklı ziyaretlerle yakınlaşma amaçlanmıştı. (16) Bütün bunlara rağmen Bismarck’ın Avusturya’nın aleyhine olan girişimleri açığa çıktıkça diplomatik skandallar yaşanacaktı.
Avrupalı büyük devletler, Almanya’yı ilgilendirmeyen ve etkilemeyen uyuşmazlıklar ve çatışmalar içinde olmalıydı. Böylece, Almanya aleyhine anlaşmaları ve birlik içinde olmaları önlenmekteydi. Büyük devletlerin çıkar çatışmalarına Bismarck uzaktan bakar gibiydi, bu onların birbirlerine girmelerini kolaylaştırıyordu. Örneğin, Doğu Sorunu sanki onu ilgilendirmiyordu. Bu konuda bir “çıkarı” yoktu. Çıkarı olanların (İngiltere ve Rusya) çatışmaları için, çatışabilsinler diye, “anlaşmaları” gerektiğini savundu, Bismarck ise hakem olacaktı. Birbirlerine girdiler, hakem hazırdı. Gerçekten de her şey böyle oldu ve kazanan “hakem”di. Bir gücü bir başkasına karşı oynama temelindeki Bismarck politikası başarılıydı, “ancak uzun vadede geçerli olamazdı”. Birbiriyle çatışan güçler er ya da geç çıkarlarının zedelendiğini görecekler ve birbirleriyle anlaşma yolunu tutacaklardı. Ve böyle de oldu. Fransa, hem İngiltere, hem de Rusya ile iyi ilişkiler içine girdi. (17)
Önceki dönemlerde Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu üzerinden yapılan tartışma sonlandırıldı. Bu tartışmada, örneğin Prusyalı Heinrich von Sybel (1817-1895), Ortaçağ imparatorluğunun yorumunu olumlu yaptığı için Avusturyalı tarihçi Julius von Ficker’e (1826-1902) saldırıyordu. Sybel’e göre imparatorlar Almanya’yı Papalıkla birlikte sömürmüşlerdi.
Ekonomide devletçi-müdahaleci gelenek zaten yeterince bir gelişme sağlamaktaydı. Fransa’dan alınan savaş tazminatı olan 5 milyar Frank devletin belirleyiciliğinde yatırımlara dönüşünce ve modern teknikler benimsenip teknolojik bir ilerleme yaşanınca büyük bir üretim patlaması da oldu. 1850’de 2 milyon ton olan Ruhr Havzası’nın kömür üretimi 1973’te 14 milyon tona varmış, demir-çelik ve kimya sanayileri Avrupa’da öncü duruma gelmişti. Yalnız Prusya’nın çıkardığı ham kömür üretimi, 1846’da 3,2 milyon tonken, 1871’de 30 milyon tona çıktı. (18) (1914’te Almanya’da 200 milyon ton olacaktır) Çelik üretiminde yüzyılın sonunda 7 milyon tonla da İngiltere geçilecekti. Elektrik, boya maddeleri, optik vb. alanlarında Almanya rakipsizdi. Tekstil ve metalürjide buharlı makine kullanımı bakımından Almanya dünyada İngiltere’den sonra ikinci geliyordu. Üretimde kullanılan buhar gücü olarak da dünya üçüncüsüydü (ikinci ABD). (19) 60’lara kadar dünyada gemilere zırh yapımı tekeli İngiltere’deyken on yıl sonra Almanya İngiltere’yi geçecek, dünyada en ağır topları yapan da Krupp olacaktır. (20) Bunlara rağmen nüfusun hâlâ yüzde 64’ü köylüydü ve doğu bölgelerindekiler hâlâ Junkerlerin boyunduruğu altındaydı.
Eğitim: bütün toplum projelerinin vazgeçilmezi
İç politikada “zor”, dış politikada ise savaş ve “girişkenlik”le Alman Birliğinin sağlanmasından sonra sıra üçüncü ayağa geldi: eğitim. Sonradan Nazilere bırakılacak bir miras olarak düzenlilik ve düzencilik, bağlılık ve bağımlılık amaçlayan eğitim, önemli görülerek ciddi olarak ele alındı ve tam olarak kurumlaştırıldı. Bedensel güçlülük, ahlak ve disiplin temel ilkelerdi.
Dünyada ilköğretimi yaygınlaştıran ve zorunlu kılan ilk ülkenin Almanya olması (21) hazır bir altyapı demekti. (22) Okulun, özellikle ilkokulun, bütün çocuklara nasıl iyi uyruk ve itaatkâr vatandaş olunacağını öğretmenin en kolay ve kestirme yolu olduğu da keşfedilmişti. Beden eğitimi dersleri zaten 1840’lı yıllarda ortaokul, 60’lı yıllarda ilkokullar düzeyine indirilmişti ve askeri bir eğitim yapılır gibi yürütülüyordu. Derslerin ideolojisi de ihmal edilmemişti; bedeni gelişen çocuklar, Cermen kökenli ve savaşçı ruhlu olduklarını kavrıyorlardı! (23)
“Turner” adlı jimnastik dernekleri, Alman ulusalcılığının “gençlik kolu” gibi yayılıyordu. Beden eğitimi, militarizm ve saldırganlık halini almıştı.
Fransız Devriminin devleti eğitimden sorumlu tutma anlayışı uygulanmıştı, ama Fransız Devrimindekinden başka bir nedenle. Fransa’da devlet, dinsel kurumların eğitim işlevini onlardan almak için görevlendirilmiş, böylece aynı zamanda laiklik de güvence altına alınmıştı. Almanya ise eğitimi din kurumlarından ayırmadığı gibi, laikliği de öne çıkarmamıştı. Eğitimin amacı, kitlelerin gelişmesi, özgürleşmesi, bağımsızlaşması ve geri inançlardan kurtulması değildi. Tersine, devlete ve dinine bağlı kitleler, savaşlarda kullanılacak insanlar ve emirle hareket etmeye alışmış “askerler” hedeflenmişti. Bu yüzden eğitim, dinsel eğitimle hem iç içeydi, hem de modern insan anlamında “özgür birey”i ortaya çıkarmıyordu.
Yüzyılın başında yapılan reformlar, ekonomik, eğitimsel, bilimsel, akademik ve teknik gelişmeleri kolaylaştırmıştı. Yüzyılın ortasında Almanya, enerji, elektrik, optik, manyetik, kimya alanlarında İngiltere ve Fransa’dan daha fazla ve önemli buluşlara ve gelişmelere bu sayede imza atmıştı.
Yüzyılın sonuna doğru Almanya’daki akademik bilim insanlarının sayısı İngiltere’dekilerin iki katından fazla olacaktı.
Basını ele geçirme ve dini kullanma, diktatörlüğün dayanakları oluyor
Kurulan meslek birlikleri, gerici karakterleri yüzünden, taşralı soyluların askeri yönetim ve yöntemlere karşı çıkmasından önce ve buna fırsat vermeden, Almanya’nın “Prusyalılaştırılması”na yaradılar. Çıkar dernekleri, çöken orta sınıfa (Mittelstand) çare olamıyorlardı. Yönetici sınıflara mensup herkes liberalizme, cumhuriyetçi fikirlere ve işçi hareketlerine karşıydı.
Basın, diplomatik ve politik ayak oyunlarında kullanılacak hale getirildi ve hem iç ve hem de dış politikada Bismarck’a ve döneme tam olarak hizmet etti. Muhalif seslerin olanakları iyice kısıtlanmıştı. Basına hakim olmak için çok para harcanmıştı ve harcanıyordu. Bu sınırsız paranın kaynağı ise, Hannover hanedanının mal ve mülklerinin el konulup Alman hazinesine aktarılmasıyla biriken fonlardı.
Öğrenci örgütleri, bazısı feodal geleneklere bağlılıktan, bazısı “buyruklara uyma gereği”nden, bazısı da cereyana göğüs geremediğinden, sosyal haklar ve değişimler için mücadele edecekleri yerde hakim havaya ayak uydurdular.
Birliğin sağlanması için başlarda dine hiç ihtiyaç duyulmamıştı, mezhepsel ayrılıklar vardı ve bu zorluklar yaratabilirdi. Hatta, ihtiyaç duyulmamasından öte, konu olması da istenmedi, gerekmiyordu da. Bu yüzden Bismarck dinsel kesimleri küstürmekten bile çekinmedi (24), ama iktidarının sonuna doğru çıkardığı bir yasayla “Kilise Vergisi”ni uygulamaya koydu. Vergi, “Prusya’nın dini” olan Protestan Kiliseyi zenginleştirdikçe din “birlik”e katkı sağlayacaktı ve öyle de oldu. “Birlik”te pay sahibi din, devlet-kilise bütünleşmesi geleneğine (25) uygunluğu yüzünden, hem muhalefet cephesinin önemli bir silahını yok ediyor, hem de daha geniş bir kitlesel onay sağlıyordu. “Barışma” yalnız “Prusya’nın dini”yle değildi, uygulama bütün kiliseleri kapsıyordu. Katoliklerin de mali bakımdan güçlenmeleri sağlanıyordu. Bu sayede bütün kiliselerin gelirleri çok büyük ölçüde artış gösterdi. Bu yasayla her yurttaş, bağlı olduğu kiliseye kazancı oranında vergi vermekle yükümlüydü. (26)
Zorba devletin temeli olan ve karşılığı durumuna gelen birlik güçlendikçe, baskılar artıyor, özgürlükler önemsizleşiyordu. Demokrasiye ilişkin her şeye karşı çıkmak moda oldu.
Paralarına ve bütün varlıklarına el konarak kapatılan işçi ve aydın örgütlenmelerinin bir daha açılamaması için örgütlerin üyelerinin sürgünlere gönderilmesi, işçi mahallelerinin sürekli “kuşatma” altına alınması, baskıların ölçüsüzleştiğini gösteriyordu. Bir yılda yalnız Prusya’da hükümeti devirmeye, kralı öldürmeye teşebbüsten, hükümdara karşı çıkmaktan ve benzeri suçlardan 1108 kişi, Bismarck’a ya da hükümete hakaretten 10.094 kişi tutuklanmış, yargılanmış ve hüküm giymişti. (27)
Bismarck’a atfedilen “katı anayasacı çizgi”, aslında Bismarck’ın “anayasacılık”la hiç ilgisi olmadığını gizlemeye yarıyordu. Bismarck’ın anlayışı ve uygulaması, “hukuk devleti”ne giden yolları, “kanun devleti” lehine daraltmaktaydı. Bu yüzden Almanya, hiçbir zaman kalıcılaşma eğilimi gösteren bir hukuk devletine evrilemeyecek, zaman zaman da “polis devleti”ne varan hukuktan tam uzaklaşmaları yaşayacaktı.
Zamanında her şey iyi anlaşılamamıştı, ama tarih Bismarck’a, Bismarck’ın zora ihtiyacına ve mecburiyetine hak da verdi; “zor” kullanılmasa ve “zoru kullanan Bismarck” olmasaydı…
“Bırakınız…” itibar görseydi… Barışçı olunsaydı… Toplum biçimlendirilmese ve “eğitilmeseydi”… Vb, vb…
Çünkü Almanya geç kalmıştı ve Almanya’nın acelesi vardı.
Olgular ve sonuçlar
1) 19. yüzyıl başında Almanya, feodal parçalanmışlık mirasını olanca ağırlığıyla koruyor, krallık, prenslik, kontluk ve beylik olarak yüzlerce devlet ve devletçikle “yönetiliyordu”. Büyük devletler olarak yalnızca iki Alman devleti, Avusturya İmparatorluğu ile Prusya Krallığı vardı.
2) Bu parçalanmışlık gelişmeyi önlediği gibi, iki büyük Alman devletinin Avrupa’nın büyükleri arasında etkin olmalarının da engeliydi.
3) Bu yüzden her şeyden önde gelen ihtiyaç birleşmeydi, Alman Birliği idi.
4) 30 ve 48 Devrimlerinden Almanya acil çözüm gerektiren büyük sorunlarla çıktı.
5) Yeterince gelişmemiş ve kendine güvenmeyen burjuvazisi devrime önderlik edememiş, demokratik geleneklerden yoksun Almanya’yı, “devrim” çizgisine oturtamamıştı.
6) 1848’den sonra Alman burjuvazisi, “görülmemiş bir iktisadi yükseliş yaşadı”. (28)
7) 30 ve 48 Devrimleri Alman gericiliği tarafından ezildiği için Alman Birliğine açılım, halk hareketine ve demokratik yollara kapanmıştı.
8) Alman Birliği, Prusyalı toprak ağası Prens Bismarck’ın başa getirilmesiyle, askeri güç, zor ve her türlü yasal olmayan imkânlar kullanılarak karşıdevrim eliyle gerçekleştirildi.
9) Alman Birliğinin sağlanması, Alman ulusal devletinin ortaya çıkması demekti.
10) Ancak bu ulusal devlet Büyük Fransız Devriminin ulusalcılık anlayışından çok farklı ve hatta ona ters bir çizgiye sahip oldu.
11) Etnik temelde kurulduğu ileri sürülen, varsayılan, fakat gerçekte etnik bir birlik olmayan Alman devleti, ulusalcılıktan çok, ırkçılığa uygun bir zemin durumundaydı.
12) Bismarck, uzmanlık alanına giren dış politikayı Almanya’nın esas uygulaması haline getirdi. Ancak bu “dış politika”, savaşlar, entrikalar, dolaplar, ikiyüzlü dostluklar, uygulanmayan anlaşmalar, hakemlikler, kışkırtıcılıklar ve arabuluculuklar demekti.
13) Almanya Fransa’ya karşı açtığı savaşı kazandı. Fransa yönetimine ve savaşa karşı Paris’te ayaklanan halkı krallık ezemeyince, Paris Komünü’nü bastıran Almanya oldu.
14) 1871’de Paris’teki Versailles Sarayı’nda Alman İmparatorluğu ilan edildi.
15) Halkın ve işçi sınıfının baskı altında tutulduğu şartlarda ekonomi çok büyük bir gelişme gösterdi, Almanya Avrupa’nın en söz sahibi büyük devletleri arasına girdi.
16) Bu ekonomik gelişme temelinde Almanya’da teknik, üretimsel ve bilimsel gelişmeler oldu. Almanya, bazı bakımlardan ve bazı alanlarda dünyanın en ileri ve en gelişmiş ülkesi durumuna geldi.
17) Büyük ağır sanayi hamlesi silah yapımına yönlendirildi. Almanya dünyanın en fazla silah üreten, en fazla satan ve en fazla silahlanan ülkesi oldu.
18) Bismarck iktidarının bu yazıya konu olan döneminde, sayıca da çok çoğalmış olan Alman işçi sınıfı, bütün baskılara rağmen çok önemli mücadeleler verdi.
19) Bismarck, 19. yüzyılın en önemli ve en “başarılı” diktatörüydü. Bütün savaşlarını kazanmış, bütün planlarını uygulayabilmiş, bütün hedeflerini gerçekleştirmişti.
20) Büyük bir donanma da kurmakta olan Almanya İmparatorluğu, emperyalist olmaya hazırlanıyor, dünyaya açılma planları yapıyordu.
Dipnotlar
1) Hegelci solcu bir şair olan Carl Friedrich Wilhelm Jordan (1819-1904), aynı zamanda Frankfurt Ulusal Meclisi üyesiydi.
2) 1847’de 32 yaşındayken Prusya Parlamentosuna seçilen ve Prusya temsilcisi olarak 36 yaşındayken de Frankfurt Ulusal Meclisine giren Otto Eduard Bismarck (1815-1898), 48 Devriminde karşıdevrimin hizmetine girdi, işçi sınıfı düşmanı olarak işçi hareketlerinin hep ezilmesi gerektiğini savundu. 1848’de, daha “olaylar” başlarken “darağacının gündeme getirilmesi” gerektiğini söylemişti. 1878’de imparatora, arkasından kendisine yapılan suikast girişimlerini bahane ederek ünlü gerici “Sosyalistler Yasası”nı (Sozialistengesetz) çıkarttı, o dönemde devrimciler kovalandı, yakalandı, devrimcilerin örgütlenme özgürlükleri tamamen yok edildi ve o dönemin devrimcileri olan Sosyal-Demokratlar gizlilik koşullarında çalışmaya itildi. II. Wilhelm’in imparator olmasıyla Bismarck’ın yıldızı söndü ve küskün olarak öldü. Bismarck’tan sonra özellikle dış politikada ve yayılmacılıkta Bismarck’ın karşı çıktığı bir çizgiye girildi.
3) August Bebel, Teoride ve Pratikte Politika, Anadolu Yayınları, Ankara 1969, s.68.
4) Albrecht Roon (1803-1879), büyük askeri başarılara imza atmış Prusyalı general. Sonradan Bismarck’ın da bakanı ve yakın çalışma arkadaşı olacaktır.
5) Bu yüzden, aradan yıllar geçtikten sonra Bismarck’a karşı “parlamento içi” tek muhalefet olan Deutsche Zentrumpartei (Katolik “Alman Merkez Partisi”) hareketini, diğer Prusya-karşıtı gruplar yanı sıra “Protestan” Hannoverliler de destekleyeceklerdi (Engels, 1979, s.128-29). (Zentrum, ilk seçimde 57, sonrakinde 100’ün üstünde milletvekili çıkararak Bismarck’ı zor durumlara sokmuştu.)
6) 1878 tarihli Anti-Dühring ve 1887-88’de yazılıp basılan Die Rolle der Gewalt in der Geschichte (Türkçesi “Tarihte Zorun Rolü”).
7 J. M. Keynes, The Economic Consequence of Peace (1919), s.75; akt. Lee, s.102.
8) Moore Jr., s.35.
9) Bu konu aslında Almanya’da kapitalizmin gelişmesinin “başka bir yoldan” (“Prusya Yolu”ndan) gerçekleşmesi ile ilgilidir. Buna göre feodal ilişkiler ve büyük toprak sahipliği sistemi tasfiye edilmemekte, Junkerlerin kapitalistleşmesi, “tarım sektörünün sanayiye geçişi” söz konusu olmaktadır. Sonuçta bu “yeni yol”, “demokrasisiz kapitalizm”in yolunu açmıştır. Almanya’nın ulusal devlete devrimle geçememesinin, birliğini demokratlaşmadan sağlamasının açıklaması da, burjuvazinin tarihsel rolünü oynayamamasında yatmaktadır. Almanya’nın iktidardan uzaklaştırılan ve tasfiye edilen “Eski Rejim”i yoktur.
10) Prusyalı bakan Karl August Hardenberg (1750-1822) yeni bir üretim ve sanayileşme düzeni kurdu. “Prusya Reformları” olarak anılacak 1808-1812 arasındaki bu uygulamalar, Alman devletlerinin hemen hepsinde bir karşılık bulacaktı.
11) Birçok kaynakta diplomatik manevralarla Fransa’nın Prusya’ya savaş açmaya zorlandığından, Bismarck’ın Fransa’yı savaşa mecbur bırakan provokasyonlarından söz edilmektedir. Bunlar arasında en önemli olanı, İspanya tahtına veraset yoluyla önerilen Prusya kralının akrabası Prens Leopold’a Fransa’nın gösterdiği tepkiyi Bismarck’ın casus belli (savaş nedeni) haline getirilecek kadar büyütmesi ve istismar etmesidir. Bkz. Benedict Anderson, Üç Bayrak Altında / Anarşizm ve Sömürgecilik Karşıtı Tahayyül, Metis Yayınları, İstanbul 2006, s.81.
12) İmparator III. Napoleon, Kassel kentinin Wilhemshöhe’sinde aylarca sürecek bir tutsaklık yaşayacak, ordu komutanı ise Paris’teki ayaklanan işçilere saldırıları yönetmesi için tutsak Fransız askerlerinden oluşturulan birliklerin başına geçirilecekti.
13) Prusya orduları tarafından sarıldığı günlerde Paris’te işçiler ayaklanmış, dünyanın ilk proletarya devrimini yapmışlardı, ama başkent zor şartlara dayanmaya, işçi iktidarı ayakta kalmaya çalışıyordu. Kuşatma altındaki Paris’te açlık yüzünden hayvanat bahçesindeki filler bile yenmişti. Halk sokaklarda ve lağımlarda fare avındaydı. İşçilerin iktidarı ele geçirmesiyle “Paris Komünü” adını almış olan hareket, 70 gün sonra her şeyin kaybedilmesi ve kitlelerin ezilmesiyle sonuçlandı. Ancak ilginç olan, Fransız hükümetinin işçilerin ezilmesi için işgalci Prusya ordusundan yardım istemesi, Bismarck’ın da işçilerin ezilmesi için “düşman”ına yardımda bulunmasıydı. “Düşmanlar”ın, ayaklanan işçilerin ve halk kitlelerinin ezilmesi konusunda anlaşması hiç zor olmuyordu. Almanların elinde bulunan tutsak Fransız askerleri (yüz bin savaş tutsağı) Komüncülerin ezilmesine yardımcı olması için Paris’e sevk edildi ve kendi halkının düşmanı “Fransız hükümeti”nin emrine verildi. Almanlar karşısında yenilen Bonapartçı Fransız subaylar, yenilen yurttaşlarına onları öldürmek için saldırmakta hiç duraksamadı. Yüz binlerce işçi öldürüldü ve sürgünlere gönderildi.
14) 18 Ocakta I. Wilhelm, Paris’teki Versailles Sarayındaki ünlü aynalı salonda taç giyerek “Alman İmparatoru” unvanını aldı. 74 yaşındaki kral, korktuğu için istemediği halde Bismarck’ın dayatmalarına karşı çıkamamıştı.
15) Friedrich Engels, Konut Sorunu, Sol Yayınları, Ankara 1977, s.73.
16) Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi / 1914-1980, T. İş Bankası Yayınları, Ankara 1986, s.23-24.
17) Hüner, s.162, 182-83; Gall, s.619 vd.
18) James, s.101.
19) Friedrich Engels, “Pamuk ve Demir”, The Labour Standard, 30 Temmuz 1881.
20) Engels, 1979, s.43.
21) Bu uygulama Fransa’da 1860’ta, İngiltere 1867 tarihli reform yasasından üç yıl sonra kurulmuştu. Geniş bilgi için bkz. Kemal Aytaç, Avrupa Eğitim Tarihi, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1992.
22) Buna rağmen Prusya’da ilkokul sayısı sonraki otuz yılda yüzde 50 daha artacaktı.
23) Eğitime verilen önemin olumlu sonuçlarından çok yerde söz edilmektedir. Çarpıcı bir örnek, tarihçi E. Hobsbawm’ın, 1870-71 Prusya-Fransa savaşında Prusyalıların Fransa’yı kolayca yenmelerinin bir nedeninin de “askerlerinin çok büyük oranda okuryazar olmalarından kaynaklandığını” yazmasıdır (Sermaye Çağı / 1848-1875, s.57). O dönemde okuma-yazma bilmeyenlerin askerlik çağındaki genç erkekler arasındaki oranı şöyleydi: Fransa yüzde 18, Prusya yüzde 2.
24) Örneğin, Kulturkampf (“Kültür Savaşı”, bu güya batıl inanışlara karşı bir mücadeleydi) adını verdiği uygulamalarıyla Katolik kilisesini hedef alıyordu. Papazların yer değiştirmesi yasaklanmış, tarikatlar dağıtılmıştı. Bunlar için, esas olarak Katolik Kilisesine zarar veren yasalar çıkartılmıştı.
25) Alman tarihinde dini hükümdarların sahiplenmesi ve kendilerini en yüksek din otoritesi saydırmaya çalışmaları bakımından din-devlet birleşmişliği söz konusuydu ve bu bir geleneğe dönüşmüştü.
26) Bu yasa Almanya’da halen geçerlidir.
27) F. Engels, “Bismarck ve Alman Emekçilerinin Partisi”, The Labour Standard, 23 Temmuz 1881.
28) Engels, 1979, s.115.
Seçilmiş Kaynakça
– Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, İstanbul 1965.
– H. Boockmann, H. Schilling, H. Schulze, M. Stürmer, Mitten in Europa – Deutsche Geschichte, Sammlung Siedler, Berlin 1992.
– Crane Brinton, John B. Christopher, Robert Lee Wollf, 1453’ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, Cem Yayınevi, İstanbul 1982.
– Ulrich Bröckling, Disiplin / Askeri İtaat Üretiminin Sosyolojisi ve Tarihi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001.
– Friedrich Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yayınları, Ankara 1975.
– Friedrich Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Sol Yayınları, Ankara 1992.
– Friedrich Engels, Tarihte Zorun Rolü – Bismarck’ın Kan ve Zulüm Politikası Üzerine Bir Çalışma, Sol Yayınları, Ankara 1979.
– Mary Fulbrook, Almanya’nın Kısa Tarihi, BÜ Yayınevi, İstanbul 2014.
– Lothar Gall, Bismarck / Der weisse Revolutionär, Propyläen, Frankfurt/M-Berlin-Wien 1980.
– Geschichte des deutschen Parlamentarismus, Deutscher Bundestag, Bonn 1999.
– Oscar J. Hammen, Die Roten 48er / Karl Marx und Friedrich Engels, Athenaion, Frankfurt am Main 1972.
– Eric Hobsbawm, Devrim Çağı / 1789-1848, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2005.
– Eric Hobsbawm, Sermaye Çağı / 1848-1875, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2005.
– Harold James, Deutsche Identität, 1770-1990, Campus Verlag, Frankfurt/Main 1991.
– Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler / 1789-1980, Dost Kitabevi, Ankara 2004.
– W. H. McNeill, Dünya Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul 1985.
– Barrington Moore Jr., Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri / Çağdaş Dünyanın Yaratılmasında Soylunun ve Köylünün Rolü, Verso Yayınları, Ankara 1989.
– Hans-Joachim Schoeps, Preussen / Geschichte eines Staaten – Bilder und Zeugnisse, Propyläen Verlag, Berlin 1995.
– Werner Stein (hrsg.), Die wichtingsten Daten der Weltgeschichte / Der Kultur Fahrplan, Herbig Verlagbuchhandlung, München 1998.
– Friedrich Stieve, Geschichte des Deutshen Volkes, Verlag von R. Oldenbourg, München und Berlin 1941.
– Hüner Tuncer, Osmanlı Devleti ve Büyük Güçler (1815-1878), Kaynak Yayınları, İstanbul 2009.
– Uluslararası İlişkiler Tarihi / Diplomasi Tarihi, 2. cilt, May Yayınları, İstanbul 1978.
– Veit Valentin, Knaurs Deutsche Geschichte, Droemersche Verlagsanstalt Th. Knaur Nachf., München-Zürich 1960.