Güzel Philippe ulusal devletin kurulması yönündeki geçiş döneminde yaptığı önemli işlere rağmen çok sevilmedi. Şiddete olan eğilimiyle, içten pazarlıklı oluşuyla hatta sinsiliğiyle, kinciliğiyle intikamcılığıyla, gerekli gördüğü zaman hiç çekinmeden uygulamaya koyduğu haksız kararlarıyla halkın gözünde kendini epeyce yıprattı. Gene de onun dönemi modern Fransa’nın kuruluşunda ve insanlığın ilerleyişinde bir dönüm noktasıdır.
Birileri bilir bilmez “ortaçağ karanlığı” diye bir şeyden sözederken tarih bilimiyle uğraşanlarımızın bile Ortaçağ’ın ne olup ne olmadığı üzerine köklü araştırmalar yapmıyor olması bizi düşündürüyor. Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçişin kültürel koşullarını azçok biliyoruz, daha önce yayımladığımız kitaplarda bununla ilgili bilgiler vardır. Aziz Augustinus’un, Aziz Anselmus’un, Aziz Tommaso’nun felsefi düşüncede Platon’culuktan Aristoteles’çiliğe doğru gelişen çizgi üzerinde ortaya koydukları görüşler ve skolastiğin özellikleri, Aziz Dionysios’un ve Boetius’un düşünce dünyasına getirdikleri, Karl I’in yarattığı büyük düşünce devrimi, evrenseller tartışması ve daha başka görüşler bugün ilgi alanımızın uzağında değildir. Ancak o dönemin toplumsal ve iktisadi yaşam koşullarını görmeden kültür alanındaki dönüşümleri doğru kavramak da olası değildir. İlk kıpırdanma XI. yüzyılda oldu, ama asıl dönüşümler XIV. yüzyılda kendini gösterdi. XIV. yüzyıl Avrupa’da ulusallaşma yüzyılıdır. XVIII. yüzyılda bile bir gereksinim olarak kendini ortaya koymayacak olan, ancak gerçek anlamda günümüzde tartışılmaya başlayan demokrasi kavrayışının köklerini ya da sönük belirtilerini gene de XIV. yüzyılda hatta daha öncede aramak doğru olur.
Demokrasinin ortaçağdaki belirtileri
Bu gelişmelerde başı çeken ülke İngiltere’dir. XVIII. yüzyılda fransız aydınlanmacılarının İngiltere’ye olan hayranlıkları gelişigüzel bir duygusallıktan daha başka bir şeydir. Yeni dünyanın kurulmasına doğru ilk adım İngiltere’de 1215’de Magna Carta’yla atılmıştır. “Büyük ferman” diye adlandırabileceğimiz Magna Carta Ortaçağ sonlarının ve Yeniçağ başlarının belirgin toplumsal-iktisadi özelliklerinden biri olan soylularla kral yetkesi arasındaki çekişmeye son vermiştir. Bu uzlaşma olası sert kavgaları önlemiş, bir toprak soyluları topluluğu kral John’dan böylece bazı haklar elde etmişlerdir. Genel olarak kral yetkesinin ağırlık kazanmakta olduğu Avrupa’da bu oluşum tersine bir gelişimin anlatımı gibidir. Bu ferman 1216’da Henri III’ün tahta geçmesiyle yenilenmiştir. Magna Carta kralla vasalleri arasındaki feodal ilişkileri, bu arada krallığın yönetimiyle ilgili bazı konuları ele alır. Bu ferman yasa düzeninin mutlakyönetime boyun eğdirmesi olarak anlaşılmalıdır. Buna göre toprak soylularıyla mutlakyönetim arasında doğabilecek vahim olaylar bir belgeyle önlenmiş oluyordu. Böylece İngilizler özgürlük haklarını elde etme yolunda önemli bir adım atmış oldular. 1264’de parlamentonun kurulması bu yolda atılmış daha büyük bir adımdır. Rahipler soylularla işbirliği yaptılar, küçük soylular burjuvaziye yaklaştılar: bu kümelenme iki meclisli ingiliz siyasal yaşamının özünü oluşturdu.
Bu dönem Avrupa’da özellikle de Fransa’da feodalliğin doruk noktasına ulaştığı ve buna göre içten içe dağılmaya başladığı bir dönemdir. Henüz haçlı ruhu sönmüş değildir ama inanca olan bağlılık gevşer gibi olmuştur, yeni zamanlar dinsel duygusallıkların kışkırtacağı kahramanlıklara kapalı gibidir. Tarihçi Henri Vast’ın deyişiyle bunu “hıristiyanlık ruhunun azalması” diye de belirleyebiliriz. Fransa’da yeni yükselen sınıfın yani burjuva sınıfının koruyucusu olan krallar mutlak bir güç elde edebilmek için başta zorbalık olmak üzere her türlü yöntemi kullanabiliyorlardı: sermayeciliğin gelişimini engelleyen feodalliğin ortadan kaldırılması mutlakyönetimin çabasını gereksiniyordu. İngiltere’de özgürlüklerin savunucusu olan soyluluk mutlakyönetim üzerinde etkin bir denetim düzeneği kurarken sermaye gelişimlerini engelleyici bir tutum içine de girmemiştir: uzlaşma tüm sınıflar adına uzlaşmaydı. Yeni dünyanın kurulması yolunda İngilizlerin öncü rolü büyük ölçüde bu dengeden beslenmiştir. Öte yandan İngiltere’de soyluluğun kalıcı olması özgürlükçü bir temele dayanan dengeli siyaset anlayışının ürünü olmuştur. Buna karşılık Fransa’da eskiyle yeninin ya da soylulukla burjuvazinin kavgası epeyce kanlı oldu. Fransa tarihi başka ülkelerin tarihinden biraz daha kanlı gibidir. Fransa’da mutlakyönetim tüm toplumsal ve iktisadi güçlerin üzerinde emenlik kurmaya çalışırken soyluluğa ve din kurumlarının baskısına karşı amansız bir savaşa giriyordu.
Bu dönem Almanya’nın Kutsal Roma Germen İmparatorluğu altında son derece parçalı bir toprak düzenini sürdürdüğü dönemdir. “Roma” elbet Roma İmparatorluğu’na özenmekle ilgiliydi. Mağrur Almanlar bu geniş imparatorluk düzeninde dünyanın başında yer almak düşleri kuruyorlardı. Oysa imparatorluk geniş topraklar üzerinde yırtılmaya hazır bir örtüydü. Bunun en belirleyici kanıtı imparatorların yoksulluğudur. “Seçici prens”ler bir takım silik yabancıları imparator seçiyorlardı. Bu kurnazlığın tek nedeni egemenliklerini yitirme korkusuydu. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu görünüşte herkesin devleti gibi dururken gerçekte tepeden tırnağa almandı. Bu cılız yapıda herkes ayrı bir şey söylerken feodal kargaşa hızla yayılıyordu. Giderek ülke küçük küçük fieflere bölündü. Kuş uçmaz yerlere kocaman şatolar diktiler, bu şatolar yağmacılığın kaleleriydi. Almanya’da merkezi yetke diye bir şey yoktu: geçerli tek yasa yumruk (faustrecht) yasasıydı.
Fransa’da feodallere ve papaya karşı krallar
Feodal parçalanmışlıktan ulusal bütünlüklere geçiş döneminde Fransa’nın orta ve kuzey topraklarında mutlakyönetim kesin olarak egemendi. Feodal soyluluk gelişmekte olan burjuva iktisadına ve her şeyden önce kral yetkesine boyun eğmek zorunda kaldı. Kral tüm torak soylularının üstündeydi, krallığın korunmasından o sorumluydu. Kralın gerçek anlamda mutlakyönetici olması yetkesini Tanrı’dan almasıyla ve Tanrı’dan başka kimseye hesap vermek zorunda olmamasıyla belirgindir. Onlar bu yönleriyle daha önceki zamanların krallarından ayrılıyorlardı. Her şeye karşın XIII. yüzyılın kralları yenilikçi krallar oldular, zamanın değerleri ve kendi anlayışları çerçevesinde barışı ve adaleti sağlamaya çalışıyorlardı. Feodal dağınıklıktan bütünsel bir yapı çıkarmak hiç de kolay bir iş değildi. Feodaller sonunda yetkilerini mutlak krallara bırakmak zorunda kaldılar. Kralların bir işi de giderek güçlenen papalığın gücünü kırmaktı. Papalığın kasası her gün biraz daha doluyordu. Konsiller yani din kurulları birer karar organı gibi iş görüyorlardı. Din adamlarının gücünü kırmaya çalışan kralların başında Güzel Philippe diye bilinen Philippe IV vardır.
Güzel Philippe tahta geçtiğinde henüz on yedi yaşındaydı, yakışıklılığıyla tanınıyordu, ağırbaşlı bir gençti. Onu yetiştiren Gilles de Rome ona din devletinden nefret etmeyi öğretmişti. Genç kralın yaşına göre azımsanmayacak bir kültürü vardı. Duygucu değildi, ussaldan yanaydı, örneğin trubadurların duygulu şiirlerinden hiç hoşlanmazdı. Son derece alçakgönüllüydü. Onu yeni yöneticilerin ilki diye almak yanlış olmaz. Onun çabasıyla krallık papalığın üzerinde ezici bir güç oluşturdu: papalar uzunca bir süre Roma’dan uzakta yaşadılar. Bu dönem Tiers état denilen orta sınıfın yani soyluların ve rahiplerin dışında kalanların yaşama ağırlık koyduğu bir dönemdir. Şövalye ruhu ve onun özünü oluşturan “onur” kavramı hızla etkisini yitiriyor, mutlakyönetim zorbalaştıkça feodal yaşam eridikçe eriyordu. İngiltere’de olduğunun tersine Fransa’da özgürlük kavramı büyük bir önem taşımıyordu. Fransa’da polis gücü her şeyin üstünde gibiydi.
Zamanın olayları içinde en belirleyici olanı elbette papayla kral arasındaki çekişmedir. Kavga 1296’da koyulan bir vergi yüzünden çıktı. Kavga aslında ben daha yetkiliyim, hayır ben daha yetkiliyim kavgasıydı. Krallıkla papalık arasında kıyasıya bir çekişme başladı. Bonifacius VIII’in asıl amacı öncülerinin yani Gregorius VII’nin ve Innocentius III’ün yolundan giderek papalık yetkesini mutlaklaştırmaktı: papalık tüm dünya güçlerinin üstünde olmalıydı, papa kralların da prenslerin de süzereni durumundaydı. Böylesi bir görüş Philippe IV gibi şiddete eğilimli ve gerektiğinde sonuna kadar zorbalaşabilen bir kralın benimseyebileceği bir görüş değildi. Kral papalığın baskılarına boyun eğmeyince işler iyiden iyiye sarpa sardı. Kral papanın topladığı konsile karşılık 10 nisan 1302’de Notre-Dame’da états généraux’yu topladı. Bu meclis Fransa’nın ilk meclisidir. Fransa İngiltere’den otuz sekiz yıl sonra ilk parlamentosunu oluşturmuştu. Bununla birlikte Etats généraux Fransa’nın siyasal yaşamında sürekli olmamıştır, bu yüzden İngiltere’nin hemen ardından Fransa parlamento düzenini benimsedi diyebilmek kolay değildir. Önemli konularda kralın toplantıya çağırdığı yani gerektiğinde toplanan bu meclisler karar üretme hakkı olmayan danışma meclisleridir. Bu meclislere rahiplerden soylulardan ve Tiers’den yani üçüncü sınıftan seçilmiş üyeler katılırdı. Bu 10 nisan toplantısında çıkarları iyiden iyiye tersleşen soylular ve burjuvalar papaya karşı kralın yanında son damla kanlarına kadar savaşacaklarına ant içtiler.
Tarihçi Désiré Blanchet şöyle diyor: “Çekişme vergiler yüzünden çıktı. Flandre savaşı sırasında kral genel bir vergi koymuştu, kilise malları açısından ağır bir vergiydi bu. Papa bu duruma Clericis laicos genelgesiyle karşı çıktı ve vergi toplayacak olanları da vergi verecek olanları da aforoz etmekle tehdit etti. Bu defa Güzel Philippe krallıktan altın ve gümüş çıkışını yasakladı. Her yıl Fransa’dan epeyce yardım alan papanın hazinesi bu durumda yoksullaştı. Fransa’daki piskoposlar araya girdiler ve kavga yatıştı. Kavga Pamiers piskoposu yüzünden yeni baştan alevlendi. Kralın kişisel düşmanlarından olan Bernard de Saisset adlı bir piskoposu papa krala karşın atamıştı. Kral bir bahaneyle piskoposu tutuklattı. Bonifacius VIII piskoposu şiddetle savundu. Güzel Philippe’e karşı Ausculta fili adlı bir bildiri yayımladı. Bildiride kralı haraççılıkla, para işlerinde dalaverecilikle, zorba olmakla suçluyordu. Sonunda Roma’da kralı yargılamak ve krallığı düzene koymak için bir konsil topladı.”
Kralın yasaklamasına karşın birçok Fransız rahibi Roma’ya gitmeyi göze aldı. 1302 temmuzunda kralın birlikleri Courtrai’de yenilgiye uğradı. Bu durum papayı umutlandırdı. Konsile papaların krallar üzerindeki üstünlüğünü onaylattı, bu arada kralı aforoz etme hazırlıklarına girişti. Bu defa kral karşı saldırıya geçti. Guillaume de Nogaret adlı bir hukukçu papayı sapkınlıkla suçlayan bir bildiri hazırladı ve bu bildiriyi kralın bir konsilde açıklatmasını istedi. Bu kişi daha önce sapkın ilan edilerek yakılmış olan birinin oğluydu. O bu işte sonuna kadar gitmeyi göze aldı ve papanın düşmanlarından Colonne adlı biriyle ve bir haydut topluluğuyla Roma’nın yolunu tuttu. Adamlar papanın kaldığı Anagni’ye girdiler, papalık sarayının kapılarını kırdılar. Seksen altı yaşındaki papa bu kişilere direndi. Anagni halkının ilgisini göremeyen yaşlı adam Roma’ya döndü, hakarete uğramış olmanın acısıyla hiçbir şey yemeyerek iki gün içinde öldü. Yeni papa Clemens V Roma’ya gitmedi, Avignon’da yerleşti. Papalık yetmiş yıl Roma’dan uzakta, Fransızların denetiminde kaldı.
Güzel Philippe bu arada Temple şövalyeleriyle uğraşmaya başladı. Hem askeri hem dini bir tarikat olan Temple tarikatı 1119’da kurulmuştu ve çoğu Fransız olan 15.000 üyesi vardı. Tarikat üyeleri para içinde yüzüyorlardı. Onlar papanın ve birçok prensin bankerleriydiler. Hiç vergi vermiyorlardı. Kral bu güçlü tarikatın belini kırmak için önce önderleri Jacques de Molay’ı tutuklattı, sonra Fransa’daki tüm tarikat üyelerini tutuklattı (1307). Tarikat üyeleri 1310-1314 arasında yargılandılar ve yakılmaya mahkum edildiler. 1312’den sonra papa Clemens V Fransa kralının isteği üzerine tarikatın varlığına son verdi. Devlet içinde devlet olan Temple tarikatı böylece tarihe karıştı. Haçlı ruhunun çok gerilerde kaldığı bir dönemde Temple şövalyelerinin varlığı dinsel olmaktan çok iktisadi bir amaca hizmet ediyordu.
Parçalı bir toplumdan ulus oluşturma çabası
Philippe-Auguste’den ve Saint Louis’den sonra kral olan Güzel Philippe’in başlıca kaygısı sınırları oldukça geniş ve her anlamda bütünlüklü bir devlet kurmaktı: krallık gücünün her şeyin üstünde belirleyici olmasını istiyordu. Dağınık ve oldukça parçalı bir toplumdan bir ulus oluşturma çabasıydı bu. Ancak bu amaç bir çırpıda gerçekleşecek gibi değildi, feodal yapı henüz tam olarak giderilebilmiş değildi ve epeyce bir zaman varlığını sürdürecek gibiydi. Epeyce yol alınmıştı ama: kral krallık sınırları içindeki senyörlerin süzereni durumundaydı. O aynı zamanda Roma imparatorluğunun kalıtçısı sayılıyordu. Öte yandan kiliselerin ve manastırların da koruyucusuydu. Dindar Saint Louis’den sonra tam anlamında laik bir kral başa geçmişti. Krallığı güçlendirmek adına düzenli bir ordu kuran Güzel Philippe bu orduyla her şeyden önce dikbaşlı vasalleri dize getirdi. Krallığın kasasını zenginleştirdi. Sarayda bir meclis oluşturdu, bu meclis bir tür parlamento görevi yapıyordu. Ancak kral meclis üyelerini her yıl yeniden belirliyordu. Bu mecliste rahiplerle laikler eşit sayıdaydı.
Bu arada tiers état büyüyor ve güçleniyordu, feodal toplum da hızla küçülüyordu. Öte yandan toplumun genel yaşam düzeyi epeyce yükselmişti. Yeni kurulmakta olan sanayinin çok iyi durumda olduğu söylenemezdi, gene de ülkede belli bir sanayi etkinliği vardı. Korporasyonlar arasında rekabet artıyor, bu artış parçalanmayı da kendiliğinden getiriyordu. “Böylece tespih üretenler üç ayrı korporasyonda toplanmışlardı: birileri yalnızca kemikten ve boynuzdan tespih yapıyordu, öbürleri fildişinden ve deniz hayvanlarının kabuklarından tespih yapıyordu, üçüncüler amberden ve kehribardan tespih yapıyordu” (Henri Vast). Sınıf ayrımının ortadan kalkmaması için 1294’de yayımlanan bir buyrultu burjuvaların araba sahibi olmasını, kürk giymesini, altından gümüşten ya da başka değerli madenden mücevher takmasını yasaklıyordu. Yıllık geliri altı bin liradan aşağı olan düklerin ve kontların yılda dörtten fazla ve rahiplerin de yılda ikiden fazla giysiye sahip olamayacağını bildiriyordu. Bu karara uymayanlara büyük para cezaları verilecekti. Ancak bu buyrultunun maddeleri uygulanabilir gibi değildi.
XIV. yüzyılın başların da Capet hanedanının etkili kralı Philippe IV’ün ulusal devlet kurma yolundaki çabaları bunlar oldu. Kısacası Philippe IV yeni zamanlara giden yolun başında tarihin akışını epeyce hızlandırdı. Ulusal diller henüz tam olarak gelişmemiş, ulus kavramı tam olarak oluşmamış, ulusal devlet fikri yaşama geçmemişti. O dönem bir geçiş dönemiydi, bir geçiş dönemi olmanın bütün özelliklerini taşıyordu. Evet, kral çok önemli işler yaptı ama çok sevilmedi, insanların gönlünde bir Saint Louis’nin yarattığı etkiyi yaratamadı. Şiddete olan eğilimiyle, içten pazarlıklı oluşuyla hatta sinsiliğiyle, kinciliğiyle intikamcılığıyla, gerekli gördüğü zaman hiç çekinmeden uygulamaya koyduğu haksız kararlarıyla halkın gözünde kendini epeyce yıprattı. Bu olumsuz özellikleri olmasa Ortaçağ’ı Yeniçağ’a bağlayan aydınlığın birinci ustası diye anılacaktı. Gene de onun dönemi modern Fransa’nın kuruluşunda ve insanlığın ilerleyişinde bir dönüm noktasıdır.