Arapların küçük devletçiklere bölünmesi fikrini net bir proje/plan olarak ortaya koyan Oded Yinon’du. Çalışması Dünya Siyonist Teşkilatı yayın organı Kivum dergisinde 1982 yılında yayımlanmıştı. Bu plan günümüze dek ABD ve İsrail eliyle yürürlüğe kondu. Ama artık durum değişmekte, yeni bir süreç başlamaktadır.
Lübnan nerededir? Jean-Marie Guéhenno Demokrasinin Sonu kitabında bu soruya, “Lübnan Ortadoğu haritasının bir yerlerinde kaybedilmiş bir ülke değildir. Artık hepimizin içindedir” yanıtını veriyordu. (1) Kitabında ulus devletlerin ve demokrasinin yıkılışı ile Lübnanlaşma kategorisini birlikte düşünüyor ve analiz ediyordu. Guéhenno Lübnanlaşmayı ulussal yapıların birbirine hasım cemaatlere ayrışması anlamında kullanıyordu. Sykes-Picot’nun öldüğüne, Irak’ın ayrışarak sona erdiğine dair yazı ve açıklamaların birbirini takip ettiği bu dönemde, Guéhenno’nun bu formülasyonunun hatırlanmaması mümkün değil. Irak’ın Lübnanize edilip edilemediği meselesi bu çerçevede tartışmamıza giriyor.
Batı’da bunun böyle olduğu uzun süredir kabul ediliyor; Bağdat’ı yeni Beyrut olarak gördükleri ve hatta yapmaya çalıştıkları da açıktır. Nitekim Foreign Policy dergisinde 24 Ağustos 2010 tarihinde yayımlanan “Beirut in Baghdad: Is The Lebanonization Of Iraq Complete?” başlıklı yazıda, Bağdat’ın Beyrut olma yolunda ilerlediği ve Irak’ın Lübnanlaştığı tespitlerini bulabiliyoruz. (2) Birbirine düşman ve çatışan cemaatlere ayrılmış bir ülke tablosudur. Ulus devlet kategorisinin dışında ve hatta onu çökertmeye yönelik olduğu da aşikardır.
Bununla birlikte, Ortadoğu’da bugün ayrışan ulusal yapıların nicelik ve nitelikleri düşünüldüğünde, Lübnan ölçeğinin yeterince açıklayıcı kabul edilmemesi mümkündür. Balkanlaşma belki de daha yetkin bir kavramlaştırma olarak düşünülebilir. Örneğini ise Yugoslavya teşkil etmektedir. Irak ile benzer türden bir ayrışma yaşadığını ve içerisinden birkaç devlet çıktığını hatırlıyoruz. Bir bakıma, dünün Yugoslavya’sı bugünün Irak’ını düşünebilmek için bir model niteliğindedir. (3) Sosyologca dergisinde Yalçın Küçük’ün değerlendirmesi de bu yöndeydi. “Balkanization & Lebanization & Egyptization” başlıklı çalışmasında Ortadoğu’yu kastederek, “Sovyetler ve Yugoslavya’dan sonra asıl bölünme merkezi buraya kaymış olabilir, ciddiyetle hesaplamak zorundayız” uyarısını yapıyordu. (4) Irak’ta ayrışmanın önemli oranda gerçekleştiği de makalesinde kayıtlıdır. Time dergisinin 30 Haziran 2014 tarihli sayısında ise ‘bir ulus devlet olarak Irak’ın parçalanmasının artık tamamlanmış bir olgu’ olduğu cümleciği yer alıyor. (5) Irak’ın verili durumunda Şii, Sünni ve Kürt bölgelerinden oluşan üç balkan devletçiğinin çıktığı da sıkça tekrarlanan bir tespit. Böylelikle Sykes-Picot’ya ve Irak’ın bugününe ulaşmış olmaktayız.
Sykes-Picot hapishanesindeki Arap ulusu
Sykes-Picot Arap ulusçuluğunun neresinde durur? Sykes-Picot 1916 yılında Osmanlı devletinin topraklarının İngiltere ile Fransa arasında paylaştırıldığı anlaşmanın adıydı. Arap topraklarını yapay sınırlarla bölüyor, nüfuz alanlarına ayırıyor ve İsrail devletinin de temellerini atıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’daki taksimat da genel hatlarıyla Sykes-Picot’ya uygun yapılmıştı. Denebilir ki, bir yüzyıl boyunca Ortadoğu’daki düzenin temelini bu anlaşma temsil etmiştir.
Araplar açısından anlamını ise, bir dönem Osmanlı devletinde de görev yapan, Arap ulusçuluğunun öncülerinden Sati el-Husri’de bulabiliyoruz. 1950’de yayımlanan bir çalışmasında Sykes-Picot’da çizilen “bu sınırların”, emperyalist güçlerin Araplara “dayattığı ‘hücre hapsi’ ve ‘ev hapsi’nin sınırları” olduğunu yazıyordu. (6) Tam da bu nedenle Arap ulusçuluğunun yükselişi, söz konusu hücre sınırlarının dışına çıkmakla mümkün olacaktı. Nasır önderliğindeki Arap ulusçuluğunun 1958 yılındaki ilk adımı bu yöndeydi. Mısır ile Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyeti adı ile tek bir devlet çatısı altında birleştiklerinde, ihlal edilen her şeyden önce Sykes-Picot’nun çizdiği sınırlardı. Öyle ki, Arapların birleşmelerinin yolu Sykes-Picot’da çizilen sınırların korunmasından değil, ihlalinden geçiyordu. Arap ulusu Sykes-Picot sınırlarının ötesinde bir yerlerdeydi. Suriye ile Mısır arasındaki bu birliğe Irak’ın da dahil olması tartışmalarıyla, bu, daha da net biçimde ortaya çıkacaktı.
Balkanizasyon ve İsrail
Ortadoğu’nun Balkanizasyonunu bir tür Osmanizasyon kategorisi ile bağlantılandıran isim ise Chomsky idi. Chomsky Fateful Triangle adlı çalışmasında, Ortadoğu’nun küçük etnik ve mezhepsel yapılara bölünmesi ile amaçlananın, merkezinde güçlü bir İsrail’in yer aldığı bir Osmanizasyon projesi olduğunu yazıyordu. (7) Merkezde güçlü bir devletin, çevrede ise küçük ve tercihen birbirine hasım devletçiklerin yer aldığı bir model. Geçmişte, Osmanlı zamanında merkezde Türkiye yer alırken, şimdi burada konumlanmış olan devlet İsrail olmaktadır.
Bununla birlikte, Ortadoğu’nun küçük devletçiklere bölünmesi fikrini net bir proje/plan olarak ortaya koyan Oded Yinon’du. Çalışması Dünya Siyonist Teşkilatı yayın organı Kivum dergisinde 1982 yılında yayımlanmıştı. Doküman “A Strategy For Israel In The Nineteen Eighties” başlığını taşıyordu. Kitap haline getiren ise Israel Shakak oldu. Kitabın başında yayımcı Khalil Nakhieh’in “notlarında”, Yinon tarafından hazırlanan dokümanın Siyonist yönetimin, Menachem Begin ve Ariel Sharon’un Ortadoğu’ya bakışını tam olarak yansıttığı bilgisini de bulabiliyoruz.
Plan, Khalil Nakhieh’e göre iki temel öncüle sahipti. Birincisi, İsrail’in bölgesel bir emperyalist güç olması gerektiğine işaret ediyordu. İkinci öncül ise, bölgedeki Arap devletlerinin küçük devletçiklere bölünmesi zorunluluğuna ilişkindi. (8) Nakhieh yazdığı notlarda, buradaki “küçük” kelimesinin söz konusu devletçiklerin etnik ve mezhepsel bileşimini ifade ettiğini açma gereği duyuyor. Ardından ekliyor: Siyonizmin beklentisi, bu devletlerin İsrail’in uyduları haline gelmesi yönündedir. (9) Israel Shakak tarafından kaleme alınan önsözde ise bu noktaya ilişkin olarak, “all the existing Arab states” / “halihazırdaki bütün Arap devletlerinin” ifadesi kullanılmaktadır ve söz konusu parçalama planına hepsinin dahil edildiği Israel Shakak tarafından özellikle vurgulanmıştır. (10)
Oded Yinon 1982 yılında kaleme aldığı planda, Lübnan’ın beş bölgeye bölünmesinin, Mısır, Suriye, Irak ve Arap yarımadasını da içine alacak biçimde tüm Arap bölgesi için bir örnek oluşturduğunu yazıyordu. Suriye ve Irak’ın dinsel ve etnik öğelerine ayrıştırılmasının da İsrail’in birincil hedefi olduğu dokümanda netlikle formüle edilmişti. Planda Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt devletçiklerine ayrıştırılması gerektiği tezi de yer alıyordu. Arap devletleri ve ulusunu mümkün olduğunca küçük siyasal birimlere dönüştürmek isteyen Oded Yinon’a göre, Arap devletleri arasındaki bütün çatışmalar İsrail’in yararınaydı. (11) Hatta Yinon’un, İran ile Irak arasındaki çatışmayı, Irak’taki Şiiler ile Sünniler arasındaki ayrışmayı derinleştirdiği için olumlu bir gelişme olarak gördüğü de çalışmasında kayıtlıdır.
Peter Mansfield’in A History Of The Middle East başlıklı kitabında, ABD’nin en önemli politikacılarından Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın da 80’li yıllar boyunca devam eden Irak-İran savaşını aynı biçimde değerlendirdiği bilgisini bulabiliyoruz. Bir dönem İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda da görev yapan Peter Mansfield’in Kissenger’a atfen yazdığı, “İran-Irak savaşında en iyi sonuç, her iki tarafın da kaybetmesi olurdu” ifadesi kelimesi kelimesine doğru mudur, bugün bilmek zor. (12) Ancak ifadenin siyonist politika ile tutarlı olduğu muhakkaktır.
Yinon Planı’nın yayımcısı Khalil Nakhieh, Plan’da ulusalcı eğilimlere sahip her Arap devletinin er ya da geç hedef alınacağını da Yinon’un kitabına yazdığı giriş kısmında vurgulamadan edememişti. (13) Yinon’un çalışmasını yayıma hazırlayan Israel Shakak ise, kitabın sonundaki sonuç bölümünde, bütün planın Arapların o gün olduklarından daha fazla bölünmüş olmaları ve aralarından ilerici bir kitle hareketinin çıkmamasına bağlı olduğu fikrindedir. (14) Plandaki tezlerin önemli ölçüde uygulamaya konulduğunu, Ortadoğu’da yaşananlardan bilebiliyoruz.
Arap ulusçuluğundan sonra
Eğer bir Arap ulusçuluğundan söz edilecek ise, bu akımın kök saldığı asıl toprak Mısır’dı. Arap devletlerini birleştirmeye yönelik ulusalcı projeler de hep Mısır ve Nasır bağlamında ifadesini bulmuşlardı. 1958 yılında Suriye ile Mısır birleşme kararı aldıklarında, aralarında kalan ülkenin adını ise İsrail olarak biliyoruz. Arap ulusçuluğunun yükseliş yılları boyunca İsrail tam da bu konumu nedeniyle hep birkaç cephede birden savaşmak zorunda kaldı. Tüm bu savaşlar boyunca Arap dünyasına ulusal anlamda liderlik eden ülke ise Nasır önderliğindeki Mısır oluyordu.
Arap ulusçuluğunun bu yükselişini kıran, 1967’deki, İsrail ile Arap devletleri arasındaki Altı Gün Savaşı oldu. Savaşı kazanan İsrail, Mısır’a ait Sina Yarımadası’nı işgal ederek Nasır’ın gücünü kırmayı başarıyordu. Nasır’ın 1970’teki ölümünün ardından ise Nasır dönemine ait bütün uygulamalar yavaş yavaş geri alınmaya başlıyordu. Ortadoğu’yu etkileyen en net geri adım, Mısır’ın Arap ulusalcılığının lideri konumundan vazgeçmesi oldu. Nasır’ın yerini alan Enver Sedat, 1975 yılında Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın sunduğu, Mısır’ın İsrail’e karşı güç kullanmaktan vazgeçmesi karşılığında İsrail’in Sina’dan çekilmesini öngören bir Amerikan planını kabul ediyordu. Böylelikle İsrail ve ABD, Mısır’ı Arap-İsrail çatışmasının dışına çıkarmayı başarmış oluyorlardı. (15) Ama bu hamleyle ABD ve İsrail sadece Arap ülkelerinin en güçlüsü ve lideri konumundaki Mısır’ı nötralize etmekle kalmıyor, aynı zamanda İsrail’in iki cephede birden savaşmasını gerektiren jeostratejik sorununu da ortadan kaldırıyorlardı.
Bu anlaşmayı Enver Sedat’ın 1977 yılında Kudüs’e yaptığı ziyaret takip edecekti. Ziyaretin ardından 1978 yılında Camp David Antlaşması ve 1979 ilkbaharında da İsrail-Mısır Barış Antlaşması imzalanıyordu. (16) Arap dünyasının Mısır’ın bu politikalarına ilk tepkisi ise, Mısır’ın Arap Birliği’nden çıkarılması oldu. (17) Arap ulusçuluğunun ve siyasetinin kalbi olan Mısır, artık onun ücra bir köşesine atılmıştı. Ama dışarı atılan, tüm bir Arap siyasetine son otuz yıldır kan pompalayan Mısır’dı. Böylelikle Arap siyaseti de kalbi olmayan bir gövdeye dönüşüyordu. Hepsi Nasır’ın ölümü sonrasındadır. Neticede İsrail ve ABD, Mısır’ı Arap dünyasının geri kalanından tecrit etme planlarını yürürlüğe koymayı becerebilmişlerdi. (18)
Sonrası ise daha kısa ve ne yazık ki kanlıdır. 1981 yılında İsrail, 1967’den beri elinde tuttuğu Suriye’ye ait Golan Tepeleri’nde İsrail kamu hukukunun geçerli olduğunu ilan ile bölgeyi ilhak etti. 1982 yılının 6 Haziranı’nda sıra İsrail’in Lübnan’ı işgaline geliyordu. (19) 16 Eylül 1982 tarihini ise Sabra ve Şatilla katliamları olarak biliyoruz. 1982 tarihine kayıtlı Oded Yinon raporu işte tam bu sırada, İsrail’in Lübnan’ı işgali ile Sabra ve Şatilla katliamları sırasında yazılmış ve tartışılmıştır. Raporun İsrail hükümetinin düşüncelerini tam anlamıyla yansıttığı bilgisini ise, raporun başındaki notlardan okuyabiliyoruz. Demek ki, 1982 yılında İsrail, Ortadoğu’nun Balkanizasyonunu açıktan tartışmaya başlıyordu. Tartışmanın Mısır’ın izole edilmesi, ulusal eğilimli Arap devletlerinin bölünmesi ve bölgede ilerici bir kitle hareketin yokluğu üzerine oturduğunu anlayabiliyoruz.
ABD ve İsrail’in Balkanizasyon projesi tek başına ülkelerin bölünmesinden ibaret değildi. Devletleri mezhepsel ve etnik unsurlarına ayrıştıracak biçimde yoğun bir dinselliği de pompalıyordu. Bunu Ilımlı İslam Projesi olarak formüle edebiliriz.
Hem Mısır’da, hem de Ortadoğu’da İslamcı siyasetin yeniden ortaya çıkışı 1967 yenilgisi sonrasına, İsrail’in Arap ulusçuluğu üzerinde hakimiyet kurduğu döneme denk düşüyor. (20) Mısır’da Enver Sedat’ın, İhvan üzerindeki yasağı kaldırarak, Müslüman Kardeşlere örgütlenme olanağı tanıdığını biliyoruz. Sedat’ın Müslüman Kardeşleri Nasırcılık karşısında bir müttefik olarak gördüğü de Mısır tarihi üzerine yazılan kitaplarda sıkça tekrarlanmaktadır. İslam siyaseti, Amerikan hakimiyetinde geçen 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca Mısır dışındaki ülkelerde de ilerleme kaydediyordu. Suriye, Lübnan, Cezayir, Tunus, Bahreyn, Ürdün, Fas gibi ülkelerin hepsi irili ufaklı İslami hareketlerin mücadelesi ile karşı karşıya kalıyordu. Bir örneğini Filistin’deki direniş örgütlerinde bulabiliyoruz. Laik ve sol referanslı yapılar etkilerini giderek yitirirlerken, İslam referanslı örgütler güçlerini artırıyorlardı. Aynı dönemi İsrail ve ABD’nin Araplara yönelik saldırılarının yoğunlaştığı ve bölge ülkelerinin etnik ve mezhepsel unsurlarına ayrıştığı dönem olarak da biliyoruz. (21) Mısır’ın Arap siyasetinden izole edilmesi ve İsrail yanına çekilmesi bu döneme geçiş için bir girizgah niteliğindeydi. Bununla birlikte, bu yenilgi döneminin kapanışı da yine Mısır ile olmuş haldedir.
Mısır’ın dönüşü
Şimdi Mısırlılar milyonlarca insandan oluşan bir halk hareketiyle Ortadoğu politikasına tekrar dönüyorlar. Unutulmuş olan Arap adı, Nasır tekrar hatırlanıyor. Baas Partisi’nin kurulduğu ülke olan Suriye ise, uzun bir süredir ABD ve İsrail’e karşı verdiği bütünlüğünü ve laik yapısını koruma savaşını kazanma yolundadır. Öyle ki, IŞİD’in Irak’taki terör eylemleri sonrasında Amerikan think-tank kuruluşları, IŞİD’e karşı Esad ile dahi çalışmak durumunda kalabileceklerini yazıyorlar. Bir dönem ABD Savunma Bakanlığı’nda bakan yardımcılığı görevini de yürüten Leslie H. Gelb ise, hem Suriye, hem de Irak’ta asıl tehdidin cihatçılar olduklarını söylüyor. Ardından ABD’nin, cihatçılar tehdidine karşı Esad, İran ve Rusya ile birlikte hareket etmesi gerektiğini dile getirmektedir. CFR’ye verdiği söyleşide, Batı yaptırımlarını kaldırmak isteyen İran’la da, evlilik olmasa dahi bir birlikteliğin düşünülebileceğini ifade ediyordu. (22) Bunlara ek olarak, İran’ın Batı ambargosunu kırmayı başardığını da hatırlıyoruz; kabullenmek zorunda kaldıkları açıktır. Hatta Irak’taki krizin petrol üretimini etkilemesi halinde, oluşan açığı Batı’nın İran üzerinden kapatmak zorunda kalacağı da Council On Foreign Relations’ın toplantılarında söylenmektedir. (23)
Mısır topraklarındaki ilk büyük ayaklanma 2011 yılının ilk aylarında gerçekleşmişti. İsrail’in ilk tepkisini, Peter Mansfield’in, Nicolas Pelham tarafından güncellenen kitabında okuyabiliyoruz. İsrail’in Mısır’daki ayaklanmalara yaklaşımını, bir süreliğine de olsa, daha pes tondan konuşmak biçiminde özetleyebiliriz. Nitekim Nicolas Pelham’ca yazılan kısımda, İsrail’in müttefiki Mübarek türünden liderlerin alaşağı edilmesinin 1973’teki türden bir savaşı tetikleyebileceği düşüncesinde olduğu kayıtlıdır. (24)
2013’te, İsrail ve Amerika’ya dost Müslüman Kardeşler iktidarına karşı yapılan laik nitelikteki ayaklanmalarda ise, bu sefer alaşağı edilen İsrail ve ABD müttefiki ılımlı İslam oluyordu. Kısa süre içerisindeki ikinci kayıplarıdır. Bu ikinci halk hareketinin ilk taleplerinden birinin Camp David Antlaşması’nın feshedilmesi olduğunu da hatırlıyoruz. Mısır’da, ABD’ye rağmen, Mursi’nin iktidardan indirilmesinin ve Müslüman Kardeşlerin yasaklanmasının doğrudan sonucu, bölgede Ilımlı İslam Projesi’nin bitirilmesi oluyordu. Mısır’da ilerici siyasetin halk ayaklanması ile Ortadoğu’ya geri dönüşü, ABD’nin bu uzun dönemli İslam projesinin yok edilmesi anlamına geliyordu. Demek ki, şimdi bir eşikteyiz. ABD ve İsrail’in yıktığı ve her gün Gazze’ye yaptığı türden saldırılarla yeniden yıkmak istediği Ortadoğu’da bir yol kavşağındayız. Başka deyişle, son birkaç yılda tüm Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye yayılan ilerici halk hareketlerinin düzlediği verimli toprağa ayaklarımızı basıyoruz. Yeni bir yola doğru yürüyoruz.
Ortadoğu’da yeni bir dönem
Balkanizasyon projesi güncel planda önemli açmazlar ile karşı karşıya. Uzun bir zaman boyunca bu projeye bir başka proje, Ilımlı İslam eşlik etti. Bu ikinci siyasetin Arap dünyasındaki ayaklanmalar ile birkaç yıl içerisinde hızla çöktüğünü bugün artık görebiliyoruz. Önce Tunus’ta başladı. Ardından Mısır geldi. Mısır’da ılımlı İslamcı Müslüman Kardeşlerin iktidardan indirilmesi ve terör örgütü sayılarak yasaklanması, yolun sonuna gelindiğini gösteriyordu. Bölge ülkelerinin de, Ürdün ve Suudi Arabistan, örgüte yönelik benzer tasarruflarda bulunmaya başladıklarını Batı basınından okuyabiliyoruz.
Görünen o ki, ılımlı İslam hem Mısır’da, hem de bölge ülkelerinde ABD’nin ummadığı sert bir direnişle karşı karşıyadır. Suriye ve Irak’ı yerle bir eden bu İslam projesinin artık iktidar pozisyonundan çekildiğini görebiliyoruz. Mısır ve Suriye’de ortaya çıkan laik direnişle birlikte, ılımlı İslamcılar çok kısa sürede radikal İslamcılara ve radikal İslamcı terör örgütlerine dönüştüler. Başka deyişle laik direniş, İslam’ın ılımlı ve radikal versiyonları arasında dikkate değer bir mesafe bulunmadığını kanıtladı. Artık perde kalkmıştır; başka bir dünyaya gözlerimizi açmış haldeyiz.
Balkanizasyon anlamında da beklenen gerçekleşmemiş haldedir. İsrail ve ABD, Ortadoğu ülkelerinin bölünmesinden İsrail’e dost uydu devletçikler çıkarmayı istiyorlardı. Şimdi ortaya çıkan radikal İslamcı ve terörist IŞİD hakimiyetindeki Sünni devletçiği ile tümüyle İran yanlısı bir Şii devletçiğidir. Kürt bölgesi haricinde ABD’ye dost bir etnik-devlet icadı ise kısa dönemde imkan dahilinde görünmemektedir.
Bu tabloya İran ve Rusya’nın artan nüfuzunun da dahil edilmesi şarttır. Her iki ülke de bölgedeki nüfuzlarını ABD’ye rağmen pekiştirmişlerdir. IŞİD terörü Iraklı Şiileri ve Maliki’yi İran’la bağlarını sıkılaştırmaya iterken, Suriye ise Rusya’yla ilişkilerini kuvvetlendiriyor. İran’ın etkisindeki bu artışı, CFR başkanı Richard H. Haass hiç saklamadığı bir tiksintiyle, ‘artık Irak, İran’ın nüfuzunun bir uzantısıdır’ biçiminde ifade ediyordu. (25) Bunlara Maliki’nin IŞİD’i bastırmak için gerekli uçakları Rusya’dan, diğer askeri yardımları ise İran’dan temin ettiği bilgisini de ekleyebiliriz. ABD’nin bıraktığı boşluk, görünen o ki, İran ve Rusya tarafından doldurulmuş bulunmaktadır. Nitekim Amerikan yanlısı yayınlarda da ABD’nin Ortadoğu’da artık kilit bir rolünün olmadığı yazılmaktadır. Bu yeni bir durum ve yeni bir siyasal açılımları beraberinde getirmek zorunda.
Dipnotlar
1) Jean-Mari Guéhenno, Demokrasinin Sonu, çev: Mehmet Emin Özcan, Dost Kitabevi, Ankara, 1998, s.39.
2) Lara Setrakian, “Beirut in Baghdad: Is the ‘Lebanonization’ of Iraq complete?”, Foreign Policy, August 24- 2010.
3) The Jerusalem Post’ta 30.12.2012 tarihinde yayımlanan “A Middle East Islamicized or Balkanized?” başlıklı yazıda şu cümleler yer alıyor: “Might Yugoslavia’s recent devolution be a model? Would this leave most Middle East peoples bette off?” Michael Zimmerman, “A Middle East Islamicized or Balkanized?”, The Jerusalem Post, 30.12.2012.
4) Yalçın Küçük, “Balkanization & Lebanization & Egyptization”, Sosyologca, Ocak-Haziran 2012, sayı 3, s.262.
5) “… but the breakup of Iraq as a nation-state appears to be all but an accomplished fact.” Michael Crowley, “Iraq’s Eternal War”, Time, 30.06.2014.
6) Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği, çev: Lütfi Yalçın, Literatür Yay., İstanbul, 2004, s.259.
7) Chomsky’nin Fateful Triangle kitabından aktaran Yalçın Küçük. Bkz: Yalçın Küçük, “Balkanization & Lebanization & Egyptization”, Sosyologca, Ocak-Haziran 2012, sayı 3, s.256.
8) Oded Yinon, A Strategy For Israel In The Nineteen Eighties, published by Association of Arab-American University Graduates Inc. Massachusetts, 1982, p.1. (Elimizdeki metin sayfa numaralarından yoksun olduğu için sayfa numaraları tarafımızca verilmiştir.)
9) Oded Yinon, age., p.1.
10) Oded Yinon, age., p.3.
11) Oded Yinon, age., p.11.
12) Peter Mansfield, A History Of The Middle East, Penguin Books, New York, Fourth Edition, 2013, p.373.
13) Oded Yinon, age., p.2.
14) Oded Yinon, age., p.14.
15) “… Mısır’ın İsrail ile bir barış antlaşması, Mısır’ı düşman devletler arasından çıkaran, böylece başlıca savaş gücünü kaybetmiş olan Arap dünyasının geri kalanını daha da zayıflatan bir antlaşma imzalamış olması gerçeği olduğu gibi duruyordu. O andan itibaren, İsrailliler diğer Arap devletlerine ve Barı Şeria sakinlerine karşı gitgide daha uzlaşmaz ve kavgacı davranmaya başladılar.” Bkz: Afaf Lutfı Al-Sayyıd Marsot, Mısır Tarihi, çev: Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2010, s.135.
16) Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği, çev: Lütfi Yalçın, Literatür Yay., İstanbul, 2004, ss.240-241.
17) Afaf Lutfı Al-Sayyıd Marsot, Mısır Tarihi, çev: Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2010, s.135.
18) B. J. Odeh, Lübnan’da İç Savaş, Belge Yay., İstanbul, 1986, s.307.
19) Adid Davişa’nın İsrail’in Lübnan’ı işgali ile İsrail, İngiltere, Fransa üçlüsünün 1956 yılında Mısır’a yaptıkları saldırıyı karşılaştırması oldukça ilginçtir: “1982 yazında İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, şüphesiz Arap dünyası çok endişelenmişti; ancak şaşırtıcı biçimde artık Arap şehirlerinde yaygın halk gösterileri görülmüyordu. Bunu Mısır’a 1956’da yapılan üçlü saldırının ardından değişik Arap şehirlerinde ortaya çıkan kapsamlı gösteriler, kargaşa ve küçük isyanlarla karşılaştırınız.” Bkz: Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği, çev: Lütfi Yalçın, Literatür Yay., İstanbul, 2004, ss.247-248.
20) İslamcıların 1967 yenilgisinin ardından ortaya çıkmaları anlamlıdır. Peter Mansfield ise A History Of The Middle East çalışmasında bir başka noktaya dikkat çekiyor. İslamcı örgütlerin Arapların Batı’ya karşı verdikleri bağımsızlık mücadeleleri sırasında büyüyemediklerini, azınlık olarak kalmaya devam ettiklerini yazıyordu. İslamcıların güçlenebilmeleri bağımsızlık savaşları döneminde değil, ancak bir Arap yenilgisi döneminde mümkün olabiliyordu. Bkz: Peter Mansfield, A History Of The Middle East, Penguin Books, New York, Fourth Edition, 2013, p. 364.
21) The Atlantic dergisinin 2008 yılına ait Ocak-Şubat sayısında, Jeffrey Goldberg’in adıyla yayımlanan “After Iraq” başlıklı yazıdaki bir soru bu açıdan tipiktir. Goldberg formülasyonu, Akdeniz ile Fırat Nehri arasında kaç devlet olacak biçimindeydi: “How many states will there one day be between the Mediterranean and the Euphrates River? Three? Four? Five? Six?”
22) CFR’nin Leslie H. Gelb ile 20 Haziran’da yaptığı, “A U.S. Playbook For Iraq and Syria” başlıklı söyleşi.
23) CFR’nin “What To Do About Iraq” başlıklı, dökümü 18 Haziran 2014’te yayımlanan toplantısından.
24) Peter Mansfield, A History Of The Middle East, Penguin Books, New York, Fourth Edition, 2013, p.521.
25) CFR’nin “What To Do About Iraq” başlıklı, dökümü 18 Haziran 2014’te yayımlanan toplantısından.