Sunuş
Sevgili arkadaşımız, dergimizin yazarı Kağan Güner’i üç yıl önce yitirmiştik. Kağan Güner’in esas olarak tamamladığı ama son noktayı ölümü dolayısıyla koyamadığı doktora tezi, Modern Türk Sanatı’nın Doğuşu adıyla Kaynak Yayınları tarafından yayınlandı. Üstü kapanmak istenen bir döneme yoğunlaşan bu önemli çalışmayı kitaplaştıran Ogan Güner ile kitabın içeriğini, Kağan’ın temel tezlerini ve bugüne yansıyan tartışmaları konuştuk.
– Bize Kağan Güner hakkında bilgi verebilir misin? Kimdir Kağan Güner? Gerek sanat akımları içerisinde, gerekse siyasal olarak konumu nedir?
– Kağan’ı çok yönlü biri olarak tanımlamak en doğrusu galiba. Resim, heykel ve çocuk kitapları illüstrasyonu alanlarında ürünler verdi. UNICEF ve UNESCO Asya Pasifik Kültür Merkezi’ndeki ulusal sanatçılarımızdan biriydi. Eserleri birçok ülkede sergilendi, birçok ödül aldı. Diğer yandan 1980’lerden itibaren Gökyüzü, 2000’e Doğru, Papirüs, Müdahale, Bilim ve Ütopya ve elbette Bilim ve Gelecek gibi dergilerde siyaset, sanat ve kültür üzerine yazılar yazdı. 2009 yılından kansere yenildiği 2011 yılına kadar Doğu Akdeniz Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünde öğretim görevlisiydi.
Yukarıda saydıklarım resmi bir özgeçmiş sayılabilir. Sanatsal ve siyasi konumu ise birbirine paraleldi galiba. Her iki alanda da Türkiye modernizminin dinamiklerine inanıyor ve bu geleneğin içinde “ilerici” bir tavırla ürün veriyordu diye tanımlayabilirim Kağan’ı. Modern Türk Sanatı’nın Doğuşu adlı araştırması da aslında SOAS-Londra Üniversitesi’ndeki Türk Sanat ve Kültür Araştırmaları dalında yaptığı doktora çalışmasının kitaplaştırılmış hali. Bu teze henüz son noktayı koymamıştı Kağan öldüğünde, ama büyük bölümü tamamlanmıştı. Bu çalışmanın gün yüzüne çıkmasını bir tür vasiyet kabul ettik, birçok dostunun da katkısıyla kitabı derlemek ve kitaplaştırmak bana nasip oldu denebilir.
Bu araştırmanın Kağan için birkaç önemli boyutu vardı. Bu problematiklerin merkezinde ise Türkiye modernizmini güncel klişelerin dışında sol bir bakış açısıyla okuma çabası vardı. Türk modern sanatı denen muğlâk tanımı da bu bağlam içinde ele almak kitabın diğer önemli boyutu. Bu iki büyük ve çetrefil alan iç içe girdiğinde bu kitap çıktı ortaya.
– Kağan Güner, Türk modernizminin ve Türk Modern Sanatının 1930’larda ortaya çıktığını belirtiyor. Modernizmin Batı’daki süreci göz önüne alındığında bu oldukça geç bir tarih. Fakat Türk modernizmini “gecikmiş” olarak nitelemek doğru mudur? Yoksa -evrensel nitelikleri yanı sıra- “kendine özgü”, “ezilen dünyaya özgü” ve “farklı” bir süreç midir bu? Güner, Türk modernizminin Batı modernizminden farklarını nasıl açıklıyor sizce?
– Evet, Modern Türk Sanatı’nın Doğuşu 1930’lara odaklanıyor. Ama Tanzimat’tan o güne uzanan siyasi ve kültürel dinamikleri izleyerek geliyor 1930’lara. Türk modernizmi bugüne kadar genelde siyasi ve kültürel boyutları birbirinden ayrılarak tartışılmış bir alan. Kağan burada ikisini birlikte okuma çabasına giriyor ve bir anlamda Türk modernizminin temel karakterini çizmeye çalışıyor. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti ile vücut bulan Türk modernizminin siyasi karakterini Lenin’in “emperyalizm dönemi” tarifinin ışığında okuyor. Bugün modernizmi Batı’nın tekelinde bir kavram olarak görmek ve modernizmin ancak Batı şablonları ile geçerli olacağını iddia etmek imkânsızdır, gerici ve oryantalist bir bakış açısıdır. 1920’lere dönüp baktığımızda bunun iki büyük örneği SSCB ve Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bir anlamda denebilir ki, kitabın odaklandığı iki dünya savaşı arasındaki dönem modernizm tarifini de değiştiren bir dönemdir. Bu sadece siyasi olarak değil kültürel olarak da böyledir.
Bu noktada kitabın önemli tezlerinden biri de 1930’lar Cumhuriyeti’nin siyasi bir proje olduğu kadar ve belki de ondan daha önemli olmak kaydıyla kültürel bir proje olduğu yönünde. Bu ne demektir? 1930’lardaki kültür devriminin çok ayrıntılı olarak tartışılmış modernist bir vizyonla yapıldığı gerçeğidir. Bu çokça tanımlandığı gibi “Batıcılık” değildir. Bu kitapla gün yüzüne çıkan belgelerden biri olan, 1936 yılında Dışişleri Bakanlığı eliyle bastırılan Fotoğrafla Türkiye adlı albümün 4 dildeki sunuş yazısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini nasıl tanımladığını birinci elden gösteren bir kaynak. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne başlıklı bu sunuş yazısında, halen daha tartışılan milliyetçilik, devletçilik, halkçılık, devrimcilik gibi temel kavramların diğer Avrupa dillerinde nasıl karşılık bulduğunu görebiliyoruz. Bu belgelerin ışığında 1930’lar Cumhuriyeti’nin dünya siyasetini eleştirel bir gözle okuduğunu görüyoruz. Faşizmle, milliyetçilikle, emperyalizmle, kapitalizmle bir hesaplaşma yaşanıyor. Tek bir cümle bu süreci gayet güzel özetliyor: “Kamalizm, Avrupa kültürünün tarihi, zaman ve mekân şartlarına göre bir tenkididir.”
Bu tenkidin adı Kemalizm. Ama Kağan, Kemalizmi devleti yöneten tüm unsurların yekpare ideolojisi olarak ele almıyor. Tam tersine Kadro ve Ülkü arasındaki gerilimde de su üstüne çıktığı gibi Kemalizm, CHP’deki egemen kadroların dışında, en iyi ihtimalle çeperinde yer alan ama ilginç bir şekilde devletin tüm resmi belgelerine yön vermiş bir cereyan olarak ele alınıyor. Kadro dergisinin organik bir devamı olarak ele alınan ve bir devlet yayını olan La Turquie Kemaliste dergisi de bu açıdan ilk defa bu kadar kapsamlı bir şekilde inceleniyor bilebildiğimiz kadarıyla. Vedat Nedim Tör’ün editörlüğünde çıkan bu dergide Kadro’nun diğer kalemleri de etkin bir şekilde yer alıyor. Kadro bizde birçok araştırmaya konu olmasına rağmen iki dergi arasındaki bağı kurmadan Kadro’da dile getirilen fikirlerin etkisini anlamaya imkân yok. Bu açıdan bakıldığında Kadro’nun Kemalizmin içini Marksist bir yorumla doldurma çabalarının aslında göründüğünden daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. Anayasaya ve CHP programlarına hakim olan bir etkiden söz ediyoruz. Kadro, Kemalizmi tanımlama çabası içinde bir yandan da sosyalizm içi bir tartışma yapıyor ve Stalinizmle de, yükselen faşizmle de hesaplaşıyordu. Kitabın temel tezlerinden biri de Kemalizm tarifinin aynı zamanda o dönemki sosyalizm içindeki tartışmaların bir uzantısı olduğu.
Bu işin siyasi düzlemi. Kültürel düzlemi de bundan bağımsız okumak mümkün değildir, diyor Kağan’ın araştırması. Bir yandan uygulamaya konulan kültürel devrim ile eğitime yapılan modernist hamle, diğer yandan d Grubu ile plastik sanatlardaki modernist hamle birbirinden ayrı okunamaz. D Grubu’nun manifestosu niyetine okunabilecek olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun Sanat ve Demokrasi kitabına baktığımızda sanat alanındaki modernizm tartışmasının çok olgun bir tartışma olduğunu görüyoruz örneğin. Bu kitap 1932 yılındaki ilk baskısından sonra bir daha hiç basılmamış. Oysa modern Türk sanatının doğuşuna kavramsal olarak yol göstermiş bir kitap. Siyasi ve kültürel manzaranın değiştiği bir ortamda modernist sanatın “resmi” ekol haline geldiği bir dönemden söz ediyoruz. Şevket Süreyya Aydemir’in yine 1932 yılında yayınlanmış İnkılap ve Kadro kitabının da ikinci baskısı ancak 1968’de yapılıyor. La Turquie Kemaliste gibi neredeyse varlığı hiç tartışılmamış, aynı döneme ait yayınları da düşündüğümüzde bu dönemle ilgili bir kaynak karartması olduğunu savunuyor Kağan. Heidegger, Durkheim gibi isimlerin orijinal dillerinin dışında ilk defa Türkçeye çevrildiği bir dönemden söz ediyoruz. Bauhaus ve modernist mimarinin tüm ilerici temsilcilerinin Türkiye’deki sanat eğitiminin yapısını kurduğu bir dönemden söz ediyoruz. Nazım’ın putları yıkma kampanyasına giriştiği bir dönemden söz ediyoruz. Ve kitabın tartıştığı üzere, hem siyasi hem de kültürel düzeyde “sivil” bir karşılığı var bütün bunların. CHP bürokrasisiyle muhalefet halinde gelişiyor kültürel devrim.
Modern Türk Sanatı’nın Doğuşu’nun temel problematiğini kabaca yukarıdaki gibi özetleyebiliriz. Osman Hamdi’den Alman mimarlara, Vkhutemas’tan Bauhaus’a kadar uzanan kültürel dinamiklerin siyasi tartışmalarla birlikte okunduğu bir kitap diyebilirim.
– Güner, Türk modernizminin prematüre olduğu ve dolayısıyla kısa ömürlü olduğu tezlerine karşı çıkıyor. Fakat Türk modernizminin zorlukla yol aldığı, hatta yer yer kesintiye uğradığı da açık. Bunun nedenleri (özellikle sınıfsal konum açısından) nelerdir? Bu topraklarda modernizmin yeni bir atılımı nasıl gerçekleşebilir? Kitapta bu sorulara verilebilecek yanıtların ipuçları var. Kitabın hazırlayıcısı olarak biraz daha ilerletebilir misiniz?
– Tarihsel olarak baktığımızda, kültür devriminin ve Kadro’nun tanımladığı şekliyle Kemalizmin birkaç kırılma noktası var. Kabul etmek gerekir ki bunlardan biri Mustafa Kemal’in ölümü. Güçlü ama her şeye muktedir olmayan bir aktör olarak modernist projenin yılmaz bir savunucusu olduğu tespitini yapmak gerekiyor. Onun ölümüyle birlikte statükocu CHP bürokrasisinin güçlendiğini görüyoruz. İkinci kırılma noktası ise 2. Dünya Savaşı sonrası Türk siyasetine giren Atlantik ittifakı. Kitabın ana konusu olmamakla birlikte “Sonuç” bölümünde bu kırılmalar ve etkileri tartışılıyor. Özetle söylenebilir ki, 1930’lar modernizminin 1940’lardan başlayarak sivil muhalefet olarak örgütlendiği gibi bir tespiti var Kağan’ın. Türkiye sol tarihi ve sanat tarihi içinde de bu tespiti temellendiriyor. Dolayısıyla burada Türk modernizminin prematüre olmasından değil, modernizmin egemen ideolojilere karşı bir direniş olarak devam ettiğini söylüyor. İlginçtir ki, kültürel arenada yaşanan bu ideolojik mücadele bugünün Türkiye’sine kadar uzanıyor. Örneğin Menderes döneminde şehir planlama alanında yürütülen hegemonik mücadele ile AKP döneminin şehir planlama siyaseti birbirine o kadar paralel ki. Kitabın sonuç bölümü, bu açıdan bakınca, çok temel tartışma noktalarının bugün halen canlılığını koruduğuna ve safların aynı tartışmalar üzerinden tutulduğuna işaret ediyor.