Ana Sayfa 126. Sayı Piketty’nin Kapital’i üzerine düşünceler

Piketty’nin Kapital’i üzerine düşünceler

276

Yazar: David Harvey

Piketty’nin veri kümelerinde değerli pek çok şey bulunuyor. Ama eşitsizliklerin ve oligarşik eğilimlerin neden arttığına dair açıklaması ciddi olarak kusurlu. Eşitsizliklere çare olarak önerdikleri ise ütopik değilse bile naif. Ve kesinlikle yirmi birinci yüzyılın sermayesi için çalışır bir model üretmiş değil. Bu yüzden, biz hâlâ Marx’a ya da onun modern zaman eşdeğerine ihtiyaç duyuyoruz.

Thomas Piketty’nin yazdığı Kapital adlı kitap büyük heyecan yarattı. Picketty kitabında “dehşet verici” olarak nitelendirdiği servet ve gelir eşitsizliği ile belirginleşen kapitalizmin “patrimonyal” biçiminin yaratılması yönündeki eğilime karşı koymanın tek yolu olarak, artan oranlı bir vergilendirmeyi ve küresel bir servet vergisini savunuyor. Ayrıca servetin rolüne belirli bir vurguyla birlikte, servet ve gelirdeki toplumsal eşitsizliğin geçen iki yüzyıl boyunca nasıl geliştiğini gösteren acı verici ve reddedilemez detayları belgeliyor. Serbest piyasa kapitalizminin zenginliği her yere yaydığı ve bireysel haklar ve özgürlüklerin savunusunda büyük bir siper olduğu yönündeki yaygın fikri yerle bir ediyor. Devletin herhangi bir yeniden dağıtıcı müdahalesinin yokluğu koşullarında, serbest piyasa kapitalizminin anti demokratik oligarşileri ürettiğini gösteriyor. Bu kanıtlama, Wall Street Journal’ı sinir krizlerine sürüklerken, liberal öfke nöbetlerini beslemekte.

Kitap sıklıkla Karl Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl tarihini taşıyan aynı adlı eserinin yirmi birinci yüzyılda yerine geçebilecek bir çalışma olarak sunuldu. Aslında Piketty maksadının bu olduğunu reddediyor; gerçekten de öyle, çünkü onunki gerçekten de sermaye üzerine bir kitap değil. Kitap bize 2008 iflasının neden ortaya çıktığını ve pek çok insanın uzatmalı işsizliğin ve ipotekli hacizler sonucu kaybedilmiş milyonlarca konutun çifte yükünden kurtulmasının neden bu kadar uzun sürdüğünü anlatmıyor. Bugün Çin’in aksine ABD’de büyümenin neden bu kadar yavaş olduğunu ve neden Avrupa’nın kemer sıkma politikasına ve düşük hızda büyüme (stagnasyon) ekonomisine mahkûm olduğunu açıklamıyor. Piketty’nin istatistiksel olarak gösterdiği şey şudur; sermaye tüm tarihi boyunca hep daha büyük düzeylerde eşitsizlik üretme eğilimindedir. Bunun için ona ve çalışma arkadaşlarına minnettarlık duyabiliriz ancak bu çoğumuz için pek yeni bir haber sayılmaz. Hatta bu, tam olarak Marx’ın Kapital’inin birinci cildinin kuramsal sonucuydu. Piketty’nin bunu belirtmemiş olması şaşırtıcı değil, zira sağcı basının gizli Marksist olduğu yönündeki ithamları karşısında söylediği doğruysa, Piketty Marx’ın Kapital’ini okumamıştır.

Piketty savlarını destekleyecek pek çok veriyi bir araya toplamıştır. Gelir ve servet arasındaki farka dair açıklaması ikna edici ve faydalıdır. Miras vergilerini, artan oranlı vergilendirmeyi ve küresel bir zenginlik vergisini, servetin ve gücün daha fazla temerküzüne karşı olası (politik bakımdan gerçekleşebilir olmaları neredeyse kesinlikle imkânsız olsa da) panzehirler olarak dikkatli bir savunusunu yapar.

Ama neden daha büyük eşitsizlik yönündeki bu eğilim meydana gelmiştir? Jane Austen ve Balzac’a zarif edebi göndermelerle çeşnilenmiş verilerinden, olan biteni açıklayacak bir matematiksel yasa türetir: Terim olarak popülerlik kazanmasını hiç şüphesiz “Occupy” hareketine borçlu olduğumuz şu meşhur “yüzde bir”in elinde sürekli olarak biriken servet, sermayenin getiri oranının (r), gelirin büyüme oranından (g) her zaman daha fazla olması basit gerçeğine bağlıdır. Bu, der Piketty, geçmişte ve daima sermayenin “merkezi çelişkisi” olmuştur.

Fakat bu türden bir istatistiksel düzenliliğin, yasa bir yana, uygun bir açıklamayı teşkil etmesi bile zordur. Peki hangi güçler bu türden bir çelişkiyi üretmekte ve sürekli kılmaktadır? Piketty bunu söylemez. Yasa yasadır ve bu böyledir. Açıktır ki Marx böyle bir yasanın varlığını sermaye ve emek arasındaki güç dengesizliğine bağlardı ve bu açıklama hâlâ iş görmektedir. 1970’lerden bu yana emeğin milli gelirden aldığı payın istikrarlı şekilde azalması, her türlü muhalefeti ezmek için yeni teknolojileri, işsizliği, maliyetleri azaltmak üzere ülke dışına kaçma taktiklerini ve emek düşmanı politikaları (Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın yaptığı gibi) cepheye süren sermaye karşısında, emeğin politik ve ekonomik gücünün azalmasından kaynaklanmıştır. Margaret Thatcher’ın ekonomi danışmanlarından Alan Budd’ın boş bulunduğu bir anda itiraf ettiği gibi, 1980’lerin enflasyon karşıtı politikaları “işsizliği artırmanın çok iyi bir yoludur, işsizliği artırmak da çalışan sınıfların direncini kırmanın gayet makbul bir yolu olmuştur… Burada planlanıp yürütülen şey, Marksist kavramlarla konuşacak olursak, emeğin yedek ordusunu yeniden üreten kapitalizmin krizinin, kapitalistlere eskisinden daha yüksek kârlar elde etme imkânı vermesiydi.” Ortalama bir işçi ile üst düzey yöneticinin istihkakı arasındaki fark 1970’de bire otuz civarındayken, bugün üç yüz katın epeyce –örneğin Mac Donalds’da 1200 katı- üstündedir.

Ama Marx -Piketty’nin yine okumamış olmasına rağmen neşe içinde ıskartaya çıkarttığı- Kapital’in ikinci cildinde şuna işaret eder: Sermayenin ücretleri aşağı çekme eğilimi, bir noktada piyasanın sermaye ürünlerini massetme kapasitesini sınırlayacaktır. Henry Ford bu ikilemi çok uzun zaman önce, kendi deyişiyle tüketici talebini yukarı itmek amacıyla işçileri için “8 saatlik işgününe 5 dolar” talimatı verdiğinde fark etmiştir. Pek çok kişi efektif talep eksikliğinin 1930 Büyük Bunalımına zemin oluşturduğu düşüncesindedir. Bu İkinci Dünya Savaşından sonra Keynesçi genişleme politikalarını teşvik etmiştir ve güçlü talebin büyümeye yol verdiği bir ortamda gelir eşitsizliklerinde (servet eşitsizliklerinde pek olmasa da) bazı azalmalarla sonuçlanmıştır. Ama bu çözüm emeğin göreli güçlenmesi ve artan oranlı vergilendirmeyle finanse edilen (Piketty’nin kavramıyla) “sosyal devlet”in inşasına dayanır. “Bütün bir 1932-1980 arasında, yaklaşık yarım asırlık dönem boyunca, Birleşik Devletler’de en yüksek federal gelir vergisi ortalaması yüzde 81’i bulmuştur.” diye yazar. Ve bu hiçbir biçimde büyümeyi azaltmamıştır. Piketty’nin sağcı inançları çürüten kanıtlamalarından biri de budur.

1960’ların sonuna doğru, pek çok kapitalist için emeğin haddinden fazla artmış gücüne karşı bir şey yapmalarının gerektiği kesinlik kazanmıştı. Sonuç olarak; Keynes en saygın ekonomistler tapınağından indirildi, Milton Friedman’ın arz taraflı düşüncesine geçildi ve vergilerin azaltılamıyorsa bile en azından dengede tutulması için, sosyal devletin parçalanması için, emeğin güçlerinin zapturapt altına alınması için bir haçlı seferi yürütüldü… 1980’den sonra azami vergi oranları aşağı düştü ve ultra zenginler için temel bir gelir kaynağı olan sermaye kazançları ABD’de çok daha düşük bir oranda vergilendirilerek servetin en üstteki yüzde bire sel gibi akışı pompalandı. Ancak Piketty’nin gösterdiği gibi, bunun büyüme üzerindeki etkisi ihmal edilebilir oldu. Dolayısıyla, yine gözde bir sağcı inanış olan, faydaların zenginlerden diğer insanlara doğru yukarıdan aşağıya “damlaması” işe yaramadı. Bunların hiçbiri bir matematiksel yasa tarafından dikte edilmiş değildi. Hepsi tümüyle politikayla ilgiliydi.

Ancak daha sonrasında, çarkıfelek tam bir tur attı ve “Talep nerede?” sorusu daha acil bir soru haline geldi. Piketty sistematik olarak bu soruyu görmezden geliyor. 1990’lar, emlak ipotekli kredi (mortgage) finansmanının eşikaltı (subprime) yüksek faizli piyasaya uzanması da dahil olmak üzere, kredi sisteminin uçsuz bucaksız genişlemesiyle kaçamak bir yanıt buldu. Ama sonuçta ortaya çıkan aktif varlık balonunun patlaması kaçınılmazdı, 2007-8’de Lehman Brothers’ı ve onunla birlikte bütün bir kredi sistemini çökertirken olduğu gibi… Bununla birlikte, başka her şey ve herkes tepetaklak giderken, kâr oranları ve kişisel servetlerin temerküzü 2009’dan sonra hızla şoku atlatıp yeniden toparlandı. Bugün ABD’de işletmelerin kâr oranları şimdiye dek çıktığı en üst seviye dolaylarındadır. İşletmeler üzerinde oturdukları büyük nakit varlıkları, piyasa koşulları sağlıklı görünmediğinden kasalarından çıkarmayı reddetmektedir.

Piketty’nin formüle ettiği matematiksel yasa, işin içindeki sınıf siyasetine gelince, açıklığa kavuşturduğundan daha fazlasını gizlemektedir. Warren Buffet’ın işaret ettiği gibi, “tabi ki sınıf mücadelesi var; bu savaşı yürüten benim sınıfım, yani zenginler ve biz kazanıyoruz”. Galibiyetlerinin temel bir ölçütü, zirvedeki yüzde birin, geri kalan herkesle arasındaki servet ve gelir farklılığının artmasıdır.

Öte yandan Piketty’nin savının merkezi zorluğu bulunuyor; sermayenin yanlış bir tanımına dayanması. Sermaye bir süreçtir, bir “şey” değil. Paranın daha fazla para yapmak için kullanıldığı, bunun genellikle (ama sadece ve münhasıran değil) emek gücünün sömürüsü yoluyla gerçekleştirildiği bir dolaşım sürecidir. Piketty sermayeyi tek tek bireylerin, şirketlerin ve devletlerin elinde bulunan, kullanılıp kullanılmamasından bağımsız piyasada alım satıma sokulabilir aktif varlık stoku olarak tanımlar. Bu tanım toprağı, gayrimenkulleri ve fikri mülkiyet haklarını olduğu kadar, örneğin benim sanat ve mücevherat koleksiyonumu da kapsar. Tüm bunların değerini tespit etmek ise, çözüme kavuşmamış zor bir teknik sorundur. Anlamlı bir getiri oranı (r), hesaplamak için, ilk sermayeye değer biçmenin bir yolunu bulmamız gereklidir. Ama ne yazık ki, üretimi için kullanılmış mallar ve hizmetlerin değerinden ya da piyasa da ne kadara satılabileceğinden bağımsız olarak buna değer biçmenin bir yolu yoktur. Bütün bir neo-klasik ekonomik düşünce –ki Piketty’nin düşüncesinin de temelidir- bir totoloji üzerine kuruludur. Sermayenin getiri oranı kritik bir şekilde büyüme oranına bağlıdır çünkü sermayenin değeri ne ürettiğiyle tayin edilir, kendisinin üretilmesi için harcananlarla değil. Onun değeri spekülatif koşullardan şiddetle etkilenir ve Greenspan’ın borsa ve konut piyasasının karakteristiği olarak saptadığı meşhur “akıldışı coşkunluk” tarafından ciddi olarak kuşatılabilir. Eğer konut ve gayrimenkulü sermaye tanımından çıkarırsak, ki dahil edilme gerekçeleri hayli zayıftır, -serbest yatırım (hedge) fonu sahiplerinin sanat koleksiyonlarının değerini de bir kenara bırakırsak-, bu durumda Piketty’nin geçmişte ve şu andaki eşitsizlik hali üzerine tanımlaması ayakta kalsa da, servet ve gelirde büyüyen farklılıklar için yaptığı açıklama yüzüstü yere çakılır.

Üretken olarak kullanılmayan para, toprak, emlak, tesis ve araç gereç sermaye değildir. Kullanılan sermayenin getiri oranı yüksekse, o halde bunun nedeni sermayenin bir kısmının dolaşımdan çekilmiş ve fiilen greve çıkmış olmasıdır. Sermayenin yeni yatırımlara arzını sınırlamak -ki şimdilerde tanıklık ettiğimiz bir olgudur, dolaşımdaki sermayenin yüksek getiri oranını sağlama alır. Böylesi yapay bir kıtlığın yaratılması yüksek getiri oranını sağlama almak için sadece petrol şirketlerinin yaptığı bir şey değildir, bu şansı yakaladığında bütün sermayenin yaptığı budur. Sermayenin (nasıl tanımlandığından ya da ölçüldüğünden bağımsız olarak) getiri oranının her zaman için gelirdeki artış oranını aşma eğilimine dayanak olan budur.  Sermaye kendi yeniden üretimini böyle güvenceye alır, bunun sonuçlarının geri kalanlarımız için ne kadar rahatsızlık verici olduğunun bir önemi yoktur. İşte kapitalist sınıf böyle yaşar.

Piketty’nin veri kümelerinde değerli pek çok şey bulunuyor. Ama eşitsizliklerin ve oligarşik eğilimlerin neden arttığına dair açıklaması ciddi olarak kusurlu. Eşitsizliklere çare olarak önerdikleri ise ütopik değilse bile naif. Ve kesinlikle yirmi birinci yüzyılın sermayesi için çalışır bir model üretmiş değil. Bu yüzden, biz hâlâ Marx’a ya da onun modern zaman eşdeğerine ihtiyaç duyuyoruz.

KaynakDavıd Harvey
Önceki İçerikKitapçı Rafı – 156
Sonraki İçerikSinestezi deneyiminden ilham alan bir gösteri: Kelimenin gerçek anlamıyla, müziği hisset!