Kullanıcıların metalaşması yalnız Google’da değil başta Facebook ve Twitter olmak üzere diğer sosyal ağlarda da geçerlidir. Şirketler her şeyi metalaştırıp kârı azamileştirme güdüsüyle hareket ederler. Bu nedenle sosyal olarak nitelendirilen medya, etkileşime ve işbirliğine olanak vermesine karşın, üretim ilişkileri dikkate alındığında, mülkiyetinin az sayıda kişinin elinde toplanması, özel olarak kontrol edilmesi, toplumsal olarak dışlayıcı değerler üzerine kurulu olması nedeniyle toplumun çıkarları ile çelişir, insana ve doğaya karşıdır.
Facebook’a herhangi bir eleştiri getirdiğimde önce karşıma Arap Baharı çıkardı; şimdi de Gezi çıkıyor. Tepki çoğunlukla aynı oluyor; sosyal ağların hükümetlerin etki alanının dışında özerk bir iletişim alanı yarattığıyla başlanıp Wall Street’ten, Tahrir’den ve Taksim’den dem vuruluyor. Sosyal medyanın isyanların nedeni olduğunu düşünene pek rastlamıyorum. Ama genellikle dünyanın dört bir yanındaki toplumsal hareketlerle sosyal medya kullanımı arasında bir bağ kuruluyor ve Facebook’u ya da Twitter’ı eleştirdiğinizde sosyal medya savunucularının gözünde teknoloji karşıtı bir makine kırıcısına dönüşüyorsunuz.
Teknoloji karşıtı değilim. Tam tersine, İnternet’le ilk kez tanıştığım 1996 yılından beri İnternet’in eşit ve özgür bir toplum için olağanüstü bir potansiyele sahip olduğunun farkındayım. Sorunum İnternet ile değil, günümüzdeki sosyal medyanın sosyalliğinin sınırları ile.
1996’da 40 milyon İnternet kullanıcısı varken bu sayı 2013 yılında 2,5 milyarı aştı. Kabloya (ve dolayısıyla belirli bir yere) bağlı olan İnternet, kablosuz ağlarla beraber çok daha geniş alanlara yayıldı; insanlar sadece masa başında değil, hayatın her alanında çevrimiçi olmaya başladılar Bugün, dünyadaki enformasyonun % 95’i sayısallaştırılmış durumda. Sayısallaştırılan bu enformasyon İnternet ya da diğer ağlar üzerinden sunuluyor (Hilbert ve Lopez’den aktaran Castells (2013)). 2007’den sonra sosyal medya siteleri, e-postayı geride bırakarak İnternet’in başat teknolojisi haline geldi. Ülkemizde de birçok insan için İnternet’in adı feys (facebook) oldu.
Castells’e (2013) göre iletişimde İnternet ve kablosuz ağlarla tetiklenen bu büyük değişim olumlu ve olumsuz senaryoları da beraberinde getirdi. Büyük teknolojik değişimlerin, onu yaşayanlarca hissedilebilmesine karşın etkilerinin tam olarak anlaşılamadığını belirten Castells (2013), teknolojik değişimler ve bunun sosyal bilimcilerce anlaşılabilmesi arasında bir aralık olduğunu savunur. İnternet’in yabancılaşma, depresyon, insanlardan uzaklaşma risklerini artırdığına dair haberlerin gerçeği yansıtmadığını düşünmektedir. Son bulgular da bu haberlerin tam tersi yönündedir: İnsanlar sosyalleştikçe İnternet kullanımları artmakta, İnternet kullanımları artıkça sosyalleşmektedirler.
Castells (2013), toplumsal yapıda, kültürde ve toplumsal davranışlarda önemli değişimler yaşandığını belirtir. Ağsal örgütlenme biçimleri yaygınlaşmakta, kültürel otonomluk gelişmekte ve toplumsal davranışlarda bireyselleşme ağırlık kazanmaktadır. Belirli bir alana, işyerine ve aileye özgü olan topluluklardan (community) bireysel çıkarlar, değerler ve projeler çerçevesinde bir araya gelen toplumsal ilişkilere doğru bir kayış vardır. Ancak bireyselleşme ne izolasyondur ne de toplulukların sonudur. Sosyallik, benzer düşünen bireylerin siber alandaki çevrim içi etkileşimleriyle yerel alandaki çevrim dışı etkileşimlerinin birleşimiyle ortaya çıkar. Castells’e (2013) göre bireyselleşme, özneleri oluşturan temel süreçtir; ağ kurma bu özneler arası iletişimin örgütsel biçimidir; ağsal bireycilik olarak kavramsallaştırılan ise yeni sosyalleşme biçimidir.
Bireyselleşme sürecinin anahtarı, otonom sosyal aktörlerin, toplumsal kurumlarla etkileşim halinde ama onlara teslim olmayarak sürecin öznesi haline gelmesidir. Bu özerk sosyal aktörler, azınlık olmalarına rağmen hayatın her alanında (işte girişimci, medyada aktif izleyici, İnternet’te tüketirken üreten kullanıcı, piyasada bilgili proaktif tüketici, e-devlette katılımcı vatandaş, toplumsal hareketlerde aşağıdan yukarı siyaseti savunan aktivist vb. olarak) yeni bir kültür yaratarak topluma liderlik edebilmekte ve toplumu harekete geçirebilmektedir (age).
Castells (2013), otonom eğilimlerin belirgin olduğu kültürel yapılarda ağ kullanımının daha yoğun olduğunu, ağın daha yoğun kullanımının ise otonom eğilimlerin güçlenmesiyle sonuçlandığını belirtir. Sanal dünyadaki ağlarla gündelik hayattaki ağlar birbirine yakındır. İnsanların sosyalliği artmaktadır; fakat bu sosyallik kalıcı bağlantılar ve web’deki sosyal ağlar ile harekete geçen farklı bir sosyalliktir.
Castells, iyimserdir. İnternet’in insanları olumlu yönde etkilediğini savunur. Ayrıca Castells, Michael Willmott’un İngiliz Bilgisayar Topluluğu için yaptığı ve İnternet kullanımı ile psikolojik göstergeler arasındaki ilişkiyi araştırdığı çalışmanın sonuçlarını da aktarır. Bu araştırmaya göre, İnternet’in insanların mutluluğu üzerinde olumlu bir etkisi vardır.
İnternet’in, daha çok da sosyal ağlara katılımın insanları nasıl etkilediği önemli bir çalışma alanıdır. İlk çalışmalarda, bilgisayar başında çok zaman geçirmenin yüz yüze iletişimi azaltacağı, bunun da toplumsal ilişkileri zayıflatacağı savunulmaktaydı. Bu tez, boş zamanlarında bilgisayar başında olan insanların bu zamanı yüz yüze etkinliklerden çaldığına dayanıyordu. Fakat oyun ve sosyal ağlardaki gündelik etkileşimler arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. Sosyal ağların, gündelik hayattaki yüz yüze ilişkileri desteklediği durumlar da vardır. Örneğin, sosyal ağlardaki asenkron iletişim olanağı insanların zamanlarını daha iyi kullanabilmesini sağlamaktadır. İki kişinin sohbet edebilmesi ya da birbirinden haberdar olabilmesi için aynı anda ve aynı yerde bulunmasına gerek yoktur. Birçok araştırma Castells’i desteklemektedir: İnternet, insanları sosyalliğini artırmaktadır.
Fakat artan sosyallik/etkileşim sosyal medyanın görünen yüzüdür, sosyal medyanın topluma etkisi karmaşık bir konudur. Sabatini ve Sarracino’nun (2014) İtalya’da (2010-2011 yıllarında), 24 bin hanede ve yaklaşık 50 bin kişiyle yüz yüze görüşerek gerçekleştirdiği “Çevrim içi ağlar ve öznel iyi oluş” başlıklı çalışması, sosyal güven olgusuna dikkat çekerek, sosyal medya kullanımı ve öznel iyi oluş (subjective well-being / insanların kendi yaşamları hakkındaki günlük duyguları ve değerlendirmeleri) arasında olumsuz bir ilişki olduğunu iddia eder. Araştırmacılar, çevrimiçi sosyal ağların fiziksel etkileşimleri etkileyerek öznel iyi oluşa olumlu bir katkıda bulunduğuna itiraz etmemektedir. Fakat çevrimiçi sosyal ağların sosyal güvende yarattığı erozyon, öznel iyi oluşu olumsuz etkilemektedir. Toplam bir değerlendirme yaptıklarında çevrimiçi sosyal ağların insanların mutluluğuna etkisinin olumsuz olduğu sonucuna ulaşırlar.
Güven ilişkisi, belirli kuralların olduğu bir yerde, orada bulunanların bu kurallara uyacağı yönündeki beklentidir. Yüz yüze ilişkilerde insanlar belirli normlara uyarlar. Yüz yüze konuşmalar, daha kontrollüdür ve kibardır. İnsanların bir çevrimiçi sosyal ağda da gerçek hayatta kabul edilen normlara uyacağı varsayılır. Ancak sanal dünyadaki konuşmalar daha saldırgancadır ve nefret söylemi daha yaygındır. Kişi, çevrimiçi dünyada yaşadığı bu olumsuzlukların gerçek dünyada da devam edeceğine dair bir hisse kapılmakta ve bu nedenle, tanımadığı kişilere karşı endişeyle yaklaşabilmektedir.
Güven ilişkisinin ikinci boyutu ise kendi dar dünyasında yaşayan kişinin herkesin kendi gibi düşündüğüne dair yanılgısıdır. İnsanlar kendi düşüncelerinin, değerlerinin, inançlarının, tercihlerinin “doğru” olduğunu düşünmeye eğilimlidirler. Dar bir toplulukta yaşayan bir kişi, toplumun genelinin kendi dar topluluğu ile aynı görüşleri paylaştığını düşünebilir. Sosyal ağlardaki farklı düşüncelerle karşılaştığında ise bu durum kişiyi diğer insanların güvenirliği konusundaki düşüncelerini yeniden gözden geçirmesine neden olabilir.
Sabatini and Sarracino (2014) çevrimiçi ağların insanın öznel iyi oluşuna etkisini araştırdıkları bu geniş ölçekli çalışmalarıyla, sosyal medyada oluşan sosyal güven erozyonunu da dikkate alarak İnternet’in insan yaşamına etkisi tartışmalarına yeni bir boyut katmışlardır. İnternet’in, özellikle de sosyal medyanın insanlar üzerindeki etkileri üzerine net bir şey söylemek zordur. Örneğin, Sabatini and Sarracino (2014), Facebook kullanımının, insanların kıskançlık duygularını artırdığını savunan araştırmalara da dikkat çekmektedir. Sosyal medyanın topluma etkisi üzerine hâlâ bilemediğimiz ya da tam olarak anlayamadığımız birçok konu var. Sosyal medyada kurulan ağlar, kimi zaman bir empati ağı haline gelerek toplumu harekete geçirebilmekte kimi zaman da toplumu duyarsızlaştırabilmektedir. Vicdan kısa süreli ve geçici olmakta, herhangi bir şeyi beğenmek, retweet etmek vicdanı hafifletebilmekte ve vicdanın harekete geçirici gücünü azaltabilmektedir. Ayrıca toplumsal etki, toplumdan topluma, yaşa ya da kullanılan sosyal medyanın niteliğine ve olanaklarına göre farklılaşabilmektedir.
Tabi sosyal medyanın topluma etkileri hakkında yeni şeyler öğrenirken eski bildiklerimizi de unutmamak gerekiyor. Sosyal medyanın sosyali, sosyalizmin sosyali değildir. Bilişim teknolojileri, toplumsal ilişkileri değiştirmektedir; ama hâlâ kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Sosyal medyanın sosyalliğini bunu göz ardı etmeden tartışabilmek gerekir. Facebook, Twitter, Wikipedia, Youtube vb web siteleri sağladıkları paylaşım, işbirliği ve katılım ortamı nedeniyle sosyal medya olarak adlandırılmaktadır. Sandoval (2014), günümüzdeki tartışmanın sadece üretici güçlerin düzeyi ile sınırlı kaldığını ve medyada artan etkileşime odaklanılarak medyanın sosyal olarak nitelendirildiğini belirtir. Buna karşın, medyada dağıtımı, üretimi ve tüketimi şekillendiren üretim ilişkileri göz ardı edilir. Sandoval (2014), yukarıda aktardığım çalışmalardan farklı olarak sosyal medyanın sosyalliğini üretim ilişkilerini dikkate alarak daha geniş bir perspektiften tartışır. Medyadaki mülkiyet ilişkilerine, özel ve ortak mülkiyet arasındaki ekonomik, politik ve kültürel farklılıklara dikkat çeker. Özel mülkiyette üretim araçlarının mülkiyeti mülk sahibinin elindedir. Kararlar, siyasi ve ekonomik elit tarafından, özel çıkarlar, kârın azamileştirilmesi ve rekabetin gerekleri doğrultusunda alınır. Ortak mülkiyet ise üretim araçlarının ortak mülkiyeti ve üretimin kolektif örgütlenmesi üzerine kuruludur. Kararlar demokratik katılım ile toplumun genelinin çıkarları gözetilerek alınır.
Sandoval (2014) günümüzün gözde şirketlerinin pratiklerini üretim ilişkileri çerçevesinde sorgular:
Apple ve iKöleler
2011’de Forbes, Apple’ın dünyanın en büyük donanım şirketi ve dünyanın en kârlı ikinci şirketi olduğunu yazar. 2000-2012 yılları arasında Apple’ın kârı % 39,2 artarak 41,7 milyar dolara ulaşmıştır. “Eski bildiklerimizi” hatırladığımızda tahmin edebileceğimiz gibi Apple’ın bu başarısının arkasında tedarik zincirinde yer alan işçilerin yoğun sömürüsü vardır. Bir iKölenin iPhone alabilmesi için en azından iki veya üç ay çalışması gerekmektedir. Yalnız Apple’ın değil birçok donanım şirketinin ürünlerinin (bilgisayarlar, mp3 çalarlar, akıllı telefonlar, oyun konsolları) son derece kötü koşullarda çalışan işçilerce üretildiği NGO’ların (hükümet dışı kuruluşların – Non-governmental organization) yıllardır vurguladığı bir konudur. Ancak 2010 yılında Apple’ın yanı sıra, Hewlett-Packard, Nokia ve Sony Ericsson için de üretim yapan FoxConn şirketinde çalışan 17 işçinin intiharı medyanın dikkatini işçilerin ağır çalışma koşullarına çevirmesine neden olur. Yapılan araştırmalarda işçilerin,
– zorunlu ve fazla çalışmaya zorlandıkları
– ücretlerinin ancak asgari ihtiyaçları karşılayacak düzeyde olduğu
– örgütlenme özgürlüklerinin kısıtlandığı
– sağlıksız koşullarda ve katı bir disiplin altında çalıştırıldıkları
– yoğun iş baskısı altında oldukları tespit edilir.
Apple 2013 yılında yaptığı açıklamada işçilerin çalışma koşullarının düzeltileceğini, çocuk emeğinin ve aşırı çalışmanın önüne geçileceğini, iş güvenliği için gerekli düzenlemelerin yapılacağını duyurur. Fakat Sandoval’un (2014) belirttiği gibi yüksek kâr oranları için işçilerin sefaletine gereksinim duyan Apple, kendisini dünyanın en kârlı ikinci şirketi yapan ve işçileri yaşamlarını devam ettirebilmeleri için fazla mesaiye zorlayan düşük ücretler konusuna değinmemeyi tercih eder.
Google’ın sayısal emek sömürüsü
Arama motoru piyasasının % 84,77’sini kontrol eden Google’ın, 2001-2010 yılları arasındaki kârı % 103 artarak 8,5 milyon dolara ulaşmıştır. Bu kâr, Google’ın hizmetlerinin ücretsiz olarak kullanılmasına ve kullanıcılara herhangi bir meta satılmamasına karşın iş modeli kullanıcı verilerinin reklam şirketlerine bir meta olarak satışına dayanır.
Google, kötü olmadan da para kazanılabileceğini savunur. Kullanıcı verilerini şirketlere satarak ürünlerle kullanıcıları bir araya getirmekte, böylece hem şirketlere hem de kullanıcılara iyilik yaptığını iddia etmektedir. Ancak dev bir gözetim aygıtı haline gelen Google, kullanıcıların mahremiyetini ihlal etmekle eleştirilmektedir. Ayrıca kullanıcının kendi hakkında toplanan verilerin nerede tutulduğunu ve ne tür analizlerde kullanıldığını takip etme şansı yoktur. Karar verici sadece Google’dır.
Sandoval (2014), sunduğu etkileşim, işbirliği ve paylaşım olanakları açısından değerlendirildiğinde Google servislerinin sosyalliğinden söz edilse bile Google’ın iş modelinin özgürce paylaşılan ve sosyal olarak kontrol edilen bir İnternet altyapısıyla çeliştiğini belirtir. Kontrol edilemeyen büyük veri kullanıcılar toplum için bir tehdittir.
Microsoft’un bilgi monopolü
Dünyanın en büyük yazılım şirketi olan Microsoft’un 2012’deki net kârı neredeyse 17 milyar dolardır. Microsoft’un tekelleşmeye yönelik attığı adımlar Avrupa Birliği’nin Microsoft’u haksız rekabet ile suçlamasına neden olmuştur. İş modeli, yazılımın özel mülkiyetine dayanan Microsoft son yıllarda yazılım patentleri konusunda yoğun bir lobi faaliyeti yürütmektedir. ABD Patent Ofisine kayıtlı 22501 patenti vardır; başvurusu yapılan 26398 patent talebi ise beklemededir.
Patentler, toplumsal bilginin özelleştirilmesidir. Bill Gates’in 1991’de söylediği (bugünse şirketinin tam tersini yaptığı) gibi patentler teknolojinin gelişimine karşıdır. Microsoft, bilgiyi patentlerle tekeline alarak toplumun çıkarlarına aykırı hareket eder.
HP’nin zararlı ürünleri
IDC’nin (Uluslararası Veri Kuruluşu – International Data Corporation) verilerine göre HP, yazıcı piyasasının % 41’ini elinde bulundurmaktadır. Dünyanın ikinci büyük donanım firması olan HP’nin 2011’deki kârı 5,9 milyar dolardır. Bilgisayar ürünleri insan sağlığına zararlı zehirli maddeler içerirler. HP de,
– ürünlerinde yüksek oranlarda bulunan zehirli maddeler
– belirli alevlendirme geciktirici PDBE kimyasallarının yok edilmesi konusundaki yanlış iddialar
– özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki geri alma programlarının yetersizliği
– gelişmekte olan ülkelerin çöplüklerinde bulunan ürünleri nedeniyle eleştirilmektedir.
Elektronik atıklar ciddi bir problemdir. Gelişmekte olan birçok ülke gereken önlemleri almadığı için artık kullanıl(a)mayan elektronik cihazlar insan sağlığını ve çevreyi tehdit etmektedir. Elektronik atıkların geri dönüşümünün gerçekleştirilmesi gerekir. Bu, elektronik atıkların çevreye zararını önlenmek için gereklidir. Ama daha önemlisi elektronik atıkların oluşumunu azaltmak için gerekli adımları atabilmektir.
Fakat donanım sektörü, uzun ömürlü dayanaklı ürünler yerine satışlarını artırmak amacıyla kısa ömürlü ve değiştirilebilir parçalardan oluşmadığı için tamiri zor ürünleri piyasaya sürmektedir. Özellikle son yıllarda kullanıcılar bilgisayarını tamir et(tir)mektense yenisini almaya (ve eskisini atmaya!) yönlendirilmektedir. Dünyanın en büyük donanım şirketlerinden biri olan HP’nin hedefi de daha çok kârdır. Satılan yazıcılar görece ucuzdur. Fakat boşalan kartuşların probleminde yaşanan sorun nedeniyle insanlar eski yazıcılarını atıp, tekrar “ucuz” yazıcı almaktadır.
Sandoval’ın (2013) belirttiği gibi HP pekala kaliteden ödün vermeksizin doldurulabilir kartuşlar üretebilir. Ama bu kapitalist üretim ilişkileri içinde, kâr peşinde koşan bir şirket için uygun olan kısa ömürlü yazıcıların sık satışıdır.
***
Özetle Sandoval (2013), yukarıdaki şirketlerin özel mülkiyetin pek de sosyal olmayan mantığı çerçevesinde faaliyet yürüttüklerini; insanlığın ortak değerlerini metalaştırdıklarını, sorumsuzca çevreye zarar verdiklerini, anti-demokratik karar alma mekanizmalarıyla kârlarını azamileştirmek için hareket ettiklerini söyler. Bu şirketler, sosyal medyanın üzerinde yükseldiği teknolojik altyapının sosyalliğinin sınırlarını gösterir. Ama ne HP doğaya zarar veren tek donanım şirketidir, ne de Apple insanlık dışı çalışma koşullarına sahip olan tek şirkettir. İş modeli özel mülk yazılım üzerine kurulu diğer şirketlerin Microsoft’tan bir farkı yoktur. Kullanıcıların metalaşması yalnız Google’da değil başta Facebook ve Twitter olmak üzere diğer sosyal ağlarda da geçerlidir. Şirketler sadece egemen üretim ilişkilerinin gereğini yerine getirerek her şeyi metalaştırıp kârı azamileştirme güdüsüyle hareket ederler. Bu nedenle sosyal olarak nitelendirilen medya, etkileşime ve işbirliğine olanak vermesine karşın, üretim ilişkileri dikkate alındığında, mülkiyetinin az sayıda kişinin elinde toplanması, özel olarak kontrol edilmesi, toplumsal olarak dışlayıcı değerler üzerine kurulu olması nedeniyle toplumun çıkarları ile çelişir, insana ve doğaya karşıdır.
Artık Facebook’u, Twitter’ı, akıllı telefonları vb’lerini sadece bir mücadele aracı görmekten vazgeçmemiz gerekiyor. Emek sömürüsünü ve çevreye verilen zararları göz önünde bulundurarak, gerçek sosyal medya için özgür yazılımları ve ademi-merkeziyetçi sosyal ağları kullanarak, teknolojiyi bir mücadele alanı olarak da görebilmemiz gerekiyor. Ayrıca bir mücadele aracı olarak sosyal medyanın sınırları ve olanakları da üretim ilişkilerince belirleniyor. Kürt siyasal hareketinin Facebook konusunda yaşadığı sıkıntıları hatırlayalım…
KAYNAKLAR
– Castells, M. (2013), The Impact of the Internet on Society: A Global Perspective, https://www.bbvaopenmind.com/en/article/the-impact-of-the-internet-on-society-a-global-perspective/, son erişim 15/09/2014
– Sabatini, F., & Sarracino, F. (2014). Online networks and subjective well-being (No. wp54). Econometica.
– Sandoval, M. (2013). 8 Social Media?: The Unsocial Character of Capitalist Media. Critique, Social Media and the Information Society, 144.