Ana Sayfa 130. sayı Ak Saray ve giydirilmiş sandalyeler

Ak Saray ve giydirilmiş sandalyeler

Kapak Dosyası

741

Türkiye’den 18 kat büyük bütçeye sahip ABD’nin iki asırdır kullandığı Beyaz Saray’a özenen ama onun iki katı büyüklüğünde 1000 odalı bir saraya ihtiyacımız olup olmadığı değil onun hangi mermerle hangi stilde nasıl kaplandığı tartışma konusu olabiliyor. İspatlanması her ne kadar imkansız olsa da toplumdaki riyakarlık ve kaplama kültürü ile yoğrulmuş estetik anlayışı arasında doğrudan bir ilişki olduğu kesin.

Sunuş

Bu yazı İstanbul Art News’ın Haziran 2014 tarihli sayısında yayınlanmıştır. O tarihte Erdoğan henüz Başbakan, inşasına başlanan sarayın adı da Başbakanlık Sarayı idi. Dolayısıyla makalede bu terimler geçmektedir. Dosyamızın tamamlayıcı bir unsuru olduğunu düşündüğümüz makalesini yayımlamamıza izin veren Ömer Kanıpak’a teşekkür ederiz.

Bildiğimiz gibi şu sıralar başbakan Erdoğan’ın “Yaptığımız hukuksuz bir şey yok, güçleri yetiyorsa yıksınlar. Başbakanlık binasının yapımı ile ilgili bir sıkıntı söz konusu değil, inşallah Nisan, Mayıs gibi açılışını yapacağız” diyerek meydan okuduğu mahkeme kararına rağmen Atatürk Orman Çiftliği içindeki Başbakanlık Hizmet Binası inşa edilmekte.

Atatürk Orman Çiftliği’nde yükselen yeni Başbakanlık Binası ile ilgili Mimarlar Odası Başkanı Tezcan Karakuş Candan fotoğraflar üzerinden mimari değerlendirmelerde bulunarak şunları belirtmiş: “Bu tür binalar baskıcı rejimlerde inşa edilir, insanın üstüne üstüne gelen yapılar hep faşizm dönemlerinde yapılmıştır. Bütün kolonlar çelik konstrüksiyon üzerine yeşil granit kaplama yapılmış. Bu granitler işlemesiz durumda 1 m² maliyeti 200 USD, işlemeli olunca maliyet artıyor…Antalya’dan gelen Limra taşının 1m² maliyeti 120 USD ile 200 USD arasında değişiyor. İşlemeyle birlikte 250 USD. Mimari üslup olarak tam bir görgüsüzlük, yolsuzluk, hukuksuzluk abidesi.”

İşlemeleri aşırı lüks olarak değerlendiren Candan, binanın ise parça parça başka eserlerden kopyalandığını iddia ediyor: “Merdivenleri, Dolmabahçe sarayının merdivenlerinden, seyir terası Topkapı Sarayı’ndan özentidir. Anıtkabir’in önündeki meydandan daha büyük bir hitabet meydanı ve 1000 odalık sarayın büyük kabul salonları var. Cumhuriyet rejiminin yapısı olmadığı ayan beyan ortada. Mimarı Şefik Birkiye. Kültürel ve doğal mirasımızın ortasında, AOÇ’de bu yapıyı projelendirdiği için, İstanbul Şubesi’ne üye olan Şefik Birkiye’nin onur kuruluna sevk edilmesi için start verildi.”

Şefik Birkiye’nin ismini ilk kez 1980’lerin sonunda duymuştuk, ama pek çoğumuz hatırlamaz. Bir zamanların İstanbullu zenginlerin kumar ve golf oynamak için kullandığı, açılışını Turgut Özal’ın yaptığı, ülkenin ilk beş yıldızlı, neo-klasik cepheli, postmodern elemanlarla süslü ve gösterişli otellerinden Silivri’deki Klassis Golf Oteli’nin mimarı Şefik Birkiye idi. Daha çok Belçika’da ve Batı Avrupa’da üretim yapan Birkiye’nin Türkiye devleti ile ilişkisi ise hep sıcak kalmış. Geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan lale formlu gökdelenleri ile büyük tartışma yaratan yeni Haydarpaşa projesinin arkasında da aynı mimar var. Şu sıralar inşaatı tamamlanmak üzere olan eski Şan Tiyatrosu’nun ve Surp Agop Hastanesi’nin yerine yapılmakta olan yine neo-klasik tarzında tasarlanmış Şan City AVM’nin mimarı ve ortağı da Şefik Birkiye. Sadece bina ölçeğinde değil kentsel planlama ölçeğinde de işler üretmeye başlayan Birkiye’nin şirketi Vizzion’un son projelerinden biri de Erdoğan’ın ikinci İstanbul diye nitelendirdiği Karedeniz kıyılarında yapılması düşünülen Kuzey İstanbul yerleşimi.

Mimari yaklaşımına ve devletle olan ilişkisine bakıldığında Şefik Birkiye Türkiye’nin Rob Krier’i diye nitelendirilebilir. Öyle görünüyor ki AKP muhafazakar bir görüntü gerektiren cami, iskele, kütüphane, kültür merkezi gibi daha kamusal projelerde modifiye Selçuklu-Osmanlı mimarlığını benimsemiş Hilmi Şenalp’i kullanırken varlıklı kesime hitap edecek otel, iş merkezi, rezidans ve başbakanlık sarayı gibi prestijli ve gösteriş odaklı yapılarda neo-klasik ve postmodern akımında ustalaşmış Birkiye ile çalışmayı tercih ediyor.

Tarihsel referanslarla, çoğu kez esinlenmenin ötesinde kopyalanmış görsel parçaların bir araya getirildiği eklektik neo-klasik bir üslupla çalışan bu iki mimarın AKP yönetimince benimsenmesi, görüntünün içerikten daha önemli olduğu güncel politik felsefenin mimariye yansıması olarak görülebilir.

1980’lerle birlikte dünyada yükselen postmodern estetik akımın Türkiye’ye Özal dönemi sırasında yansıması ile mimarlık üretimi de görüntünün hakimiyeti altına girmişti. Dekorasyon kelimesinin şahlanması da bu döneme denk gelmektedir muhtemelen. “Dekore etmek” fiili ilk kez 14. yüzyılda şövalyeleri onurlandırmak için aslında kendisine ait olmayan sonradan “takılan” madalyon benzeri süsler için kullanılırken, 18. yüzyılda “yanıltıcı bir görüntü”, “güzelleştirme” ve “kaplama” anlamı ile yaygınlaşmaya başlamış. Süslemek, bir şeyi kapatmak, olduğundan farklı göstermek gibi anlamlara gelen bir kelimenin çağın ruhu ile birlikte Türkiye’de ciddi bir mesleğe dönüşmesi, popülerleşmesi ve 20 yıl kadar sonra da politik bir tavır olarak benimsenmesine şahit olduk.

AKP hükümetinin en temel felsefesi icraatlarının toplumsal yaygınlığı ve etkinliğinden çok nasıl göründüğü ve bu görüntünün algılanışı üzerine olmasıydı. Uzun vadede sonuç alınabilecek kalıcı etkili politikalar yerine kısa vadeli ancak etkisi büyük, şok kararları benimseyerek, bunların manipülasyonu ile uğraşan AKP’nin derin ve uzak görüşlü bir siyaset yerine yüzeysel ve çabuk sonuç veren, nitelikten çok niceliği hedefleyen manevralarla meşgul olduğunu son on sene içinde fazlası tecrübe ettik.

Bu politik iklim içinde elbette değeri kendinden menkul brüt bir estetik anlayış ve tektonik bir mimarlık yaklaşımı yerine görüntüye, kopyaya ve pastişe yaslanmış bir üretim makbul konuma geçmekte. Şefik Birkiye’nin neo-klasik devasa büyüklükte ve rüküşlükteki projeleri veya Hilmi Şenalp’in Osmanlı-Selçuklu modifikasyonlu replikalarının yanı sıra AKP’li belediyelerin ana arterlerdeki binaları “estetize” ettiği cephe güzelleştirme projeleri, TOKİ’nin “yerel mimari unsurlarla” bezediği tünel-kalıp prizma konut blokları da aynı anlayışın tezahürleri aslında.

Sadece politikacıların değil toplum oluşturan bireylerin genel hayata bakışı ve felsefesi de yapay görüntülerle dolu bu ortamın canlı tutulmasında önemli bir etken. “Giydirilmiş” masa ve sandalyelerde strafordan yapıldığı halde kesiliyormuş gibi yapılan düğün pastalarının yeniliyormuş gibi yapıldığı evlilik törenlerinin yaygın olduğu bir coğrafyada mantolanmış binalar, kılıflı cepheler, taklit yapılar görmekte bir gariplik yok. Her türlü yapısal kusuru kapatmak için binlerce çeşitte kaplama malzemesi piyasada bulunmakta. Detay çözümlerinin tamamı işini düzgün yapmayan işçi ve ustaların hatalarını kapatmak üzere icat edilmiş; duvarcının hatasının sıvacı, sıvacınınkini boyacı, boyacınınkini dekorasyoncu kapatmakta. Derz çıtaları, süpürgelikler, envai çeşit malzemeden kaplamalar, duvar kağıtları, ahşap görünümlü plastik levhalar, PVC cepheler, strafor söveler ve benzeri yüzlerce kusur örtücü malzeme inşaat sektöründe fazlası ile itibar görmekte. Güzelliği kendinden menkul brüt beton için bile taklit sıvalar, tuğla duvar görünümlü kabartma plastik duvar malzemeleri dekoratörlerin emrinde. Parlak kumaşlarla çirkin ve ergonomik olmayan sandalyeler süslenirken ahşap görünümlü sentetik panellerle de kullanışsız apartmanlar kaplanmakta.

Depremde çatlamış binayı strafor sövelerle süsleyerek yeni gibi gösterip daha yüksek bir fiyata satmaya çalışanların başbakanlık binasının en pahalı mermerlerle kaplanmasını yadırgayacağını bekleyemeyiz herhalde. Tam da bu yüzden Türkiye’den 18 kat büyük bütçeye sahip ABD’nin iki asırdır kullandığı Beyaz Saray’a özenen ama onun iki katı büyüklüğünde 1000 odalı bir başbakanlık sarayına ihtiyacımız olup olmadığı değil onun hangi mermerle hangi stilde nasıl kaplandığı tartışma konusu olabiliyor.

İspatlanması her ne kadar imkansız olsa da toplumdaki riyakarlık ve kaplama kültürü ile yoğrulmuş estetik anlayışı arasında doğrudan bir ilişki olduğu kesin.

Önceki İçerikAtatürk ve yarım kalan eğitim reformu
Sonraki İçerikFransa Flamanville Nükleer Santralındaki patlama bir nükleer kaza değil