Antropoloji okuduğum yıllarda hep vurgulanan bir kavramdı: “Öteki”.
“Öteki”nin bakışı, “öteki”nin penceresinden bakıp dünyayı algılamaya çalışmak… O yılların sonunda öğrendim ki bu hiç de kolay değil. İnsanın kendi penceresinin dışında olayları yorumlaması çoğu zaman mümkün olmuyor. Hepimiz deniz süngeri gibiyiz. Hangi toplum denizinde yaşıyorsak o denizin suyu içimize işliyor. İçinde bulunduğumuz toplumun değerleriyle şekilleniyoruz. Olaylara bakışımızı, düşüncelerimizi, duygularımızı kısaca her şeyimizi etkiliyor toplum. Hatta belirliyor.
Kan davasını düşünelim. Doğru bulmayabiliriz, beğenmeyebiliriz, hoşumuza gitmeyebilir… Ancak anlamak istiyorsak bu duygulardan sıyrılmak gerek. Çözebilmek için önce anlamak gerekmez mi?
Kan davası, genelde göçebe toplum geleneğidir. Konar-göçerler hem doğaya karşı mücadele verirler, hem diğer toplumlara karşı. Bu yüzden kendi toplumları içinde kan kardeşidirler. Oysa dış toplumlara kan kustururlar. Hayatta kalmak için buna mecburdurlar. Bu çetin mücadelede bir eksik olmak bazen tüm toplumu kaybetmek anlamına gelir. Bu yüzden dışarıdan bir saldırı olduğunda ya da dışarıdan birisi kendi topluluğundan birisini öldürdüğünde hiçbirisi bunu kişisel bir olay diye düşünmez. Tersine toplumun tamamına yapılmış bir hareket olarak algılar ve ona göre tepki verir. Yani toplum olarak düşünür, hisseder ve harekete geçer. Topluma yapılan saldırının cezası yine toplum tarafından verilir ve saldırıyı yapan, toplumun diğer üyeleri tarafından öldürülür.
Kan davasını bugün savunmak elbette mümkün değil. Ama farklı bir toplumda yetişmiş olsaydık örneğin bir aşirette doğup büyüseydik kan davası filmlerde izlediğimiz bir sahne olmaktan çıkıp, hayatın içinde yazısız kanun olarak karşımıza çıkacaktı.
Demek farklı toplumlarda aynı olay farklı şekilde karşılanıyor. Aynı toplum içinde farklı kültürlerde yetişmiş bireyler arasında durum nasıl?
Amerika’da bir lisede elinde silahla diğer arkadaşlarını ve bir öğretmenini öldüren genç bir Çinli öğrenci için Amerikalı arkadaşları gencin kişisel sorunları yüzünden bunu yaptığını düşünürken, aynı okulda eğitim gören Çin kökenli arkadaşları Amerika’da silaha ulaşmanın çok kolay olmasını ve genci cinnet noktasına getiren toplumsal nedenleri sıralıyordu.
Amerikalı ve Japon katılımcılara içinde balık ve arka planda farklı nesnelerin olduğu sualtı fotoğrafları gösterildi. Katılımcılara ne gördükleri soruldu. Amerikalı katılımcılar genelde cümlelerine balığı tanımlayarak başlarken (sola doğru yüzen büyük bir balık vb.), Japon katılımcılar genelde ortama gönderme yapıyordu (bir göle benziyordu vb. ).
Hemen yukarıda bahsettiğim iki araştırma, düşüncenin coğrafyası olabileceğini gösteriyor: “Bazı insanlar dünyaya geniş açılı merceklerden bakıp nesneleri bağlamları içinde görürken, diğerleri öncelikle nesneye ve özelliklerine odaklanıyor”. (1) Yani aynı şeye bakıp dünyayı ve olayları farklı yorumluyoruz. Teşhisler farklı olunca tedavi yöntemlerinin farklılaşmasına şaşırmamalı.
Böyle düşününce garip bir paradoks ortaya çıkıyor. Hepimiz kendimizi tanımlarken ulus, din, parti vb. aidiyetlerden söz ediyoruz. Oysa bir yere ait olduğumuz anda diğerlerinden ayrılıyoruz. Bizi bir araya getiren sınırları çizdiğimiz anda o sınırın dışında kalanlar oluyor. Dinler, uluslar, partiler, tarikatlar ve hatta futbol fanatikleri ve benzer birçokları… Her biri kendi içinde ortaklaştığı noktada, dışında kalanları “öteki” ilan etmiyor mu? Böyle olmazsa kendilerini var edemiyorlar. Bu bir çelişki değil midir? Dinler dünyayı, partiler ülkeleri kurtaracaklarını söylüyorlar. Buldukları çözüm tüm dünyayı ya da tüm ülkeyi kendileri gibi yapmak. “Öteki”ni anlamak yerine onu da kendi gibi yapmak…
Bu kadar zor mudur kendin gibi düşünmeyeni anlamaya çalışmak? Zordur. Hem de çok zor! “Öteki”nin gözünden olayları ve dünyayı görmek için çabalamak gerek. Bu sonsuz emek gerektiriyor. Diyelim ki başardık, yeterli midir? Onun gözünden bakmak, dünyayı algılamaya çalışmak bence tek başına yeterli değil. “Öteki”nin penceresinden kendimize bakıp, kendi değer yargılarımızı eleştiri süzgecinden geçirebilmek gerek.
Bu yazdıklarıma benzer cümleleri yıllar sonra Ahmet İnam’ın yazılarında buldum. Ahmet İnam: “Ötekinin bakışı, bakışıma değdiğinde gördüğüm değişir” diyor. “Ağacı gördüğümde ağacı gördüğümü gören gözü de görürsem ağaç değişir.” “Ötekinin gözü ayna olabilir bana. Korkmadan bakabilirsem gözlerine! Onu görerek, onun görüşüyle onun görüşünden görülen kendimi görebilirsem. Kendimi bir öteki gibi görebilirsem!” (2)
Bunu başarabilirsek ne çok oluruz düşünsenize. Bendeki “öteki”yi ortaya çıkarabilmek ve “öteki”lerdeki beni aramak. Farklı gözlerin gördüğü dünyadan kendimizi görebilmek, anlamlar çıkarabilmek. Yani hayatları paylaşmak, birlikte değişmek ve değiştirebilmek… İnsanı daha mutlu, daha coşkulu, daha düşünce ve duygu zengini yapmaz mı?
Böyle düşününce “öteki”nin bütün bunların dışında bir özelliği daha ortaya çıkıyor: Bizi, biz yapandır “öteki”. “Öteki” olmazsa biz olmayız. Sadece bu yüzden bile “öteki”ne sahip çıkmalı insan.
Dipnotlar
1) Richard E. Nisbett, Düşüncenin Coğrafyası, 2003.
2) Ahmet İnam, Düşünce Açan Bahçede, 2008.