Anneniz size “Gel buraya” diye seslendiğinde sesin tonuna göre bunun şefkat mi yoksa tehlike mi içerdiğini anlarsınız. Ses ve duygu ile ilgili çok geniş ve karmaşık bir kütüphanemiz var. Müzikte de enstrümanların çalınma tarzı, o müziğin stili, mikrofonların yerleştirilme biçimleri, ses mühendisinin yaptığı ayarlar, hepsi birden belli bir his yaratacak şekilde bir araya geliyor.
Michael Nielsen ile Söyleşi
Michael Nielsen Yeni Zelanda’da doğdu, büyüdü ve Auckland Üniversitesi’nde Elektronik ve Bilgisayar Mühendisliği okudu. Sonrasında Londra’ya taşınarak ses mühendisliği eğitimi gördü. 20 yıldır müzik prodüktörü, kayıt ve miks mühendisi olarak çalışıyor. Milyonlarca satış rakamına ulaşan birçok müzik prodüksiyonunda imzası var. Ayrıca 5.1 Surround Sound, film ve DVD mecraları için yaptığı ses kayıtlarıyla çeşitli ödüller kazandı. Uzun bir süredir İstanbul’da yaşıyor ve akustik tasarımcı/danışman, müzik prodüktörü olarak çalışıyor. Bilgi Üniversitesi’nde kayıt teknikleri ve kayıt estetiği üzerine dersler veriyor.
Ogan Guner (OG): Bir ses mühendisi olarak “ses”in sizin için ne ifade ettiğini sorarak başlayalım.
Kendi hikâyemi kısaca anlatabilirim size. Yeni Zelanda’da doğup büyüdüm. Yeni Zelanda’nın küçük bir kasabasında. Çocukluğumda ve gençliğimde pop albümleri dinlemeye başladım. Benim için o zamanlar belirleyici olan müziğin, bir diğer deyişle sesin yarattığı duyguydu. Enstrümanlar hakkında pek bir şey bilmiyordum ama bazı müziklerin üzerimde güçlü bir duygu yarattığını fark ediyordum. Amerikan ve İngiliz pop albümlerini, özellikle 1970’li yılların başında, müzik prodüksiyonunun çok yaratıcı olduğu bir dönemdeki albümleri dinliyordum. Mesela David Bowie’nin o yıllardaki albümleri. O zamanlar Yeni Zelanda dünyanın apayrı bir ucunda yer alıyordu. Internet henüz yoktu. Dinlediğim müziklerle, sanatçılarla ilgili bilgi akmıyordu. Ama zamanla şunu fark ettim ki Yeni Zelandalı grupların kayıtlarıyla, Amerikan gruplarının ve İngiliz gruplarının kayıtları arasında bariz farklar vardı. Hepsinin “sound”u birbirinden farklıydı. Ondan sonra yavaş yavaş müziğin nasıl üretildiği, nasıl kaydedilip korunduğuna kafayı takmaya başladım. Bir parça kâğıt ve mumla ilkel kayıtlar yapma deneylerine giriştim. Özelikle annem benim ilgimi çok destekliyordu. Ama beni çeken temel şey hâlâ sesin üzerimde yarattığı duyguydu. Dedemin akordeon çalışını ve kimi zaman onu dinlerken gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. O yüzden sesle ilgimin temelde duygu ile başladığını söyleyebilirim.
Farklı ruh hallerine göre farklı duygulanımlar
OG: Bahsettiğiniz dönemde sizi prodüksiyonuyla etkileyen belirgin albümler var mıydı?
O dönem Glam Rock dönemiydi. David Bowie, Lou Reed… Bu albümlerdeki ses doğal değil hiper gerçekçiydi. Sesin manipülasyonunun yaratıcı örnekleriydi. Yaşadığım küçük kasabada topu topu 3 tane plakçı vardı, bir gün dükkânlardan birinin önünden geçerken sahibi beni çağırdı, “gel bak sana ne dinleteceğim” dedi. Benim iflah olmaz bir müzik tutkunu olduğumu biliyorlardı tabii. İçeri girdiğimde Pink Floyd’un Dark Side of the Moon albümünü koydu pikaba. Dönem, ortalığın psychedelic müzikten, tütsülerden geçilmediği hippie sonrası dönemdi. Albümü dinlemeye başladım ve bir şarkının içinde saat alarmları çalmaya başladığında şok olduğumu hatırlıyorum: “Bir albümün içine saat sesi koyabiliyor musun ki?” diye sordum. Böyle bir şeyi tahayyül bile edemezdim daha önce. Bu albüm önümde başka ufuklar açtı.
Yine başka bir gün Brian Eno & Robert Fripp’in Evening Star albümüne denk geldim. Brian Eno’nun başka albümlerini dinlemiştim. İçinde bildiğimiz, alıştığımız türden şarkılar vardı. Hiç dinlemeden bu albümü aldım, bisikletime atladım ve eve gidip dinlemeye başladım. 45 dakika boyunca soyut sesler vardı içinde. “Aman tanrım, buna mı 6,99 dolar verdim” diye düşündüm. Çok sinirim bozulmuştu. Zaten kısıtlı olan albüm koleksiyonumda büyük bir yüz karasıydı. Albümü bir kenara atıp unutmaya çalıştım. Bir süre sonra annem bana bu albüm için “ben bunu çok sevdim, temizlik yaparken çok iyi gidiyor, kendimi iyi hissetmemi sağlıyor” dedi. “Allah allah” deyip tekrar dinledim albümü. Hâlâ bir şey ifade etmiyordu bana ama müziğin farklı ruh hallerine göre farklı şeyler ifade edebileceğini fark ettim. O zamanlar Galli bir fizik hocamız vardı. Derste sesin fiziğini inceliyorduk. Bu incelemeye çok uygun bir albümüm olduğunu söyleyince bütün sınıf toplanıp bizim eve gittik. Hoparlörleri karşılıklı koyduk ve hocamız elinde bir osiloskopla iki hoparlör arasında maksimum ve minimum volümü ölçmeye başladı. Bir noktada volüm tamamen sıfıra iniyordu. Yani osiloskop 0 değerini gösteriyordu. Hoca bana dönüp “Bunun için para mı verdin?” dediğinde bir kere daha yıkıldım. Ama o anda müziğin içinde fiziğin varlığını ve bağlama, ruh haline göre ses algısının nasıl değişebildiğini fark ettim.
OG: Brian Eno yaptığı müziği ses manzaraları olarak tanımlar ya, sesin insanda farklı hisleri tetiklemesi ilginç bir durum değil mi?
Anneniz size “Gel buraya” diye seslendiğinde sesin tonuna göre bunun şefkat mi yoksa tehlike mi içerdiğini anlarsınız. Ses ve duygu ile ilgili çok geniş ve karmaşık bir kütüphanemiz var. Müzikte de enstrümanların çalınma tarzı, o müziğin stili, mikrofonların yerleştirilme biçimleri, ses mühendisinin yaptığı ayarlar, hepsi birden belli bir his yaratacak şekilde bir araya geliyor.
Doğal kayıttan hiper gerçeğe…
OG: Peki bu noktada şu söylenebilir mi? Ses mühendisi, asıl performansı alıp manipüle ederek yapay bir sese dönüştüren kişi midir?
Bu yaklaşım tarzına bağlı. Bugün önümüzde 70 yıllık bir kayıt tarihi var, 1960’ların ortalarına kadar doğal dediğimiz kayıt tekniği çok basit kurallara dayalıdır. Cahit Berkay’la sohbet ederken ilk kayıtlarını nasıl yaptıklarını sormuştum. Büyük bir odada grup toplu halde çalıyor, tavanın tam ortasından sarkan tek bir mikrofon ile tüm sesler eşit derecede kaydediliyordu. Eğer ses mühendisi “Davul çok ön planda” derse, davul fiziksel olarak daha geriye alınıp mikrofondan uzaklaştırılıyor, böylece müziğin içinde seslerin belli oranlarda, belli derinliklerde kaydedilmesi sağlanıyordu. Büyük bütçeli Beatles albümlerinde bile temel prensip buydu. Eğer davul kaydı yapacaksanız bir mikrofonu 1 metre öteye, diğer mikrofonu da aşağıya bakacak şekilde 1,5 metre yükseğe yerleştirirsiniz. Bu dinleyicinin durduğu pozisyondur. Her şey dinleyicinin doğal duruşuna göre kaydedilir. Çoklu kanalların çıkmasıyla bu oranları mikser üzerinde belirlemek mümkün oldu. Hele bugün iş çok daha detaylı biçimde teknolojik aletler üzerinde belirlenebiliyor, ama temel prensip icra edilen enstrümanların mekân içindeki oranlarını belirlemekten ibarettir.
Tanıdığım ünlü bir ses mühendisi stüdyosuyla ilgili şöyle bir şey söylemişti: “Bu stüdyonun amacı müziğe bir şey eklemek değil, bir şey kaybetmesini önlemektir.” Bu yaklaşıma doğal kayıt diyebiliriz. Diğer uçta ise Dub Step’te gördüğümüz gibi hiçbir akustik sesin varolmadığı, yapay seslerin yapay bir biçimde manipüle edildiği yaklaşım var. Buna da isterseniz hiper gerçekçi yaklaşım diyebilirsiniz. Sesi orijinal haliyle korumak her zaman manipülasyondan daha zordur.
Ben bu mesleği Londra’da öğrendim. Londra’da ses mühendisinden sıkı bir zanaat bilgisi beklenir. Birçok tekniği öğrenip uygulayabilmesi gerekir. Yeterince teknik bilginiz olduğunda ise bu bilgileri aşıp, sınırları genişletmeniz gerekir, çünkü söz konusu olan bir kayıt, bir albümdür ve albüm başka bir varlıktır, müziğin doğal haline bağlı kalması gerekmez, yaratıcılığa açıktır. Örneğin, Beatles’ın White Album’ünden sonraki albümlerine baktığınızda farklı bir yaklaşım görürsünüz. Normalde bir davulcunun yanında durduğunuzda ortalama 140 desibellik bir ses hissedersiniz. Acı eşiğine yakındır bu. Bu doğal etkiyi kayıtta yakalayabilmek için sesi iyice sıkıştırarak kayda geçirirler. Müziği kısık sesle dinleseniz bile volümü yüksektir, kulaklarınızda davul sesi patlar. Buradaki kayıt psikoakustik sinyaller üreterek sesin insan beyninde farklı algılanmasını sağlamaktadır artık. Dolayısıyla bir ses mühendisi için doğal kayıttan başlayıp yarı-doğala ve hiper gerçeğe kadar uzanan geniş bir yelpaze mevcuttur.
Doğal sesin manipülasyonu
OG: Peki hiper gerçekçi dediğimiz yaklaşım için konuşacak olursak, doğada normal şartlar altında varolmayan seslerin insanda hisler uyandırması da ilginç değil mi? Doğal şartlar altında varolduğunu bilmediğimiz sesler duyuyor ve buna göre his üretiyoruz.
Şurada bir arabanın fren sesini duysak, başımızı uzatıp bakarız ve bir araba görürüz. Ses ile gördüğümüz şey arasında çoğu zaman doğrudan bir bağlantı vardır. Ama bir kayıt söz konusu olduğunda ses ile mekân birbirinden ayrılır. Beyin duyduğu sese bir referans arar, onu bildik bir görüntü ile ya da bildik bir his ile birleştirmeye çalışır. Bunun en uç örneklerinden birini yıllar önce, Prodigy konserinde yaşamıştım. Prodigy’nin ilk zamanlarıydı, müzik dünyasında ses getirdiği zamanlar. Biletinizi alıp konser salonuna giriyorsunuz bir yığın insanla. Bir konserde olduğunuzun, dolayısıyla kontrollü bir ortamda olduğunuzun bilincindesiniz. İnsanın doğada duyduğu sinyaller genelde orta değerdedir. Prodigy’nin müziğinin özü ise alçak frekanslı seslerin yüksek bir volümle manipülasyonudur. Alçak frekanslı sesler doğal ortamda hemen hemen sadece tehlike içeren durumlara mahsustur. Şimşek, deprem, volkanik patlamalar vesaire… Bu alçak frekanslara çok nadiren maruz kalırız ve duyduğumuzda da başımıza felaket gelecek demektir. Ama Prodigy konserinde, özünde tehlike içeren bu sesler, yoğun ışık oyunlarıyla birlikte üzerinize dalga dalga gelir. Tehlike kontrollü bir ortamda heyecan olarak tekrar üretilir. Prodigy konserinde bulunmak bu anlamda çok ilginç bir deneyimdir, çok ilkel bir hissin yoğun olarak yaratıldığı bir ortamdır bu.
Bir başka örnek: Bilgi Üniversitesi’ndeki derslerimden birinde Snoop Dogg’un Drop It Like It’s Hot şarkısını incelemiştik. Bu şarkıda çok yüksek enerjili bir bas ile çok düşük enerjili bir dil şıklatma bir aradadır. Doğal bir ortamda bu kadar yüksek bir basın yanında dil şıklatmayı duyamazsınız. Ama miks söz konusu olduğunda düşük enerjili kaydı yüksek enerjili bir kayıtla yan yana getirmek ve bas sesin baskın olmasını önlemek mümkün. Ortaya çıkan durum, doğal bir ortamda birlikte duyamayacağınız iki sesin dengeli biçimde bir arada sunulmasıdır. Bu psikoakustik sinyallerle oynamak anlamına geliyor. Beynin beklentilerine ters bir durum yaratarak ortaya uyumlu bir ses çıkarıyorsunuz. Modern ses mühendisliği manipülasyon ile psikoakustik arasındaki bu dengede yer alıyor.
Sesin kalitesinin ölçüsü ne?
Yusuf Can Semerci (YCS): Bir ses mühendisini diğerlerinden daha iyi yapan nedir peki?
Empati duygusu diyebilirim. Sadece müzisyenlere karşı empati değil, yaptığı işe karşı da empati duyması. Değişik durumlar için farklı çözümler sunabilmesi, mikrofonların yerleşiminden stüdyonun seçimine kadar verdiği kararlar müziğin dinleyicinin kulağına iletilmesini sağlayacak süreçlere karşı gösterdiği empati diyebilirim. Teknik, müzikal ve insan bilgisi diye özetlenebilir.
YCS: Bir sesin kalitesi nasıl ölçülür?
Bir ses mühendisi için iki tür dinleme eylemi vardır. Birincisine eleştirel dinleme diyebiliriz. Bir sesi, örneğin bir keman kaydını kendi başına, o sese odaklanarak dinlersiniz ve sesin karakterinin (distorsiyonu, netliği vs.) yerli yerinde olup olmadığına bakarsınız. Burada daha çok sesin fiziksel değerlerini tartarsınız. İkinci tür dinleme ise bu sesi kendi bağlamı içinde, yani müziğin içinde dinlemektir. Bu analitik dinleme sürecidir. Söz konusu sesin bağlam içindeki işlevini yerine getirip getirmediğine bakarsınız. Dolayısıyla sesin kalitesine bakarken nesnel ve öznel iki ayrı değerlendirme yaparsınız. Nesnel değerlendirmeye göre kalitesiz diyebileceğiniz bir ses bağlam içinde işlevini yerine getiriyor olabilir.
OG: Sonuç olarak dramatik yapı içindeki işlevini yerini getirip getirmediği belirliyor sesin kalitesini galiba.
Evet, öznellik daha belirleyici. Nesnel olarak kaliteli dediğimiz bir seste bile aldığımız referans çoğunluğun bu sesi daha çok beğenmesidir. Yine öznelliğe dönüyoruz yani.
Bir mekânın akustik kalitesi
Bir süredir ses mühendisliğinin yanında akustik mekânların inşasıyla ilgili de çalışıyorsunuz. Tiyatro, ses stüdyosu gibi mekânlara danışmanlık yapıyorsunuz. Bu tür sanatsal mekânlarda akustik uzmanlığının şart olduğunu biliyoruz, en azından teoride… Peki, sıradan mekânlarda (alışveriş merkezi, hastane, okul vs.) yani sanat icrası için inşa edilmemiş ama doğal olarak kendi içinde ses üreten mekânlarda akustik uzmanlığından faydalanılıyor mu?
Buna ancak kendi tecrübelerimle yanıt verebilirim. Kesin bir bilgim yok ama benim gördüğüm kadarıyla bu tür mekânlar daha çok mimarların denetiminde yapılıyor ve akustik bilgisi genel bir bilgi olarak kullanılıyor. Ama sanatsal mekânların akustik tasarımında, özelikle ABD’de, benim gibi ses mühendisliğinden gelen birkaç çok iyi tasarımcı var.
OG: Bu alan aynı zamanda mimarlık altında da ayrı bir uzmanlık alanı. Mimarlık eğitiminden gelen akustik mekân tasarımcılarıyla ses mühendisliğinden gelenler arasında bir fark var mıdır sence?
Ses mühendisliğinden gelenlerin daha içgüdüsel bir tavrı olabilir ama mutlaka mimarinin de temel bilgilerini edinmek zorundasınız. Mekânın bütünsel tasarımı elbette mimarın sorumluğunda ama farklı uzmanlık alanından insanları toplamak da onun sorumluluğunda. Akustiğin gereklilikleri ile görsel unsurların dengesi arasında her zaman bir uzlaşma oluyor, genelde de görsellik lehine oluyor bu.
OG: Bir mekânın akustik kalitesi nasıl ölçülüyor?
Şöyle bir durum var. Bir mekânın akustik kalitesi nesnel olarak ölçebilir ve “Buranın akustiği iyidir” diyebilirsiniz ama bu akustiğin öznel olarak tatminkâr olduğu anlamına gelmeyebilir. Çünkü standart ölçümler mekândaki tek bir noktadaki tek bir mikrofon üzerinden yapılır. Ses tek bir yerden gelir. Oysa insan kulağının duyma biçimi böyle değildir. Örneğin, biz burada konuşurken arka tarafta bir müzik çalıyor, biraz ileride bir kadın konuşuyor ama biz psikoakustik olarak bu sesleri geriye iterek birbirimizin sesine odaklanıyoruz. Oysa buraya bir mikrofon koyduğumuzda, o mikrofon her sese eşit davranır, her sesi eşit derecede kaydeder. Beynimiz duyma işlemi sırasında filtrelemeler yapar yani ortam sesini manipüle eder. Dolayısıyla doğal duyma sürecimiz kayıt teknolojisine benzer. Bu açıdan bakınca mimarlara hakkını vermekle beraber, çünkü bu işin içine girdikçe mimarların yaptığı işin değerini de daha iyi anlayabiliyorsunuz, her zaman için bazı uzmanlıklara da yer olduğunu söyleyebilirim.
YCS: Kayıt esnasında en başat unsur nedir? Müzisyen mi, kayıt aletleri mi?
Müzisyen. Yani sesin kaynağı. Çünkü o unsuru değiştiremezsin. Bir stüdyo için ise en kritik şey mekânın boyutlarıdır. Sesin mekânın içinde özgürce dağılıp sesin yansımalarından ortaya çıkan sesi kaydedersiniz temel olarak. Dolayısıyla mekân ne kadar ferah ise elde edeceğiniz sesin tınısı o kadar yüksek olacaktır. Tıpkı ışık gibi. Dar bir mekânda duvardan yansıyan beyaz ışığın diğer ışıkları bastırdığı bir ortamda çekim yapmanın ne kadar zor olacağını düşünün. Aynı prensip ses için de geçerlidir. Eski, klasik stüdyolara baktığınızda 10 metre, 20 metre tavanları olduğunu görürsünüz. Amaç sesin yankılanması değil, sesin özgürce dolaşmasıdır. Sorunun özüne dönersek, birincil unsur mekânın boyutları, ikincisi yapılacak müziğin cinsi ve üçüncü olarak da ekipman diyebilirim.
Kolaylık, kaliteye karşı kazanıyor
OG: Siz bu işe başladığınızda analog kayıt teknolojisiyle başlamıştınız muhtemelen. Bugün ise dijital kayıt teknolojisi standart oldu. Hangisini tercih edersiniz?
Bunu 10 yıl önce sorsaydınız “Kesinlikle analog!” diye yanıt verirdim ama bugün artık bu soru anlamlı olmaktan çıktı. Dijital kayıt teknolojisi o kadar gelişti ki ilk başlardaki tüm sorunları, farklı teknolojileri de bünyesine katarak çözdü. Ticari olarak baktığınızda eğer dijital ekipmanınız yoksa iş bulmanız imkânsız bugün. Dijtial kayıt teknolojisinin bazı temel unsurları ise hâlâ daha analog. Dolayısıyla melez bir sistem var artık. Analog mu, dijital mi sorusu artık “Böbreklerini mi tercih edersin, ciğerlerini mi?” gibi bir soruya dönüştü. Dijital artık sistemimize dahil olmuş durumda.
OG: Ama sıradan dinleyiciler için eski ile yeni arasında dramatik bir fark var. Eskiden bir plak satın alırdık ve bu plak kayıpsız, yüksek kaliteli bir ses sunardı bize. Bugün ise dijital olarak sıkıştırılmış bir müzik dinliyoruz. İnsanlar artık Spotify kullanıyor. MP3 dinliyor. Doğası gereği bu formatlar sesin belli oranlarda kayba uğradığı bir dinleme deneyimi sunuyor.
MP3’te örneğin bir dosyayı alıyor ve onu yüzde 90 oranında sıkıştırıyorsunuz. Bunun amacı dosyanın daha kolay transfer edilmesi, daha kolay stream edilmesi. Müzik endüstrisi tarihinde ne zaman kalite ile kolaylık arasında bir tercih yapılması gerekse istisnasız her zaman kolaylığın tercih edildiğini görüyoruz. Edison’un silindir şeklindeki fonografı o dönemki Victor şirketinin plak formatından çok daha kaliteli ve kayıpsız ses ileten bir formattı. Çünkü iğnenin silindir üzerine uyguladığı şiddet başından sonuna aynıydı ve iğne ile silindir arasındaki açı hiç değişmiyordu. Ama bildiğimiz standart plakta iğnenin şiddeti açı yüzünden değişir. Fakat o dönemin koşullarında silindir şeklinde kayıtları stoklamanın derdi ile yassı plağın kolaylığı karşı karşıya geldiğinde Victor’un formatı baskın çıktı.
Plakların özelikle bas seslere karşı fiziksel sınırlamaları vardır. Bu yüzden de plakların A ve B yüzünün son parçaları her zaman daha yumuşak şarkılar olmak zorundadır. CD’ler çıktığında ise bu sınırlamalar kalktı doğal olarak. CD üzerinde fiziksel bir baskı uygulanmadığı için baş ile son arasında herhangi bir farklılık, kayıp olmuyordu. Yani kolaylık her zaman kaliteye karşı kazanıyor. Bu sadece ses alanında değil, örneğin video teknolojisinde de böyle oldu. Şu anki durumun ise bir ara dönem olduğunu düşünüyorum. İnternetin henüz emekleme dönemindeyiz. İlk telefonları andırıyor. Giderek veri depolama maliyetleri düştükçe ve veri aktarım hızları arttıkça yüksek kaliteli müziğin geri döneceğini söylemek mümkün.
Beyin boşlukları tamamlıyor
YCS: FLAC gibi kayıpsız formatlar gerçekten kayıpsız mı?
Evet. Sorun bir şarkının 1 GB olması! TRT’nin Ankara’da düzenlediği 5.1 Surround Sistemlerle ilgili bir seminerde tanıştığım Dirk Brauner diye bir arkadaşım var. 5.1 Surround kayıt teknolojileriyle ilgili bir konuşma yapmak üzere gelmişti. Kendisi yüksek kaliteli, dünyaca bilinen mikrofonlar üretiyor, aynı zamanda felsefeci, akademisyen, zeki ve hisleri kuvvetli bir adam. Bir sohbetimizde bana “MP3’ten nefret ediyorum” dedi. Bu yaygın ve anlaşılır bir sebep. Ama onun nefretinin sebebi başkaydı. Dirk bu nefretinin “daha şeytani” bir sebebi olduğunu anlattı.
Bir dosyayı MP3 yaptığınız zaman kaybolan ciddi bir veri miktarı var. Ve psikoakustikte insan beyninin bu tür durumlarda verdiği bazı tepkiler var. Beyin boşlukları doldurmaya eğilimli. Bir MP3 dinlediğinizde size verilen data orijinal datanın sadece yüzde 10’u ama bu data insanın psikoakustik sisteminde belli bölgeleri tetikleyerek beynin geri kalan verileri tamamlaması için harekete geçiriyor. Elbette bu durumda beyin daha çok çalışmak ve çaba harcamak zorunda. Dirk’ün derdi buydu. “Müzik dinlerken yoruluyorum. Müzik sektörü beni ele geçirdi ve beynimi dekoder olarak kullanıyor” diyordu. Matrix filmindeki gibi beyninizde elektrotlar bağlı halde dolaştığınızı düşünsenize… Dolayısıyla kayıpsız bir kayıt dinlediğinizde tüm bilgi size hazır olarak verilir ve size kalan bunun keyfini çıkarmaktır. Burada ise normalde bir elektronik alet tarafından üstlenilen decoding işlemi beyin tarafından yapılmaktadır.
Psikoakustik alanında test edilen ve bilimsel olarak tartışılan iki fenomenden söz edeyim. Bunlardan ilki “eksik fundamental’lar” denen durum. Bum sesi çıktığında bu sesin en alt frekansı sese karakterini, dokusunu veren fundamental (temel) kısmıdır. Bir kemanın bir flütten farklı ses çıkarmasının temel nedeni de, bu aletlerin mekaniklerinin farklı alt frekanslar ve dolayısıyla farklı dokular üretmesidir. Eğer bir müziğin içinden en alt frekanstaki tonu çıkarırsanız ve bunu bir insana dinletirseniz beynin bu eksik notaları kendisinin tamamladığını görürsünüz. Ve bu ölçülebilir bir şeydir. Beyninize takılan elektrotlarla yeniden üretilen bu seslerin sinyallerini geri toplayabilirsiniz. Bununla ilgili bir deney de var. Neden baykuşun seçildiğini bilmiyorum ama bir baykuşa temel sesleri çıkarılmış bir klasik müzik parçası dinletiliyor ve onun beyninden geçen sinyaller ölçülerek baykuşun duyma sürecinin sonunda tamamladığı müziği tekrar geri toplayıp çalıyorlar. Geriye çıkan ses ise eksik temel seslerin tamamlandığı orijinal müzik!
Bir başka deneyde ise 100 kişiye “the dog went to (sssssh) park” cümlesi dinletiliyor. Normal şartlar halinde “the” gelmesi gereken yere bir hışırtı, gürültü sesi konuyor. Cümleyi dinleyen deneklerin tamamı “the dog went to the park” cümlesinin tamamını ve ekstradan bir hışırtı, gürültü sesi duyduklarını söylüyorlar. 2-3 yaşındaki bir çocuğu düşünün. Annesi odadan çıktığı anda o çocuk için annesi kaybolmuştur. Başka bir odaya gittiğini düşünecek süreklilik duygusu yoktur. Annesi odaya girdiğinde ise tekrar varolmuştur. Büyüdükçe süreklilik duygusunu geliştiriyoruz. MP3 de bu süreklilik duygusunu manipüle ediyor beynimizde.
İyi bir ses mühendisi psikoakustik bilgisini de işin içine katıyor elbette. Sizin önünüzde çok değişik ufuklar açıyor. Mesela miks yaparken bir sesi diğer sesin yanında var kılmak için illa daha baskın yapmanız gerekmiyor. İnsan algısı temelde avcı algısı. Örneğin avcı kuşlar havada uçup av ararlarken aşağıdaki toprağı parselleyerek taramıyorlar. Bütünü izleyip bütünün içindeki değişimleri yakalıyorlar. Aynı şekilde bir sesi fark edilir kılmak için diğer sesten farklılaştırmanız yeterli. Klasik dönem ses mühendisleri tüm sesleri daha berrak ve parlak yapmaya çalışmışlardır oysa. Bir ressamın renkleri gibi her bir ses sarı, mavi yan yana gelmiş fırça darbeleri gibidir.
Teknoloji müziği, müzik de teknolojiyi dönüştürüyor
OG: Ses teknolojilerinin gelişiminin üretilen müziği etkilemesiyle ilgili şöyle bir örnek var mesela. 70’lerin sonuna kadar müziğin dinlendiği cihazların bas sesleri üretme konusundaki yetersizliği kayıtlarda basın önemli görülmemesine neden olmuştu. Bası iyi de kaydetsen, dinleyici bu kaydedilen bası duyacak cihazdan yoksundu. Dinleme cihazlarındaki gelişme prodüksiyonda bas seslerin önemini ve kalitesini de artırdı.
Plak formatında da bas konusunda bir sınırlama vardı. Özellikle plağın son dilimlerinde yeterli bası yansıtacak derinlikte kazıma yapılamıyordu. O yüzdendir ki plakların son şarkıları için daha hafif şeyler tercih ediliyordu. Tabii burada kültürün kendisinin de değiştirici bir gücü var teknolojiyle birlikte… Reggae’nin çıkışı, Amerikan funk pop’nun yükselişi, ilk drum’n’bass örnekleri giderek pop kültürde egemen oldukça bu sound prodüksiyon anlayışını da değiştirdi. CD ile birlikte ise dijital format çıktı. Sınırlamalar ortadan kalktı.
İşin tabi bir de diğer ucu var. Kadıköy’deki Antikacılar sokağında çok eski müzik aletlerini toplayan bir dükkân var. Tarihin ilk kayıtlarını dinleyebileceğiniz playback sistemleri bunlar. O zamanlar, diyelim 1910’larda 1920’lerde kayıt nasıl yapılıyordu, bir hatırlayalım. Koca metal bir huni düşünün. Şarkıcı doğrudan bu huninin içine doğru söylüyor ve ses aşağıya doğru konsantre olarak süzülüyor. Huninin dibinde hassas bir zar var ve zara bağlı bir şekilde elmas uçlu bir iğne var. Huninin içindeki ses doğrudan bu zarı titreştiriyor, titreşen zar iğneyi aşağı ittiriyor ve iğne, dönen bir mum disk üzerine fiziksel olarak bu şiddeti kazıyor. Her şey bu kadar basit. Arada bugünkü gibi mikrofon, pre-amp vesair yok. Birebir kaydediliyor her şey. Ve bu kayıtları çalıp dinlediğiniz aletler de kayıt sisteminin tam ters mekanizmasıyla sesi yeniden üretiyor. Bir disk var, iğne o disk üzerinde dönerken, sesi hassas bir zar üzerinden tekrar çalıyor. Bu kayıtları dinlemek başlı başına ayrı bir his. Sanki odanın içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Hissettiğiniz hava basıncı kayıt esnasındaki hava basıncının aynısı. İnanılmaz bir his! Tabii ki o zamanlar kusursuz bir kayıt için güçlü seslere ihtiyaç var. O zarı iyi titreştirebilecek güçlü seslere. O yüzden 1920’lerin, 30’ların popüler müzikleri üflemeli big band’lerdir. Üflemeliler bu kadar güçlü bir ses üretebiliyor çünkü. Demek ki teknoloji müziği, müzik de teknolojiyi karşılıklı olarak dönüştürüyor.
YCS: Günümüzde LP (plak)’ler tekrar moda oldu. Birçok albümün LP’si üretiliyor yine. LP’deki sınırlamalar hâlâ mevcut mu?
Evet. Bu 35 mm. film ile dijital film arasındaki fark gibi. İkisinin de olumlu ve olumsuz tarafları var. Ama bu demek değil ki ürettiğiniz müzikteki baslar LP’de daha kötü olacak. Her şeyin düzgün bir şekilde dengelenmesiyle ilgili. Belki müzik o kadar volümlü olmayacak ama müziğin orijinalinde varolan bas sesleri oraya aktarabilirsiniz. Çok çok iyi bir ses sisteminde basın en altlara inmediğini fark edebilirsiniz belki ama müziğin kalitesini değiştirmez bu. Dijitalde ise bu tür sınırlamalar olmadığı için işiniz daha zor. Vahşi Batı gibi. Bazı sesler müthiş olurken bazıları daha kötü olabilir. Ama LP formatında belli bir aralık dahilinde iş görmek zorunda olduğunuz için unsurlar arasında daha dengeli bir sonuç çıkarmanız mümkün.
Ses yayınında frekans aralığı standardı
OG: Kitle iletişim araçlarında bu ses aralığı nasıl belirleniyor. Belli bir standart var mı?
Bu çok ilginç bir soru çünkü daha çok yakın bir zamanda radikal bir değişiklik oldu ve Avrupa ile ABD’de radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının ses yayınındaki frekans aralığına bir standart getirildi. Bunca yıl sonra. 2012’den itibaren ülkeler sırasıyla bu standarda geçmeye başladı.
OG: Detayına girebilir misin? Nasıl bir standart?
Bir grafik düşünelim. Bir dikey eksen sesin gücünü gösterirken yatay eksen zamanı gösterir. Bum sesi çıktığında, bu grafik üzerinde sesin anlık maksimum ve minimum zirve yaptığı anlar vardır. Bu Bum sesinin B sesinde elde edilir. Sesli ve sessiz harflerdeki gibi. Sessiz harfler daha kısa ve vurgulu, sesli harfler daha yuvarlak ama daha uzun sürelidir. B sesinin zirvelerini bu grafik üzerinde görebiliriz ama tanımı gereği bu zirveler anlıktır. Bum sesine asıl karakterini veren ise daha uzun zamana yayıldığı için daha fazla enerji içeren um sesidir. Dolayısıyla Bum sesinin anlık zirveleri olmasına rağmen ortalama değeri asıl olandır.
Müzik setlerinde ses göstergeleri vardır, biliyorsunuz. Bunların bir çeşidi Peakmetredir. Sesin sürekli olarak anlık değerlerini gösterecek şekilde yanıp söner. İyi de bu sesin ortalama değeri nedir? Bunu bulmak için zaman üzerinden hesap yapmak zorundasınız. Tıpkı 3 kişinin boylarının ortalamasını almak gibi. 3 boyu üst üste toplar ve sonra 3’e bölersiniz. Seste de durum aynıdır. Müzik setlerinde klasik bir başka gösterge vardır biliyorsunuz. Buna Vumetre denir. İşte Vumetre sesin ortalama değerini gösterir. Bütün anlık değerleri üst üste toplar, toplar ve sonra onu belli bir zamana bölerek gösterir. Asıl güç, volüm dediğimiz değer ortalama değerdir, insan kulağı buna tepki verir, Peakmetrenin gösterdiği anlık değere değil.
Konumuza geri dönersek radyolar ve televizyonlar kısa bir süre öncesine kadar sadece zirve değerlerini ölçüyordu. O yüzden radyoda arka arkaya dinlediğiniz şarkılar arasında volüm farkı vardır. Çünkü ortalama değeri kaale almaz, peak değerlere göre yayın yaparlar. Burada şöyle bir metot uygulanıyordu. Peak değerlerinin sinyallerini daha yukarı çekerek diğer sesleri 0 db’nin üstüne kaydırarak daha yüksek sesli bir müzik elde edersiniz. Bu sesi zirve değerlerinde bozar ama volüm yükselir. Oysa EBU R128 adlı standart ile yayın esnasında kullanılacak olan değerler standardize edildi. Bunun bunca yıl yapılmamış olması ayrı bir komedi ve buna en çok sevinenler ses mühendisleri oldu. Yayın mantığına uygun olarak çalışmak zorunda olan ses mühendisleri bugüne kadar daha kötü iş yapmaya zorlanıyordu. Şimdi ise mesleklerinin gereklerini daha doğru bir şekilde yerine getirebiliyorlar. Artık tüm kayıtlar aynı ortalama değer üzerinden çalınıyor.
YCS: Niye bu kadar gecikti bu standart?
Allah bilir. Ama bu yanlış pratiğin dijital kayıt teknolojilerinin çıkışıyla da bağlantısı var. ProTools gibi yaygın dijital kayıt yazılımlarında nedense Vumetre yoktur, Peakmetre vardır, çünkü ölçmesi daha kolaydır. Oysa bizim zamanımızda ses mühendisliği eğitiminde ilk öğrenmen gereken Vumetre okumaktır. Oysa şimdi herkes Peakmetre okumanın yeterli olduğunu sanıyor. Film endüstrisinde ise böyle bir sorun yoktur çünkü diyalog bir referans değeri oluşturduğu için tüm sesler insan sesinin yaklaşık değeri olan 50-70 desibel aralığı referans alarak oturtulur. Bu yüzden film endüstrisinde her zaman bir standart vardı.
Ses yalıtımlı ortam
YCS: Anechoic (ses yalıtımlı) odalarla ilgili bir söylenti vardır? Bir süre sonra insanı delirttiğine dair. Hiç böyle bir tecrübeniz oldu mu?
Bence insandan insana değişir bu durum. Bir keresinde üniversitedeyken girmiştim anechoic odasına. Benim için çok özel bir deneyimdi. Bir süre sonra kendi vücudunun sesini duyuyorsun. Çok sessiz bir ortamda, doğada da buna yakın bir tecrübe yaşayabilirsin. Mesela yavaş yavaş yaygınlaşan, dış ortam sesini kesen kulaklıklar var şimdi, kulaktaki basıncı atmosfer seviyesine düşürüyorlar. Yakın zamanda bir tane aldım ve bayılıyorum. İlla müzik dinlemek için değil, vapurda kitap okurken de takıyorum. Bu kulaklıklarla müzik dinlediğinde sesi 2-3 seviyesinde açman yetiyor, çünkü dışarıdan gelen ekstra bir ses olmuyor. İnsan vücudu ses verisinin yarattığı stimülasyona ihtiyaç duyuyor, bu yüzden tamamen sessiz bir ortamda ne kadar süre geçirdiğine ve kişinin dayanma süresine bağlı olarak ürkütücü bir durum oluşabilir. Aynı şekilde çok yüksek sesli, çok fazla ses verisinin olduğu bir gece kulübü de ürkütücü olabiliyor birçok insan için. Günümüzde duyma kaybının nüfus içinde ciddi bir biçimde arttığı gerçeği de var tabii. Daha fazla sese, daha fazla sürelerle maruz kalıyoruz. Özelikle büyük şehirlerde…