Ana Sayfa Dergi Sayıları 132. Sayı Beynin ve aklın evrimi

Beynin ve aklın evrimi

4405
0

En ilkelden en gelişmişe omurgalıları yöneten beynin değişiminin 600 milyon yıllık öyküsünde, yerin tarihi boyunca değişen, zaman zaman durma noktasına gelen, zaman zaman da süratlenen koşullara uyum sağlayabilmek için tüm canlılar yoğun bir mücadele içindedir. Bu 600 milyon yıldır böyledir. Yönetici beyin değişken koşullara uyum sağlayabilmek için canlıyı buna hazırlar. Oluşturduğu yeni merkezler onun gelecekteki yaşamını ya da sonunu belirleyecektir.

Çoğu kaynak ve bilgilerimiz aklın evrimini insan evrimi ile paralel tutarsa da bunun pek de doğru olduğunu söylenemez. Onu iyice özümseyebilmek için canlılardaki sinir sisteminin evrimini anlamamız gerekir ki bu da omurgalı hayvanların evrimi ile yakından ilgilidir. Gezegenin tarihinde bu kapsamlı yolculuğa çıkmadan önce, tek hücrelilerde, omurgasız hayvanlarda ve hatta böceklerde sinir sistemleri ve buna bağlı olarak basit de olsa beyin gelişimi var mı diye bir bakalım.

Paramecium. Dokunmaya duyarlı olan hücre, bir nevi sinir hücresi gibi davranır.

Bu konudaki bilgiler çok genel olacaktır. Tekhücrelilerde örneğin Paramecium ya da Euglena’da veya Ameobea’da dokunmaya duyarlı olan hücreler bir nevi sinir hücresi gibi davranır. Tekhücrelilerde böyledir de sinir sistemi çok hücrelilerde yani metazoa’da acaba nasıldır? Fosil kayıtlarına göre çok hücreli canlıların yaşamı gezegende 560 milyon yıl önce başlamıştır. Yaşam sularda geliştiğine göre bunlar artarak ve çoğalarak tüm okyanuslara yayılmışlardır. Çeşitlenme o kadar fazladır ki bunları birbirinden ayırmak son derece güç olmuştur. Neyse ki Linne yardıma koşmuş ve icat ettiği binominal nomeklatur (iki adlandırma) ile onları sistematize edip, isimlendirerek kolaylıkla anlayabilmemizi sağlamıştır. Metazoanları protozoanlardan ayıran en önemli farklılık, çoğunda bir dış kabuğun ya da ekzoiskelet denilen bir yapının oluşması, bir sindirim boşluğunun bulunması, farklı organları oluşturan farklı hücrelerin meydana gelmesidir. Metazoanları kabaca sınıflarsak, ikiye ayırabiliriz. Omurgasızlar yani invertebrata ve omurgalılar, diğer ismiyle vertebrata. İşte bu iki büyük grubu oluşturduktan sonra, sinir sistemleri hakkında, ya da omurgalıları incelediğimizde beyin oluşumundan ve hatta çok daha ileri organizasyonlu olan, metaforik bakış açısıyla “muhteşem memeli” insanda akıldan söz edebiliriz.

Omurgasızlar

Sinir sistemi bulunmaz, ama basit sinir hücreleri, genelde dokunma ve ışık gibi etkilere duyarlılık gösterir ve canlıda buna karşı bir tepki oluşur. Örneğin bildiğimiz midyelerin içinde bulunduğu bivalvia diğer adıyla iki kabuklular sınıfının üyelerinde bu tepkiyi rahatlıkla görebiliriz. Eğer denize dalma gibi bir hobiniz varsa, kayalara yapışmış bivalvlerin kabuklarını açıp, sudaki planktonları beslenmek için beklerken, herhangi bir şeyle kabuğa dokunduğunuzda bu ani etkiye süratle tepki vererek kabuğunu kapattığını görürsünüz. Ayrıca, okyanuslarda dev kabuklu bivalvlerin sünger avcılarının ayaklarını hatta saçlarını dahi bu düşmanca uyarılma sonucunda kaptıkları bilinmektedir.

Başka bir örnek de verebiliriz. Posinonia (deniz çayırları) arasında kök kısımları kuma gömülü yaşayan, beslenmek için iki kabuğunu devamlı açık tutan Pinna’ya (bivalve) paletinizle dokunduğunuzda bu etkiye hızla yanıt verdiğini görürsünüz. Çok büyük olanlara bunu yaparsanız paletinizi kaptırmanınız işten bile değildir. Bu uyarılma basit sinir hücrelerinin etkiye karşılık vererek kas sistemlerini harekete geçirmesi ve sonrasında açık olan kabukların hızla kapanmasıdır. Denizde yaşayan crinoid yani denizlalelerinin, kayalara gömülerek yaşayan deniz vermeslerinin (kurtları) basit sinir hücrelerinin uyarılması ile etkiye aniden karşılık verip, tentaküllerini kapatıp, vücut boşluklarını içine çektiklerini denizaltı gözlemlerinde görebilirsiniz. Gastropodlar da etkilere karşılık veren omurgasız canlılardır. Deniz zemininde üstünde taşıdığı konik şekilli kabuğu ile dolaşan halk arasında şeytan ya da deniz minaresi gibi ismi olan bu karından bacaklıya dokunursanız, anında canlı kısmını içeri çekip bir kapakla da kapattığını görürsünüz. Bu tepkimeler basit sinir hücrelerinin harekete geçmesiyle salgıladıkları neurotransmitter olarak bilinen kimyasal sinyallerin yayılması ve kasların harekete geçmesi sonucunda gerçekleşir.

Bilateral canlılarda sinir sistemi gelişimi (Planaria).

Süngerlerde, Cnidaria’da, Coelenterata’da, simetrisiz invertebratlarda tepkiye duyarlı ağ biçiminde bir nöron topluluğu bulunur. Bilateral simetrili olanlarda ise vücudun her iki yanındaki sinir düğümleri birbirlerine bağlanarak (neural cord) merdiven şekli oluşturur ve canlının baş kısmında ganglion adı verilen bir sinir düğümü biçiminde sonlanır. Bu oluşumu Planaria ve toprak solucanlarında da görebiliriz.

Kâhin ahtapot Paul

Bilimsel ismiyle Octopus vulgaris yani bildiğimiz ahtapot. Onun davranışları hakkında birçok araştırma yapılmış, sonuçları bilimsel kaynaklara geçen makaleler yazılmıştır. Paul, kâhin hayvanlar (animals oracle) sınıfında bir omurgasız canlıdır. Nedir özelliği kâhin Paul’un? Ahtapotların hemen her türü son derece zeki omurgasız hayvanlardır. Öğrenme ve hafıza yetileri ile sinir sitemleri iyi gelişmiştir. Acaba aklı da var mı diye şüpheye bile düşebiliriz? Aklın memelilere ait olduğu kanısı güçlüdür, ama ahtapotların davranışları incelendiğinde onun da kendisine göre, kendi yaşam ortamına göre bir aklı olduğu düşünülebilir.

Ahtapot grubunda (mürekkep balığı) sinir sistemi.

2010 Dünya Kupası sırasında “Ahtapot Paul”ün hayvanlar âleminin kâhini ilan edilmesi o yıllarda çok konuşuldu. Paul nasıl kâhin oldu? Maçlar sırasında içinde yiyecek olan pleksiglastan yapılmış iki kutu bir akvaryumun içine yerleştirildi. Kutuların üzerinde maçı olan takımların farklı bayrakları bulunuyordu. Paul kazanan takımın bayrağı bulunan kutuya giderek yemeğini yedi ve önceden bir tahminde bulunmuş oldu. Paul’un kehaneti hemen hemen her maçta tutmuştu. Burada Almanya bayrağının geniş bantlı siyah, kırmızı ve sarı renklerden oluşması, Paul’ün her seferinde bu bayrağın bulunduğu kutuya gitmesini sağladı. İspanya’nın maçlarını da bildi Paul. Ülke bayrağının sarı ve kırmızı kalın şeritler şeklinde olması olasılıkla Paul’ü cezbetmiş olmalıydı.

Ahtapot Paul

Bir ahtapot anısı

Omurgasız hayvanlarda pek fazla beyin oluşumundan söz edilemez ama özellikle kafadanbacaklılarda (cephalopoda) gelişmiş ve birtakım loblara ayrılmış, görme, algılama, dokunma ve beslenme işlevlerini oluşturan sinir sistemini görürüz. Bunun en tipik örneği sekiz kollu Octopus vulgaris’tir.

Ahtapotlarla ilgili birebir gözlemlediğim birkaç olayı anlatmak isterim. 80’li yıllarda yaz tatilini Marmaris Bozburun Köyü’nde geçirirken o mavi-lacivert denize dalmak tutkusu beni oldukça etkilemişti. Arkadaşların teknesine binip, akvaryum denilen birkaç küçük adanın arasındaki yeşil ile mavi tonlarının karmakarışık olduğu o muhteşem dünyaya daldığınızda kendinizi gerçekten bir hayal âleminde hissediyordunuz. Burada ahtapot nüfusu o kadar çoktu ki hemen hemen her kayanın altında onlara rastlıyordunuz. Beraber daldığımız arkadaşlar onları avlamak için farklı yöntemler geliştirmişti. Kimisi mayosuna astığı şişenin içindeki bakır sülfat eriyiğini yuvanın içine sıkıp hayvanın dışarı çıkmasını bekliyordu. Bu yöntem tümüyle başarılıydı. Bu kimyasala direnemeyen ahtapot yuvadan dışarı çıkıyor ve yakalanıyordu. Bazı arkadaşlar da onları zıpkınla avlamak yolunu seçiyordu. Ben de birkaç kez bu yolu denedim ama daha sonra vazgeçtim. Nedeni ilginçti ve bir o kadar da duygusaldı. Biliyoruz ki ahtapotlarda devamlı gizlenme duygusu hâkimdir. Onları hemen hemen hiç dışarıda hareket ederken göremezsiniz. Çoğunlukla vaktini bir kaya içinde ya da bir taşın altında sığabileceği bir kovukta geçirir. Bazen beslenmek için dışarı çıktığı da olur ama yine de onu görmek zordur. Bir gün ahtapot avına çıktık. Kayaların altını gözleyip görmeye çalışıyorduk. Onu ancak kollarını ve vantuzlarını gördüğünüzde fark etmek mümkün oluyordu. İrice bir kayanın altındaki boşluğa gizlenmiş ahtapotun vantuzları dikkatimi çekti. Heyecanlandım. En sonunda bir tane bulmuştum. Yaklaşık 5 metre derinlikteki yuvaya derin bir nefes alıp daldım. O da ne? Yuvanın önünde bir sürü taş vardı. Ancak onları temizledikten sonra ahtapota ulaşabilecektim. Soluklanıp, taşları temizlemek için tekrar daldım. Yukarı çıkıp yuvaya tekrar baktığımda taşların yuvanın önüne dizildiğini hayretle gördüm. Ahtapot her dalışımda taşları temizleyip yukarı çıkarken etrafta bulunan taşları kollarıyla alıp yuvasının önünü kapatarak yuvasını düşmanından koruyordu. Bu görme, hissetme ve algılamadan başka bir şey değildi. Bunu yapan da sinir sistemi ve ona uyarıları gönderen beyindi. Ahtapot saldırıya karşı içgüdüleri ile mi hareket ediyordu yoksa aklını mı kullanıyordu?

Omurgalı sınıfında sinir sisteminden aklın evrimine

Bu gruptaki hayvanlar yedi büyük sınıfla temsil edilir. Bunlar evrim sırasına göre Çenesiz Balıklar (Agnatha), Kıkırdaklı Balıklar (Chondrichthyes), Kemikli Balıklar (Osteichthyes), Amphibia (iki yaşamlılar), Reptilia (sürüngenler), Aves (kuşlar) ve Mammalia (memeliler) olarak sıralanır.

Çenesi olmayan balıklar beslenmeleriyle dikkat çeker. Bunlar tüm yaşamları boyunca korunaksız omurilik taşıyan en ilkel omurgalılardır. Günümüzde bilinen grubu Cyclostomata’dır.

Çenesi olmayan balıklar beslenmeleriyle dikkat çeker. Bunlar tüm yaşamları boyunca dorsa cordalis (sırtipi=korunaksız omurilik) taşıyan en ilkel omurgalılardır. Günümüzde bilinen grubu Cyclostomata’dır. Omurgalı özellikleri olarak farklılaşmış beyne, çift sinir liflerine, kalıntı gözlere, iç kulağa ve yeni segmentleşmeye başlayan omurgaya sahiptir. Bu grubun kökeni Siluriyen (443-416 milyon yıl önce) döneminde tatlı sularda yaşayan Ostracodermlerdir. Devon sonlarında (359 milyon yıl önce) yok olmuşlardır. Evrimsel farklılaşmaları sınırlıdır. Bunun nedeni çenelerinin olmayışıdır. Besinlerini yalnız emme yolu ile alabilirler. Beyinleri, omurgalı beyninin farklılaşmış beş ayrı bölümünü (Ön beyin / Telensefelon; Ara beyin / Diensefelon; Orta beyin / Mesensefelon; Küçük beyin / Metansefelon ve boyuna uzamış omurilik kökü / Myelensefelon) ve dört beyin karıncığını içerir. Basit sempatik sinir sistemleri bulunur.

Kıkırdaklı balıklara örnek

Omurgalı hayvanların evrimleşmesinde beslenmenin ne denli önemli olduğu, çenenin oluşumu ile kendini gösterir. Bunlar Gnathostomata, diğer anlamıyla çeneli omurgalı gruplarıdır. Placodermi (zırhlı balıklar) ve köpek balıklarından memeli hayvanlara kadar tüm omurgalıları içerir. Grubun en önemli özelliği değişimin ağızda meydana gelmesidir. Ağız, platoquadratum (üst çene) ve Mandibulare (alt çene)den oluşmuş çene yaylarına sahiptir. Çene yayı ilk ya da iki solungaç yayının değişmesi sonucunda gelişmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi çene kemiği oluşumu omurgalılara beslenmede inanılmaz bir üstünlük sağlamıştır. Bu değişim sulardan karaya çıkış kadar önemlidir. Ayrıca çene üzerinde gelişen dişler, beslenmeye ayrı bir güç katması ile dikkati çeker. Çeneli hayvanlar, balıklar (Pisces) ve dört üyeliler Tetrapoda kara omurgalıları olarak iki büyük kümeye ayrılır.

Kıkırdaklı ve kemikli balıkların beyin gelişimleri temelde birbirinden farklıdır. Bu nedenle özellikle ön beyin yapısında belirgin farklılaşmalar görülür. Ön   köpek balıklarında uzamış, ara beyin birçok çıkıntılarla bölümlere ayrılmıştır. Burası görme sinirlerinin belirginleştiği yerdir. Sadece optik sinirler değil yanal organlardan gelen sinirler de orta beyinde sonlanır. Küçük beyin denge merkezidir. Denge organları ve yanal organ sinirleri burada yer alır. Beyin sinirlerinin dizilişi solungaç yaylarının ya da duyu organlarının durumuna göre değişiklik gösterir. Bu dizilim şekli yüksek organizasyonlu omurgalı hayvanların beyin sinirlerinin türevlenmesinde temel şemayı oluşturur. Memelilerde yalnız embriyonik evrede bulunan, kuşlarda ise tamamen kaybolmuş burun boşluğunun yan duvarlarını donatan nervus terminalis en rostraldeki beyin siniri olarak çok gelişmiştir. Bu bir koku siniri değil, koku epitelindeki hücrelerin beyne ulaşan lif uzantılarıdır.

Kemikli balıklarda vücut yanlardan basık mekik şekillidir. Çiğneme aygıtının oluşumuna birçok örtü kemiği katılmış, solungaç yarıkları kemikleşmiş solungaç kapağı ile örtülmüştür. Vücut kemik pullarla örtülüdür. Eldeki kanıtlar ilk kemikli balıkların kıkırdaklı balıklardan önce ortaya çıktıklarını belirtmektedir. Bunların kökenini erken Paleozoyik denizlerinde aramak gerekir. Dar anlamda Teleostei olarak isimlendirilen kemikli balıklar Mesozoyik başlarında ortaya çıkmış ve daha sonra omurgalı grubunda rastlanılmayacak derecede çeşitlenmiştir.

Sinir sistemi ve beynin gelişmesi yüksek organizasyonlu kemikli balıklarda kendine özgü bir yola sahiptir. Beyin, kıkırdaklı balıkların beyninden daha büyük ve daha yoğundur. En önemli fonksiyonu çok iyi koku alabilmeyi sağlamaktır. Ara beyin, büyük beyin ile orta beyin arasında küçülmüştür. Buradaki yapılaşma özellikle beyin sıvısının basıncının ayarlanmasıyla ilgilidir. Genelde derin deniz balıklarında çok daha fazla gelişmiştir. Sığ su balıklarında ise daha basit yapılaşma görülür. Orta beyin görme sinirlerinin toplandığı yerdir. Küçük beyin en fazla daha çevik balıklarda gelişen bir bölümdür. Balıklarda omurilikten gelen çok az sayıda duyusal lif omurilik soğanı ve beyne ulaşır. Bunlarda uyarılara yanıtın büyük bir kısmı gövde ve kuyruk bölgesinden refleks olarak verilir.

İki yaşamlılar çoğunluğu dört üyeli, değişken sıcaklıklı, yassılaşmış ve kemikli balıklara göre çok daha basit hale gelmiş kafatasına sahiptir. Derileri çıplak ve her zaman nemlidir. Kafatası ilk omurla bağlıdır ve bir ya da iki eklem çıkıntısı taşır. Göğüs kemiği kaburgalara bağlı değildir. Evrimsel olarak su dışında yaşayabilen ilk omurgalı hayvan grubudur. Üyelerinin bulunması, akciğerlerinin olması, hem suda hem de karada işlev gören duyu organlarının bulunması ve burun deliklerinin ağız boşluğu ile bağlantılı olması ile balıklardan farklılaşır. İki yaşamlılara benzer ilk canlı, geç Devon’da her iki ortamı da kullanabilen ve Crossopterygii benzeri özellik taşıyan ama bir taraftan da tetrapod üyesine sahip Ichtyhostega’dır. Kafatası ve omuz kemeri büyük ölçüde kemikleşmiştir. Başın arkasında bir eklem çıkıntısı ve 12 çift beyin sinirinin çıkması için 12 delik bulunur. İki yaşamlılarda ana hatlarıyla balıklarınkine benzer sinir sistemi bulunur. Vücudun ana kontrol sistemi orta beynin tavanında yer alır. Ön beyin henüz küçüktür. Koklama lobu belirgindir. Koku alma sinirinin kısa olması belirgin özelliktir. Yanal çizgi sistemi beyin sinirlerinin bir kısmı ile kaplanmış, periferik ve otonom sinir sistemi gelişmiştir. Üye sinirlerinin yoğun olması, üyeler ile omurilik arasında sinir örgüsünün oluşması nedeniyle balıklardan farklı bir yapı kazanmıştır.

Omurgalıların yaşamları karaya çıktıktan sonra sudakinden çok farklı olmuştur. Bu ağır koşullara uyum sağlayabilmek için bir dizi özellik geliştirmişlerdir. Bunlardan en önemlisi üremedir ve ayrıca ilk kez hava ile solunum yapmaları evrimin en önemli kazanımlarından biri olmuştur. Biz bunlara amniyotlar da diyoruz. İki ana gruba ayrılırlar. Sürüngen ve kuşları temsil eden Sauropsida (kertenkele yüzlüler) ile memeli benzeri sürüngenleri ve memelileri temsil eden Therapsidler. Boynuzumsu pullar, reptiller hariç kuşlarda kısmen, memelilerde tümüyle körelmiştir. İlk olarak pleurosentrumun genişlemesiyle omur gövdesi oluşumu izlenir. Permiyen’de yaşamış Seymuriamorpha’da birçok sürüngen özelliği daha o zamanlarda gelişmeye başlamıştır. Ancak dış solungaçlar larvalarda halen görülmektedir. Genelde baktığımızda amniyotların ilk basamağı Karbonifer dönemine kadar gider.

İki Yaşamlılar (Amphibia), evrimsel olarak su dışında yaşayabilen ilk omurgalı hayvan grubudur.

Bu grubun önemli sınıflarından biri sürüngenlerdir. Üreme şekilleri ve yumuşak doku yapılarıyla amfibilerden ayrılırlar. Birçok osteolojik farkın yanında özellikle şakak pencerelerin sayısı ve birleşmeleri (zygomatik yay) bu grubun sınıflandırılmasında önemli özelliklerin başında gelir. Paleozoyik amfibilerine göre daha kuvvetli kemikleşmiş iskelete ve ayrıca tek bir boyun condylusuna sahip olmalarıyla amfibilerden ayrılırlar. Farklı yapıda üyelere ve değişik vücut büyüklüklerine sahip, değişken sıcaklıklı omurgalılardır. Kafatasları sağlam kapsül şeklindedir veya birçok köprüye ayrılmıştır. Altçene çok kemiklidir. Kuru yapılı derileri genellikle pullu ya da kemik plakalıdır. Reptillere ait en eski tanınabilir fosil Orta-Üst Karbonifer yaşlıdır. İlk sürüngenlerin karasal yaşadıkları ve embriyoların bir amnion tarafından sarılı olduğu fosil kayıtlarından bilinmektedir. Sürüngenlerin monofletik ve polifletik kökenli oldukları konusunda birçok varsayım vardır. En tutarlısı iki yaşamlılardan köken aldığıdır. Ancak bu monofletik değildir. İki ya da üç amfibi grubunun bağımsız evrimleşerek sürüngen basamağına yaklaştığı varsayımı fosil kayıtlarına göre doğrulanmaktadır. Reptiller ilk büyük dallanmalarını Karbonifer ve Permiyen’de yaparlar. Bu dönemde şakak pencereleri ile birbirinden kolayca ayrılabilen büyük sürüngen grupları yaşamıştır. Synapsid sürüngenler, sırt tarağı taşıyan 3 m uzunluğundaki Dimetredon gibi formları içine alan Pelycosauria ile bundan köken alan Therapsida ve çeşitli beslenme şekilleri gösteren etçil Cynodontia ve Tritylodontoidea gibi otçulun yer aldığı 9 büyük grup altında toplanır. Bunlardan birkaçı Mesozoyik’teki memeli hayvanların atasal gruplarına evrilecektir.

Reptiller içindeki evrimsel dallanmanın anlaşılması ve filogenetik ilişkinin açıklanabilmesi için şakak bölgelerindeki açıklıkların bilinmesi gerekir. Reptillerin şakak bölgelerinde ya hiç açıklık bulunmaz (anapsid), ya bir açıklık olabilir (synapsid, parapsid ve eurapsid) ya da iki açıklık olabilir ve buna da diapsid adı verilir. Açıklık içermeyen anapsid kafatası kaplumbağalarda ve de ilkel reptillerde görülür.

Açıklık içermeyen anapsid (şakak bölgelerinde hiç açıklık bulunmaması) kafatası kaplumbağalarda ve de ilkel reptillerde görülür.

Bu kafataslarıyla ilgili olarak beyin ve sinir sistemi nasıl gelişmiştir? İlkel omurgalı hayvanlarınkine tam benzerlik gösterir ve onlarda olduğu gibi önden arkaya doğru ön beyin, ara beyin, orta beyin ve arka beyin bölümlerine ayrılır. Amfibi beyinlerinden, büyümüş küçük ve farklılaşmış büyük beyinleri ile ayrılır. Her iki koku lobu da iyi gelişmiştir. Neopalium (neocortex) oluşumu dikkat çekicidir. Ara beyin metabolik işlevlerin yönetiminde rol oynar. Ayrıca sıcaklık ile ilgili düzenlemelerin yapıldığı bölgedir. Görme merkezlerinin oluşumu memelilere benzer. Sürüngenlerin tümünde orta beynin tavanı en önemli eşgüdüm merkezidir. Bu merkez memeli beyninin korteksinin işlevlerini yüklenmiştir. Kuşlar ve memeliler gibi sürüngenlerde 12 çift beyin siniri taşır. Otonom sinir sistemi ana hatlarıyla vücut boyunca uzanan iki sinir kordonundan oluşur.

Kuşlarda beynin iç kütlesi artmış ve böylece küçük beyin kürelerinin hacmi en gelişmiş sürüngen beynininkinin 5-20 kat büyüklüğüne ulaşmıştır.

Kuşlarda ise durum biraz daha farklıdır. Onların tüylere sahip olması, ön üyelerinin uçma organı (kanat) haline dönüşmesi, sabit sıcaklığın ilk defa bu grupta ortaya çıkması ve içleri hava boşluklu kemiklerin bulunuşu, bu sınıf için son derece karakteristiktir. Ayrıca görme organının diğer sınıflardaki gruplara göre çok daha fazla gelişmesi kuşları hayvanlar âleminde ayrıcalıklı bir yere yerleştirir. Koku alma duyuları azalmıştır. Sürüngenler ile yakın akrabadır ve her ikisi de sauropsida üst sınıfı altında toplanır. Diapsid kafataslı Archosauria’dan 2. zamanın başlarında farklılaşarak Thecodontia’dan köken almışlardır. Bu grubun içindeki dinosauria kuşlara en yakın grup olarak bilinir. Periferik sinir sistemi reptillerden çok az farklı olmasına rağmen, beyin çok belirgin olarak gelişmiş bir yapı gösterir. Beyincik uçmanın kazanılması ile hareketler arasında eşgüdüm sağlayan bir organizasyon kazanırken, büyük beyin psişik işlevlerin merkezi haline gelmiştir. Buna karşılık balıklarda oldukça gelişmiş koku alma lopları kuşlarda hemen hemen körelmiştir. Beyin yarı küreleri üzerindeki kıvrımlar fazla değildir. Bu kısmın kaidesinde bulunan bölge eşgüdüm merkezi olarak bilinir. Orta beyinde yer alan görme lobları ise çok gelişmiştir. Evrimsel çerçeveden bakıldığında kuşların beyinleri memelilerden farklı bir yol izlemiştir. Kuşlarda beynin iç kütlesi artmış ve böylece küçük beyin kürelerinin hacmi en gelişmiş sürüngen beynininkinin 5-20 kat büyüklüğüne ulaşmıştır. Beynin geri kalan kısımları sürüngenlerinki ile yakın benzerdir. Orta beyin görme, ara beyin vejetatif işler, örneğin vücut sıcaklığının düzenlenmesi gibi işlemleri yapar. Omurilik son kuyruk omurunun içine kadar uzanır.

Memelilerde sinir sistemi ve beyin

Memeli sınıfı şu özellikleri ile dikkati çeker. Synapsid kafatasına sahip olmaları, alt çenenin esas kemiği olan dentalenin belirginleşmesi, üç kemikten oluşmuş işitme kemikçikleri, orta kulak ve kulak zarının oluşumu, ağız boşluğunu burun boşluğundan ayıran ikinci damağın gelişimi, yuvarlak ve çekirdeksiz alyuvarlar, karın ve göğüs boşluğunun diyaframla ayrılması, süt ve ter bezlerinin yaygınlaşması, embriyonik olarak ortaya çıkan kıl örtü ve testislerin dışarıda bulunması. En eski synapsid sürüngenin kökeni Theromorpha, Karbonifer’e kadar inmektedir. Bu grup, Perm’de Pelycosauria ve vücutların kıllı olduğu varsayılan Therapsidler diye iki gruba ayrılır. Therapsida, memeli gruplarına benzer bir hat olarak kabul edilir. Perm’de, Therapsida içinde, memeli benzeri sürüngenlerin birçok büyük grubunu oluşturacak şekilde yeniden bir dallanma görülecektir. Örneğin, Baunamorpha, Ictidosauria, Tritylodontia ve Cynodontia. Bunların hepsi farklı bir memeli özelliğini geliştirmiştir. Buradan memelilerin kökeninin polifiletik olduğu yargısına varılmalıdır. Tipik memeliler ilk defa Triyas’ta ortaya çıkar. Jura’da büyük çaplı ilk memeli dallanması görülür. Molar dişleri ile birbirinden ayrılan ve birçok formu içeren büyük gruplar meydana gelmiştir.

Mesozoyik ortalarında memelilerin gelişimi ve evrimleşmesi sonucunda türlerde çeşitlenmeler ve değişik ortama uyum sağlamalar gittikçe artmıştır. Bunun sonucunda sistematiği etkileyen yeni gruplar dikkati çeker. Örneğin Jura-Tersiyer başlarına kadar yaşamış, ön dişleri bugünkü kemiricilerinkine benzeyen fare-kedi büyüklüğünde ve bitkilerle beslenen kemiriciler, multituberculata olarak tanımlanır. Jura-Kretase’de yaşamış, kedi büyüklüğünde karnivorlar tricodonta, Üst Triyas-Jura’da yaşamış çift çene eklemli özelleşmiş diş dizisi içeren docodonta, yine Jura-Kretase’de yaşamış molarları üç çıkıntılı symetrodonta ve Jura-Kretase’de türce en zengin grup olan, böceklerle beslenen, keselilerin ve plesentalıların kökenini oluşturan prototheria, memeli evrimine Jura ve Kretase’den beri diğer anlamıyla 150 milyondan beri ışık tutan gruplar olmuştur.

Biraz Prototheria’yı inceleyelim. Kretase’de ikinci önemli memeli dallanmasını gösteren grup olması nedeniyle memeli evriminde önemli bir yere sahiptir. Bu dallanmada oluşan iki ana hattan biri Keseli Memelileri / Marsupialia, ikincisi ise Plesentalı Memelileri / Placentalia’yı meydana getirecektir. Her iki ana grup kısa bir süre sonra üçüncü memeli dallanmasını da gerçekleştirecektir. Bu dallanmalardan sonra 3. zamanın başlarında bugünkü memeli gruplarının büyük bir kısmı ya da benzerleri ortaya çıkmış olmalıdır.

Memeli beyni: Frontal lob: konuşma kontrolü buradadır. Parietal lob: his ve dokunma merkezidir. Ossipital lob: görüntü ile ilgili işler burada görülür. Temporal lob: işitmenin yeridir.

Memelilerin sinir sistemi ve beyin gelişimi aklın oluşumu ile yakından ilgilidir. Önce bu sistemi incelemek gerekir ki aklın nasıl oluştuğunu anlayabilelim. Sinir sistemi kuşlarınkine paralel olarak yüksek organizasyon düzeyine ulaşmıştır. Ancak her iki sınıfta da farklı beyin bölgelerinin gelişimi dikkati çeker. Metatheria ile Eutheria’nın beyin evrimi kendilerine özgü farklı iki yol izlemiştir. Bu nedenle marsupial ve plasenta beyinleri için tam bir karşılaştırma yapmak olanaksızdır. İlkel plasentalılarda büyük beyin yapısı halen sürüngenlerinkine benzer özellikler içerir. Sürüngenlerin büyük beyinlerinkinden farklı olarak beyin mantosunda palliumda belirgin büyümeler görülür. Bunun gelişimi yeni bir beyin kısmının oluşumuna neden olur bu da neopallium=Neocortex’dir. Beyincik ya da cerabellum veya metencephalon, kuşlardaki gibi iyi gelişmiştir. Kuşlarda enine bir olukla ikiye ayrılmasına karşılık memelilerde boyuna olukla iki yarıküreye ayrılmıştır. Memeliler beyin sıvısının basıncını dengeleyen sisteme sahiptir. İlkel organizasyonlu omurgalılarda parasimpatik ve simpatik sinir sistemi arasında bölgesel işbölümü olmasına karşın her iki sistem etki sınırlarını kuyruğa (caudal) kadar genişletmiştir. Memelilerde bu özellik iyice belirginleşmiştir. Memeli beynini basit olarak tanıyalım. Serebrum: hafızalarımızı tutar ve dış dünyadan aldığımız farklı sinyalleri kontrol eder. Serebellum: kaslarımızla ilgili örneğin yürüme gibi hareketlerin yeridir. Frontal lob: konuşma kontrolü buradadır. Parietal lob: his ve dokunma merkezidir. Ossipital lob: görüntü ile ilgili işler burada görülür. Temporal lob: işitmenin yeridir. Pons: solunum ve kalp fonksiyonlarının yeri burasıdır. Beyin kökü: bütün görevlerin gönderildiği yerdir.

AKIL VE İNSAN

İnsanın evrimine bir adım daha yaklaştık. Kısaca memeli karakterleri içeren sürüngenlerden memelilere oradan da primatlara yani maymunlara kadar geldik. Şimdi insana kadar giden yolda primat evrimine kısaca göz atalım. Primatlar sistematiğinde yarımaymunlar, maymunlar ve insanlar yer alır. Bu grup Tupaliidae insectivora’ya ait özellikleri halen taşımaktadır. Gözler öne kayarak bioküler özellik kazanmış ve arasındaki mesafe azalmıştır. Koku lobu ve epitel yüzeyi küçülmüştür. En önemlisi beyinleri çok küçükten büyüğe kadar değişir. Çoğunda beyin kıvrımları yoğundur. Maymunlara göre daha az farklılaşmış koku lobları iyi gelişmiştir. Yüz iskeleti ileriye çıkıktır. Kuyrukları uzun ve tutucu değildir. Yaklaşık 50 milyon yıldır varlar. İlkel maymunların yer aldığı Lemuridae ailesinde beyin az gelişmiş ve kıvrımlar henüz oluşmamıştır. Bunlar yaklaşık Eosen’den beri yani 50 milyon yıldır gezegende yaşamışlar ve halen de yaşamaktadırlar. Maymunlar ve insansı maymunlar, Anthropoidea ailesinde gözler bioküler özellik kazanmış, yüzleri çoğunlukla çıplak ve sakal benzeri kıllar ile kaplıdır. Yüzdeki mimik kasları iyi gelişmiştir. Büyük beyin son derece fazla gelişerek kıvrımlanmış ve küçük beyni örter duruma gelmiş, koku lobları ve epiteli körelmiştir. Evrimlerinde Tersiyer’de bir ortak atadan ayrılarak yollarına devam etmişlerdir. Yenidünya maymunları (Plathyrrina) ağaç üzerinde yaşar. Kavrayıcı-tutucu özelliğine sahip kuyrukları oldukça uzamıştır. Burun delikleri arasındaki mesafe geniştir. Bu nedenle bunlara geniş burunlu maymunlar da denir. Eski dünya maymunlarının (Catarrhina), maymunlar ve insansı maymunlar olmak üzere iki grubu vardır. Kuyrukları uzun ve tutucu değildir. Burun delikleri de birbirine yakındır.

Pongidae (insansı maymunlar) ailesinde alın kemiği hava boşluklu, vücut dik yürümeye eğilimli ve kuyruk tümüyle yok olmuştur. Yüzler çıplak ve insana benzemektedir. Morfolojik benzemenin dışında zekâ düzeyi bakımından insana en çok benzeyen ailedir.
16) Akıl deyince akla gelen insan (Homo) ve türleridir.

İnsansı maymunlar ve insanlar (Hominoidea) insan evrimi için son derece önemli bir gruptur. Şimdi kısaca özelliklerine göz atalım. Sternum geniştir. Kuyruk yok olmuş onun yerini kuyruk gibi kıvrılmış, kuyruk sokumu dediğimiz son omur almıştır. Beyin genişlemiş, ön yürüme organları kollar şeklinde omuza doğru yönelmiştir. Bu grup içinde yer alan orangutan, goril ve insanlar belirgin dimorfizme sahiptir. Pongidae (insansı maymunlar) ailesinde alın kemiği hava boşluklu, vücut dik yürümeye eğilimli ve kuyruk tümüyle yok olmuştur. Yüzler çıplak ve insana benzemektedir. Morfolojik benzemenin dışında zekâ düzeyi bakımından insana en çok benzeyen ailedir. İnsanlar gibi kan gruplarına sahiptir. Beyin hacmi gorillerde 685, ilk insanda 450-900 ve modern insanda 1350-1500 cm3 tür. İnsanlarda (Hominidae), köpek dişleri gelişmemiştir. Arka üyeler ön üyelerden daha uzundur. El parmakları başparmakla halka oluşturacak özelliktedir. Kuyrukları yoktur. Tamamen ayağa kalkmışlar ve dik yürümeye başlamışlardır. Tüm dünyaya yayılmışlardır. Bir türü Homo sapiens’dir. Bir de alt türü Homo sapiens sapiens (yani bizler) bulunur. Coğrafik yalıtıma bağlı olarak birçok ırkı bulunur. En yakın akrabası Pongidae’dir. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan beyni ve ona paralel olarak aklının gelişmiş olmasıdır. Bunu sağlayan da son derece gelişmiş beyin bölgeleridir.

En ilkelden en gelişmişe vertebraları yöneten beynin değişiminin 600 milyon yıllık öyküsünde; yerin tarihi boyunca değişen, zaman zaman durma noktasına gelen, zaman zaman da süratlenen koşullara uyum sağlayabilmek için tüm canlılar yoğun bir mücadele içindedir. Bu 600 milyon yıldır böyledir. Yönetici beyin değişken koşullara uyum sağlayabilmek için canlıyı buna hazırlar. Oluşturduğu yeni merkezler onun gelecekteki yaşamını ya da sonunu belirleyecektir.

Akıl deyince kim akla gelir?

Bu soruya verilecek tek yanıt vardır. O da insan (Homo) ve türleridir. Ancak biz bu genellemeye karşı çıkabiliriz. Bu kutsal varlığın (!) yalnızca tek bir türünde mi akıldan söz edebiliriz. Bu soruyu her sabah uyandığınızda aynadaki aksinize sorun. Ne yanıt verecektir? Bu türün mutlaka bir aklı olmak zorunda mıdır? “Evet, bir beyin bir sinir sistemi varsa bir aklın olması gerekir” mi diyecektir? Biz burada aklın nasıl olduğunu, akıl-zekâ-bilinç ilişkisini, çok akıllı, az akıllı ya da akılsız gibi sübjektif kavramları tartışmak istemiyoruz. Konumuz zaten bu değil. Konumuz tarihsel bir süreçte akıl ve beyin ilişkisinin nasıl geliştiğini ve evrimleştiğini ve bu sürece ne gibi olayların etki ettiğini anlamaya çalışmak. Bu konuda bize yardımcı olacak tek kanıtın da fosiller ve diğer kalıntılar olduğunu unutmayalım.

Omurgalıların sinir sistemlerinin ve beyinlerinin gelişimine baktığımızda yüksek organizasyonlu omurgalılarda, özellikle kuşlarda ve insan hariç memelilerin bazı gruplarında, akıl olarak nitelenen birtakım davranışların zaman zaman ortaya çıktığı örnekler saptanmıştır. Ama bildiğimiz anlamda akıldan söz edebilir miyiz? Yoksa içgüdü müdür? Bunlar önemli tartışma konularıdır.

Biz aklın yalnızca insana ait olduğunu düşünerek onun evrimine odaklanalım. Bunun için jeolojik tarihin 6 milyon yıl öncesine kadar gidelim. Bu oldukça uzun, ama dünya tarihi ve de yaşamın tarihi dikkate alındığında oldukça kısa bir zaman. Bu kısa süreç, aklın evrimleşmesi ve insanın düşünür hale gelebilmesi için yeterli midir?

Akıl deyince akla gelen insan (Homo) ve türleridir.

6-4,4 milyon yıl önce Afrika’da, çenede küçük köpek dişleri ve ön tarafta kesici dişler ve zaman zaman iki ayağı üzerinde yürüme gibi iki önemli özelliğe sahip maymun benzeri cinsler görülmeye başlar. Bu gelişime etki eden olaylar çok sayıdadır. Beslenme, düşmanlar, iklim ve bitki örtüsü gibi. Biliminsanları bu yeni canlıya ilk insana en yakın cins olan Australopithecines veya kısaca Australopiths diyeceklerdir. En ilkel Australopithecines’ler günümüzdeki çalışmalarda Ardipithecus olarak da bilinmektedir, ya da Paranthropus veya “güney maymunu” olarak bilimsel kaynaklara geçmiştir. Etiyopya, Tanzanya, Kenya, Güney Afrika ve Çad bu cinsin fosillerinin bulunduğu yerlerdir. Australopiths kıtada geniş alanlara yayılmış, özellikle doğudaki yaşam dolu rift vadilerinde yaygın koloniler oluşturmuştur.

İlk australopiths fosili Ardipithecus ramidus 1994’de Kenya da paleoantropolog Tim White tarafından keşfedilir. Cinse verilen ramidus ismi Etiyopya dilinde “kök” anlamındadır. En önemli özellik dış kısmı ince bir mine tabakası ile kaplı olan dişlerdedir. Bu şempanze ve gorillerin diş özellikleri ile aynıdır. 4,2-3,9 milyon yıl öncesine tarihlenen türün tibia (kaval) kemiğinde yapılan çalışmalar bunun iki ayağı üzerinde yürüdüğüne dair önemli kanıtlar sunar. Narin yapılı başka bir australopiths olan A. afarensis, 3,9-3 milyon yılları arasında doğu Afrika’da evrimleşerek gelişmiştir. 1974’de Etopya’nın Hadar bölgesinde paleoantropolog Donald Johanson tarafından keşfedilmiş ve 3,2 milyon yıl öncesine tarihlenmiştir. Bu, güçlü kollara sahip 1 m boyundaki Lucy’dir.

A. afarensis ve diğer astralopithsler insanın ortak atası durumundadır. Ancak burada karar verilmesi zor bir durum karşımıza çıkar. İnsana giden yolda afarensis mi africanus mu egemen tür rolünü üstlenmiştir. Bu konudaki araştırmalar halen devam etmektedir. Anatomist Raymond Dart 1924 yılında Güney Afrika’nın Taung bölgesinde Australopithecus africanus’u keşfeder. 3,5-2,5 milyon yıl önce yaşayan türün globuler bir kafatası ile yüz görünümü ve dişleri A. afarensis’e göre oldukça ilkeldir. “Birçok bilim adamına göre güney Afrika austrapithleri insanın gerçek atası olmalıdır”.

2,7 milyon yıl önce Pliyosen döneminin sonlarına doğru güçlü anlamına gelen robust australopithler yaşamaya başlayacaktır. Bunların en önemli özelliği güçlü görünümleridir. Ayrıca kalın ve masif mineyle örtülü molar dişlerin varlığı, yüzü ve kafatası, kasları bu türün en belirgin özellikleri arasındadır. Bu da şunu kanıtlar. Baskılı ve güçlü çiğneme, kesicilerin ise oldukça ufak olması ve tüm bu karakterlerin bir araya gelmesi robustların oldukça güçlü herbivor (bitki ile beslenen) olduklarını gösterir. Ancak kemiklerde yapılan kimyasal analizler güney türlerinin hayvan yedikleri yönünde kuvvetli veriler sunar. Bundan sonra diğer kol Paranthropusları görüyoruz. Önemli türleri P. aethiopicus, P. boisei ve P. Robustus’tur. Bunlar Doğu Afrika’da çok geniş alanlara yayılmışlardır. Genelde 2,7-1,2 milyon yıl önce Kenya’da Turkana bölgesinde yaşamışlardır ve en önemli özellikleri molar dişlerin aşırı derece büyük olmasıdır. Bu grubun güçlü kuvvetli olanı yani “robust tipler” kısa bir süre sonra Kuvaterner yaşamına dahil olacaklardır. Fosilleri Afrika’nın güneyinde Transvaal bölgesinde 1,8-1,3 milyon yılları arasına tarihlenmiştir.

Aklımıza şu soru gelecektir. Australopithler nasıl yok olmuştur? Onların sonunu hazırlayan nedir? Kısaca bu konuda ortaya atılan görüşlere değinelim. En genç “robust australopiths” fosili 1,2 milyon yıla tarihlenmiştir. Bu zamanda dünya iklimindeki dalgalanmalar besin gereksiniminin önemini de beraberinde getirecektir. Kendi yaşamlarında çok başarılı olan bu herbivor tipleri etçil olmaya yöneltecek olaylar nedir? Bunlarda “leş yeme” gibi bir beslenme özelliği de bulunmaktadır. Bu özellikleri düşünüldüğünde, bir kez etin tadını alıp, daha doyurucu ve daha besleyici olduğunu anladıktan sonra bundan vazgeçemez hale gelmiş olabilirler mi? İşte burada doğanın seçiciliği bir kez daha karşımıza çıkar. Etle beslenmek beraberinde neleri getirecektir? Besin kaynağının öldürülmesi, parçalanması, etlerinin kemikten ayrılması. Bütün bunların yapılabilmesi için, besin kaynaklarının nerelerde olduğunun araştırılması önem kazanacaktır. Bu coğrafik bir zekânın ve yön zekâsının gelişimi demektir. Tüm bunları kimler yapabilecektir? Tabiî ki eti besin kaynağı olarak en iyi kullanabilenler. Bu da doğal olarak bu işi yapamayan herbivor narin yapılı australopithlerin sonu demekti.

Homo türleri ve aklın yükselişi

Biliminsanları erken Homo (insan) dönemini iki türle H. habilis ve H. rudolfensis ile belirler. Bunlar aynı bölgede birlikte yaşamışlardır. Yapılan araştırmalarda fosil veriler genelde dişler, çene parçaları ve kafatası parçalarıdır. Dişlerde yapılan çalışmalar bunların çok küçük dişlere sahip insan türleri olduğunu belirtir. H. habilis 1,9 -1,6 milyon yıl önce güney ve doğu Afrika’da yaşamıştır. Küçük ve dar molar dişlere sahiptir. Fosillere göre boyu yaklaşık 1 metredir. Fosillerin yanında el yapımı bazı aletler de bulunmuştur. Ayrıca çalışmalar sırasında biliminsanları çok farklı boyutlarda vücut parçaları bulmuştur. Bu veriler bize bu türe ait farklı bireylerin (seksüel dimorfizim) erken homo döneminde yaşadıklarını belirtmektedir. Homo rudolfensis ise Kuzey Kenya’daki Turkana Gölü (Rudolf Gölü) civarında keşfedilmiştir ve 1,9 milyon yıl öncesine tarihlenmiştir. Ancak biliminsanlarına göre, rudolfensis’in ne kadar süreyle yaşadığı konusu henüz karanlıktır. H. habilis’ten daha büyük bir yüze sahiptir ve beyin kapasitesi ise biraz daha fazladır. Geniş beyin kapasitesi ve vücut ölçülerinin daha gelişkin (1,5 m boy ve 52 kg ağırlık) olması bu türün akıl kabiliyetinin daha fazla olduğunun bir işareti gibi gözükmektedir. H. rudolfensi’in de azı dişleri oldukça büyüktür. Bu da onu “robust australopith”lere yaklaştırır. Uyluk kemiğinde yapılan yaş çalışmaları türün 1,8 ya da 2 milyon yıl önce yaşadığının belirtmektedir.

İlk insanlar, hangi taşın daha kolay yontulacağını ve keskin yüzeyler elde edilebileceğini çeşitli taşları yontarak öğrendiler.

1,9 milyon yıl önce Afrika’da “Orta dönem Homo cinsleri”nin zamanı başlar. Orta dönem için daha önceleri bilinen bir tek tür vardır o da H. erectus’tur. Ancak yapılan araştırmalar ve yeni buluntular bu dönemin H. ergaster, H. erectus ve H. heidfelbergensis ile temsil edilebileceğini göstermiştir. Bazı araştırmalara göre. H. ergaster, H. erectus’un erken formudur. Ya da H. heidelbergensis, H. erectus’un geç formudur. Homo heidelbergensis genelde bakıldığında erectus ve geç neanderthalensis’ler ile yakın benzerdir. H. ergaster 1,9 milyon önce Afrika’da yaşamıştır. Türün en önemli fosil örneği, Kenya’nın batısında Turkana Gölü civarında keşfedilmiştir. Bu 1,6 milyon yıla tarihlenmiş 9-12 yaşında bir çocuğa aittir (Turkana Çocuğu). Burada önemli olan, fosilde son derece uzun bacak kemiklerinin olmasıdır. Bu da bize H. ergaster’in uzun mesafelerde yürüdüğünü göstermektedir. Bir diğer önemli veri de vücudun genelde uzamış olduğudur. Bu da sıcak, tropikal iklime uyum sağladığını gösterir. Aynen modern insanın bu iklim tipinde yaşayanlarında olduğu gibi.

Bundan sonra insanın gelişiminde önemli bir tür H. erectus’u görüyoruz. Bunlar gezegende geniş coğrafyalara yayılan ilk insan türüdür. Fosillerine Endonezya, Java, Asya, Avrupa ve Afrika’da rastlanmıştır. Örneğin Java da bulunan fosil 50 bin yıl öncesine tarihlenmiştir. En uzun süre yeryüzünde yaşamış bir türdür ve yaklaşık 1,5 milyon yıl yaşamda kalmıştır. Kafatası hacmi bir australopith’den iki kat daha büyüktür. İskelet kemiklerinde yapılan araştırmalar erectus’un oldukça güçlü olduğunu göstermektedir. Vücudu tam anlamıyla bipedal yürümeye uyarlanmıştır. 1920 ve 1930’larda Çin’de son derece iyi korunmuş fosilleri bulunmuştur. Bunlara Sinanthropus pekinensis, ya da Pekin İnsanı da denmiştir. Zhoukoudian mağarasında bulunan 30 birey 500.000 ve 250.000 yaşlarına tarihlenmiştir. Bu fosillerin çoğu 2. Dünya Savaşı sırasında tahrip edildiğinden ancak yapılan kalıpları korunmaktadır. Tartışmalar erectus’un geç Homo türlerinin doğrudan atası olup olmadığı yönündedir. Bu tartışmalar günümüzde de devam etmektedir. Her yeni bulunan fosil, yeni tartışmaları da beraberinde getirmektedir.

Son yıllarda yapılan keşiflerle eksik halkaların teker teker tamamlanması ve genetik bilimindeki ilerlemeler evrimleri hakkında devamlı değişen bilgiler vermektedir. Hatta bu değişimler primat sistematiğinin baştan kurulmasına etki edecek kadar da önemlidir.

Memeli evriminin başlangıcı ve ilk karakterlerin ortaya çıkışı yazının başlarında belirtildiği gibi, 200 milyon yıl öncesine, sürüngenler zamanının başlarına kadar gider. Bu gelişim ve değişim hiçbir zaman durmamış, devam etmiştir. Gelişimin en önemli basamakları kemirgenlerden primatlara onlardan da insana giden yoldadır.

İnsan aklının başlangıcı

Biz burada primatlardan insana giden yolun son 2,5 milyon yılına bakacağız. Kuvaterner dönemi, diğer deyişle buzul çağları, modern Homo cinslerinin gelişmeye başladığı zamanlardır. Bu türe ait bilinenleri kısaca hatırlayalım. Modern insan cinsleri üç dönem içinde incelenebilir. Erken dönem Homo cinslerinin erken australopiths ile birçok yolda ilişkileri bulunur. Bunlar 1,6 milyon yıldan itibaren yeryüzünde yaşamaya başlamışlardır. Orta dönem Homo cinsler ise olasılıkla 1,8-2 milyon yılları arası görülmüştür ve erken homo cinsleri ile aynı zaman içinde yaşamışlardır. Orta dönem Homo cinsleri ise modern Homo’larla anatomik olarak büyük benzerlik gösterir. Ancak bir farklılık olarak beyinleri daha küçüktür. Daha sonra orta ve geç dönem cinsleri büyük ve karmaşık bir canlı olarak görülür. Bu olasılıkla dilin daha sonra da kültürün ortaya çıkışı ile yakın ilişkilidir.

Louis Leakey’in düşüncesine göre -ki bu doğrudur- Homo cinslerinin en önemli özelliği alet yapıcı olmalarıdır. Bu beynin ve aklın gelişmesi ile yakın ilişkilidir. Doğal olarak arkasından dil ve kültür gelecektir.

Birçok australopithler erken Homo cinsleri ile birlikte yaşamıştır. İlk alet yapımını erken homo türleri gerçekleştirmiştir. Günümüzdeki araştırmalar australopithlere ait el yapımları aletlerin de var olduğunu belirtir. Bunlar özellikle robust tiplerdir. Olasılıkla erken ve geç australopithlerde ve homo cinsinin en erken dönemlerinde dahi el aleti yapan tipler bulunmaktadır. İlk el aletinin yaşı 2,5 milyon yıl öncesine tarihlenmiştir. Bu da Kuvaterner döneminin başlarıdır ve yine buzul çağları ile ilgilidir.

Zamanla avcı topluluklardan çiftçi topluluklara yani yerleşik yaşama geçildi.

İklim değişiklikleri beslenmede bir takım zorlukları da beraberinde getirecektir. Alet yapımı bu değişikliklerle yakından ilişkilidir. Avcılık, bu tip aletlerin yapılmasına olanak sağlamıştır. Özellikle 2,8- 2,4 milyon yılları arasında insan türleri avlanmaya yönelmiştir. Eti parçalama, kemikten ya deriden sıyırma gibi işlemler, tüm aletlerde yapılan bilimsel araştırmalarda birer özellik olarak görülmüştür. İklimde dalgalanmalar, soğuma ve ısınma beslenmenin şeklini değiştirmiştir ve bu değişim olasılıkla beynin gelişiminde ve aklın yükselmesinde önemli rol oynamıştır.

Birçok paleoantropolog insanın eski kıtalara göç edişini 2 milyon yıl öncesine tarihlendirir. Bu göçte H. erectus, H. georgicus, H. rudolfensis, H. ergaster, H. caprenensis, H. antecessor, H. heidelbergensis, H. rhodesiensis, H. sapiens idaltu, H. neanderthal ve H. sapiens ile alt türü H. sapiens sapiens’i görüyoruz. Yeni keşifler yeni uyumları da sağlamıştır. Daha kuzey bölgelerde, daha soğuk iklim koşullarının beraberinde getirdiği yeni avcılık metotları ve yeni değişimler, beynin büyümesine ve buna uygun olarak da kafatasının büyümesine neden olmuştur. Yani beynin hacmi arttıkça kafatasının da hacmi artmış ve bu ilişki beraberliğinde aklın yükselişi kaçınılmaz olmuştur.

İlkel insan aklının üç önemli mimarı vardır: Birincisi iklim, ikincisi beslenme değişikliği, üçüncüsü de beslenmek için kullandığı el aletleri. Bu üç koşul aklın evriminde son derece önemli rol oynayan faktörlerdir. Önce iklimi ele alalım. Atalarımızın ağaçlarda başlayan yaşamı bir süre sonra soğuyan iklim koşulları nedeniyle onları, beslenmek için uçsuz bucaksız otlaklara taşıdı. Bu değişiklik sonrasında yine de bitkiyle beslenme alışkanlıklarını bir süre terk etmediler. Ancak öyle bir zaman geldi ki avladıkları bir hayvanın etini tattılar. İşte her şey bununla değişti. Bu insan aklının evrimleşmeye başladığı andı. Hayvanları avlamak için aletler geliştirdiler. Etleri kemikten sıyırmak için el aletleri yaptılar. Avlarını daha kolay öldürebilmek için baltalar, mızraklar yaptılar. Bunların hepsini yapabilmek için taşları kullandılar. Bir süre sonra hangi taşın daha kolay yontulacağını ve keskin yüzeyler elde edilebileceğini çeşitli taşları yontarak öğrendiler. Avcılık başlamıştı. Et ve proteinin gücünü anlamışlardı. Taşların yontulmasıyla oluşan yüzeylere daha kullanılabilir şekiller verilmesi dokunma ve hissetme duyusunun gelişmesine neden oldu. Doğaldır ki bu beyinde yeni merkezlerin gelişmesini getirdi. Bütün bu gelişmeler sonrasında dil yani konuşma ve sözle iletişim gelişti. Beyinde bunun için yer de vardı. Zamanla avcı topluluklardan çiftçi topluluklara yani yerleşik yaşama geçildi. İnsan sanki başladığı yere dönmüştü, yine otlarla beslenmeye başlamıştı. Tahıl onun öz yiyeceği olmuştu. Geçmişten kaynaklanan içgüdüsel yetilerini kullanıp hâlâ avlanıyordu ama artık yerleşmişti.

Taş çağı, demir çağı ve bronz çağı sonrasında yine kendisinin yarattığı aydınlanma çağı, sanayi devrimi insanı kendini beğenmiş, kendinden başkasını düşünmeyen narsist bir canlı olup, yaşadığı ortamı yok eden bir canavara dönüştürdü. Milyonlarca yıl süren evrim sonrasında aklını kaybetmeye başladı. Büyük toplulukları yönetenlerin yaptıklarına bir bakın. Savaşlar, ölümler, medeniyetler çatışması, doğaya müdahale (iklim değişimi, doğal afetler) ve daha birçokları. İnsan farkına varmadan ya da vararak aklıyla sonunu mu hazırlıyor. O çok güvendiği aklı bir süre sonra onu yalnız bırakacak gibi.

Akıl mı? O da ne?

21. yüzyılda insan beyninin geliştireceği yeni bir merkez var mı? Olabilir. Yeni koşullar, yüksek dikkat, anında algılama, bilgisayarlara hükmetme ve sanal akıllar. Bu milyonlarca yıldır evrimleşerek bugüne gelen doğal yollardan oluşan insan aklının sonu mudur? Beyin daha çok bilgi depolayabilir. Bu bilgileri süratle kullanan, yeni bir sanal tür kapıyı çalmak üzere mi? İşte en korkuncu, insan bu yeni türle bir arada yaşamak her şeyini onunla paylaşmak zorunda kalabilir. İşte size yeni bir doğal seçilim. Darwin’e tekrar merhaba…

Kaynaklar

1) Demirsoy,A., 2001, Yaşamın Temel Kuralları. Omurgalılar/Amniyota Cilt III/kısım I. 684 s., Metaksan AŞ, Ankara.

2) Demirsoy,A., 1992, Yaşamın Temel Kuralları. Omurgalılar/Amniyota (sürüngenler, kuşlar ve memeliler), Cilt III/kısım II. 942 s. Metaksan AŞ. Ankara.

3) Dingus, L.,1995.,The Halls of Dinosauria, American Museum of Natural Museum. 99p

4) Maisey, J., 1996., The Hall of Vertebrate Origins, American Museum of Natural NY. Museum.90 p.

5) Sakınç, M., 2012. 50 Soruda Yer’in Evrimi, Bilim ve Gelecek Kitaplığı. 211 s.

6) Şengör, AMC, 2004, Yaşamın Evrimi Fikrinin Darwin Döneminin Sonuna Kadarki Kısa Tarihi. İTÜ yayınevi. 187 s.