Ana Sayfa 132. Sayı ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ sözü üzerine

‘Düşünüyorum öyleyse varım’ sözü üzerine

41872

“Düşünüyorum öyleyse varım” sav-sözünü yanlış kullanılagelmiş ve günümüzde ne yazık ki gerçek kullanım bağlamını yitirmiştir. Adı geçen metafizik ilke, “Düşünmek erdemdir; insan düşündüğü sürece insan olma niteliğini kazanır; varoluşumun bir anlam kazanabilmesi için düşünmem gerekir” anlamında kullanılmaktadır. Ancak, bu anlamda kullanıldığı sürece yanlış yapılmakta, kavram kargaşası yaratılmaktadır!

“Düşünüyorum öyleyse varım” Rene Descartes’in metafizik felsefesinin ilk ilkesidir. Kartezyen kuşku yönteminin temelini oluşturur. İdealist felsefenin çarpıcı bir sav-sözüdür (slogan). Bu sav-söz, düşünmenin erdem olduğunu savunmaz. Varoluş bağlamında usa birinci dereceden önem biçer. Usun dışındaki nesnel dış dünyanın varlığından kuşku duyar.

Türkiye’deki bazı yazar ve düşünürler, “Düşünüyorum öyleyse varım” sav-sözünü yanlış kullanagelmiş ve günümüzde ne yazık ki gerçek kullanım bağlamını yitirmesine neden olmuşlardır. Adı geçen metafizik ilke, “Düşünmek erdemdir; insan düşündüğü sürece insan olma niteliğini kazanır; varoluşumun bir anlam kazanabilmesi için düşünmem gerekir” anlamında kullanılmaktadır. Ancak, bu anlamda kullanıldığı sürece yanlış yapılmakta, kavram kargaşası yaratılmaktadır!

Atatürkçü Düşünce Dernekleri, Çağdaş Yaşamı Destekleme Dernekleri gibi son derece yararlı işlevleri olan kuruluşların panel ve konferanslarında, bazı saygın gazetelerin ünlü köşe yazarlarının yazılarında bu sav-söz sıkça kullanılıyor. Bu tür toplantılara, politikaya ısınmaya çalışan gençlerimiz de katılıyor, köşe yazarlarını ilgiyle okuyorlar. Ancak sorun bu toplantılarda, “Düşünüyorum öyleyse varım” sav-sözünün kullanılış bağlamına gelince gençlerimizin felsefe açısından “zehirlendiğini” üzülerek gözlüyorum. Bu tür saptırmalar, bilinçli ya da bilinçsiz olsun, çöle dönmüş olan Türkiye felsefe yaşamının, gövdesinde su bile barındırmayan kaktüslerine benziyor.

Bir panelde, konuşmacılardan birinin şu formülüyle irkildim, havaya zıpladım demek daha doğru olacak! “Teokratik düzenin ilkesi, ‘İnanıyorum, öyleyse varım’dır; Demokratik düzenin ilkesiyse, Descartes’ın da dediği gibi, ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’dır”. Bunun üzerine alkışlar… alkışlar! Ön sıralarında oturduğum salonun arka sıralarına dönüyorum, ajite olmuş gençler vargüçleriyle alkışlıyorlar! Konuşmacı, “Descartes’ın da dediği gibi…” demese sorun çıkmayacak. Çünkü konuşma dilinde tırnakları ( “…”) göremediğimiz (!) için, ‘yazar, adı geçen tümceyi düşünmenin erdem olduğunu vurgulamak için söylemiştir’ diyebiliriz.

Bir başka örnek. Yaşamı boyunca düşünce üretmiş, ürettiklerini halkına en anlaşılabilir bir dille sunmuş, saygın bir yazar ve köşe yazarımız, çok güzel başladığı yazısını bakınız ne denli yanlış noktalıyor:

“Soru ile yanıt bir bütündür. İnsanoğlu bütün yaşamı boyunca sorar ve yanıtlar; bu eytişim sürer gider, kuşaktan kuşağa aktarılır; insanlığın birikimi sonsuzluğa uzanır, hiçbir zaman noktalanamaz. Her bir soru bir yanıtın peşindedir; her bir yanıt, yeni bir soruya yol açar; uygarlık böyle gelişir. Yanıtlamayla sorgulama arasındaki bütünleşmede, insanoğlunun varoluşu bir tümcede vurgulanır: ‘Düşünüyorum, öyleyse varım!..’”

Ünlü sav-söz tırnak içinde sunulmuş. Tırnak, sav-sözün alıntı olduğunu anlatıyor. Çoğumuz bu deyişin Descartes’a ait olduğunu biliyoruz. Sanırım bu nedenle yazar, sav-sözün yazarının ismini geçmiyor. Olabilir. Ancak, çok küçük bir ayrıntıya değinmek istiyorum. Sav-sözün orijinalinde Descartes, virgül, ünlem işareti ve üç nokta kullanmıyor. Bunların tırnak dışına eklenmesi gerekirdi. Bu durumda sav – sözün anlamı ne denli değişirdi bilemiyorum. Şimdi aynı yazının son iki tümcesini ele alıp inceleyelim:

“Yanıtlamayla sorgulama arasındaki bütünleşmede, insanoğlunun varoluşu bir tümcede vurgulanır: ‘Düşünüyorum, öyleyse varım!..’”

Descartes’cı idealist felsefe açısından baktığımızda bu iki tümce felsefenin özüyle çelişmiyor. Ancak yazarın bu bağlamda Descartes’cı metafizikle ilgilendiğini sanmıyorum. O daha çok, “düşünün, düşünmek erdemdir” demek istiyor herhalde!

Son olarak, ancak bu aşamaya dek söylenenlerin en önemsizi anlamında değil, şunu vurgulamak istiyorum: “insanoğlunun varoluşunun anlam kazanabilmesi için ne yapması gerekirdi?” sorusuna bir sav-söz ile yanıt vermek gerekirse, “Üretiyorum, öyleyse varım” demek daha doğru olurdu. Buradaki “varım” sözcüğü de “insan olarak varoluşum anlam kazanmıştır” anlamına gelirdi. Ancak iş Descartes’ın sav-sözündeki “varım” sözcüğüne gelince durum çok farklı, hem de kökten farklı!

Bu yazının hazırlanış nedeni, gerçek kullanılış bağlamından koparılmış olan bu sav-sözün hangi anlamda kullanıldığını okura bir kez daha anımsatmaktır. Yazıda Rene Descartes’ın yaşamının önemli yanlarına dinsel, bilimsel ve felsefi kişiliğine kısaca değindikten sonra, “Düşünüyorum öyleyse varım” ile ne demek istediği incelenecektir.

Descartes arayış içinde

Rene Descartes matematikçi, filozof, koyu bir Katolik ve daha birçok özelliği olan ilginç bir kişidir. Eğitimini tamamladıktan sonra, kitaplardan öğrenme sürecinin kendisine daha fazla bir şey kazandırmayacağına inanır. Bunun üzerine kendini incelemeye başlar. Diğer tüm bilimleri bir kenara bırakıp, kendi betimlemesiyle, “dünyanın en büyük kitabını” öğrenmeye koyulur. Descartes’ın sözünü ettiği en büyük kitap, soyut anlamda insan, ancak birinci elden bilgilenebileceği bir insan, yani kendisidir.

İncelemeye aldığı insan, yani kendisi, incelenmeye değer bir kişiliğe sahiptir! Yaşamı ve yazılarında, Katolik kiliseye sıkı sıkıya bağlı bir kişilikle, bilimsel olma ateşiyle yanan bir kişilik ilginç bir biçimde örülmüştür. Descartes bu incelemeyi öyle bir noktaya taşır ki, o noktada üç önemli karar alır. Buna gizilgüçlerinin (potansiyelinin) açığa çıkış biçimi demek daha doğru olabilir: 1) o güne dek öğrendiklerini “unutmak”, bu bilgilerden tamamen “sıyrılmak”; 2) Kartezyen kuşku yöntemini biçimlendirmek ve 3) cebiri geometriye uygulamak.

Kurmuş olduğu felsefenin ilk betimlemesi, Rules for the Direction of Mind adlı çalışmasında verilir. Ölümünden sonra yayınlanan bu çalışmada Descartes’ın matematiksel yöntem anlayışı sergilenir. Diğer bir çalışması, Le Monde başlığıyla Discourse on Method adlı eserinin V. bölümünde yayınlanır. Gökbilimden yola çıkan Descartes, evrenin fiziksel yasalara uygun olarak nasıl oluştuğunu betimler. Daha sonra hayvanların ve insanın betimlemesine geçer. Burada Descartes, insan vücudunun mekanik bir açıklamasını yapar. Bu çalışmada insan vücudu, insanın tasarlamış olduğu herhangi bir makineden daha iyi çalışan ve Tanrı tarafından yapılmış bir makine olarak betimlenir. Descartes’ın bu çalışmaları Galileo’nun çalışmalarından ve Harvey’in The Circulation of Blood adlı inceleme eserinden esinlenmiştir.

Descartes bu çalışmalarını yayınlatmaya hazırlanırken, insanlık adına üzücü, Katolik kilise adınaysa utanç verici bir durum ortaya çıkar. 1633 yılında Galileo, Katolik kilise tarafından lanetlenir, kitabı yakılır ve kendisi iğrenç bir biçimde pişmanlığa zorlanır. Bu gelişmeler Descartes’ı çok tedirgin eder. Çünkü Descartes, Galileo’nun çalışmalarında Kiliseye karşı herhangi bir saygısızlık veya saldırı olmadığını, bu eserleri kendi incelemesi sonunda görmüştür. Aslında kendi incelemelerinin bazılarının da Galileo’nun saptamalarına koşut düştüğünün ayırdındadır. Bu gelişmeler Descartes’ı ürkütür ve çalışmalarını yayınlamaktan vazgeçmesine neden olur. Çünkü Descartes’ın mayasında kahramanlık bileşeni yoktur! Dahası, Kiliseye karşı derin ve içten bir bağlılık, otoritesine karşı da saygı duymaktadır. Galileo’nun Kilise tarafından lanetlenmiş olması, kendisinin çıkarmış olduğu ve Galileo’nunkine benzer sonuçların doğruluğundan kuşku duymasına neden olur. Diğer yandan kahramanlık yapmak da istemez. Çalışmalarının tamamlanabilmesi için zamana ve sakin bir yaşama gereksinimi vardır. Bu nedenle, başının Kiliseyle derde girmemesi gerektiğine inanır. Başka konulara yönelir ve 1637 yılında Discourse on Method adlı kitabını yayınlatır.

Galileo, Bruno, Descartes

Türkiye’de biliminsanları her ne zaman sorumluluklarını yerine getiremese, suskun kalsa, Galileo’nun “korkaklığı” veya aynı dönemde yaşamış olan Giordano Bruno’nun “kahramanlığı” örnek gösterilir. Galileo’nun “korkaklığı” bizim korkaklığımızı yansıttığı için haklı olarak utanır, Bruno’nunkineyse özeniriz. Bruno’yu bilim şehidi olarak anarız. Thomas Kuhn’a göreyse Bruno bir bilim şehidi değil, Kutsal Ruh, Baba ve Oğul gibisinden üç farklı olguyu tek bir kişide, Hz. İsa’da toplayan va adına Trinity denen Hıristiyan doğmasına karşı çıktığı için yakılır. Kendisi bir keşiştir. Kopernik’in evren modelini bilimsel açıdan “doğru” bulduğu için değil, kendi mistik dünya görüşüne uygun olduğu için savunur; hakkını vermek gerekirse, yüreklice ve yaşamı pahasına! Bruno’ya göre Tanrının sonsuz gücünü Batlamyus’un sınırlı evreni değil, Kopernik’in sonsuz ve sınırsız evreni temsil edebilir. Onu “yakan” bu görüşleridir. [1]

Türkiye’deki bazı yazar ve düşünürler, Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım” sav-sözünü yanlış kullanıyorlar.

Bundan böyle biliminsanlarının görevlerini yerine getirememeleri sözkonusu olduğunda Galileo-Bruno karşılaştırması yerine yeni bir ikilinin karşılaştırmasının yapılması daha uygun olabilir. Bu ikili, Galileo-Descartes ikilisi olmalıdır. Galileo’nun “korkaklığı” yeniden gözden geçirilmeli ve unutulmamalıdır ki, engizisyonun şakaya gelmez terör ve baskısına karşın Galileo öğretilerini el altından yaymaya devam etmiştir. Bir kez uyarılmıştı. Yakalanması durumunda bunu yaşamıyla ödeyeceğini bile bile “yeraltını” kullandı. Öğretilerini el altından yaydı. Bir düşününüz… burjuvazinin dünya düzeninin kaçta kaçı gün ışığında kaçta kaçı yeraltında! Galileo’nun çalışmalarının günümüze dek ulaşabilmesi bu tür çabalar sonunda olmuştur.

Galileo, Bruno ve Descartes’ın yaşadığı dönem politik özgürlüklerin olmadığı bir dönemdir. Batılı biliminsanının bugün yaşadığı düşünce özgürlüğünü o dönemde düşlemek bile zordur. Descartes içten inanan ve kendini Kilisenin otoritesine adamış bir Katoliktir. Kilisenin yalnızca teoloji alanında değil diğer tüm alanlarda da otorite olduğuna inanır. Descartes’da usçuluk ve otorite arasındaki çelişki ve çatışma içten içe sürer. İnançlarının doyuma ulaşabilmesi için, kurmaya çalıştığı felsefe dizgesinde her ikisine de yer bulmak zorunda olduğunun ayırdındadır. Ancak us ve otorite’nin Descartes’da uzlaşması olası değildir. İnandığı dinin “gerçekler” yumağı, anlatımını Descartes’ın felsefesinde bulur. Diğer yandan, düşünsel dünyası ve düşünceleri aynı felsefeye başkaldırı durumundadır. Otorite’yi ya tümden onayacak ya da tümden yadsıyacaktır. Bu çelişkili durumu çağdaşı olan Thomas Hobbes çok iyi betimler: “Dinimizin mucizeleri ve gizemlerinin iyileştirici etkisi tıpkı haplar gibidir; tamamen yuttuğunuzda iyileştirici etkisini görürsünüz. Eğer çiğnemeye kalkarsanız, iyileşemezsiniz.”

Bruno’ya göre, Tanrının sonsuz gücünü Batlamyus’un sınırlı evreni değil, Kopernik’in Sonsuz ve sınırsız evreni temsil edebilir. Onu “yoktan” nu görüşleridir.

Descartes’ın çiğnemeye, ruhsal dünyasının doktorlarının yazdığı reçeteyi incelemeye hiç niyeti yoktur! Bu tür ruhsal reçetelerin gerekli olduğunu kanıtlamaya çalışırken, aynı reçeteler üzerine kurulmuş olan dünyayı haklı gösterme çabasına girer. Descartes’ın düalizmi buradan kaynaklanır. Oluşturduğu felsefe dizgesinde birbirini tamamen dışlayan iki dünyaya da yer bulmak zorundadır. Bu iki dünyanın birbiriyle nasıl bir etkileşim içinde bulunduğuna hiç değinmez. Descartes’e göre her ikisi de vardır ve aralarındaki iletişim mucizevîdir! Aslında Descartes, her iki dünyayı birbirinden kesin sınırlarla ayırır. Bu ayrım her ikisine de zarar verir. Descartes’in bu yaklaşımı bir yandan mekanik bir dünya görüşünü oluşturur. Bu görüş, çağcıl maddeci dünya görüşünün temelidir. Diğer yandan da, bir tür idealizmi başlatır. Descartes’ın idealist felsefesi usu kendi içine kapatır, böylece, maddi nesnelerden oluşan dış dünyanın varlığına kuşkuyla bakılmasının, hatta varlığını tamamen yadsımanın yollarını açar. Descartes usu bedenden ayrı olarak düşündüğünden, ustan başka bir şeyin var olma olasılığının bulunmadığına inanır. Descartes felsefesinde Tanrı, nesnel dünyadan ayrı düşünülür.

Kartezyen kuşku yöntemi

Descartes tüm bu sonuçlara kendi geliştirdiği Kartezyen kuşku yöntemiyle ulaşır. Bilimsel yöntem ve metafizik sonuçlar Descartes’in düşünce dizgesinde iç içe dokunur. Matematik alanında kendisini önemli bulgulara götüren yöntem anlayışının kalıcı değerleri vardır. Ancak aynı yöntemin metafizik alanındaki uygulamaları başarılı olamamıştır. Descartes’ın ünlü Kartezyen kuşku yöntemi, “Düşünüyorum öyleyse varım” biçiminde oluşturulan ilk ilkesi ve Tanrının varlığının kanıtı çok ciddi güçlükler sergilemekte, savunulabilir yanı bulunmamaktadır.

Descartes için “güzel” olan şey matematiğin kesinliği ve matematiksel usa vurma biçimidir. Bunların dışındaki her şeyden kuşku duyulmalıdır. Bu öneri, doğal olarak Kartezyen kuşku yönteminin ortaya çıkıp gelişmesine neden olur. Descartes, dış dünyaya ilişkin inançlarımız ve kuramlarımızda, matematikte çarpıcı bir biçimde bulduğu kesinliği bulamamıştır. Bu durumda geriye, olası olan her şeyi yadsımak kalır. Çünkü Descartes’a göre olası ile matematiksel kesin arasında hiçbir ilişki yoktur. Kesin ve kendi kendinin kanıtı olan şeylere dönmek zorunda olduğunu duyumsar. Bu yaklaşımının kuşkucularınkinden (skeptikler) ayrı olduğunu şöyle dile getirir:

“Yalnızca kuşku duymak için kuşku duyan ve kesinlikten başka bir şeyle ilgilenmeyen skeptikleri öykündüğüm söylenemez. Tam tersine, benim tasarladığım şey, kendime emin olabileceğim bir dayanak bulmaktır. Ayağımın altındaki kaygan toprak ve kumu bir tarafa atıp yere daha sağlam basabileceğim kayaya erişmek istiyorum” [2]

Nesnel dış dünyanın varlığına ilişkin bilgilenmeye gelince, matematiksel kesinlik gibisinden kavramlar Descartes’e güçlük çıkarır. Descartes’ı bir kenara koyup insan deneyimine dönersek, gerçek dünyada duyulara yer olduğunu biliyoruz. Araştırmalarımızı ne denli matematiksel yaparsak yapalım, bu araştırmalarımıza salt gözlemlerle başlamak zorundayız. Diğer bir deyişle, matematik, var olanla ilgilenmez; evrensel çerçeveler kurmaya çalışır. Bu durumda, gerçekte var olan ve aynı zamanda matematiksel kesinliğe sahip şeylerle belli sonuçlara ulaşabilmemiz olası mı?

Varoluş sorunu

Descartes kendi metafizik programında tamamen varoluş sorunuyla ilgilenir. ‘Eğer dışımızda var olan dünyaya ilişkin bilgi sahibi olmak istiyorsak, varlığından kesin olarak emin olduğumuz bir şey bulmamız gerektiğine’ inanır. Daha sonra, var olduğunu savunduğumuz tüm şeylerin, varlığından kesin olarak emin olduğumuz şeye bağlılıklarını gösterme çabasına girer. Böylece Descartes, kurmaya çalıştığı metafizik felsefe dizgesinin ilk ilkesini oluşturur: “Düşünüyorum öyleyse varım”. Bu ilke, geriye kalan her şeyin temelini oluşturur; us dışındaki her şey bu ilkeden türetilebilir.

Descartes olası olanı dikkate almamakta kararlıdır. Bu kararlılık, duyularımızla topladığımız verileri yadsıma anlamına gelir. Genel varlığın kesinliğinden söz edebilir ancak tekile ilişkin bilgi sahibi olamayız. Çünkü gerçek dünya “tekilsiz”, salt matematiksel genellik olarak düşünülür.

Bu durumda bilgi ile algılama arasındaki ilişkiyi anlamak güçleşir. Bu dizgede duyulara hiç mi yer yoktur?

Descartes, 1. ve 2. meditasyonunda duyuların illüzyonuna değinir. Duyulara neden olan nesnelerin doğasındaki değişikliklere dikkat çeker. Bu düşünceler sonunda çıkardığı genel sonuç, “Belli bir dizi niteliklere sahip olan bu veya şu şeyin varlığından söz edebiliriz” biçiminde kusursuz kuramsal bir kesinliğe ulaşılamayacağı yönündedir. Dış dünyadaki maddi nesnelerin tümünün varlığından kuşku duyabiliriz. Descartes, tekil nesnelerin varlığına olan kuşkulardan yola çıkarak kuşkusunu, tüm nesnelerin varlığına dek yayar. Sonra da tüm dış dünyayı yadsır. Ancak kuşku ve kuşkucunun varlığından kuşku duymaz! Böylece, “Düşünüyorum öyleyse varım” ilkesine ulaşır. Bu metafizik ilkenin oluşturulmasından sonra Descartes arzuladığı sağlam dayanağı bulur ve diğer tüm bilgileri bunun üzerine kurar.

İnsanlığın gerçek dünyayla olan deneyimi, ‘eğer duyularıma hiçbir maddi nesne sunulmazsa düşünecek bir şey bulamam, bu nedenle de düşünce oluşmaz’ der. Ancak Descartes, usun bedenden tamamen bağımsız olduğu ve varlığını bedenden ayrı olarak sürdürdüğü gibisinden yanlış bir sav ileri sürer:

“Bunun üzerine şu sonuca vardım: ben, tüm özü ve doğası yalnızca düşünmek olan ve varlığı için herhangi bir yere gereksinimi olmayan ve tüm maddi nesneden bağımsız bir nesneyim. Bu nedenle, ‘ben’, diğer bir deyişle, beni ben yapan us, bedenden tamamen ayrıdır. Usa ilişkin bilgi sahibi olmak, bedene ilişkin bilgi sahibi olmaktan daha kolaydır.” [2]

Kartezyen kuşku idealizminin temelini Descartes işte böyle atar. Bu felsefe çağcıl bilgi kuramları üzerinde çok olumsuz etkiler yapar. Kartezyen idealizm, ‘usun kendisini maddeden daha kolay bileceği’ inancı üzerine kurulur. Bu felsefeye göre, dış dünyaya ilişkin bilgilenebilmek için usun varlığını varsaymalıyız. Diğer yandan da, usun var olabilmesi için, us tarafından bilinecek olan dış nesnelerin varlığının da varsayılması gerekir. Dahası, eğer dedüksiyonlarımız için kendi kendinin ayırdında olan usu başlangıç noktası yaparsak, usun ötesine nasıl geçebiliriz!? Usun dışındaki nesnel dünyanın varlığını nasıl varsayabiliriz? Descartes felsefesinde düşüncenin varlığı, düşünceyle onu doğuran nesnelerin birbirinden tamamen ayrılması pahasına olur. Us, ussal olmayan gerçeklikten bağımsız kılınır. Daha sonra usu inceleyen Descartes usun kendi kendine yeterli olmadığını gösterir. Bu sonuç Descartes’ı yeni bir sonuca götürür. Ancak yeni sonuç, ussal olmayan gerçek dünyanın varlığını gösteren bir sonuç değildir. Bu, tekil usun bağımlı olduğu bir başka usun, yani Tanrının varlığını gösteren bir sonuç olur. Descartes dış dünyanın varlığını, Tanrı kavramından yola çıkarak kanıtlamaya çalışır. Tanrının varlığının kanıtı Kartezyen kuşku felsefesinin çok önemli bir yapı taşıdır. Tanrı, birçok gereksinimin yanı sıra, us ile usu oluşturan dış dünya arasında açılmış olan boşluğu da doldurur. Tanrının varlığından yola çıkan Descartes, dış dünyanın varlığını kanıtlar. Descartes bu yolla aslında, matematiksel düşünceyi doğuran şeyle (ki bu durumda ustur) gerçeğin denk olduğunu savunmuştur.

Sonuç

“Düşünüyorum öyleyse varım” sav-sözü, Descartes’ın oluşturduğu idealist felsefenin ilk ilkesidir. Sav-sözde geçen “düşünüyorum” sözcüğü, Descartes felsefesinde varlığı kesin olan tek şeyin us olduğunu betimler. Us dışındaki nesnel dünyanın varlığı yadsınmasa bile bu dünyanın varlığından kuşku duyulur. Yine “düşünüyorum” sözcüğü düalist felsefenin madde-ruh ikilisinden ruha birinci dereceden önem biçer. Varlığından kuşku duyulan şey ruh değil maddedir. Bu sözcüğün kullanılış amacı, düşünmenin erdem olduğu savını geliştirmek değildir. Descartes, idealist felsefesini oluştururken neyin erdem neyin tinsel olarak arzu edilir oluşuyla ilgilenmedi. Onu ilgilendiren şey varoluş idi.

Sav-sözdeki “varım” sözcüğü varoluşun kökenlerini sergilemeyi amaçlıyor. Descartes felsefesinde nesnel varoluşun kökeni ustur. “Varım” sözcüğü nesnel varoluşa gönderi yapar; onun nitelikleriyle ilgilenmez. Bu sözcük, var olan şeyin iyi mi kötü mü, güzel mi çirkin mi, erdemli mi erdemsiz mi olduğunu araştırmaz.

Descartes felsefesinde, düşüncenin varlığı, düşünceyle onu doğuran nesnelerin birbirinden tamamen ayrılması pahasına olur.

Descartes felsefesinde duyularımız aracılığıyla ne kendimize ne de nesnel dış dünyaya ilişkin bilgilenmemiz olasıdır. Nesnel dünyanın varlığını ancak Tanrı aracılığıyla bilebiliriz. Tanrı yoksa “varım” diyemeyiz.

“Düşünüyorum öyleyse varım” metafizik ilkesini kullanmadan önce bir kez daha düşünmeliyiz. İdealist felsefeye, usun maddeye olan üstünlüğüne, Tanrı’ya inanıyorsanız bu deyişi ilgili bağlamlarda kullanırsınız. Ancak, eğer insanları düşünmeye davet ediyor, onları düşünmenin erdem olduğuna inandırmaya çalışıyorsanız ne bu sav sözü tırnak içinde kullanın ne de Descartes’a gönderi yapın! O zaman okuyucu veya dinleyici, zaten bağlamından koparılmış olan bu deyişin ne anlamda kullanıldığını böylece anlar.

Dipnotlar

1) Descartes, Rene, Discourse on Method, Meditations and Principles, 1984, Everyman’s Lib., London.

2) Kuhn, S. Thomas, The Copernican Revolution, 1966, Harvard Univ. Press.

 

Önceki İçerikYeni bilimsel kavrayışa geçişte Bacon’ın yeri ve önemi
Sonraki İçerikHans Reichenbach ve Bilimsel Felsefe (*)