Tüm canlıların ortak bir kökene sahip olduğu düşüncesini sav düzeyinde, tutarlı bir düşünce sistemiyle ifade eden pek çok düşünür olmuştur. Ancak evrim olayını bilimsel bir zemine oturtmaya çalışan ilk kişi Lamarck’tır. O, yaşam denen olgunun salt fizik kanunları tarafından belirlendiğini ve insanoğlunun, canlıların oluşumu muammasını, herhangi bir ilahi müdaheleye ihtiyaç duymaksızın akıl erdirerek çözebileceğini düşünüyordu.
Bir önceki yazımızda, Lamarck’ın hayat hikâyesini kaleme aldık.(1) Şimdi, bu ilginç doğa bilgininin ismiyle özdeşleşmiş evrim kuramına daha yakından bakalım. (2), (3)
Lamarck, türlerin evrildiklerini ileri süren ilk düşünür değildi elbette. Evrimsel değişim fikrinin izini, insanlık tarihinin çok gerilerinde sürmek mümkün: Tüm canlıların ortak bir kökene sahip olduğu düşüncesi, doğayı gözlemlemeye ve mantık yürütmeye meraklı pek çok insanın aklına “doğal” olarak gelip yerleşen bir düşünce olsa gerek. Ancak, 18. yüzyılın sonlarına dek, evrim olayını sadece bir fikir olmaktan çıkarıp onu sav düzeyine çeken ve bu savı, tutarlı bir düşünce sistemi kurup doğrulamaya çalışan insan sayısı çok azdır. Örneğin İhtilal dönemi öncesi, Fransız Aydınlanması sürecinde pek çok düşünür türlerin kökeni problematiğine değindi: Diderot, D’Alembert, Maupertuis, Buffon ve diğerleri. Ancak evrim olayını bilimsel bir zemine oturtmaya çalışan ilk kişi, Lamarck oldu. Lamarck, evrime ilişkin düşüncelerini (organik değişimden bahsederken hiçbir zaman evrim ya da transformizm sözcüklerini kullanmadı) birkaç eserde topladı; bunların en önemlileri şunlardır: Omurgasız Hayvanlar Sistemi (1801), Canlı Varlıkların Teşekkülü Üzerine Araştırmalar (1802), Zoolojik Felsefe (1809) ve Omurgasız Hayvanların Doğa Tarihi (1815-1822).
Henüz bir kuram kurmaya teşebbüs etmeden önce, türlerin sabit olmadığı, onların bir dönüşüm sürecine tabi olup, zamanla nasıl değiştikleri fikrine nasıl varmıştı Lamarck? Birkaç etken rol oynamıştı bu bağlamda.
Evrim fikrinin doğuşu
Evrimsel düşüncenin ilk tohumları, canlıların tasnifini yaptığı yıllarda, türler arası sınırların ne kadar ele gelmez, bir türü bir diğerinden ayırt eden özelliklerin zaman zaman ne kadar flu olduğu gerçeğini gözlemlemesiyle ekildi Lamarck’ın ruhuna. O kadar ki, çalışmalarında karşı karşıya kaldığı pek çok durumda, net bir sınıflandırma yapmanın imkânsıza yakın olduğunu gördü: Bir türden diğerine geçerken, gerçek bir süreklilik, derin akrabalık bağları söz konusu olmalıydı.
Daha sonra, jeoloji alanında yürüttüğü çalışmalar ışığında, yeryüzünün, akıl almayacak kadar uzun süreler boyunca, adım adım, çok küçük hamleler sonucu şekillendiğini anladı. Böylece, yerkürenin sadece birkaç binyıllık bir tarihe sahip olduğu; yeryüzünü de, geçmişte meydana gelmiş ama artık gerçekleşmeyen bir dizi doğal afetlerin şekillendirdiği iddiasını savunanlara -yani o zamanlar rağbet gören “afetçilik” kuramına- karşı çıkmış oldu. “Doğanın, tüm eserlerinde, hiçbir şeyi aniden yapmadığını, aksine her yerde yavaşça ve kademe kademe hareket ettiğini düşünmeliyiz” diye yazacaktı. Yıllar sonra Darwin de aynı gözlemden yola çıkarak akıl yürütecekti…
Madem ki doğada her canlı organizmayı kendi doğal ortamına mükemmelce uyarlanmış buluruz, o vakit her organizma da zamanla ağır ağır değişmiş olmalıydı. Jeoloji ve biyoloji dünyaları birbirine et ve tırnak gibi bağlıydı.
Öte yandan Lamarck, hayvan soylarının tükenmediği kanısındaydı (hatalı olarak) ve bu da, kendi gözünde, evrimsel dönüşümün gerçek olduğu savını destekleyen bir diğer unsurdu: Fosilleşmiş hayvanları günümüzde canlı olarak göremememizin nedeni, onların zamanla dönüşmüş olmalarından kaynaklanıyordu. Hatta bu hayvanlar dünyanın meçhul bölgelerinde hâlâ yaşıyor olabilirdi!
İşte Lamarck’ı, evrimi bir olgu olarak kabul etmeye iten başlıca nedenler bunlardı. Ancak doğadaki organik değişimin mekanizması ne olabilirdi? Bu soruya yanıt arayan Lamarck, yaşam denen olgunun salt fizik kanunları tarafından belirlendiğini ve insanoğlunun, canlıların oluşumu muammasını, herhangi bir ilahi müdaheleye ihtiyaç duymaksızın akıl erdirerek çözebileceğini düşünüyordu. Böylece, türlerin ortaya çıkışını açıklamaya yönelik mantıklı ve özgün, aynı zamanda kapsamlı bir “sistem” geliştirmeye başladı.
Lamarck’ın kuramı
Lamarck’ın mantığını anlayabilmemiz için, ilkönce onun canlılar dünyasına nasıl baktığını anlamamız gerekir. Bitkiler ve hayvanları, özellikle de omurgasızları inceleyen Lamarck, doğada basitten karmaşığa doğru bir derecelenmenin var olduğuna kanaat getirdi. Bir diğer ifadeyle, en basit yaratık gruplarından (haşlamlılar, “infusoria”) en karmaşıklarına (karmaşık omurgalılar ve memeliler) doğru uzanan bir hiyerarşi, bir sıradüzeni vardı. Kimi yorumcular, bir “yürüyen merdiven” benzetmesini kullanır Lamarck’ın bu görüşüne açıklık getirmeye çalışırken. Lamarck’ın sisteminde, her hayat şekli, mikroskobik dünyada, yani merdivenin en alt basamağında, bir “kendiliğinden üreyiş” (génération spontanée) sonucu ortaya çıkar. Doğada mevcut olan bir “hayatiyet gücü” (le pouvoir de la vie), canlı organizmaları, daha fazla karmaşıklık ve organizasyon elde etmelerini sağlayacak şekilde, bu merdivenin en alt basamağından üst basamaklarına doğru iter. Örneğin günümüzde gördüğümüz kuşlar, kadim zamanlarda yaşamış sürüngenlerin torunlarıdır; aynı mantık ile, günümüzde yaşayan sürüngenlerin torunlarının torunları çok ileri bir zamanda kuşa dönüşecektir. Üst basamaklardaki canlılar öldüğünde, toprağa karışırlar ve çözünen bedenlerinden salınan kimyasal maddelerden, kendiliğinden üreyiş sonucu, yeni canlılar doğar ve böylece yaşam döngüsü tamamlanmış olur.
Yürüyen merdiven diye adlandırdığımız model ile Lamarck, doğada gözlemlediği ve karmaşıklığa dayalı bir sıradüzene açıklık getirmeyi amaçlıyordu. Bu model, Antik Yunan Çağı’ndan beri kullanılagelmiş Doğa Merdiveni (Scala Naturae) ya da Büyük Varlık Zincirini andırıyordu aslında.
En basit formlardan başlayarak gitgide daha fazla karmaşıklık kazanış, Lamarck’a göre dönüşümün birincil nedeni ya da ilkesidir. Ancak bu dönüşüm süreci dosdoğru ilerlemez, çünkü doğal ortamın etkisiyle, yoldan sapmalar gerçekleşir. Lamarck’ın “olayların etkisi” (l‘influence des circonstances) dediği bu ikinci ilke, sonuç olarak tüm canlıların doğal ortamlarına uyarlanmalarının temelinde yatan unsurdur. Şekil-işlev etkileşimi üzerine kurulu bir dönüşüm sürecidir bu. Şöyle ki:
Süreç, doğal ortamın (çok yavaş) değişmesiyle başlar. Değişen ortam karşısında canlılar, huylarını değiştirmek zorunda kalır. Örneğin ağaçların alt yaprakları yok olmuş ise, zürafa artık ağaçların üst yapraklarına doğru uzanır; ya da göl suyunun sıcaklığı artmış ise balıklar daha derin sulara yönelir. Değişen huylar, bazı organların daha fazla, bazılarınınsa daha az kullanılışına, ya da hiç kullanılmayışına yol açar ki, bunun sonucu olarak canlılarda yapısal ve fizyolojik değişimler baş gösterir: Ağacın üst kısımlarına doğru uzanan zürafanın boynu uzar ya da daha derin ve serin, dolayısıyla daha karanlık sulara göç eden balığın gözleri daha fazla ışık almak için irileşir. Böylece tetiklenen fizyolojik değişiklikler “yumuşak kalıtım” denilen soyaçekim mekanizması sonucu, ebeveynden yavrulara geçer. Bu senaryo nesilden nesile yinelenince, değişimler zamanla kalıcılık kazanır, adaptasyonlar doğar. İşte bu yüzden günümüzde zürafaların boynu uzun ya da derin sularda yaşayan bazı balıkların gözleri iridir.
Özetleyecek olursak, Lamarck, evrimleşme olayını açıklarken hiyerarşik bir sistem kurmuştu: Bu hiyerarşi, yukarıda belirttiğimiz üzere, dönüşümün birincil ve ikincil ilkelerini içeriyordu. İkincil ilke de, iki ayrı yasadan oluşuyordu: “Kullanılış ve kullanılmayış” ile “kazanılan özelliklerin bir sonraki soya aktarımı” (yumuşak kalıtım). “Doğada rastladığımız her hayvan halinin, bir yandan, düzenli bir derecelenme yaratmaya eğilimli ve giderek artan bir organizasyon karmaşıklığının sonucu; öte yandan da, giderek artan organizasyon karmaşıklığındaki muntazamlığı hep imha etmeye eğilimli, çok sayıda ve çok farklı koşulların etkisinin bir sonucu olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. ”
Sorunlu bir kuram
Lamarck’a yapılan eleştirilerin belki de en ciddisi, önermelerini herhangi bir deneyle desteklemiyor olmasıydı. Oysa 19. yüzyılın başlarında, bilim dünyası hızla değişmekte, bilim de gitgide daha deney temelli, somut gözlemleri esas alan bir disipline dönüşmekteydi. Lamarck ise bu dönüşüme ayak uyduramamıştı. Örneğin yapılan eleştirilere göre Lamarck’ın türlerin yavaşça değiştiklerine dair savını fosil kayıtlarıyla desteklemek mümkün değildi; aksine gözlemler, her yeni jeolojik zaman diliminin başlamasıyla aniden yeni türlerin ortaya çıktığını göstermiyor muydu? Veya, Lavoisier’nin modern kimyanın temellerini atmasından yıllar sonra, Lamarck’ın hâlâ bir simya yanlısı olmayı sürdürmesi anlaşılır şey değildi.
Lamarck, kendine biçtiği rol ile bilim camiasının eleştirilerine maruz kalıyordu: Kendini, kurduğu sistemler sayesinde doğanın işleyişine ışık tutmayı başarmış bir bilgin olarak gördüğü yerde, zamane biliminsanları, ayağı yere basmayan bir spekülasyon meraklısını görebiliyordu ancak. Örneğin kullanılış ve kullanılmayış yasasında hayvanlar dünyasındaki çeşitliliğe nasıl ışık tutabildiğiyle gurur duyuyordu Lamarck. Oysa pek çok doğa bilgininin gözünde bu “yasa” bir spekülasyondan öteye gitmiyordu.
Lamarck’ın kuramının bazı yönlerini sadece bizler değil, o zamanın biliminsanlarının da anlamakta zorlandığını biliyoruz. Daha yakından bakalım.
Yumuşak kalıtım
Bir canlı varlığın yaşamı boyunca elde ettiği özellikleri kalıtım yoluyla bir sonraki soya aktarması ilkesi olan yumuşak kalıtım, Lamarck’ın icadı değildi: Yumuşak kalıtım fikrinin izini en azından Antik Yunan Çağına kadar sürmek mümkün. Lamarck, yeni bir kalıtım kuramı önermiyordu. Onun zamanında yumuşak kalıtım o kadar aşikâr bir fikirdi ki, herhangi bir delil ortaya koyma gereksinimi bile duyulmuyordu. Hatta yıllar sonra Darwin de yumuşak kalıtım ilkesini benimseyecekti. Dolayısıyla, Lamarck’ın kuramını yumuşak kalıtıma indirgemek hem teknik olarak doğru olmaz, hem de evrim kuramının sadece bir parçası olduğu için Lamarck’a haksızlık etmek olur.
Bütün bunlara ilave olarak, yumuşak kalıtımın modern biyolojide bir yeri olmadığını ekleyelim. 1880’li yıllarda August Weismann’ın ve 20. yüzyılda başka biliminsanlarının da gösterdiği gibi, bir canlının yaşam boyunca kazandığı özellikleri bir sonraki soya aktarabilmesi mümkün değil. Bir diğer ifadeyle, moleküler biyolojinin “merkezî dogma”sı olarak bilinen sonuca göre, bilginin proteinden nükleik asite geri geçmesi olanaksızdır.
Hayatiyet gücü ve esas neden
Yukarıda bahsedildiği gibi, Lamarck’a göre, doğada var olan bir “hayatiyet gücü”, nesilden nesile, tüm canlı varlıkların daha fazla karmaşıklık kazanmasına neden olur. Böylece dünyaya gelen her canlı, ebeveynine göre bir nebze daha karmaşıklaşır. Bu karmaşıklık artışı tek bir nesilde gözle görülmeyecek kadar azdır, ancak süreç on binlerce, yüz binlerce yıl boyunca tekrarlanınca, karmaşıklık gitgide belirginlik kazanır. Peki bu olayın temelinde yatan mekanizma nedir? Şu açıklamayı getirir Lamarck: Embriyo anne karnında gelişmeye başlarken ilk önce kalp oluşur. Organlar da kalbin pompaladığı kanın pıhtılaşması sonucu ortaya çıkar. Hayatiyet gücü, her nesilden bir sonrakine, kanın hep biraz daha güçlü pompalanmasını sağlar ve bu da biraz daha karmaşık organların yaratılmasına neden olur.
Hayatiyet ilkesi, Lamarck için mistik bir dirimselcilik (vitalizm) inancından kaynaklanmıyordu. Canlı olmak, onun için, maddenin bir özelliği değildi, maddenin belli bir organizasyonundan ibaretti. Ayrıca, hep daha fazla karmaşıklığın yaratılmasına neden olan hayatiyet gücü -Lamarck’ın bir başka değimiyle “esas neden”- doğanın bir amaç güttüğü anlamını da taşımıyordu kendisi için. Aksine o, “doğaya, işleyişinde herhangi bir niyet ya da amaç atfetmenin gerçek bir hata” olacağını net bir şekilde ileri sürmüştü.
Kullanılış ve kullanılmayış
Lamarck’a göre canlıların çevrelerine uyarlanışı, kullanılış ve kullanılmayış (usage et non-usage) ilkesinden, yani nesiller boyunca hep aynı hareketleri tekrarlamalarından kaynaklanıyordu. Lamarck’tan evvel, bir organın işlevini belirleyen unsurun, o organın yapısı olduğu kabul ediliyordu. Lamarck, bu düşünceyi tersine çevirerek, aslında işlevin yapıyı belirlediğini ileri sürmüştü. Bu düşünce, yumuşak kalıtım fikriyle harmanlanınca, canlıların çevrelerine uyarlanmalarını ve zamanla dönüşmelerini açıklayabiliyordu.
Kullanılış ve kullanılmayış ilkesi, Lamarck’ın en çok gurur duyduğu buluşlarından biriydi, çünkü bu ilke ile, hayvanlar dünyasındaki biyoçeşitliliğe geniş anlamda ışık tutabildiğine inanıyordu. Ancak bu ilke Lamarck’ın zamanında bile pek çok eleştiriye maruz kalmış, doğa bilginleri arasında sıkça alay konusu olmuştu. Çünkü eğer bu düşünce doğru ise, hayvanlar, istekleri doğrultusunda evrimleşebilir olmuyor muydu? Darwin de “Lamarck’ın, hayvanların istemleri sonucu zaman içinde uyarlandıkları … saçmalığı”ndan bahsederek, acımasızca eleştirecekti Fransız doğa bilginini. Aslında Lamarck, uyarlanmaların bir istem sonucu değil, elde edilen huylar sonucu ortaya çıktığını iddia ediyordu, ama ne yazık ki sıkça yaptığı gibi, kendini yanlış ifade ediyordu.
Ama tabii ki Lamarck’ın iddiasının bilimsel bir karşılığı yoktu. Ayrıca kullanılış ve kullanılmayış ilkesini bitkilere nasıl uyguluyordu? Veya, örneğin bir canlının renginin çevresine uygun oluşu, hangi huydan kaynaklanabilirdi? İlke pek çok durumda geçersiz ve yetersiz göründüğü gibi, Lamarck tarafından herhangi bir delille de desteklenmemişti.
Kendiliğinden üreyiş, ince sıvılar
Kendiliğinden üreyiş, yani canlının, canlıdan değil de cansız maddeden ortaya çıktığını ileri süren ve çok eskilere, örneğin Antik Yunan Çağı ve Aristoteles’e dayanan bu ilke, iki bin küsur yıl kabul görmüş ve ancak 19. yüzyılda Pasteur’ün deneyleriyle yanlış olduğu kesin bir şekilde kanıtlanmıştı. Yaşam döngüsünü tanımlama peşinde olan Lamarck için, uygun bir başlangıç noktasıydı kendiliğinden üreyiş. Doğada her an, aralıksız yer alan bir süreçti bu, fakat üreyen canlılar ilk başta mikroskobik yaratıklar oldukları için bizlerin onları çıplak gözle görmemiz olası değildi. Bu yaratıklar, buharlaşmış maddenin, moleküllerin içine sızması ve ısı, ışık ve Lamarck’ın “ince sıvılar” (fluides subtils) diye adlandırdığı bir unsurun etkimesiyle ortaya çıkıyordu.
Sonuç olarak, yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi, Lamarck’ın evrim kuramı pek çok hata içermekteydi. Peki nasıl oluyor da Lamarck, aradan 200 yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ güncel kalmayı başarmış olmanın ötesinde, günümüzde bazıları tarafından evrim kuramının kurucusu sayılıyor? Bu sorunun birkaç yanıtı olsa gerek, ama bizce Lamarck’ın, türlerin sabit olarak yaratılmadıkları, bir evrimleşme süreci sonucu dönüşüp ortaya çıktıkları fikrini ısrarla ileri sürmesi; ayrıca bu savı desteklemek için, pek çok hatalar içerse de, herhangi bir ilahi güce başvurma ihtiyacı duymaksızın, ortaya tutarlı bir kuram koyabilmesi, onun evrim tarihinin ön saflarında yer almasının başlıca nedenleridir.
Kaynaklar
1) Ölçer, “Lamarck ve Evrim Kuramı,” Bilim ve Gelecek, Sayı: 130, Aralık 2014, ss.72-75.
2) J. Gould, The Structure of Evolutionary Theory, Harvard University Press, 2002.
3) Sapp, Genesis: The Evolution of Biology, Oxford University Press, 2003.