Ana Sayfa Dergi Sayıları 133. Sayı Epikuros’un maddeci atomculuğu

Epikuros’un maddeci atomculuğu

2762
0

Rönesans’ın insancıları Eskiçağ’ın kaynaklarından yararlanırken Epikuros’dan da çok şeyler aldılar. Yeniçağ başlarının bu insana tutkun insancıları yaşam güzeldir ve insan değerlidir derken, yüzyıllarca yok yere aşağılanmış bir dünyayı yeniden bütün güzellikleriyle görmeye ve gözler önüne sermeye çalışırken Epikuros’un izini sürüyorlardı. 18. yüzyıl aydınlanmasının temelinde Pyrrhon’un kuşkuculuğu ve Stoa’nın usçuluğu kadar Epikuros’un hazcılığı yatar.

EPİKUROS’U HAZIRLAYAN ANLAYIŞLAR / PYRRHON VE ÖBÜR KUŞKUCULAR

Epikuros’un öncüsü Elis’li Pyrrhon

Yeniçağ’ın düşünce dünyasını derinden etkileyen felsefeler, doğal belirleyiciler diyebileceğimiz Platon’culuğu ve Aristoteles’çiliği saymazsak, tarih sahnesine çıkış sırasıyla Pyrrhon’culuk Epikuros’çuluk ve Stoa’cılıktır. Pyrrhon’culuk da içinde tüm eski kuşkuculuklar, umutsuz kuşkuculuk diye adlandırabileceğimiz tüm öğretiler Yeniçağ’a kuşkuculuğu esinlerken gerçekte kendilerine taban tabana karşıt bir eğilimin doğmasına yol açtılar. Ortaçağ’ın son bulmasıyla başlayan zamanlar hızla gelişmekte olan bilgi açlığıyla ve buna bağlı olarak kökleşmeye başlayan bilimsel bakış açılarıyla belirgindir, o durumda yeni düşüncenin kurucuları evrensel bilgiyi yadsıyan vakti geçmiş kuşkuculuğu benimseyemezlerdi. Düşünce tarihi zincirleme etkilemelerin ve etkilenmelerin, birbirini izleyen etkileşimlerin tarihidir. Düşünceler birbirlerini çeler gibi yaparken birbirlerini tamamlarlar. Bir düşüncenin kendisine karşıt gibi duran bir başka düşünceden ya da başka düşüncelerden doğduğunu görürüz.

Epikuros’un Pyrhhon’dan etkilenmiş olduğu kesindir. Epikuros’çuluğu ele almadan önce kuşkucu Pyrrhon’a ve öbür kuşkuculara kısaca bir göz atmak gerekir. Kuşkuculuk yunancada “incelemek” anlamında bir sözcükten gelir. Eskiçağ’ın en önemli kuşkucusu Pyrrhon’dur, kuşkuculuk denince ilkin Pyrrhon akla gelir. Pyrrhon’culuk kuşkuculukla eşanlamlı gibidir. Pyrrhon iki büyük felsefe öğretisini kuran filozoflarla yani Stoa’cılarla ve Epikuros’çularla zamandaştır ve Epikuros’un öncüsü sayılır. Pyrrhon bütün eski kuşkucular gibi tüm yargıların eşdeğer olduğunu yani doğrulara ulaşamayacağımızı, evrensel bilginin olası olmadığını bildiriyordu. Pyrrhon MÖ 356’ya doğru Elis’de doğdu. Daha önce de gördüğümüz gibi Elis ya da Eleia ya da İlia Yunanistan’da Peloponnesos’un kuzeybatısındaki ormanlık bölgede Akaların kurmuş olduğu bir yerleşim alanıdır. Pyrhhon atomcu Abdera’lı Demokritos’un öğretisiyle erkenden tanıştı, onun çömezi olan Anaksarkhos’un derslerini izledi. Abdera’lı Anaksarkhos Büyük İskender diye bildiğimiz Aleksandros’un yakın dostuydu, yaşamı boyunca Demokritos’un görüşlerini yaymaya çalıştı. O daha çok Demokritos’un ahlak anlayışını önemsiyordu. Pyrrhon Anaksarkhos’la birlikte Aleksandros’un Asya seferine katıldı. Bu seferde “gymnosophiste” denilen hint çilecilerini tanıdı, onların dillerini bilmese de görüşleriyle ve çalışmalarıyla ilgilendi, davranışlarını gözlemledi. Bu çileciler dünyaya tam anlamında ilgisiz kalıyorlar, acıya ve ölüme aldırmadan kendi dünyalarında dingin yaşıyorlardı.

Epikuros’un öncüsü sayılan Elis’li Pyrrhon.

Pyrrhon Elis’e dönünce felsefe çalışmalarına ağırlık verdi ve bir okul açtı. Orada ebe olan kızkardeşinin yanında tam anlamında sıradan bir yoksul bilge yaşamı sürdürdü. Ev işlerini o görüyor, hizmetçi gibi her işe yetişiyordu. Elis’liler onu Büyük Rahip diye adlandırdılar ve o 275’e doğru ölünce adına bir anıt diktirdiler. Pyrrhon yunan kuşkucularının en önemlisi ve en ilgi çekicisidir. Onunla ilgili bilgileri Diogenes Laertios’dan alıyoruz. Pyrrhon kendini sakınmazmış, kendini korumayı düşünmezmiş, ne araba altında kalmaktan ne kuyuya düşmekten ne köpeğe ısırılmaktan korkarmış. Ona göre bizler şeylerin gerçek doğasını bilemezdik, hiçbir doğruyu bilemezdik, yalnızca şeylerin görünüşlerini algılayabilirdik, şeylerin özleri bize kapalıydı. Bu yüzden “Ne güzel ne çirkin ne doğru ne yanlış vardır” (Diogenes Laertios). O durumda yargıyı askıya almamız gerekiyordu (epokhe). Sessiz kalmak (aphasia) önemliydi. Böylece tutkulardan arınmak ve bilgeliğe ulaşmak, böylece mutluluğa ermek (ataraksia) olasıydı. Onun görüşlerini daha sonra çömezi Timon (MÖ 325-235) savundu. Hiçbir şey yazmamış olan Pyrrhon’u bize tanıtan odur. “Pyrrhon’un kuşkuculuğu insanı mutluluğa yönlendiren ahlaki bir kuşkuculuktur” der Félicien Challaye. Buna göre kuşkuculuk mutlu yaşamın temelidir ya da mutluluğun yolu kuşkuculuktan geçer.

Arkesilaos her türlü dogmacı düşünceye karşıydı ve diyalektiği savunuyordu.

Arkesilaos, Karneades, Enesidemes

Bir başka kuşkuculuk Platon’un izinde Akademia geleneğini sürdürenlerin kuşkuculuğudur. Orta Akademia’da Aiolis’li (Pitane, bugün Çandarlı yakınları) Arkesilaos ve Yeni Akademia’da Kyrene’li Karneades (MÖ 219-192) kuşkuculuğun savunucuları oldular. Onların kuşkuculuğu bir tür olumsalcılıktır: biz ancak olumsal olanı görüp sezebiliriz. Hiçbir şey yazmamış olan Arkesilaos her türlü dogmacı düşünceye karşıydı ve diyalektiği savunuyordu. Onun anladığı diyalektik herhangi bir fikri olumlu açıdan da olumsuz açıdan da aynı ağırlıkta savunma sanatıydı. Ona göre ‘doğru’yla sanı arasında bir ayrım yoktu. Bize doğruyu gösterecek hiçbir veri olamazdı. O durumda Pyrrhon’da olduğu gibi yargıları askıya almak gerekirdi. Doğrular olmadığına göre insan doğru saydıklarına göre davranmalıydı. Roma’ya elçi diye gönderilmiş olan Karneades’e gelince o gerçek anlamda bir söz ustasıydı, Roma’nın aydınlarını özellikle genç Romalıları konuşmasıyla ve bilgeliğiyle kendine hayran bıraktı. Onunla tanışan Romalılar yunan kültürüne ilgi duydular, böylece yunan kültürü Roma’da büyük bir hızla yayılmaya başladı. Karneades her şeyi uygulamaya göre düzenlemekten yanaydı, çünkü kuramsal bilgi olası değildi. Ne sunumlar ne usumuz bize doğru bilgiyi verebilirdi. Doğruya yakın olanı benimsemek zorundaydık. Bir başka deyişle olumsalla yetinmek zorundaydık.

Karneades her şeyi uygulamaya göre düzenlemekten yanaydı, çünkü kuramsal bilgi olası değildi.

Eskiçağ’ın kuşkucularından biri de MS 1. yüzyılda yaşadığı sanılan Knossos’lu (Girit) Enesidemes’dir. Enesidemes İskenderiye’de dersler verdi. Bu kim olduğu pek bilinmeyen filozofun birçok yapıtı olduğu sanılır. Pyrrhon’da daha çok ahlaki bir anlam kazanmış olan kuşkuculuk Enesidemes’de düşünsel bir ağırlık kazanmıştır. Filozofun bu bakış açısını diyalektik kuşkuculuk diye adlandırabiliriz. O da öbür kuşkucular gibidir, bilgide yalnız kişisel özelliklerin ve toplumsal ortamın belirleyici olduğuna inanır. Bu yüzden verdiğimiz yargıların hiçbiri sağlam değildir. Kimse bu yanılsamalı görüşler düzeyini aşabilecek güçte olamaz. Yer ve zaman bizim bakış açılarımızı etkiliyor, verdiğimiz yargıları etkiliyor, buna göre insanlar durmadan birbirine uymaz görüşler üretiyorlar. Enesidemes kuşkuyu belli bir takım nedenlere bağlamıştır, bu nedenler arasında duyu yanılmaları, göreneklerin başkalığı, kişisel yargıların uyuşmazlığı gibi belirleyiciler vardır. Ancak bu belirsizlik durumu yaşamda bize hiçbir biçimde güçlük çıkarmaz, bu yüzden korkuya kapılmak ve umutsuzluğa düşmek doğru değildir.

MS 3. yüzyılda Mitylene’li (Midilli) Sextus Empiricus ancak olguları izleyebileceğimizi, ancak onların bilgisine ulaşabileceğimizi bildirdi.

Kuşkuculuk daha sonraki zamanlarda değişikliğe uğrayarak deneyci düşüncenin temel ilkesi durumuna gelecektir. Buna göre tüm bilgiler bize deneyden gelir görüşü sarsılmaz çıkış noktası olarak benimsenecektir. Bu da olumculuğa kadar uzanan çizgiyi başlatacaktır. Bu çerçevede MS 3. yüzyılda Mitylene’li (Midilli) Sextus Empiricus ancak olguları izleyebileceğimizi, ancak onların bilgisine ulaşabileceğimizi bildirdi. O bir hekimdi ve dolayısıyla deneyciliğe yatkındı: bilgide düşüncenin payı yok denecek kadar azdır diye düşünüyordu. Sextus Empiricus dogmacı düşünceye karşıydı, çünkü dogmacılık gerçekliği yalnızca bir yüzünden görebilirdi. Başta Pyrrhon kuşkuculuğu olmak üzere Eskiçağ’ın tüm kuşkuculukları Yeniçağ’ı başlatan düşünce adamlarına ufuk açtılar. Eski düşünceyle yeni düşünce arasında bir köprü olan ve bir edebiyat adamı olmakla birlikte yeni felsefenin kurulmasında katkısı büyük olan Montaigne, Epikuros’dan ve Stoa’dan etkilendiği kadar Pyrrhon’culuktan da etkilendi. Kuşkuculuk onunla Yeniçağ’ın daha başlarında anlam değiştirecek, bilgiye güvenmeyen anlayışın yerine bilgiyi arayışta kuşkuyu bir yöntem olarak benimseyen anlayış alacaktır. Bu da Bacon’a ve Descartes’a uzanan yolun açılmış olması anlamına gelir.

EPİKUROS VE EPİKUROS’ÇULUK

Atomcu ve hazcı gelenek

Abdera ve Kyrene okullarının yeni bir yorumu sayabileceğimiz Epikuros felsefesi bir yönüyle de Pyrrhon’culuğa yakındır. Epikuros’çuluk tüm Akdeniz havzası insanlarını derinden etkiledi hatta bir tarikat gibi benimsendi ve yayıldı. MÖ 2. yüzyılda Philonides, Antiokhia’da (Antalya) Epikuros’un izinde bir okul kurdu. O sırada İskenderiye’de de benzer bir okul açılmıştı. Epikuros’un görüşleriyle özellikle Romalılar yakından ilgilendiler. Roma kültür dünyasının bir yüzünde Stoa’cılık varsa bir yüzünde de Epikuros’çuluk vardır. Latin şairi Lucretius Carus (MÖ 98- MS 55) De rerum natura’sında (Şeylerin doğası üzerine) Epikuros’u göklere çıkardı, onu bir tanrı olarak belirledi. Lucretius’un bu kitabı elde kalan metinlerin azlığı da göz önüne alındığında Epikuros öğretisinin temel kitabı sayılır. Lucretius önder bildiği hatta tanrılaştırdığı Epikuros için şöyle der: “Arı bir yürek olmadan mutlu yaşayamaz insan, yaşamın acılarında ruhları destekleyen ve avutan kişinin özdeyişleri bu yüzden yeryüzünün tüm halkları arasında yayılmıştır.” Bu öğreti İtalya yarımadasında da büyük ölçüde etkili oldu, özellikle Napoli çevresi Epikuros’çuluğun merkezi durumuna geldi. Öğrencilerinin ve izleyicilerinin alabildiğine yücelttiği Epikuros için Hermarkhos şöyle diyor: “Epikuros’un yaşamı başka insanların yaşamıyla karşılaştırıldığında ılımlılığıyla ve alçakgönüllülüğüyle bize bir mitos gibi görünüyor.” Bu da bize bu ilginç filozofun düşünceye gönül vermiş insanları çok geniş bir zaman dilimi içinde derinden etkilediğini, onları görüşleriyle olduğu kadar sağlam kişiliğiyle de etkilediğini duyuruyor.

Eskiçağ maddeciliği dediğimizde bundan özellikle Epikuros atomculuğunu anlamak doğru olur.

Yoksul Epikuros

Epikuros MÖ 341’de büyük bir olasılıkla Atina’da doğdu. Babası Neokles öğretmendi, annesi falcıydı. Epikuros’un gençliği Samos’da (Sisam) geçti. Ailesi tüm Atina’lı kolonlarla birlikte Samos’dan kovulunca Kolophon’a (İzmir yakınları) yerleşti. Aile orada bir çiftlikte yoksulluk içinde yaşıyordu. Epikuros on dört yaşına girince Teos’lu Nausiphanes’in öğrencisi oldu. Nausiphanes Abdera’lı Demokritos’çu Hekataios’un öğrencisiydi, daha çok matematik ve fizik öğretiyordu. Epikuros’un Pyrrhon’a yakınlığında Nausiphanes’in etkisi olduğu düşünülür. Epikuros Samos’da yaşasa da Atina yurttaşıydı, on sekizine gelince Atina’ya askerlik yapmaya gitti, orada Ksenokrates’den dersler aldı. Bir yıl sonra oradan ayrıldı ve Kolophon’a çekildi. Az sonra Kolophon’dan ayrıldı. 310’da Mytilene’de daha sonra Lampsakos’da (Lapseki) dersler verdi. Dostları ve öğrencileri olacak olan felsefe meraklısı kişilere, İdomeneus’a Leonteus’a, Metrodosros’a, Hermarkhos’a, Timokrotes’e, Kolotes’e, Pythokles’e orada rasladı. Öğrencileri arasında gençkızlar ve köleler de vardı.

Epikuros 306’da Atina’da satın aldığı bir bahçede bir okul açtı ve ölümüne kadar burada dersler verdi. Uzun süren bir böbrek hastalığının sonunda 270’de yaşamını yitirdi. Son iki haftada çok büyük acılar çekmiştir. Ölümünden kısa bir süre önce İdomeneus’a şu satırları yollamıştı: “Yaşamımın bu mutlu gününde, kendimi ölüme yakın duyduğum bu günde sana yazıyorum. Hastalık akışını damarlarda ve midede sürdürüyor ve şiddetinden hiçbir şey yitirmiyor. Ama bütün bunlara karşın seninle konuşmalarımızı anımsayınca gönlüm sevinçle doluyor. Metrodoros’un çocuklarına iyi bak, kişiliğime ve felsefeye eski bağlılığına güvenerek bunu yapacağını umuyorum.” Epikuros’un Atina’da açtığı okul Kepos yani Bahçe diye adlandırıldı. Bahçe bir okul olmaktan çok bir dostlar topluluğunun buluşma yeriydi. Bahçe’yi Epikuros’un vasiyeti üzerine bir süre Hermarkhos yönetti, daha sonra okulun başına Polystrates geçti ve onu daha başkaları izledi. Epikuros’un pekçok yapıt verdiği bilinir ama bunların çoğu yitip gitmiştir. Diogenes Laertios onun kırk dört yapıtı olduğunu söyler. Ondan bize Doğa üzerine adlı yapıtının bazı parçalarıyla bazı mektupları kaldı: Menekles’e mektup, Pythokles’e mektup, Herodotos’a mektup. Menekles’e yazılmış olan mektup ahlak sorunlarını ele alıyor olmakla, Heredotos’a yazılmış olan mektup bilimsel düşüncenin ve özellikle de fiziğin ilkelerini açıklıyor olmakla önemlidir. Pythokles’e yazılmış olan mektup tanrısal olguları ele alır, ancak bu mektup Epikuros’un kaleminden çıkmış olmayabilir.

Atina’nın zor zamanları

O zamanlar Atina’nın en sıkıntılı en acılı en kötü dönemiydi. Peloponnesos savaşlarından sonra tüm yunan kentleri gibi Atina da çeşitli toplumların elinde tutsak oldu. Paul Nizan özellikle Epikuros’dan ve Epikuros’çulardan sözettiği Eskiçağ maddecileri adlı kitabının başlarında şunları söylüyor:

“Zaman olur tüm insani kazanımlar, bir uygarlığı tanımlayan değerler sönüp giderler. İktisadi zenginliklerin toplumun bir kesiminde birikmesi genel yoksullaşmayı engellemez. Hiçbir dönem Epikuros’un dönemi kadar acılı olmamıştır: büyük yunan siteleri Atina ve Sparta savaşlarda yitip gittiler. Makedonyalı Philippos ve Aleksandros yunan dünyasını ve Asya’yı Orta Asya çöllerine Hindistan’a kadar ele geçirdiler. Aleksandros’un ardılları birbirlerine düştüler. Perikles’in kenti olan, Asya’nın büyük dalgaları karşısında Yunanistan’ı kurtarmış olan Atina olağanüstü bir çevrintinin içine sürüklendi. Mutsuzluk Yunanlılar arasında yerleşti, düzensizlik ve sıkıntı günden güne çoğaldı. 307’den 261’e kadar savaşlarla ve ayaklanmalarla dolu kırk altı yıl birbirini izledi: yönetim yedi kere el değiştirdi, partiler iktidardan uzaklaştırıldılar ve her seferinde Atina’nın dış siyaseti altüst oldu. Dört defa yabancı bir hükümdar hükümet kurdu ve kurumları değiştirdi. Üç başkaldırma devinimi kanda boğuldu. Atina dört defa kuşatıldı. Kan yangınlar öldürmeler yağmalar: işte Epikuros’un dünyası. Atina iktisadi yoksunluğun ve siyasal yoksunluğun ağına düşmüştü.”

Raphael ünlü “Atina Okulu” tablosunda Epikuros’u böyle resmetti.

Paul Nizan daha ileride yazısını şöyle sürdürüyor:

“Sürgünün ihbarların ölümün yoksunluğun tehdit ettiği yaşamda korkunç bir belirsizlik egemendi. Kışkırtmalar cinayetler bu umutsuz dünyanın korkunç siyasal yöntemleriydiler. Ölüm rasgele vuruyordu: insanı ne zenginlik ne güç koruyabiliyordu. Her gün her şey yıkılabilirdi. Bu yüzden bir Yazgı kültü buldular, dualarını Yazgı tanrıçası Tykhe’ye sundular. Dünyayla ilgili bir serüven fikri oluştu. Epikuros’çu özlemlerden biri güvenliğin kazanılması olacaktır. Büyük bir ortak uygarlığın değerleri yerine savaş değerleri, yurttaşlık değerlerinin yerine para değerleri geçti. V. yüzyıl demokrasisin temeli olmuş olan orta sınıflar yani zanaatçılar, küçük toprak sahipleri, tüccarlar ortadan silinirken bir kredi sermayeciliği gelişti ve yeni zenginler zenginliklerine zenginlikler kattılar. Büyüklüğü döneminde Yunanistan’ın yaşamış olduğu siyasal değerler yitip gitti: Makedonya’nın gölgesi gittikçe yayıldı. Artık direnmediler, yenilgiyi ve yenilginin insan onurunu kırıcı sonuçlarını kabul ettiler. Atina kendini köleliğe bıraktı, efendilerine Antigonas’a Demetrios’a saygılı davrandı, tiranlara ilahiler söyledi.”

Atomculuk

Epikuros belli bir ölçüde Platon’un izinden giden bir filozoftur, felsefesinde Platon’culuktan çok şey bulunabilir. Öte yandan azla yetinmeyi bilen, dünyadan kendisi için çok şey beklemeyen, daha çok kuru ekmekle ve suyla yaşayan Epikuros öncelikle toplumunun acılarına çare arayan ya da acılı bir toplumun dertlerini biraz olsun dindirmeyi düşünen bir bilgedir. Bu yönüyle o ahlak anlayışında Aristippos’dan ve Demokritos’dan etkilenirken doğa kavrayışında doğrudan doğruya Demokritos atomculuğunun izini sürdü, bu öğretiyi maddeciliğe yaklaştırdı. Demokritos’un maddesel olmayan ya da maddesel olmadığı düşünülen atomları Epikuros’da doğrudan maddeye indirgendiler. O yüzden eskiçağ maddeciliği dediğimizde bundan özellikle Epikuros atomculuğunu anlamak doğru olur. Buna göre Dünya boşlukta devinen atomlardan yapılmıştır. Demokritos’un maddesel olmayan atomları Parmenides’in “Bir Varlık”ıyla aynı özellikleri gösterir yani onun gibi öncesiz sonrasızdır ölümsüzdür doğmamıştır ve yokolmayacaktır. Ayrıca onlar bölünemez şeylerdir. Demokritos’un atomları Parmenides’in “Bir Varlık”ının birçok varlık’a götürülmüş biçimi gibidir, çoğaltılmışı gibidir. Oysa Epikuros’un atomları tam anlamında maddeseldir. Atomlar sonsuz sayıdadır: uzam sınırlı olsaydı atomlar ona sığamazlardı. Evren sonsuzdur, onun sınırları yoktur. Onun ayrıcalı bir bölümü de olmaz. Bir yerde olmak sonsuz evrende olmaktır. Evrenin dışında herhangi bir şey yoktur. Atom bölünemediği gibi uzam da bölünemez. Bütün atomlar aynı büyüklükte değildir. Atomlar devingendir, devinime olanak veren şey boşluğun kendisidir. Tüm atomlar aynı hızla devinirler. Çarpışma onların hızını kesmez ancak yönlerini değiştirir. Bir taşta ya da bir demirde de atomlar aynı hızla devinirler. Atomların dışında yalın cisim yoktur: tüm cisimler bileşiktir, onlar atom bileşikleridir. Atomların biçimleri vardır. Sonsuz sayıdaki atomun birçok biçimi olmalıdır. Ancak atomların biçimleri sonsuza kadar değişken olamaz, bunun bir sınırı olmalıdır. Epikuros’un atomu elbette modern fiziğin atomuyla benzeşmez.

Epikuros’un Louvre Müzesi’ndeki büstü.

Klinamen

Epikuros’çuların Demokritos atomculuğuna getirdiği iki yenilik vardır, bunlardan biri atomların ağırlıklarından ötürü devinmeleri öbürü de belli ölçüde sapma eğilimi göstermeleridir. Bu sapma sorunu epeyce önemlidir. Sapma fizik dünyanın bir olgusu olduğu gibi ruhsal dünyada özgür edimin de ilkesi gibidir. Ruhumuzun da atomlardan yapılmış olduğunu savunan Epikuros’çular Demokritos’un atomculuğuna klinamen kavramını ekledi. Klinamen kavramını ortaya atan Epikuros’dur (Heroodotos’a mektup), onu özgür seçişe bağlayan Lucretius’dur. Klinamen yunancadaki kleinen’den gelir. Klinamen bir raslantısallık ilkesidir saptırıcı ögedir, atomların karşılaşmalarını sağlar, böylece onların bileşimler kurmalarına olanak verir. Demek ki şeylerin oluşumunda da sapma etkindir: atomlar ağırlıklarına göre eşit hızlarda yol alırken bir çarpışma olur ve şeyler oluşur. Demek ki bu oluşumda sapmanın önemli bir payı vardır. Atomların boşlukta çarpışarak nesneleri oluşturmalarını da insan ruhunun özgür seçişini de klinamen belirler, buna göre bu ilke belirlenimciliğin yani evrensel zorunluluk kavrayışının karşıtı olan bir olumsallık ilkesidir ve özgür istemin koşulu olarak da düşünülebilir. Böylece Epikuros’çular maddeci anlayış çerçevesinde özgürlüğün düşünsel temelini raslantısallıktan giderek açıklamış olurlar.

Madde dünyası

Epikuros varlık’ın bütününü maddeye indirger: doğal olaylar tanrısal güçlerin değil maddi etkenlerin sonuçlarıdır. Böylece Epikuros’çuluk düşünceyi tüm doğaüstü bağlarından kurtarır. Bilginin kaynağı duyumlardır, şeylerin duyu organlarımızda oluşturduğu imgelerdir. Bu imgeler birike birike ya da üst üste gele gele genel fikirleri oluştururlar. Doğa üzerine bilgilerimizi duyumlar aracılığıyla elde ederiz. Hazzın kaynağını duyumlarda aramak gerekir. Haz vardır: onu doğrulamak gerekmez. Duyumu da doğrulamak gerekmez: o görünendir ve göründüğü gibi olandır yani apaçık olandır. Demek ki gerçeklik kendini duyuran şeydir yani cisimseldir ya da maddeseldir. Duyumlar dünyasında ilişki dokunuşma ilişkisidir. Duyumla sağlanan imgeler bilgilerimizin ya da kavramlarımızın gereci olurlar. Demek ki duyum yoluyla bilgileniyoruz ve doğada sürekli bir bilgilenme durumundayız. Doğa gibi bilgeler de bizim için bilgi kaynağıdır. Doğa kendisi olmanın dışında herhangi bir şey değildir. Duyum doğrunun ölçütüdür.

Duyumlara tutkular yani hazlar ve acılar eşlik eder. Ayrıca bir tür sezgi bizi evren fikrine ulaştırır, bize fizik dünyanın varlığını duyurur. Bu fizik dünyada her şey tanrılar bile atomlardan oluşmuştur. Epikuros her şeyi maddeye indirgerken doğru bilgi ve yanlış bilgi karşıtlığını da evren araştırmasıyla ilgili görür. Ona göre insanların ruhlarındaki karışıklıklar göksel cisimleri mutlu ve ölümsüz varlıklar saymaktan, onlara hiçbir gerçekliği olmayan değişik özellikler ulamaktan gelir. Yanlışların kaynağı felsefi görüşler değil mitoslardır. Yapılması gereken şey duygulara ve duyumlara yönelmektir, ortak bir şey sözkonusuysa ortak şeylere, bireysel şeyler sözkonusuysa bireysel şeylere yönelmek gerekir. Dikkatli bir evren araştırması bize doğruları gösterecektir ve evren karşısında duyduğumuz korkudan kurtulmanın yolu da budur. Her şeyden önce göksel cisimlerin bilgisine ulaşmaya çalışmak gerekir. Ruhumuzun dinginliğe kavuşması için zorunlu bir yönelimdir bu. Evrenin doğasını tam olarak tanımayan kişi yani mitolojik sanılarla yetinen kişi korkudan kurtulamaz. Doğayı incelemeden arı hazlara ulaşmak olası değildir. Kendini beğenmişler ve usta konuşmacılar değildir doğrunun bilimini kuranlar. Doğanın bilimini kuranlar alçakgönüllü kimselerdir yani kendilerine yeten kimselerdir. Onlar sahip oldukları niteliklerden onur duyarlar.

Lucretius oluşumu şöyle açıklar: önce toprak bitkileri oluşturdu, sonra hayvanlar daha sonra insanlar geldi, insanlar toplumu oluşturdu. Bu tümüyle maddesel ortamda insanlar da tanrılar da vardır. Tanrılar vardır ama onlar dünya üzerinde ya da insan yaşamı üzerinde etkin değildir. Onlar insanların uzağında kendi dünyalarında yaşarlar. Onların insana herhangi bir yararı da zararı da dokunmaz. Onlar insanlarla ilgilenmezler, insanları cezalandırmazlar. İyilik kötülük öfke intikam kin bilmezler. İnsanlar bir yanda tanrılar bir yandadır. Onların gözleri üzerimizde değildir. Demek ki tanrılardan korkmak da onlardan yardım istemek de anlamsızdır. Cennet de cehennem de bu dünyadadır. Ölümden sonra yaşam yoktur. Tanrı kayrası diye bir şey de yoktur. Epikuros böylece boşinançlara hiç yer vermeyen bir öğreti kurmuş, insan yaşamını doğaüstü katışıklarından ayıklamak istemiştir. Ölümün olmaması ceza korkusunu hiçe indirger. İnsan ruhu da her şey gibi atomlardan kuruludur, ancak ruhumuzu oluşturan atomlar daha ince atomlardır. Oluşum bir bileşmedir yani atomların bir araya gelmesidir, ölüm de bir ayrışmadır yani atomların çözülüp dağılmasıdır. Ölümün ne olduğunu bilemeyiz. Başkalarının ölümünü anlayamayız, kendi ölümümüzü yaşayamayız, öyleyse ölüm diye bir şey yoktur. Buna göre Epikuros’un öğretisi oldukça iyimser bir öğretidir.

Ölüm yani hiçbir şey

Epikuros Menerkles’e mektup’da ölüm konusunda şunları söyler:

“Bizim için ölümün hiçbir şey olduğuna alıştır kendini. Çünkü tüm iyilik ve tüm kötülük duyumdadır ve ölüm duyumun yokluğudur. Öyleyse ölümün bizim için hiçbir şey olduğu doğrusunun bilgisi bizi bu ölümlü dünyadan tat almaya yatkın kılar, ona sonsuz bir süre eklediği için değil bizde ölümsüzlük arzusunu giderdiği için. Çünkü yaşamamak olgusunda korkunç hiçbir şey olmadığını anlayan için yaşamda korkunç hiçbir şey yoktur. Ölümden korktuklarını söylediklerinde boş sözler söylemiş olurlar, ölüm geldiğinde acıyla geleceği için değil ölümü beklemek acılı olduğu için. Hiçbir kötülüğe yol açmayan etkin ve gerçek herhangi bir şeyi beklemekle ortaya çıkacak olan korku boş bir korkudur. Böylece tüm kötülüklerin en korkuncu olarak alınan ölüm bizim için hiçbir şey değildir, çünkü yaşadığımız sürece ölüm bize arkadaşlık etmez, o geldiğinde biz artık yokuz. Öyleyse ölüm ne yaşayanları ne ölenleri ilgilendirir: yaşayanlar için yoktur, ölüler için de artık yoktur. Ama kalabalıklar bazen ölümden kötülüklerin en büyüğüymüş gibi kaçarlar, bazen de onu yaşamın kötülüklerine karşı bir dinlenme olarak arzularlar. Bilge yaşamdan kurtulmaya çalışmaz, yaşamın sonundan da korkmaz, çünkü yaşam onu hiç sıkmaz ve yaşamın yokluğu ona bir kötülük gibi görünmez. Yiyecek konusunda basitçe en büyük parçayı değil de en hoş olanı aradığı gibi en uzun sürede mutlu olmayı değil en iyi biçimde mutlu olmayı arar.”

HAZLAR AHLAKI

Epikuros varlık’ın bütününü maddeye indirger: doğal olaylar tanrısal güçlerin değil maddi etkenlerin sonuçlarıdır.

Çeşitli hazlar

Epikuros Aristippos’un izinde erdem kavramıyla haz kavramını birbirine yaklaştırır hatta bu iki kavramı özdeşleştirir. Ancak o Aristippos gibi yapmaz, dolaysız hazlardan uzak durur, dolaylı hazları öne çıkarır, buna göre şimdinin hazları değil yaşanmışın verdiği hazlar önemlidir. Şimdiyle ilgili hazlar ya da doğrudan doğruya hazlar daha sonra insana acı verebilir. “Hiçbir haz kendinde kötü değildir, ama haz yaratabilecek bazı şeyler kendileriyle birlikte hazlardan çok kötülükler getirebilirler.” Bu yüzden Epikuros hazları devinim içinde hazlar ve dinginlik içinde hazlar olmak üzere ikiye ayırır. İnsana mutluluğu sağlayan hazlar dinginlik içinde yaşanan hazlardır. Önemli olan olabildiğince hazza ulaşmak olabildiğince acılardan kaçmaktır. Acılar bize daha çok yanlış yargılarımızdan gelir, yaşam üzerine dünya üzerine uyarsız görüşlerimizden gelir. Mutlu bir yaşam ancak ussal bir temel üzerine kurulabilir. Öyleyse bizim işimiz hazlara bir çekidüzen vermektir, onları gerektiği gibi değerlendirmek ve sınırlamaktır: her hazzın peşine düşmek erdemli insanların işi değildir. Bilge kişi ya da her kişi öncelikle mutluluğun peşinde olmalıdır. Bu da doğaya yönelmeyi bilgi peşinde olmayı gerektirir. Doğayı bilmeyişimiz bizi mutsuz kılar. Bilgisizlik demek kesinsizlik demektir. Kesinsizlik bize boşinancın kapılarını açar. Olamayacak şeyleri olabilir diye düşünürüz o zaman. Bizim için tek kurtarıcı güç bilginin gücüdür. Bilgi ize hazlardaki dengeyle birlikte ruh dinginliğini (ataraksia) getirir. Doğayı tanımak mutlu yaşamanın zorunlu koşuludur.

Hazlar çeşitlidir. Bazı hazlar doğal ve gerekli hazlardır, yemek içmek hazzı böyledir. Bazı hazlar doğal olsalar da gerekli değildirler. Birincileri karşılamak için ölçülü olmak yeterlidir, aç olduğumuz zaman ekmek ve susuz olduğumuz zaman su içmek aşırıya kaçmamak koşuluyla gereklidir. Aşk gerekli olmayan bir hazdır, aile kurma hazzı da öyledir. Aşkla bilgelik birbirleriyle uyuşamazlar. Aşkta insan mutluluğunu başkasından bekler. Aşk acı verir, dostluk haz verir. Dostluk toplumsal yaşamın özünü oluşturur. Aşk insanları dünyadan koparır, kapalılığa sürükler, toplumsal bağları yokeder. Aşkta kişi kendini sevgilisine adamıştır. Böylece aşk arı hazzı olanaksız kılar, hazzın doğasını bozar. Bu ikinci çeşit hazların yaşanmaması yaşanmasından iyidir, onlardan olabildiğince kaçınmak doğru olur. Aşk bir hazdır ama sonsuz acıları getirecek bir hazdır. Buna göre bekârlık evlilikten çok daha iyidir. Hazların en tehlikelileri en olumsuzu zenginliklerle ve onurlarla ilgili olan hazlardır, onlardan ne yapıp yapıp kaçmak gerekir. Doğaya uygun yaşam zaten bu tür hazları dışta tutar: doğaya uygun yaşayan adam gerçek zenginliklerin insanıdır. İnsan yaşamını bu tür çıldırtıcı şeylerden, ünlerden unvanlardan aşırı kazançtan koruyabildiği ölçüde insandır. Karşılanmamış istekler ve çeşitli korkular bizi tutsak edebilir. Her kişi hazları en uygun biçimde yaşamalıdır. Öncelikle korkuları yüreğimizden söküp atmalıyız. Tanrılar bizimle ilgilenmediklerine göre onlardan korkmak saçmadır. Ölümü yaşamadığımıza göre ondan korkmak da saçmadır. “Ben olduğum sürece ölüm yoktur, ölüm olduğunda da ben yokum.”

Bu da bize gelip geçici olana değil de kalıcı olana yönelmemiz gerektiğini duyurur. İsteklerini yenmeyi ya da sınırlamayı ve ölümden korkmamayı bilen insan en yetkin hazları yaşayacaktır. Acılara karşı durmanın en güçlü en etkili ilacı Tetrapharmakon’dur. Bu dörtlü formül bizim acılar karşısında bağışıklık kazanmamızı sağlar. Bu ilacın içindeki dört maddeyi şöyle özetleyebiliriz: 1) tanrılardan korkmak gerekmez, 2) ölümden korkmak gerekmez, 3) mutluluğa ulaşılabilir, 4) acıya katlanılabilir. Bunun için kişilerin felsefe eğitiminden geçmiş olmaları gerekir. Her şey dönüp dolaşıp eğitim sorununa gelir dayanır. Bilgelik gerçek insan olmanın zorunlu koşuludur. Epikuros Menekles’e mektup’un bir yerinde şöyle der:

“Gençken felsefe yapmakta geç kalmamak, yaşlılıkta felsefe yapmaktan bıkmamak gerekir, çünkü ruhun sağlığı için ne çok erken ne çok geçtir. Felsefenin zamanı henüz gelmedi ya da çoktan geçti diyen biri mutluluğun zamanı henüz gelmedi ya da çoktan geçti diyen adama benzer. Öyle ki genç ve yaşlı her ikisi de felsefe yapmalı, biri sevgiyle anımsadığı iyiliklerle gençleşen yaşlılığı adına öbürü gelecek karşısında dinginlikle olgunlaşması adına. Öyleyse mutluluğu oluşturan şeyler üzerinde düşünmek gerekir, çünkü mutluluğu elde ettiğimiz zaman her şeyi elde ederiz, mutluluk olmadı mı onu elde etmek için her şeyi yaparız.”

Haz amaçtır

Hazzı gerçekte acının karşıtı gibi düşünmeliyiz. Acı çekmediğimiz zaman hazza gereksinim duymayız. Haz buna göre mutlu yaşamın koşuludur, doğal iyiliktir, doğallığıyla iyidir. Hazzı bilen kişi kendine yetmeyi de bilir. Lüksle ilgisi olmayan yaşam ya da basit yaşam insanı sağlıklı kılar. Buna göre haz ne savurganlıkla ilgilidir ne de tenselde sınırlanmıştır. Önemli olan acının yokluğu ve ruhun dinginliğidir. Doğru yaşam sakınık insanların yaşamdır. Sakınıklık tüm erdemlerin kaynağıdır. Azla yetinmek en büyük zenginliktir. Doymayı bilmek önemlidir: doymayan midemiz değildir, bazen midemiz doyar biz doymayız. Yetinmeyi bilmeyen insana hiçbir şey yeterli görünmez, yetinmeyi bilmeyen insan kıskançlıkla hasetle yaşamını karartır. Yaşam genelde büyük acıların baskısı altındadır. Her durumda doğaya başeğmek gerekir. Doğaya başeğen insan egemenlik düşleri gören insandan daha mutludur. Bu arada iyilik getirmeyecek hazlardan uzak durmayı bilmeliyiz. Gerçek hazzın olduğu yerde kötülük zaten barınmaz. Bu da doğru ve iyi yaşamanın sınırlarını öğrenmiş olmakla belirgindir. Dinginlik gibi bir değer varken kavga hiç ama hiç gerekmez. Kendine yetme en büyük zenginliktir. Kendine yeten insan özgür insandır. Zenginlik diye bilinen şey gerçek yoksulluktur, yoksulluksa gerçek zenginliktir. Bilge yoksuldur, almaktan çok vermeyi bilir. Bilgelik dünya hazlarından, dünyanın insana yaraşır her türlü hazzından pay almamızı engellemez. “Karın hazları” da vardır, yüce hazlar da vardır. Gerçek haz doğru ve güzel yaşanmış demlerin anılarında parıldar.

Rönesans’ın insancıları Eskiçağ’ın kaynaklarından yararlanırken Epikuros’dan da çok şeyler aldılar.

Epikuros’dan bize kalan

Rönesans’ın insancıları Eskiçağ’ın kaynaklarından yararlanırken Epikuros’dan da çok şeyler aldılar. Yeniçağ başlarının bu insana tutkun insancıları yaşam güzeldir ve insan değerlidir derken, yüzyıllarca yok yere aşağılanmış bir dünyayı yeniden bütün güzellikleriyle görmeye ve gözler önüne sermeye çalışırken Epikuros’un izini sürüyorlardı. 18. yüzyıl aydınlanmasının temelinde Pyrrhon’un kuşkuculuğu ve Stoa’nın usçuluğu kadar Epikuros’un hazcılığı yatar. O büyük Montaigne’den bu üçlü etkiyi çıkarın geriye filozofluk adına pek bir şey kalmayacaktır. Eskiçağ’ı yeni zamanlara taşıyan Montaigne ve öbür insancılar bu kaynakların ne kadar önemli olduğunu görmüşlerdi. Her türlü softalığın karşısına yaşama sevincini koyan yeni insan hem kafasıyla hem yüreğiyle tüm dünya nimetlerinden yana olan insandır. Epikuros’u bir zevk ve sefa filozofu olarak görmeye çalışanlar oldu. Onu birçok bakımdan yanlış anlayanlar oldu. Örneğin Albert Camus onun ölüm karşısındaki tedirginliğini gözler önüne sermeye çalışıyordu ki tepeden tırnağa yanlıştır: Montaigne ölüm korkusunu felsefeyle ya da kesinlikle ölüm diye bir şey yoktur diyen Epikuros’la yenmiştir. Gerçek haz hangi çeşitten olursa olsun bilgelerin hazzıdır. Kendini kapıp koyvermişlerin yaşamı bize hazdan çok daha başka bir şeyleri, örneğin “devinim içinde” yitirilmiş sevinçleri duyurur.