Ana Sayfa 134. Sayı Bir yokluk hali: Akademi ahlakı ve bilimsel üretim

Bir yokluk hali: Akademi ahlakı ve bilimsel üretim

824

Bilimsel araştırmalar bugün, hem kaynak sorunu hem de gördüğü ilgi gibi gerekçelerle yüzünü ne yazık ki piyasaya çevirmiş durumda. Birçok akademisyen bilime sunacakları katkıdan ziyade kazanacakları parayı hesaba katarak özel şirketlerin yürüttüğü projelerin, (çoğunlukla) sonu belli raporlarının bir parçası olmak pahasına, peşine düşerek -tabiri caizse- paylarını kapıyorlar.

İnsanoğlunun Serüveni / Güneşin kudretiyle değişirken / hayvanlar aleminin taçsız kralı / vahşi ateşe gem vurmayı öğrenen, / usta bir avcı olmayı, / dertlere deva bulmayı, / toprağı ekip biçmeyi ve / hayvanları evcilleştirmeyi başaran; / tekerleği, madenciliği, yazıyı keşfedip / uygarlıklar kuran, imparatorluklar yıkan, / topu-tüfeğiyle dünyayı ele geçirip, / atomuyla fezayı kuşatmaya hazırlanan; / fakat sonunda, / kendisiyle yarışıp savaşmak, / yaşamak ve yaşatmak için. / en zorunu, / kendisini, / yenmek zorunda kalan” – İnsanoğlu (1)

İnsana ve onun en büyük yaratısı olan kültüre dair -neredeyse- her konuda fikir edinmemizi sağlayan İnsan ve Kültür kitabını kaleme alan Bozkurt Güvenç, bu şiirle başlamış kitabına. İnsanın tarih boyunca kat ettiği yolu ve vardığı sonu en sade haliyle anlattığı için bu şiiri seçti belki de.

Kültür tarihçileri, insanın doğaya karşı giriştiği mücadelede hayatta kalabilmesinin tek nedenini kültürel bir varlık olmasına bağlar. Kendi gündelik pratiklerinden çıkarttıkları sonuçlar sayesinde somut ya da somut olmayan alanda yarattıkları kültürel edinimleri alt soylara aktarabilmeleri (iletişim aracılığıyla) insanı bugün “insan” yapabilmiştir. (2) Yani insan yalnızca ürettikçe var olabilir. Üretimin gerçekleşmesinin en önemli basamağı ise elbette bilgi üretim sürecidir. Sıradan bir deneyimle yarattığımız gündelik bilgi, zamanla ve tabii ki devrederek çok daha anlamlı birer bilgi bütünü haline gelir. Bu bilgi bütünlerinin insanın doğayla mücadelede en işlevsel aracı haline gelmesinin yanı sıra toplumsal yaşamın içerisinde “bilginin sahibi” olmak, insanın tarihsel sürecinin her aşamasında, farklı bir statü kazanmasının da aracı olagelmiştir.

En eski toplumlardan bu yana bilgiye yakın olan, iktidarı ve gücü elde etmeye de o kadar yakın olmuştur. Tersten bir okumayla, iktidarı ve gücü elinde tutmak istiyorsan, ya bilgiye sahip olmalı ya da bilgiye sahip olanı yakınında tutmalısın. Bu görüşü örneklemek gerekirse bilginin aktarılmasının biricik yollarından olan yazının icadı ve Sümerlerde gerçekleşen toplumsal değişim ile ilgili bir anlatının içinde rastlanabilecek şu satırlar aktarılabilir; “Okuryazarlık, bilginin kapısını açan bir anahtar olarak değil, varsıllık ve üst düzeyde konum edinme yolu olarak değer kazanmıştı.” (3) Bu yazı verili bilgiler ışığında, günümüzün “bilgi sahipleri” hakkında benzer süreçlerin varlığından söz edip edemeyeceğimizi tartış(tır)mayı hedefliyor.

Üniversite ve bilimsel üretim

Günümüzde bilimin ve bilginin üretim merkezleri olan üniversitelerin, temelde iki ana işlevi olduğunu söylemek mümkün. İlki ve öncelikli olanı “araştırma” iken ikincisi “eğitim”dir. Araştırma, çağdaş üniversitenin temeli olarak kabul görür ve bu bağlamda bilim alanını kendine uğraş edinmiş akademiye bir “araştırıcı topluluk” gözüyle bakılır. Türkiye’de bu “araştırıcı topluluğun”, üretkenliği sorunu ne yazık ki yeni bir tartışma konusu değil. Darülfünûn’dan başlayarak 1933’te gerçekleştirilen Üniversite Reformu’na kadar giden süreçte, ana tartışma -tıpkı bugün olduğu gibi- bilim üretme sorununun ta kendisi ve devamında bunun genç kuşaklara aktarılması sorunudur. (4) Tartışmanın değişen boyutu ise gelinen süreçte akademisyenlerin “etik kod”larını bir kenara bırakıp alenen piyasa odaklı araştırma görüntüsü çizmesidir.

Bilimsel alanda yapılan araştırmalar bugün, hem kaynak sorunu hem de gördüğü ilgi gibi gerekçelerle yüzünü ne yazık ki piyasaya çevirmiş durumda. Birçok akademisyen kendi alanlarında bilime sunacakları katkıdan ziyade kazanacakları parayı hesaba katarak özel şirketlerin yürüttüğü projelerin, (çoğunlukla) sonu belli raporlarının bir parçası olmak pahasına, peşine düşerek -tabiri caizse- paylarını kapıyorlar. Akademisyenlerin çalışmayı tercih ettikleri konular dahi aslında piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda belirleniyor. Örneğin sosyal bilimlerde, son yıllarda patlayan kültür, kimlik ve toplumsal cinsiyet çalışmaları ülkenin siyasasından ayrı ele alınamayacak kadar rastlantıdan uzak. Sanki ülkede hiç sınıf çatışması ya da emek-değer sorunu kalmamış gibi. Eski toplumsal hareketler (sınıf hareketleri) miadını doldurmuş ve yerini ekolojik mücadelelere, LGBTT gibi kimlik temelli hareketlere bırakmış durumda. Burada mücadelenin farklı kanallarını değersizleştirmeye çalışmıyorum. Ancak bilimsel çalışmaların odaklarını hangi yöne çevirdiğinin bir anlamı olduğunu vurgulamak istiyorum. Bilimin, araştırıcı topluluk tarafından kurulması gereken bir gönüldaşlık gerektirdiğini söylemek mümkün. Nalbantoğlu, benzer bir görüşü; “Şimdiki üniversiteler bir yanda oynak genel ve akademik-kültürel piyasa koşullarına uyum göstereceğiz diye yeniden-yapılanmak yarışında birbirleriyle aşık atarken, öte yanda da ‘kitle üniversitesi’ çağında iyice aşınmaya uğratılmış ‘akademisyen ahlakı’ efsanesinin bu gidişi sanki örtmek istermişçesine inatla kullanışı; aradaki çelişkinin getirdiği huzursuzluk ve vicdan rahatsızlığı.” (5) şeklinde ifade ediyor.

Araştırmaların konuları bir yana dursun bugün daha da önemli bir sorunumuz olduğunu tespit etmek gerekir. O da üniversitelerin artık “liseüstü bir eğitim kurumu” haline dönüştüğü gerçeği. Birçoğumuz ilanlarda “itinayla tez yazılır” ifadesine rastlamıştır. Mizah değil, Türkiye’de birileri için “itinayla tez yazmayı” bir iş haline getirmiş insanlar var. Herkesin bildiği ama yoluna devam ettiği bu koşullarda üzerinde mesleki unvanlar bulunan diplomalar sahiplerini buluyor. Ancak burada en az pay öğrenciye yıkılmalı. Çünkü üniversiteye gelen öğrenci kendinden önce gelen sistemin yalnızca sürdürücüsü, yeniden-üreticisi. Artık pas tutmuş bilgilerin yazılı olduğu yıpranmış saman kâğıtlardan okunan “bilim”e değer gösteremiyorlar belki de.

Üniversitelerimizdeki üretimsizliğin ve dahi niteliksizliğin bir örneği olarak şu gelişmeyi verebiliriz: Henüz geçtiğimiz haftalarda uluslararası yükseköğretim derecelendirme kuruluşu olan Times Higher Education (THE) tarafından 2015 yılına ait “dünya üniversiteleri itibar listesi” açıklandı. (6) Geçen yıl ilk 100 “itibarlı” üniversite listesinde 71-80 sıralamasında olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) de bu yıl ilk 100’e giremeyince Türkiye’nin “son kalesi” de düşmüş oldu. Hem eğitim kalitesi hem de bilimsel üretim anlamında dünyada ziyadesiyle gerilerde seyrediyoruz.

Akademide yabancılaşma

Mevcut üretimsizlik içinde birbiriyle kişisel husumetlere düşmüş, derslerde öğrencilerine birbirlerinin dedikodusunu yapan, bin bir çeşit kişilik krizi arasında hem kendini, hem kendinden sonra gelen akademisyenleri umutsuzluğa ve tükenmişliğe sürükleyen bir akademi ortamımız var. Bu durumu üretimsizliğin insani ilişkiler tüketimine dönüştüğü şeklinde yorumlayabiliriz. Nalbantoğlu (2003), akademideki bu yozlaşmış durumu hem “kuluçkalanmış bir kurumsal etik sorunu” olarak hem de “bireyler düzeyinde ahlaki bir sorun” olarak ele almamızı öneriyor. Bu koşullar altında yozlaşan akademi, kendine gelen ve değiştirme enerjisine sahip taze kanı da hiç vakit kaybetmeden soğuruyor. Geriye sıkılgan bir şekilde üzerine düşen vazifeyi yapan mutsuz insanlar topluluğu kalıyor. Derslerine girip çıkan öğrenciler, kâğıt okuyup her türlü angaryaya koşulan araştırma görevlileri ve elbette hem mutsuz hem de müdahalesiz öğretim üyeleri… Daha da kötüsü bu kültürün nesilden nesle devretmesi gerçeği…

Akademisyenlik, bugünkü geleceksizlik koşullarında, yalnızca bilgi gibi özgül bir uğraş alanını gönülden arzulayan genç insanların tutkusu değildir. Özellikle temel bilimler (fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi) ve sosyal bilimlerde (sosyoloji, psikoloji, antropoloji gibi) okuyan gençler için akademi; bir “ekmek kapısı”, hatta “kapak atılacak sağlam bir çatı”dır. Edindikleri “meslek”leri gerçek hayatta uygulama alanı oldukça sınırlı. Ziyadesiyle emek verdikleri bir sürecin sonunda en azından kendi işlerini yapma isteği en asgari talebi oluşturuyor. Buna en uygun alan ise akademi haline gelmiş durumda. Üstüne üstlük bir de “akademisyen olma”nın reddedilemeyecek bir cazibesi olduğunu da belirtmeliyim. En başta vurgulanan “bilgi sahibi” olmanın yarattığı toplumsal statü farklılığı hiç de azımsanamayacak, çekici bir etmen. Dahası akademisyen olmanın ölçütleri, kendi alanında ne kadar yetkin olduğun, ne ürettiğin, ne kadar aktif olduğun değilken; ALES’te (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı) kaç matematik sorusu cevapladığın ya da YDS’de (Yabancı Dil Sınavı) İngilizce bir metni ne kadar anladığın, kaç soruyu doğru cevapladığınken neden tercih edilmesin? Elbette yabancı dil bilgisi ya da temel bilimlerdeki gelişmişlik düzeyi bir akademisyenin bilime sunacağı katkılarda belirleyici olacaktır, tartışmaya açmak istediğim konu bu değil. Burada tartışılması gereken akademinin kendi işleyişini özgül bir şekilde yaratması gerekliliğidir.

Akademisyenlik, diğer meslek grupları gibi belli yükümlülükleri yerine getirip, derse girip çıkmak gibi, maaş alınacak sıradan bir meslek grubu değil, olmaması gerekir. Akademisyenlik çok büyük bir yükün, vicdani bir sorumluluğun altına girmek demek. Sadece bugüne kadar öğrendiklerini genç akademisyenlere aktarmak için değil, yeni şeyler keşfetme arzusuyla yatıp kalkmalıdır bir akademisyen. Şayet bu arzuyu ve de iddiayı kaybetmişsek ne kendimize ne de sorumlu olduğumuz halka bir şey katamayız demektir. Özbek’e (2007) göre; insan, merak ettiği için öğrenen ve öğrendiklerini paylaşıp aktarmaktan mutluluk duyan bir canlıdır. Bilgi onun güvenlik ve doyum kaynağıdır. (7) Merakımızı yitirdiğimiz ve üretimsizliğin çamuruna bulaşmaya başladığımız anda “mutsuz yüzler” olmaktan öteye gidemeyiz.

Dipnotlar

1) Coon, C. (1962); Caravan: The Story of the Middle East, New York: Holt.

2) Güvenç, B. (2013); Kültürün ABC’si, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

3) Childe, G. (2010); Kendini Yaratan İnsan (İnsanın Çağlar Boyu Gelişimi), İstanbul: Varlık Yayınları, s.135.

4) Üniversite Reformu ve Türkiye’de üniversitelerin tarihsel gelişimi ile ilgili kapsamlı bir değerlendirme için bakınız; Kalaycıoğulları, İ. (2009) Darülfünûn’dan Üniversiteye “Gelenek”ten “Araştırma”ya. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cumhuriyet ve Bilim, cilt 48, sayı 1, s.43-59.

5) Nalbantoğlu, H. Ü. (2003); Üniversite A.Ş.de Bir ‘Homo Academicus’: “Ersatz” Yuppie Akademisyen. Toplum ve Bilim, sayı: 97, s.7-42.

6) Bu haber için http://t24.com.tr/haber/dunyanin-en-iyi-100-universitesi-arasinda-turkiyeden-hic-okul-yok,290266 adresine başvurunuz.

7) Özbek, M. (2007); Dünden Bugüne İnsan, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

Önceki İçerikAC mi DC mi, Tesla mı Edison mu?
Sonraki İçerikAmerika’nın yükselişi