70 bin yıl önce, Homo Sapiens hala Afrika’nın bir köşesinde kendi işiyle meşgul olan önemsiz bir hayvandı. İlerleyen bin yıllarda kendisini tüm gezegenin efendisi ve ekosistemin baş belasına çevirecek dönüşümü gerçekleştirdi. Bugün ise tanrı haline gelmenin, sadece ebedi gençliğin değil, yaratmak ve yok etmek gibi ilahi becerileri de ele geçirmenin de arifesinde.”
Kitabın sayfalarını karıştırmadan önce tipik bir “çağlar öncesinden modern dünyaya” kurgusuyla karşılaşacağımı düşünmüştüm. Yuval Noah Harari hakkında biraz internet araştırması yaptığımda, onun yeryüzü ile ilgili klasik bir bakış açısı olmadığını anladım. Kendisinin yazarlıkla birlikte oldukça ilgi çekici zevkleri var. Konu ile ilgili olarak, University of Oxford’dan doktoralı ve dünya tarihi ve makro süreçler alanında uzman. Otuz dile çevrilmiş, aslı İbranice olan bu kitap ülkesinde de en çok okunanlar arasında. “Homo sapiens ve diğer hayvanlar arasındaki temel fark nedir? Adaletin bir tarihi var mı? İnsanlar içinde bulundukları tarihsel süreçle mutlu olmaya ne kadar yakın?” gibi pek çok temel soruya farklı ve detaylı olduğu kadar incelikli de bir bakış açısı getiriyor.
Dört bölüme ayırdığı bu kitabın ilk bölümünde besinlerdeki çeşitliğin türler üzerindeki evrim sürecini tetiklediğinin üzerinde duran yazar, özellikle ateşin bu noktadaki önemine vurgu yapmış. Çünkü ateşin kontrolü daha sonra olacakların habercisiydi.
Sapienslerin ateş sayesinde atalarından daha küçük çeneleri ve dişleri oldu. Onlar ateşi kullanmayı öğrenince hem itaatkar, hem de potansiyel olarak sınırsız bir güce kavuştular. Kartalların aksine insanlar bir ateşi ne zaman ve nerede yakabileceklerine karar verebiliyor ve ateşi pek çok farklı amaç için kullanabiliyorlardı. En önemlisiyse ateşin gücü insanın yapısına, vücut biçimine ve gücün bağlı değildi. Tek bir insan çakmaktaşıyla veya yanan bir çubukla birkaç saat içinde koca bir ormanı yakabiliyordu. Bu inanılmaz bir güçtü ve türün sayısı hızla artmaya başlamıştı. Bilim insanları 70 bin yıl önce onların Avrasya’ya dağıldıklarını düşünmektedir. Yazar tam da bu noktada iki teoriyi açıklamaya koyuluyor: İlk teori olan “ırk karışımı teorisi” çekim, seks ve karışıma dayalı bir hikaye anlatır. Buna göre Afrikalı göçmenler dünyaya yayıldıkça diğer insan topluluklarıyla karşılaştılar ve bugünkü insanlar da bu karışımın sonunda ortaya çıktılar. Doğu Asya’ya ulaşan Sapiens de benzer şekilde oradaki yerli Erectus’la karşılaştılar, dolayısıyla Çinliler ve Koreliler bu teoriye göre Sapiens ve Erectus’un karışımıdır. Buna karşılık “Yerine Geçme Teorisi” başka bir kurguya değinir: Bu teoriye göre Sapiens ve diğer insanların anatomileri farklıydı. Bu yüzden çiftleşmeleri imkanlı gözükmüyordu. Aralarındaki genetik uçurumdan dolayı bu iki tür birbirlerinden tamamen ayrışmış olarak var oldular ve Neandertaller ölünce/ öldürülünce genleri de onlarla birlikte yok oldu. Eğer gerçek bu şekildeyse günümüz insanlarının soyu 70 bin yıl önce Güney Afrika’ya dayanıyor. Bu çıkarım siyasi açıdan patlamaya hazır bir bomba gibidir çünkü ırk teorilerine malzeme sağlamaktadır. Öte yandan modern Ortadoğu ve Avrupa insanı DNA’sının yüzde 1 ila 4’ünün Neandertal DNA’sı olduğu ortaya çıktı. Şimdi Neandertallerin veya Denisovalıların Homo sapiens ile birlikte hayatta kaldığını hayal edin. Pek çok farklı insan türünün yan yana hayatta kaldığı bir dünyada nasıl kültürler toplumlar ve politik yapılar ortaya çıkardı? Örneğin dini inançlar nasıl gelişirdi? Dini kitaplar Adem ile Havva’nın Neandertallerin atası olduğunu mu söylerdi? Kuran cennette türü ne olursa olsun tüm insanlar için mi yer ayırırdı? Neandertaller Roma lejyonlarında, ya da Çin imparatorluğunun geniş bürokrasisinde hizmet verebilirler miydi? Karl Marx tüm türlerin işçilerinin birleşmesini mi önerirdi? Geçtiğimiz binlerce yıl boyunca tek tür olmaya o kadar alıştık ki, belki de bizim için diğer ihtimalleri hayal etmek çok güç.
Yazar “Bilişsel Devrim” sayesinde efsanelerin, mitlerin, tanrıların ve dinlerin ortaya çıkmaya başladığını ifade ediyor. Sapiens artık hiç görmediği, dokunamadığı veya koklayamadığı varlıklar hakkında konuşabiliyor. Sadece Homo sapiens’in var olmayan şeyler hakkında konuşabildiği iddiası herkesçe kabul görebilecek bir önerme. Bir maymunu cennetteki sınırsız muzla kandırarak elindeki muzu asla alamazsınız. Öte yandan eğer zamanınızı var olmayan koruyucu ruhlara dua etmekle geçirirseniz gıda toplamak, savaşmak ve üremek gibi şeyler için kullanılacak zamanı boşa harcamış olmaz mısınız? Homo sapiens bu kritik eşiği aşıp, on binlerce kişiden oluşan şehirler ve milyonlarca insanı yöneten imparatorlukları kurmayı başardı. Bunun sırrı muhtemelen kurgunun ortaya çıkmasıydı. Ortak bir mite inanan çok sayıda yabancı, başarılı işbirliği yapabilirler. Devlet ortak milli mitler tarafından örgütlenir. Kendi aramızda, sadece fiziksel olarak var olan şeylerden, örneğin nehirlerden, ağaçlardan ve aslanlardan bahsedebilseydik eğer, devletlerin, kiliselerin ve hukuk sistemlerinin kurulmasının ne kadar zor olacağını düşünün.
Avcı toplayıcıların yaşamı, bölgeden bölgeye ve mevsimden mevsime ciddi şekilde değişirdi ama genel olarak kendilerinden sonra gelen çoğu köylünün, çobanın, işçinin ve ofis çalışanının yaşamından daha konforlu ve ödüllendiriciydi. Ev işleri daha azdı. Yıkayacak bulaşıkları, süpürecek halıları, silinecek parkeleri ve ödenecek faturaları yoktu.
Kitap Paraguay’da 1960’larda yaşamış Ache topluluğundan, Sungir çocuklarına dek pek çok coğrafyaya dokunmuş. Çevre felaketlerinin insan faktörlü etkilerini üç aşamaya ayırarak ilk iki dalgayı avcı toplayıcılarla çiftçilerin yayılması olarak sınıflandırmış. Üçüncü dalga ise günümüz sanayi faaliyetlerinin sebep olduğu etkenler olduğunu belirtmiş. Kitapta atalarımızın da esasen doğayla uyum içinde yaşamadığı; homo sapiens’in en çok bitki ve hayvan çeşidini ortadan kaldıran tür olma rekorunu elinde bulundurduğu üzerine çarpıcı tespitler var. İnsanların doğaya ettiklerinden daha fazla haberi olsaydı, bu denli soğukkanlı olamayacaklarını düşünen yazar, aynı zamanda iyimser. Bense günümüzde ne kadar çok türü ortadan kaldırmış olduğumuzu bilmemizin, hâlâ hayatta olanları korumak için maksimum özeni göstermemiz için yeterli bir sebep olmadığını üzülerek gözlemliyorum.
Evrim DNA sarmallarının kopyalanmasını hedefler. Bir türün başarısı DNA kopyalarının sayısı ile ölçülür. Bu perspektifle her zaman bin kopya yüz kopyadan iyidir. İşte bu tarım devriminin de özüdür: Daha çok sayıda insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak. Kimse tarım devrimini veya insanların tahıllara bağımlı hale gelmesini kurgulamamıştı. Mideyi daha iyi doldurmak ve güvenliği pekiştirmek amacıyla alınmış önemli görünen bir dizi karar yüzünden avcı ve toplayıcılar artık kavurucu güneş altında çalışmak yerine, klimalı alanlarda çalışmak zorunda. Tarım devriminin ilk dini sonucu bitkileri ve hayvanları eşit bir üyeden metaya çevirmektir. Tavuklardan ineklere bu süreçte birçok hayvan çabasız yem bulma karşılığında eli kırbaçlı maymunların boyunduruğu altına girdi. Kralların ve peygamberlerin kendilerini çoban olarak göstermesi ve bir çobanın sürüsüne özen gösterdiği gibi halkına özen göstereceğini iddia etmesi tesadüf değildir. İnsanlar hayali düzenler yaratıp yazıyı icat ettiler ve bu ikisi biyolojik mirasımızın boş bıraktığı yerleri doldurdu. Normalde hiçbir hayvan ait olduğu türün tamamının çıkarına göre hareket etmez. Bu kardeşlik ne yazık ki evrensel değil, çünkü hâlâ “onlar” var. Modern ekonomi her koşulda doymak bilmeyen Gargantua gibi her koşulda tüketerek hızla şişmanlamaya devam ediyor. Dünya Homo sapiens’in isteklerine uygun hale getirildikçe türler, habitatlar yok oluyor ve yeşil mavi gezegenimiz plastik bir alışveriş merkezine dönüşüyor. Şu an dünya üzerinde 80 bin zürafaya karşılık 1.5 milyar inek var. İnsanlık gerçekten dünyayı ele geçirmiş durumda.
Biyokimyasal sistemimiz mutluluk seviyelerimizi görece sabit tutuyor. Yeryüzünde bu denli olumsuzluk varken hala umutla loto oynamamız da pek âlâ evrimin bir sonucudur.
– Hayvanlardan Tanrılara Sapiens – İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Yuval Noah Harari, Çev. Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, 2015